sargon
07-04-2008, 14:08
Caglar Keyder'in ""Osmanli Imparatorlugunun Gerileyisi ve Cokusu (http://www.scribd.com/doc/238600/Calar-Keyder-Osmanl-mparatorluunun-Gerileyii-ve-Cokuu?query2=osmanl%3F+imparatorlu%3Funun+k%3Fsa+s %C3%BCrede+b%C3%BCy%C3%BCmesinin+nedenleri)" adli makalesinden bir bolumu tartismaya acmak istiyorum. Bolum "Ulus-Devlet Kacinilmaz Miydi" basligi tasiyor. Ozellikle bu bolumu secmemin nedeni 1908-1912 arasindaki sureci cok guzel bir sekilde ozetlemesi. Yakin tarihimizin en onemli surecinin 1908-1920 arasindaki 12 yillik kisa bir donem oldugunu dusunuyorum. 12 yil gibi kisa bir donemde o kadar cok sey yasandi ki, nerdeyse butun bir sonraki 100 yili berirledi. Mesrutiyetin ilani, Abdulhamit'in devrilmesi, Balkan Savasi, Ikinci Dunya Savasi, 500 bine yakin asker kaybi ile buyuk bir hezimet, Balkanlar ve Kafkasya'da kaybedilen topraklardan milyona varan musluman nufusun Anadolu'ya gocu, Anadolu'daki Rum ve Ermeni gayrimuslimlerin goce zorlanmalari, gocebe Kurt asiretlerinin yerlestirilmeleri, Ermeni surgunu, kaybedilen savasin ardindan direnisler, Yunan ordusu ile savaslar ve yeniden kurulus surecinin baslamasi. Tum bu goc etmeler veya goce zorlamalar sonucunda 10 milyonluk Anadolu nufusunun yaklasik ucte biri bu donemde yer degistirdi. Yazida incelenen konu bu cok onemli donemin 4 yillik bir alt bolumu, ancak bu donem de sonraki yillari anlamak icin temel onemde. Hem tarihsel bilgimizi tazelemek ve artirmak hem de donemi tartisabilmek acisindan bu makalenin cok yararli olacagina inaniyorum.
Ulus-Devlet Kaçınılmaz mıydı? - Caglar Keyder
Jön Türkler, 1908’de padişahı meşrutiyet ilan etmeye zorlamalarından kısa bir süre önce, Avrupa siyaset sahnesinde görünürlük kazanıp önemli bir yer edinmişti. *İttihatçılar, örneğin Rus devrimcilerinin entelektüel zenginliğinden yoksundu. Aslında, Abdülhamit muhaliflerinin büyük bir çoğunluğu, ülke içinde değerlerinin bilinmediğini düşünerek yurtdışına gönüllü sürgüne gitmişti ve padişahla anlaşmaya varır varmaz devlet hizmetine girmeye hazırdı. Jön Türkler, Osmanlı elitinin eylemci ve radikal kanadıydı, devlet hizmeti için elit yetiştiren okullarda öğrenim görmüşlerdi ve reformla ilgili perspektifleri daha etkin bir devlet idaresi talebiyle sınırlıydı. Bu grup, ekonomiyle ilgili konularda şaşırtıcı bir biçimde bilgisizdi ve benzeri Üçüncü Dünya devrimci hareketleri içinde en az anti-emperyalist nitelik taşıyan hareketti. Jön Türkler, kendilerini, Avrupa’nın dayatmalarından duyulan rahatsızlığı ortaya koyan milliyetçiler olarak değil, Avrupa sahnesinin oyuncuları olarak görüyorlardı. Bu nedenle, başarıları Avrupa başkentlerinde herhangi bir kaygıya neden olmuyordu. Tam tersine, meşrutiyetin ilanı, Avrupa’daki son otoriter rejimin de yıkılması sayılarak gayet olumlu karşılanmıştı.
Selânik’te örgütlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti, kendilerine en yakın sorunlu bölge olan Makedonya tecrübesinden esinlenmişti. Bölgede Rumlar, Bulgarlar, Sırplar ve Makedonyalı milliyetçiler arasında zorlu bir mücadele yaşanıyordu. Osmanlı ordusu bu çatışmaları kontrol altına almayı başaramıyordu. Makedonya, ayrıca Avusturya ile Rusya arasında şiddetli bir emperyalist rekabetin yapıldığı bir alandı, bu rekabette İngiltere Rusya’nın, Almanya ise Avusturya’nın safında yer alıyordu. Anlaşılan, çeşitli milliyetçi çetelerin faaliyetlerini dizginleme konusunda umutsuzluğa düşen İttihatçı subaylar, kamu yararı için çalışan bir parlamentoda bütün görüşlerin ifade edileceği bir “hürriyet” ortamının denenmeye değer bir seçenek olduğuna karar verdiler ve padişahın istibdat idaresine karşı ayaklandılar. Abdülhamit, anayasanın tekrar yürürlüğe konmasını ve parlamentonun açılmasını kabul etti. Birkaç ay içinde, varolan etnik grupların çeşitliliğini oransal olarak temsil eden seçilmiş bir parlamento toplandı.
İttihat ve Terakki tarihinin yaygın kabul gören değerlendirmesi şu teze dayanır: İttihatçılar, Osmanlıcı olarak yola çıkmış, ama daha sonra koşulların zorlamasıyla Türk milliyetçisi haline gelmişlerdir. Bu yorumla ilgili sorun, cemiyetin bu hareket milliyetçi çizgiyi benimsemeden önce dahi esas itibarıyla merkeziyetçi olduğu gerçeğini göz ardı etmesidir. Başka bir deyişle, bu hareketin öncüleri, imparatorluğu, evrensel hukuk normlarına ve yurttaşlık haklarına dayalı, laik ve üniter bir ulus-devlete, bir “Yakındoğu Japonyası”na dönüştürebileceklerine inanıyorlardı. *Millet sistemiyle somutlaşan etnik grup ve mezhep ayrımlarına dayanan bir yapıyla kıyaslandığında bu, radikal bir programdı. Gerek imparatorluktaki etnik gruplar arası ilişkilerin tarihi gerekse artan etnik bilinç, bir hukuk düzeninin sürdürülmesini gerekli kılıyordu, ama etnik gruplara ve mezheplere belli bir özerklik tanınması da zorunluydu. “Gayri Müslimlerin büyük bir çoğunluğu ve Türk olmayan Müslümanların birçoğu, eşitlik ve özgürlükten cemaat için özgürlüğü ve cemaatler arası eşitliği anlıyorlardı, ayrıca merkezî yönetimin güçlenmesinde ve müdahalesinin artmasında değil, cemaatlerinin haklarının korunmasında ve vilayetlerin idarî otonomisinin pekişmesinde çıkarları olduğunu düşünüyorlardı.” *
Olaylar, milliyetçi tarafı, yani İttihatçıları güçlendirdi. Meşrutiyetin ilanını izleyen aylar içinde Avusturya, Bosna-Hersek’i ilhak etti, Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti ve Yunanistan Girit adasını topraklarına kattığını duyurdu. Nisan 1909’da bir karşı-devrim girişimi yapıldı (31 Mart Vakası), ama isyan ordu tarafından bastırıldı. Bu fırsatı kullanan İttihatçılar kontrolü bütünüyle ele geçirerek Abdülhamit’i tahttan indirdiler. İki yıllık bir sükûn devrinin ardından, Arnavutluk’ta bir isyan çıktı ve İtalya Trablusgarp’ı işgal etti (Eylül 1911). Nihayet imparatorluğun sonunu getirecek olaylar dizisinin ilk halkası olan Balkan Savaşı (Kasım 1912) patlak verdi.
1909 sonbaharı ile Mart 1912 seçimleri arasındaki dönemde, koşullar elverdiği takdirde çeşitli etnik grupları barındıran bir imparatorlukta politikanın alabileceği istikamete dair işaretler ortaya çıkmıştı. Parlamentonun iyi işlediği, anayasanın yürürlükte olduğu ve umutların hayli yüksek olduğu bir dönemdi bu. Aynı dönemde, Jön Türk hareketinin bir başka kanadı olan liberaller, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı bir güç oluşturmaya başlamıştı. Liberal kanadın entelektüel önderi Prens Sabahattin’di. Bu grubun programı, politik ve ekonomik liberalizm ile idarî adem-i merkeziyetçiliğe dayanıyordu. *İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin devletçi merkeziyetçiliğinden çok farklı olan Prens Sabahattin’in federalizmi, daha 1908 öncesinde, kendileri de Avrupa’da faal olan Rum ve Ermeni grupların dikkatini çekmişti. Parlamentonun açılması ve basın ve yayın özgürlüğünün sağlanmasıyla birlikte, aralarında çeşitli İslâmcı grupların da bulunduğu Arap, Rum ve Ermeni önde gelenleriyle, sayıları giderek artan bir grup parlamenter ve entelektüel de liberal kesime destek vermeye başladı. Bunların, İttihat ve Terakki’nin üniter devlet tasarıları karşısında duydukları kaygı giderek artıyordu: Liberal kanat içinde yer alan çeşitli kesimlerin endişeleri arasında, İttihat ve Terakki’nin şekil vereceği üniter devletin, Türk milliyetçisi ya da militan sekülarist olması ve eğitim gibi farklı etnik grupların özerk olduğu alanlarda tek bir programı dayatması yer alıyordu. Öte yandan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne destek veren kesimler, gayri Müslim burjuvazinin yükselişinden rahatsızlık duyan, devletçi ve aktivist nitelik taşıyan Türk entelektüelleri ile taşra tüccarlarıydı -yani milliyetçiliği destekleyen kesimlerin klasik kompozisyonuna uygundu.
Cemaatlerin temsili ve federalizm, en azından kısa vadede, imparatorluğun toprak bütünlüğünün korunması için diğer olasılıklara kıyasla daha fazla umut vaat ediyordu. O dönemde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nda toplanan liberallerin, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda atomize (bireylere dayanan) vatandaşlık ve organik (grupların göreli özerkliğine dayanan) vatandaşlık alternatifleri hakkında o sırada yürütülen tartışmalardan haberdar olduğunu gösteren hiçbir işaret yoktur. *Hürriyet ve İtilaf Fırkası programı, cemaate dayanan bir organik vatandaşlık versiyonunu savunuyordu. Bu programın -adem-i merkeziyetçiliğin yanı sıra- ikinci temel ilkesi “teşebbüs-ü şahsî” idi. Hürriyet ve İtilafçılar, etnik grupların parlamentodaki nispî temsilini talep ediyordu ve Rum meşrutiyetçiler ve Ermeni Hınçaklarla kilise özerkliği ve farklı dinsel okulların resmî olarak tanınması temelinde formel anlaşmalar yaptılar. Arap ve Hıristiyan politik grupların ve Türk İslâmcıların yanı sıra, Osmanlı Sosyalist Fırkası da İttihat ve Terakki’yi milliyetçiliğinden dolayı suçlamış ve İtilafçıların programına destek vermişti. *
Seçimlere “şaibe” karıştırılmamış olsaydı, Hürriyet ve İtilaf’ın 1912 seçimlerinden galip çıkıp çıkmayacağı belli değildir. Suriye, Beyrut ve Halep vilayetleri ile Kudüs sancağını temsil eden 30 mebusun 24 tanesi Hürriyet ve İtilaf’ın safına geçmişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti, kampanyayı yönlendirmek için devlet kaynaklarını kullanmaya başlamadan önce, kentsel kesimlerdeki seçmen desteğinin Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı parlamentoda çoğunluk partisi yapacak düzeye ulaştığı anlaşılıyor. *Ne var ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti, bazı adaylara gözdağı vermiş, özellikle kırsal kesimlerde seçmenleri tehditlerle ürkütmüş ve iktidarın arkasında birleşilmesi için İtalya’yla devam eden savaşı propaganda malzemesi olarak kullanmıştı. Ayrıca, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın parlamentoda Hıristiyanların temsil oranını artırmaya kalkışacağı yolundaki kaygılar da İttihatçıların zafer kazanmasına katkıda bulundu. İttihat ve Terakki Cemiyeti imparatorluğun başka yerlerinde de “sopa”ya başvurmakla ve devlet görevlilerini kullanmakla itham edildi. 1912 seçimlerinin temsil edici nitelik taşımayan bir parlamento ortaya çıkardığı iddiası büyük yaygınlık kazandı.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın seçimlerden zaferle çıkması halinde ne gibi sonuçlar doğacağı sorusuna cevap ararken, Rum ve Ermeni cemaatlerin 1908 sonrasında Osmanlı Devleti’ne yönelik tutumları kritik önem kazanmaktadır. 1920’li yıllarda bir Türk ulus-devleti ortaya çıkmadan önce, imparatorluğun çeşitli etnik grupları barındıran bir yapı olarak ayakta kalıp kalmaması, devlet ile Türk olmayan unsurlar arasındaki ilişkilere bağlıydı. Bu gruplar arasında Rumlar kritik bir yer tutuyordu. Bunun nedeni sadece Rumların İstanbul nüfusu içindeki büyük bir oranı temsil etmesi ve ekonomik önemi değildi, aynı zamanda Yunanistan’ın bağımsızlık kazanması karşısında duyulan husumet ve bu tarihten itibaren Yunan devletiyle yaşanan savaşlardı. Dolayısıyla, Osmanlı Rumlarının temel sorunu, Yunan devletiyle aralarına nasıl mesafe koyacaklarıydı. İstanbul’daki Rum Ortodoks Patrikhanesi de aynı kaygıyı paylaşıyordu ve bu konuda bir alternatif geliştirilebildi. Patrikhane öyle bir yol izlemeliydi ki, bir yandan Osmanlı Devleti kendisinin Yunan devletinin bir uzantısı olarak hareket etmediği konusunda ikna olsun, bir yandan da Osmanlı Rumlarının kendisinden yabancılaşmasına neden olmasın. *Atina ise daha karmaşık bir siyaset izliyordu. Yunan devleti aktif biçimde Osmanlı Rumları üzerindeki etkisini artırmaya çalışıyordu. Bağımsızlığın kazanılmasından kısa bir süre sonra, Yunan konsoloslarına, bütün Osmanlı Rumlarına (hepsinin bir şekilde Yunan bağımsızlığına katkıda bulunduğu düşünülüyordu) vatandaşlık önerisi götürme talimatı verildi. Böylece bir beşinci kol oluşturuldu, bu grup Yunan irredantizminin kullandığı başlıca aktör haline getirildi. Yunan devleti, ayrıca Osmanlı Rumlarına etnik kimlik kazandırmak için de çaba gösterdi, bu süreçte özellikle Yunan milliyetçilerinin çeşitli Rum okullarında öğretmenlik yapmak üzere Osmanlı İmparatorluğu’na gönderilmesi etkiliydi. Bu politikaların bir dereceye kadar işe yaradığı ve milliyetçi bir bilincin yavaş yavaş ortaya çıktığı konusunda kuşku yoktur. Yine de, Osmanlı Rumlarının büyük bir çoğunluğunun şu noktayı kavradığı anlaşılıyor: Osmanlı Rum nüfusunun coğrafî dağılımı, belirli bölgelerin Yunanistan’a ilhakının pek anlamlı bir seçenek olmadığını gösteriyordu, dolayısıyla kendilerinin, imparatorluk içinde yeni meşrutiyet rejiminden yararlanacak başka politikalara ihtiyaçları vardı.
Bu kritik yılların niteliğini aydınlatan bir gelişme, etkili bir siyasal örgütün kurulmasıdır. Bu örgüt, siyasal bir parti değil, politik tartışma forumu olarak hizmet edecek bir etnik dernekti. Konstantinopolis Örgütü (bu örgütün adı “Konstantinopolis Cemiyeti” olarak da geçer) 1908’de İstanbul’da kuruldu ve Balkan Savaşı’nın başlamasına kadar, Rum elitleri arasında önemli bir yer tuttu -1912 sonlarında Balkan Savaşı patlak verince örgütün programı anlamını yitirdi. *Osmanlıcılık’ı ateşli bir şekilde savunan örgüt, İstanbul’daki Rum burjuvazisinin çıkarlarını yansıtıyordu. İstanbul’un Rum burjuvazisi, “gayri Müslim burjuvazinin mutabakatıyla pekişecek güçlü bir Osmanlı Devleti’ne destek verme konusunda son derece hevesli”ydi. *Meşrutiyet rejiminin kurulmasına katkıda bulunan politik seçkinler de bu görüşü paylaşıyordu. İzmirli bir Rum mebus, Osmanlı Rumlarının millî fikrinin, imparatorluğun medenîleşmesi için kendi milletlerinin “bütün maddî ve manevî sermayesini seferber etmek” *olduğunu ileri sürmüştür. Bu örgütün ortama ilişkin değerlendirmesi şu şekildeydi: Rumlar Müslümanlarla bir arada yaşamayı ve Osmanlı anayasasının bunun için yeterli bir çerçeve sağladığını kabul etmeliydi: Yeni bir dönem başlamıştı, “en sonunda Türklerle tam bir eşitlik, hatta belki de imparatorluğun ortak idaresi mümkün olacaktı.” *Rumlar, bürokrasideki konumlarını korumak için yeni hukukî çerçeveden yararlanmalı ve nihaî olarak imparatorluk yönetimine tam anlamıyla katılmayı hedeflemeliydi. Söz konusu Rum örgütü ile bu programı destekleyen Rum parlamenterler doğal olarak Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın çekim alanına girmişti, “çünkü bu fırka, liberalleşme vaadini farklı milletlerin kültürel kimliklerinin korunmasıyla birleştiriyordu.” *
Bu örgütün önemi milliyetçiliğe bir alternatif yaratmasında bulunmaktadır -gerçi uygun fırsatı ancak çok kısa bir süre bulabilmiştir. Böylece, Osmanlı Rumlarının Yunan devletine ve irredantist politikalarına meydan okuyarak bir araya gelebileceği politik ve entelektüel bir platform oluşmuştur. Daha önemlisi, imparatorluğun fiilî burjuvazisi olan İstanbul’un Rum eliti, ayrımcılık peşinde koşmaktansa Türklerle birlikte yaşamayı çıkarları için uygun buldu. Bu farklılaşma, imparatorluk parçalandıktan ve Aydın vilayeti Yunan işgali altına girdikten sonra bile kendi gösterdi: İzmir’in Rum seçkinleri ile işgal kuvvetleri arasındaki, daha önemlisi Osmanlı Rumlarına yakınlık duymaya başlayan Yunan vali Stergiadis ile Atina arasındaki görüş ayrılıkları dikkat çekicidir. Bu dönemde Osmanlı Rumları Yunanistan tarafından ilhak edilmek yerine bağımsız bir İyonya devleti kurma seçeneği üzerinde duruyorlardı. *Yunan işgal kuvvetleri Anadolu’dan çıkarıldıktan sonra, mübadeleyle Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan Anadolu Rumları, bugüne kadar, “yerli” Yunanistan halkıyla sosyal ve kültürel farklılıklarını korumuş ve uyum sağlamakta güçlük çekmiştir. *
Önce 1912 seçimleri, ardından da Balkan Savaşı’nın patlak vermesi, bu liberal ara dönemin sonunu getirdi. Bulgar ordusunun Çatalca önlerine gelmesi, Selânik’in Yunanistan’ın eline geçmesi ve eski payitaht olmasıyla simgesel önem taşıyan Edirne’nin Bulgaristan tarafından işgali üzerine, İttihat ve Terakki politikalarında öngörülen milliyetçilik kendisine geniş bir taraftar kitlesi buldu. Osmanlı topraklarına yine büyük bir mülteci akını oldu. Bu mülteciler, yeni yaşanan olayların etkisiyle Hıristiyanlara karşı kin besliyordu. Ayrıca, Edirne’nin 1913 yazında geri alınması, İttihat ve Terakki’nin iddialarını doğrular bir başarı olarak görüldü ve büyük bir sevince yol açtı. Bu sıralarda, muhtemelen İstanbul’daki yöneticilerin verdikleri örtük onay sonucunda, batı Anadolu’daki Rum köylerine karşı düzenlenen saldırılarla, Türk ve Rum köylüleri arasında ilk ciddi çatışmalar baş gösterdi. Bu çatışmalar etnik savaş ve kıyımların habercisiydi -önce 1915’te Ermeni tehciri yapılacak, daha sonra 1919-1922 yılları arasında Yunan ordusuna karşı bir savaş yürütülecekti. Artık, bir resmî politika olarak Osmanlıcılık’a dönüş mümkün olamazdı.
Resmî milliyetçiliğin evrimi, bu milliyetçiliğe verilen tepkiyi de belirledi. “Yeni Türk milliyetçiliğine karşı tepki olarak, Ermeni milliyetçiliği güçlendi, Arap, Arnavut ve Kürt milliyetçilikleri politik bir olgu olarak ortaya çıktı.” *Arap milliyetçiliğinin tarihyazımında, İttihatçıların Hürriyet ve İtilaf Fırkası karşısındaki seçim zaferi ve Balkan Savaşları birer dönüm noktası olarak değerlendirilmiştir, bu tarihten itibaren entelektüeller Osmanlıcılık’tan uzaklaşmış, Arap milliyetçiliğini geliştirmenin yollarını aramaya başlamıştır. “Arap siyasî milliyetçiliği söz konusu olduğunda, bu milliyetçiliği ateşleyen temel faktörün, Jön Türklerin ulus ve ırk politikaları olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir.” *“Yeni Türkiye’nin temellerinin hangi politikaya dayandırılması gerektiği konusunda İttihatçıların herhangi bir kuşkusu varsa, bu kuşku [Balkan] savaşlar[ıy]la birlikte sona ermişti.(…) Birinci Dünya Savaşı arifesinde, bu yeni Türk milliyetçiliğinin Arap ve Müslüman aleyhtarı ruhu kendisini, açıkça ve şiddetli bir biçimde ortaya koydu.” *
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması 1913’ten sonra kaçınılmaz hale gelmişti. İmparatorluk mozaiğinde yer alan farklı unsurların bir Nationalitätenstaat [çeşitli ulusların yönetimde söz sahibi olduğu bir devlet] yaratmak üzere liberal bir program etrafında toplandığı konjonktür geçmişti: Bunun nedeni, hem Türk milliyetçiliğinin imparatorluk içinde güçlenmesine yol açan dış saldırılar, hem de Jön Türk devriminin, yukarıdan aşağıya modernleşme hedefine ulaşmak için merkeziyetçiliği esas alan gruplar tarafından gerçekleştirilmiş olmasıydı. Türk milliyetçiliğinin yükselişi, söz konusu koşullarda öteki milliyetlerin de benzer tepkiler vermesine yol açacaktı. Milliyetçilikler insanlığa büyük acılar çektirmiştir ve Türk milliyetçiliği de bu açıdan bir istisna değildi. Türk milliyetçiliğin devlet oluşturma sürecindeki toprak talepleri büyük bir etnik temizliğe girişilmesi sonucunu doğurdu. Balkan Savaşlarını izleyen on yıl içinde imparatorluk parçalandı, dünya Wilson prensiplerine uygun olarak ulus-devlet temelinde yeniden biçimlendirildi. Milliyetçi ideolojilerin hegemonyası altında imparatorlukların sona erdiğine üzülen ya da tarihin farklı bir seyir izlemesi halinde ne gibi sonuçlar doğacağını düşünen kişilere de pek rastlanmaz oldu.
Ulus-Devlet Kaçınılmaz mıydı? - Caglar Keyder
Jön Türkler, 1908’de padişahı meşrutiyet ilan etmeye zorlamalarından kısa bir süre önce, Avrupa siyaset sahnesinde görünürlük kazanıp önemli bir yer edinmişti. *İttihatçılar, örneğin Rus devrimcilerinin entelektüel zenginliğinden yoksundu. Aslında, Abdülhamit muhaliflerinin büyük bir çoğunluğu, ülke içinde değerlerinin bilinmediğini düşünerek yurtdışına gönüllü sürgüne gitmişti ve padişahla anlaşmaya varır varmaz devlet hizmetine girmeye hazırdı. Jön Türkler, Osmanlı elitinin eylemci ve radikal kanadıydı, devlet hizmeti için elit yetiştiren okullarda öğrenim görmüşlerdi ve reformla ilgili perspektifleri daha etkin bir devlet idaresi talebiyle sınırlıydı. Bu grup, ekonomiyle ilgili konularda şaşırtıcı bir biçimde bilgisizdi ve benzeri Üçüncü Dünya devrimci hareketleri içinde en az anti-emperyalist nitelik taşıyan hareketti. Jön Türkler, kendilerini, Avrupa’nın dayatmalarından duyulan rahatsızlığı ortaya koyan milliyetçiler olarak değil, Avrupa sahnesinin oyuncuları olarak görüyorlardı. Bu nedenle, başarıları Avrupa başkentlerinde herhangi bir kaygıya neden olmuyordu. Tam tersine, meşrutiyetin ilanı, Avrupa’daki son otoriter rejimin de yıkılması sayılarak gayet olumlu karşılanmıştı.
Selânik’te örgütlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti, kendilerine en yakın sorunlu bölge olan Makedonya tecrübesinden esinlenmişti. Bölgede Rumlar, Bulgarlar, Sırplar ve Makedonyalı milliyetçiler arasında zorlu bir mücadele yaşanıyordu. Osmanlı ordusu bu çatışmaları kontrol altına almayı başaramıyordu. Makedonya, ayrıca Avusturya ile Rusya arasında şiddetli bir emperyalist rekabetin yapıldığı bir alandı, bu rekabette İngiltere Rusya’nın, Almanya ise Avusturya’nın safında yer alıyordu. Anlaşılan, çeşitli milliyetçi çetelerin faaliyetlerini dizginleme konusunda umutsuzluğa düşen İttihatçı subaylar, kamu yararı için çalışan bir parlamentoda bütün görüşlerin ifade edileceği bir “hürriyet” ortamının denenmeye değer bir seçenek olduğuna karar verdiler ve padişahın istibdat idaresine karşı ayaklandılar. Abdülhamit, anayasanın tekrar yürürlüğe konmasını ve parlamentonun açılmasını kabul etti. Birkaç ay içinde, varolan etnik grupların çeşitliliğini oransal olarak temsil eden seçilmiş bir parlamento toplandı.
İttihat ve Terakki tarihinin yaygın kabul gören değerlendirmesi şu teze dayanır: İttihatçılar, Osmanlıcı olarak yola çıkmış, ama daha sonra koşulların zorlamasıyla Türk milliyetçisi haline gelmişlerdir. Bu yorumla ilgili sorun, cemiyetin bu hareket milliyetçi çizgiyi benimsemeden önce dahi esas itibarıyla merkeziyetçi olduğu gerçeğini göz ardı etmesidir. Başka bir deyişle, bu hareketin öncüleri, imparatorluğu, evrensel hukuk normlarına ve yurttaşlık haklarına dayalı, laik ve üniter bir ulus-devlete, bir “Yakındoğu Japonyası”na dönüştürebileceklerine inanıyorlardı. *Millet sistemiyle somutlaşan etnik grup ve mezhep ayrımlarına dayanan bir yapıyla kıyaslandığında bu, radikal bir programdı. Gerek imparatorluktaki etnik gruplar arası ilişkilerin tarihi gerekse artan etnik bilinç, bir hukuk düzeninin sürdürülmesini gerekli kılıyordu, ama etnik gruplara ve mezheplere belli bir özerklik tanınması da zorunluydu. “Gayri Müslimlerin büyük bir çoğunluğu ve Türk olmayan Müslümanların birçoğu, eşitlik ve özgürlükten cemaat için özgürlüğü ve cemaatler arası eşitliği anlıyorlardı, ayrıca merkezî yönetimin güçlenmesinde ve müdahalesinin artmasında değil, cemaatlerinin haklarının korunmasında ve vilayetlerin idarî otonomisinin pekişmesinde çıkarları olduğunu düşünüyorlardı.” *
Olaylar, milliyetçi tarafı, yani İttihatçıları güçlendirdi. Meşrutiyetin ilanını izleyen aylar içinde Avusturya, Bosna-Hersek’i ilhak etti, Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti ve Yunanistan Girit adasını topraklarına kattığını duyurdu. Nisan 1909’da bir karşı-devrim girişimi yapıldı (31 Mart Vakası), ama isyan ordu tarafından bastırıldı. Bu fırsatı kullanan İttihatçılar kontrolü bütünüyle ele geçirerek Abdülhamit’i tahttan indirdiler. İki yıllık bir sükûn devrinin ardından, Arnavutluk’ta bir isyan çıktı ve İtalya Trablusgarp’ı işgal etti (Eylül 1911). Nihayet imparatorluğun sonunu getirecek olaylar dizisinin ilk halkası olan Balkan Savaşı (Kasım 1912) patlak verdi.
1909 sonbaharı ile Mart 1912 seçimleri arasındaki dönemde, koşullar elverdiği takdirde çeşitli etnik grupları barındıran bir imparatorlukta politikanın alabileceği istikamete dair işaretler ortaya çıkmıştı. Parlamentonun iyi işlediği, anayasanın yürürlükte olduğu ve umutların hayli yüksek olduğu bir dönemdi bu. Aynı dönemde, Jön Türk hareketinin bir başka kanadı olan liberaller, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı bir güç oluşturmaya başlamıştı. Liberal kanadın entelektüel önderi Prens Sabahattin’di. Bu grubun programı, politik ve ekonomik liberalizm ile idarî adem-i merkeziyetçiliğe dayanıyordu. *İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin devletçi merkeziyetçiliğinden çok farklı olan Prens Sabahattin’in federalizmi, daha 1908 öncesinde, kendileri de Avrupa’da faal olan Rum ve Ermeni grupların dikkatini çekmişti. Parlamentonun açılması ve basın ve yayın özgürlüğünün sağlanmasıyla birlikte, aralarında çeşitli İslâmcı grupların da bulunduğu Arap, Rum ve Ermeni önde gelenleriyle, sayıları giderek artan bir grup parlamenter ve entelektüel de liberal kesime destek vermeye başladı. Bunların, İttihat ve Terakki’nin üniter devlet tasarıları karşısında duydukları kaygı giderek artıyordu: Liberal kanat içinde yer alan çeşitli kesimlerin endişeleri arasında, İttihat ve Terakki’nin şekil vereceği üniter devletin, Türk milliyetçisi ya da militan sekülarist olması ve eğitim gibi farklı etnik grupların özerk olduğu alanlarda tek bir programı dayatması yer alıyordu. Öte yandan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne destek veren kesimler, gayri Müslim burjuvazinin yükselişinden rahatsızlık duyan, devletçi ve aktivist nitelik taşıyan Türk entelektüelleri ile taşra tüccarlarıydı -yani milliyetçiliği destekleyen kesimlerin klasik kompozisyonuna uygundu.
Cemaatlerin temsili ve federalizm, en azından kısa vadede, imparatorluğun toprak bütünlüğünün korunması için diğer olasılıklara kıyasla daha fazla umut vaat ediyordu. O dönemde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nda toplanan liberallerin, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda atomize (bireylere dayanan) vatandaşlık ve organik (grupların göreli özerkliğine dayanan) vatandaşlık alternatifleri hakkında o sırada yürütülen tartışmalardan haberdar olduğunu gösteren hiçbir işaret yoktur. *Hürriyet ve İtilaf Fırkası programı, cemaate dayanan bir organik vatandaşlık versiyonunu savunuyordu. Bu programın -adem-i merkeziyetçiliğin yanı sıra- ikinci temel ilkesi “teşebbüs-ü şahsî” idi. Hürriyet ve İtilafçılar, etnik grupların parlamentodaki nispî temsilini talep ediyordu ve Rum meşrutiyetçiler ve Ermeni Hınçaklarla kilise özerkliği ve farklı dinsel okulların resmî olarak tanınması temelinde formel anlaşmalar yaptılar. Arap ve Hıristiyan politik grupların ve Türk İslâmcıların yanı sıra, Osmanlı Sosyalist Fırkası da İttihat ve Terakki’yi milliyetçiliğinden dolayı suçlamış ve İtilafçıların programına destek vermişti. *
Seçimlere “şaibe” karıştırılmamış olsaydı, Hürriyet ve İtilaf’ın 1912 seçimlerinden galip çıkıp çıkmayacağı belli değildir. Suriye, Beyrut ve Halep vilayetleri ile Kudüs sancağını temsil eden 30 mebusun 24 tanesi Hürriyet ve İtilaf’ın safına geçmişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti, kampanyayı yönlendirmek için devlet kaynaklarını kullanmaya başlamadan önce, kentsel kesimlerdeki seçmen desteğinin Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı parlamentoda çoğunluk partisi yapacak düzeye ulaştığı anlaşılıyor. *Ne var ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti, bazı adaylara gözdağı vermiş, özellikle kırsal kesimlerde seçmenleri tehditlerle ürkütmüş ve iktidarın arkasında birleşilmesi için İtalya’yla devam eden savaşı propaganda malzemesi olarak kullanmıştı. Ayrıca, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın parlamentoda Hıristiyanların temsil oranını artırmaya kalkışacağı yolundaki kaygılar da İttihatçıların zafer kazanmasına katkıda bulundu. İttihat ve Terakki Cemiyeti imparatorluğun başka yerlerinde de “sopa”ya başvurmakla ve devlet görevlilerini kullanmakla itham edildi. 1912 seçimlerinin temsil edici nitelik taşımayan bir parlamento ortaya çıkardığı iddiası büyük yaygınlık kazandı.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın seçimlerden zaferle çıkması halinde ne gibi sonuçlar doğacağı sorusuna cevap ararken, Rum ve Ermeni cemaatlerin 1908 sonrasında Osmanlı Devleti’ne yönelik tutumları kritik önem kazanmaktadır. 1920’li yıllarda bir Türk ulus-devleti ortaya çıkmadan önce, imparatorluğun çeşitli etnik grupları barındıran bir yapı olarak ayakta kalıp kalmaması, devlet ile Türk olmayan unsurlar arasındaki ilişkilere bağlıydı. Bu gruplar arasında Rumlar kritik bir yer tutuyordu. Bunun nedeni sadece Rumların İstanbul nüfusu içindeki büyük bir oranı temsil etmesi ve ekonomik önemi değildi, aynı zamanda Yunanistan’ın bağımsızlık kazanması karşısında duyulan husumet ve bu tarihten itibaren Yunan devletiyle yaşanan savaşlardı. Dolayısıyla, Osmanlı Rumlarının temel sorunu, Yunan devletiyle aralarına nasıl mesafe koyacaklarıydı. İstanbul’daki Rum Ortodoks Patrikhanesi de aynı kaygıyı paylaşıyordu ve bu konuda bir alternatif geliştirilebildi. Patrikhane öyle bir yol izlemeliydi ki, bir yandan Osmanlı Devleti kendisinin Yunan devletinin bir uzantısı olarak hareket etmediği konusunda ikna olsun, bir yandan da Osmanlı Rumlarının kendisinden yabancılaşmasına neden olmasın. *Atina ise daha karmaşık bir siyaset izliyordu. Yunan devleti aktif biçimde Osmanlı Rumları üzerindeki etkisini artırmaya çalışıyordu. Bağımsızlığın kazanılmasından kısa bir süre sonra, Yunan konsoloslarına, bütün Osmanlı Rumlarına (hepsinin bir şekilde Yunan bağımsızlığına katkıda bulunduğu düşünülüyordu) vatandaşlık önerisi götürme talimatı verildi. Böylece bir beşinci kol oluşturuldu, bu grup Yunan irredantizminin kullandığı başlıca aktör haline getirildi. Yunan devleti, ayrıca Osmanlı Rumlarına etnik kimlik kazandırmak için de çaba gösterdi, bu süreçte özellikle Yunan milliyetçilerinin çeşitli Rum okullarında öğretmenlik yapmak üzere Osmanlı İmparatorluğu’na gönderilmesi etkiliydi. Bu politikaların bir dereceye kadar işe yaradığı ve milliyetçi bir bilincin yavaş yavaş ortaya çıktığı konusunda kuşku yoktur. Yine de, Osmanlı Rumlarının büyük bir çoğunluğunun şu noktayı kavradığı anlaşılıyor: Osmanlı Rum nüfusunun coğrafî dağılımı, belirli bölgelerin Yunanistan’a ilhakının pek anlamlı bir seçenek olmadığını gösteriyordu, dolayısıyla kendilerinin, imparatorluk içinde yeni meşrutiyet rejiminden yararlanacak başka politikalara ihtiyaçları vardı.
Bu kritik yılların niteliğini aydınlatan bir gelişme, etkili bir siyasal örgütün kurulmasıdır. Bu örgüt, siyasal bir parti değil, politik tartışma forumu olarak hizmet edecek bir etnik dernekti. Konstantinopolis Örgütü (bu örgütün adı “Konstantinopolis Cemiyeti” olarak da geçer) 1908’de İstanbul’da kuruldu ve Balkan Savaşı’nın başlamasına kadar, Rum elitleri arasında önemli bir yer tuttu -1912 sonlarında Balkan Savaşı patlak verince örgütün programı anlamını yitirdi. *Osmanlıcılık’ı ateşli bir şekilde savunan örgüt, İstanbul’daki Rum burjuvazisinin çıkarlarını yansıtıyordu. İstanbul’un Rum burjuvazisi, “gayri Müslim burjuvazinin mutabakatıyla pekişecek güçlü bir Osmanlı Devleti’ne destek verme konusunda son derece hevesli”ydi. *Meşrutiyet rejiminin kurulmasına katkıda bulunan politik seçkinler de bu görüşü paylaşıyordu. İzmirli bir Rum mebus, Osmanlı Rumlarının millî fikrinin, imparatorluğun medenîleşmesi için kendi milletlerinin “bütün maddî ve manevî sermayesini seferber etmek” *olduğunu ileri sürmüştür. Bu örgütün ortama ilişkin değerlendirmesi şu şekildeydi: Rumlar Müslümanlarla bir arada yaşamayı ve Osmanlı anayasasının bunun için yeterli bir çerçeve sağladığını kabul etmeliydi: Yeni bir dönem başlamıştı, “en sonunda Türklerle tam bir eşitlik, hatta belki de imparatorluğun ortak idaresi mümkün olacaktı.” *Rumlar, bürokrasideki konumlarını korumak için yeni hukukî çerçeveden yararlanmalı ve nihaî olarak imparatorluk yönetimine tam anlamıyla katılmayı hedeflemeliydi. Söz konusu Rum örgütü ile bu programı destekleyen Rum parlamenterler doğal olarak Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın çekim alanına girmişti, “çünkü bu fırka, liberalleşme vaadini farklı milletlerin kültürel kimliklerinin korunmasıyla birleştiriyordu.” *
Bu örgütün önemi milliyetçiliğe bir alternatif yaratmasında bulunmaktadır -gerçi uygun fırsatı ancak çok kısa bir süre bulabilmiştir. Böylece, Osmanlı Rumlarının Yunan devletine ve irredantist politikalarına meydan okuyarak bir araya gelebileceği politik ve entelektüel bir platform oluşmuştur. Daha önemlisi, imparatorluğun fiilî burjuvazisi olan İstanbul’un Rum eliti, ayrımcılık peşinde koşmaktansa Türklerle birlikte yaşamayı çıkarları için uygun buldu. Bu farklılaşma, imparatorluk parçalandıktan ve Aydın vilayeti Yunan işgali altına girdikten sonra bile kendi gösterdi: İzmir’in Rum seçkinleri ile işgal kuvvetleri arasındaki, daha önemlisi Osmanlı Rumlarına yakınlık duymaya başlayan Yunan vali Stergiadis ile Atina arasındaki görüş ayrılıkları dikkat çekicidir. Bu dönemde Osmanlı Rumları Yunanistan tarafından ilhak edilmek yerine bağımsız bir İyonya devleti kurma seçeneği üzerinde duruyorlardı. *Yunan işgal kuvvetleri Anadolu’dan çıkarıldıktan sonra, mübadeleyle Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan Anadolu Rumları, bugüne kadar, “yerli” Yunanistan halkıyla sosyal ve kültürel farklılıklarını korumuş ve uyum sağlamakta güçlük çekmiştir. *
Önce 1912 seçimleri, ardından da Balkan Savaşı’nın patlak vermesi, bu liberal ara dönemin sonunu getirdi. Bulgar ordusunun Çatalca önlerine gelmesi, Selânik’in Yunanistan’ın eline geçmesi ve eski payitaht olmasıyla simgesel önem taşıyan Edirne’nin Bulgaristan tarafından işgali üzerine, İttihat ve Terakki politikalarında öngörülen milliyetçilik kendisine geniş bir taraftar kitlesi buldu. Osmanlı topraklarına yine büyük bir mülteci akını oldu. Bu mülteciler, yeni yaşanan olayların etkisiyle Hıristiyanlara karşı kin besliyordu. Ayrıca, Edirne’nin 1913 yazında geri alınması, İttihat ve Terakki’nin iddialarını doğrular bir başarı olarak görüldü ve büyük bir sevince yol açtı. Bu sıralarda, muhtemelen İstanbul’daki yöneticilerin verdikleri örtük onay sonucunda, batı Anadolu’daki Rum köylerine karşı düzenlenen saldırılarla, Türk ve Rum köylüleri arasında ilk ciddi çatışmalar baş gösterdi. Bu çatışmalar etnik savaş ve kıyımların habercisiydi -önce 1915’te Ermeni tehciri yapılacak, daha sonra 1919-1922 yılları arasında Yunan ordusuna karşı bir savaş yürütülecekti. Artık, bir resmî politika olarak Osmanlıcılık’a dönüş mümkün olamazdı.
Resmî milliyetçiliğin evrimi, bu milliyetçiliğe verilen tepkiyi de belirledi. “Yeni Türk milliyetçiliğine karşı tepki olarak, Ermeni milliyetçiliği güçlendi, Arap, Arnavut ve Kürt milliyetçilikleri politik bir olgu olarak ortaya çıktı.” *Arap milliyetçiliğinin tarihyazımında, İttihatçıların Hürriyet ve İtilaf Fırkası karşısındaki seçim zaferi ve Balkan Savaşları birer dönüm noktası olarak değerlendirilmiştir, bu tarihten itibaren entelektüeller Osmanlıcılık’tan uzaklaşmış, Arap milliyetçiliğini geliştirmenin yollarını aramaya başlamıştır. “Arap siyasî milliyetçiliği söz konusu olduğunda, bu milliyetçiliği ateşleyen temel faktörün, Jön Türklerin ulus ve ırk politikaları olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir.” *“Yeni Türkiye’nin temellerinin hangi politikaya dayandırılması gerektiği konusunda İttihatçıların herhangi bir kuşkusu varsa, bu kuşku [Balkan] savaşlar[ıy]la birlikte sona ermişti.(…) Birinci Dünya Savaşı arifesinde, bu yeni Türk milliyetçiliğinin Arap ve Müslüman aleyhtarı ruhu kendisini, açıkça ve şiddetli bir biçimde ortaya koydu.” *
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması 1913’ten sonra kaçınılmaz hale gelmişti. İmparatorluk mozaiğinde yer alan farklı unsurların bir Nationalitätenstaat [çeşitli ulusların yönetimde söz sahibi olduğu bir devlet] yaratmak üzere liberal bir program etrafında toplandığı konjonktür geçmişti: Bunun nedeni, hem Türk milliyetçiliğinin imparatorluk içinde güçlenmesine yol açan dış saldırılar, hem de Jön Türk devriminin, yukarıdan aşağıya modernleşme hedefine ulaşmak için merkeziyetçiliği esas alan gruplar tarafından gerçekleştirilmiş olmasıydı. Türk milliyetçiliğinin yükselişi, söz konusu koşullarda öteki milliyetlerin de benzer tepkiler vermesine yol açacaktı. Milliyetçilikler insanlığa büyük acılar çektirmiştir ve Türk milliyetçiliği de bu açıdan bir istisna değildi. Türk milliyetçiliğin devlet oluşturma sürecindeki toprak talepleri büyük bir etnik temizliğe girişilmesi sonucunu doğurdu. Balkan Savaşlarını izleyen on yıl içinde imparatorluk parçalandı, dünya Wilson prensiplerine uygun olarak ulus-devlet temelinde yeniden biçimlendirildi. Milliyetçi ideolojilerin hegemonyası altında imparatorlukların sona erdiğine üzülen ya da tarihin farklı bir seyir izlemesi halinde ne gibi sonuçlar doğacağını düşünen kişilere de pek rastlanmaz oldu.