PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : "Dinlere göre yargılamak ne kadar adilce?" sorusuyla merhaba...


ylmz3490
26-11-2013, 18:53
Tanrı diyelim ki tek bir dini kabul edecek (teizmin çoğu versiyonuna göre öyle) bu ne kadar adilce? İnsanların zaten çok büyük çoğunluğu çevresinin etkisiyle dine yönelir. Sonradan din değiştirenler yüzde 10 bile etmez. Onların da çoğu bir boşluk ya da psikolojik etkenlerledir. Ayrıca hiçbir din (en kalabalık olan Hristiyanlık bile 2 milyardan azdır) insan nüfusunun çoğunu kapsamamıştır.

Diyelim ki Hristiyanlık doğru. O zaman bu 2 milyara yakın insan torpilli oluyor. Eğer denirse araştırarak olanlar kurtulur. O zaman sayı o kadar azalır ki, Tanrının merhametiyle sevgisiyle epey çelişir bu durum. Çünkü kurtulan çok çok az olacak sonucu çıkar. Bu örnek her din için (daha doğrusu kendisinden olmayanı azapla korkutan her din için) uygulanabilir.

EcemRng
27-11-2013, 03:07
Mezhep/doktrin/kültür hepsi birer ilüzyon olduğu için endişelenecek bir durum yok. İnsanların batıl inançları gerçek olandan birşey ifade edecek değil, ki bu 1 kişi de olsa 1 milyar kişi de olsa aynı kapıya çıkar. Kitlesel yanılgılar insanlık tarihin büyük bir parçası.

Gerçeklere kültür ya da dinle, cehaletin tetiklediği inançlarla değil, bilgi, algı ve anlayış ile ulaşılabilir.

Vefik Sami
27-11-2013, 13:24
Tanrı diyelim ki tek bir dini kabul edecek (teizmin çoğu versiyonuna göre öyle) bu ne kadar adilce? İnsanların zaten çok büyük çoğunluğu çevresinin etkisiyle dine yönelir. Sonradan din değiştirenler yüzde 10 bile etmez. Onların da çoğu bir boşluk ya da psikolojik etkenlerledir. Ayrıca hiçbir din (en kalabalık olan Hristiyanlık bile 2 milyardan azdır) insan nüfusunun çoğunu kapsamamıştır.

Diyelim ki Hristiyanlık doğru. O zaman bu 2 milyara yakın insan torpilli oluyor. Eğer denirse araştırarak olanlar kurtulur. O zaman sayı o kadar azalır ki, Tanrının merhametiyle sevgisiyle epey çelişir bu durum. Çünkü kurtulan çok çok az olacak sonucu çıkar. Bu örnek her din için (daha doğrusu kendisinden olmayanı azapla korkutan her din için) uygulanabilir.

Evvelâ "Din" ve "iman" kavramlarının ayrılması gerekir. Bir kültür dindarı, Tanrıya inandığı için aynı zamnda dindar olduğunu da düşünür. Bana göre dindar; inandığı dinin kurallarını sorgusuz-sualsiz kabul edip, buna göre hayâtını düzenleme çabasında olan kişidir. En çok birbirine karıştırılan iki olgu da, iman ile şartlanmışlıktır. Kültür dindarı imanın ne olduğunu bilmez. Şartlanmışlığını, aidiyet duygusu ve kültürel kimliğini "iman" zanneder.

İman; Tanrısal ilkelerin farkındalığında oluşan durumdur. Dindarlık ise daha ziyade içine doğulan kültürün dayatmasıyla kişide oluşan boyun eğmişliktir. Boyun eğen kişileri zapt-u rapt altında tutmak, kolayca sevk ve idâre edebilmek için de kurallar ihdas edilmiştir. Bu itibarla imanlı hayata ilkesel bakar ve neyin doğru neyin yanlış olduğu noktasında dindara göre daha sağlam verilerle hareket eder. Dindar ise hayatını hiç sorgulamadığı kurallara uyma derdiyle geçirir.

Çünki bu kurallara uymanın nihâyetinde "ödül/Cennet vardır.

Lise psikoloji kitaplarında Pavlov'un "Şartlı refleks" deneyi ve kuramı okutulurdu evvelce. Şimi de var mı bilmiyorum. Ama nedense, insanlar dikkatlerini "Pavlov'un iti"ne odaklarken; hayvandaki "salya" durumunun aslında kendi hayatlarında da önemli bir yer işgâl ettiğinin farkında olamazlar. Lise yıllarımdan itibâren, hayatımın büyük bir bölümünde ben de bu idraksizlerden biri oldum.

Kültür dindarı, yaptığı ibâdetin ne olduğuna, neye yaradığına, kendisinden ne götürüp ne getirdğine pek dikkat etmez. Kendisi için önemli olan, o ibâdeti yerine getirip borcunu ödemektir. Müslüman günde beş vakit ne anlama geldiğini bilmediği âyetleri papağan gibi tekrarlarken, Allah'a ibadet ve ta'zimde bulunduğunu zanneder. Halbuki bir öğretmen kendisine bunu yapan talebesini uyarır ve şunu der.

"Evladım. Anlamını bilmeden sürekli tekrarladığın şeylerin anlamını ben zâten biliyorum. Çünki onları defterinize ben yazdırmıştım. Mühim olan, senin bunları papağan gibi tekrarlaman değil; öğrenmen"

Bir öğretmen eğitim faaliyetinde ilkeli davranırken, Allah'ın ezbercilere Cennet vaad etmesi ne kadar da ironik değil mi ?

Şimdiye kadar yaşayıp ölen milyarlarca müslüman içinde - Araplar hâriç. Çünki, Kur'an onların diliyle yazıldı.- acabâ ne kadarı, kıldığı namazlarda okuduğu âyet ve sûrelerin anlamlarını bilerek okudu ? Tuhaf olan o ki; Muhammed'in evlatlığının karısını almak için uydurduğu âyetleri "Tanrı'ya ibâdet" zannederek huşû içinde okuyan ne kadar müslüman gelip geçti kim bilir ?

Muhammed'in şehveti birilerine put olmuş anlaşılan.
Ben bunu yazınca adı "İslâm'a hakâret" olur.
Halbuki söz konusu 'âyet'(!)leri kutsal bilip kayıtsız-şartsız bağlanmakla insan kendine karşı en büyük hakâreti yapmaktadır.

Kiliselerde gitar çalıp şakıyarak ibadet ettiğini zanneden kesim ise ayrı bir "Hikmet"(!) Eğer bu yolla MESİH'e hizmet oluyor ise, çarmıh da boyuna asılan sıradan bir süs konumuna geliveriyor.

Beni esas hayrete düşüren nedir bilir misiniz ?

Hrsitiyan inancına göre insanı aslî günahtan kurtaran MESİH'in kendi canını vermek sûretiyle ödediği bedeldir. Yani bu mantığa göre kurtaran MESİH'in yaptığı fedâkârlıktır. Ama Hristiyanlar MESİH'i acılar içinde öldüren Çarmıh'ı Kilisenin en yüksek yerine asarlar.

Ben Pavlus'a kızıyordum.
Ne kadar da çok "Pavlus" varmış meğerse!...

Eğer Cennet benim ibadetlerim karşılığında veriliyorsa, Allah Cennetine fiyat biçiyor demektir. Tabii, değer vermek ile fiyat biçmek arasındaki farkın farkında olan, ne demek istediğimi anlayacaktır.

Misâl; çoğu müslüman namazı vaktinde kılamayınca günaha girdiği için duyduğu endişeyi; namaz esnâsında alacak-verecek hesâbı yaparken duymaz. Peygamberlerinin esas iştigâl sahası tüccarlık olması hasebiyle, Tanrı-İnsan ilişkisi bir "alış-veriş" olarak görülür. Mühim olan "Nemâzı vaktinde edâ edebilmek"tir.

Fukehâ bu tip namazlar için; "Nemaz borcu ödenmiş olur amma velâkin, sevâbı yoktur." der.

Belki biraz ölçüsüz/kaba olacak ama; şehvetini gidermek için hayvanla cinsel ilişkiye giren insandaki şuur noksanlığı ile, ebedi hayat ve Cennet uğruna; hiç dikkat etmediği, sorgulamadığı kurallara uyan insan arasında ben pek de önemli bir fark göremiyorum.

İlk Çağda Paganist kültürün etkili olduğu dönemde her şehir devletinin kendine has bir İlah'ı olurdu. Ancak bu İlahların gücü, etkili oldukları şehrin siyasi ve askeri başarılarına bağlı idi. Meselâ; bir şehir devleti, bulunduğu coğrafyadaki diğer şehir devletleriyle savaşıp onları tahakkümü altına alınca, bu şehrin İlah'ı, diğer bütün şehirlerin baş Tanrısı olurken, önceki İlahlar ikinci derecede Rab/efendi konumuna düşerdi.

Muhammed'in Mekke ve Medine dönemleri de buna ne kadar benziyor değil mi ?
Mekkede Ebû Tâlip öldükten sonraki üç yıl; alay edilen, hakarat edilen ve hatta yüzüne tükürülen Muhammed ile,
Medine döneminde kestiği saçı, sakalı tükürüğü, sümüğü kapışılan Muhammed.

Putları yıktığı iddia edilen Muhammed; saçına sakalına, tükürüğüne ta'zimde bulunulmasına ses çıkarmamış.
Mevzûyu yumuşatma adına ortaya atılan 'argüman' da şu.

"Efendim; Peygamber aleyhissalâtü Vesselam efendimiz müslümanlara bunları emretmedi. Onlar kendiliklerinden yapıyordu."
İyi de; sessiz kalmak da aynı kapıya çıkmıyor mu ?

Bu tuhaflığa bir de isim bulmuşlar.
Teberrük!...

Yaşanan süreçler, dinlerin hakim kültüre hizmet eden sıradan bir araç olmasına yol açtı. Bu nedenle her din, ancak kendisine inanıldığı takdirde Cennet'e gidilebileceğini iddia eder. Bahse konu yaklaşım, Orta Çağ Avrupasında Katolik Hristiyanlıkta görülen "Endüljans" sahtekârlığının çok daha geniş kapsamlı hâlidir.

MESİH bu noktada çok ilginç bir tesbit yapar.

"Dünyanın aldatıcı serveti konusunda güvenilir değilseniz, gerçek serveti size kim emanet eder?" Luka: 16/11

Ne kadar İlginçtir ki; MESİH'e iman ve O'nun tüm öğretilerini kabul ettiğini ileri süren Vatikan, "Tanrı adına konuşma yetkisi" olduğunu iddia ederken bu "yetki"(!)yi, dünyevi menfaatler karşılığında, sıradan bir tüccar mantelitesiyle pazarlamıştır.

İşte iman ile dindarlık arasındaki en temel fark budur. Çünki ödül için mücadele eden o ödülü kazanma adına her kılığa girebilir. Makyavel bunu "Gâye vâsıtayı meşrû kılar" şeklinde özetler.

MESİH'in bu buyruğunda, ödül için "dürüst ve ahalklı" görünmeye bir reddiye var.
Ben bunu anlıyorum.

Bu itibarla, inandığım Tanrı'nın her asır ve koşulda, kişinin yaşadığı coğrafya, ait olduğu kültür ne olursa olsun; dürüstlüğü ve dik durabilmeyi hayatının 'rota'sı edinmiş her insanı, adı "Cehennem" olan bir mekanda eziyet ve işkenceler içerisinde yaşamaya mahkûm edeceğine ihtimâl vermiyorum.

Bu kadar vahşet, haksızlık ve adâletsizlik, insanların bencilliği ve de riyâkarlığı hepimizi çepeçevre kuşatmışken; her şeye rağmen, Cennet beklenrtisi içine girmeden sâdece ve sâdece doğru olduğu için dürüst olabilmenin, dik durabilmenin bizâtihi kendisi bir ödüldür.

Tabi anlayana...

vartor
27-11-2013, 16:54
[QUOTE]Bu kadar vahşet, haksızlık ve adâletsizlik, insanların bencilliği ve de riyâkarlığı hepimizi çepeçevre kuşatmışken; her şeye rağmen, Cennet beklenrtisi içine girmeden sâdece ve sâdece doğru olduğu için dürüst olabilmenin, dik durabilmenin bizâtihi kendisi bir ödüldür.[/QUOTE
Ve bu odulu en cok humanist ateistler hak eder. Mesih, rab, hepsi masal; gercek olan insan. Gerekli durustlugu insan gibi yasayabilmek icin, birbirimize borcluyuz.

Kozmik Perspektif
29-11-2013, 02:06
Bir dine girdikten sonra bir de doğru mezhebe inanmanız gerekiyor.

Örneğin İslam'da hadisçiler Kurancıları ve mezhepsizleri, Kurancılar ve tasavvufçular hadisçileri kafirlikle itham ederler.

“Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak ve sadece beni takip edenler ehl-i necata (cennete), kalanlar cehenneme gidecek (Tirmizi, İman,18; İbnu Mace, Fiten, 17)"

Bu hadisi dikkate alırsak Müslimlerin 1/73'i (%99'u) cehennemlik. :) İnançsızları geçin, inansanız bile onlarca ekolden doğru ekolü tutturmanız gerekiyor. Allah'ın buyruğu insanlığa dirlik düzen mi getirmeli ihtilaf ve çatışma mı? Olması gereken birincisi, ama görünen o ki ikincisini getirmiş.

evrensel-insan
29-11-2013, 02:10
Hic bir inancli ya da dinin uygulayicisi, baska birini kendi inanci ve uygulamasi ile yargilayamaz. Inanc ta uygulama da kisinin kendi insiyatifindedir.

Her birinin kendi uygulamasi kendine gore dogrudur.

Dolayisi ile kimse kimseye "inanacaksan ya da dinini uyulayacaksan, boyle yapacaksin" diye kendi inandigi ve uyguladigini dayatamaz.

Herkes kendi inanci ve dini uygulamasindan ancak kendi sorumludur.

Iste o yuzden islamda dunya capinda her bir inaniri biribirinden farkli kilan; mezhepler ulkeler bolgeler v.s. vardir.