PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Ulus-Devlet Kacinilmaz Miydi?


sargon
07-04-2008, 14:08
Caglar Keyder'in ""Osmanli Imparatorlugunun Gerileyisi ve Cokusu (http://www.scribd.com/doc/238600/Calar-Keyder-Osmanl-mparatorluunun-Gerileyii-ve-Cokuu?query2=osmanl%3F+imparatorlu%3Funun+k%3Fsa+s %C3%BCrede+b%C3%BCy%C3%BCmesinin+nedenleri)" adli makalesinden bir bolumu tartismaya acmak istiyorum. Bolum "Ulus-Devlet Kacinilmaz Miydi" basligi tasiyor. Ozellikle bu bolumu secmemin nedeni 1908-1912 arasindaki sureci cok guzel bir sekilde ozetlemesi. Yakin tarihimizin en onemli surecinin 1908-1920 arasindaki 12 yillik kisa bir donem oldugunu dusunuyorum. 12 yil gibi kisa bir donemde o kadar cok sey yasandi ki, nerdeyse butun bir sonraki 100 yili berirledi. Mesrutiyetin ilani, Abdulhamit'in devrilmesi, Balkan Savasi, Ikinci Dunya Savasi, 500 bine yakin asker kaybi ile buyuk bir hezimet, Balkanlar ve Kafkasya'da kaybedilen topraklardan milyona varan musluman nufusun Anadolu'ya gocu, Anadolu'daki Rum ve Ermeni gayrimuslimlerin goce zorlanmalari, gocebe Kurt asiretlerinin yerlestirilmeleri, Ermeni surgunu, kaybedilen savasin ardindan direnisler, Yunan ordusu ile savaslar ve yeniden kurulus surecinin baslamasi. Tum bu goc etmeler veya goce zorlamalar sonucunda 10 milyonluk Anadolu nufusunun yaklasik ucte biri bu donemde yer degistirdi. Yazida incelenen konu bu cok onemli donemin 4 yillik bir alt bolumu, ancak bu donem de sonraki yillari anlamak icin temel onemde. Hem tarihsel bilgimizi tazelemek ve artirmak hem de donemi tartisabilmek acisindan bu makalenin cok yararli olacagina inaniyorum.

Ulus-Devlet Kaçınılmaz mıydı? - Caglar Keyder

Jön Türkler, 1908’de padişahı meşrutiyet ilan etmeye zorlamalarından kısa bir süre önce, Avrupa siyaset sahnesinde görünürlük kazanıp önemli bir yer edinmişti. *İttihatçılar, örneğin Rus devrimcilerinin entelektüel zenginliğinden yoksundu. Aslında, Abdülhamit muhaliflerinin büyük bir çoğunluğu, ülke içinde değerlerinin bilinmediğini düşünerek yurtdışına gönüllü sürgüne gitmişti ve padişahla anlaşmaya varır varmaz devlet hizmetine girmeye hazırdı. Jön Türkler, Osmanlı elitinin eylemci ve radikal kanadıydı, devlet hizmeti için elit yetiştiren okullarda öğrenim görmüşlerdi ve reformla ilgili perspektifleri daha etkin bir devlet idaresi talebiyle sınırlıydı. Bu grup, ekonomiyle ilgili konularda şaşırtıcı bir biçimde bilgisizdi ve benzeri Üçüncü Dünya devrimci hareketleri içinde en az anti-emperyalist nitelik taşıyan hareketti. Jön Türkler, kendilerini, Avrupa’nın dayatmalarından duyulan rahatsızlığı ortaya koyan milliyetçiler olarak değil, Avrupa sahnesinin oyuncuları olarak görüyorlardı. Bu nedenle, başarıları Avrupa başkentlerinde herhangi bir kaygıya neden olmuyordu. Tam tersine, meşrutiyetin ilanı, Avrupa’daki son otoriter rejimin de yıkılması sayılarak gayet olumlu karşılanmıştı.

Selânik’te örgütlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti, kendilerine en yakın sorunlu bölge olan Makedonya tecrübesinden esinlenmişti. Bölgede Rumlar, Bulgarlar, Sırplar ve Makedonyalı milliyetçiler arasında zorlu bir mücadele yaşanıyordu. Osmanlı ordusu bu çatışmaları kontrol altına almayı başaramıyordu. Makedonya, ayrıca Avusturya ile Rusya arasında şiddetli bir emperyalist rekabetin yapıldığı bir alandı, bu rekabette İngiltere Rusya’nın, Almanya ise Avusturya’nın safında yer alıyordu. Anlaşılan, çeşitli milliyetçi çetelerin faaliyetlerini dizginleme konusunda umutsuzluğa düşen İttihatçı subaylar, kamu yararı için çalışan bir parlamentoda bütün görüşlerin ifade edileceği bir “hürriyet” ortamının denenmeye değer bir seçenek olduğuna karar verdiler ve padişahın istibdat idaresine karşı ayaklandılar. Abdülhamit, anayasanın tekrar yürürlüğe konmasını ve parlamentonun açılmasını kabul etti. Birkaç ay içinde, varolan etnik grupların çeşitliliğini oransal olarak temsil eden seçilmiş bir parlamento toplandı.

İttihat ve Terakki tarihinin yaygın kabul gören değerlendirmesi şu teze dayanır: İttihatçılar, Osmanlıcı olarak yola çıkmış, ama daha sonra koşulların zorlamasıyla Türk milliyetçisi haline gelmişlerdir. Bu yorumla ilgili sorun, cemiyetin bu hareket milliyetçi çizgiyi benimsemeden önce dahi esas itibarıyla merkeziyetçi olduğu gerçeğini göz ardı etmesidir. Başka bir deyişle, bu hareketin öncüleri, imparatorluğu, evrensel hukuk normlarına ve yurttaşlık haklarına dayalı, laik ve üniter bir ulus-devlete, bir “Yakındoğu Japonyası”na dönüştürebileceklerine inanıyorlardı. *Millet sistemiyle somutlaşan etnik grup ve mezhep ayrımlarına dayanan bir yapıyla kıyaslandığında bu, radikal bir programdı. Gerek imparatorluktaki etnik gruplar arası ilişkilerin tarihi gerekse artan etnik bilinç, bir hukuk düzeninin sürdürülmesini gerekli kılıyordu, ama etnik gruplara ve mezheplere belli bir özerklik tanınması da zorunluydu. “Gayri Müslimlerin büyük bir çoğunluğu ve Türk olmayan Müslümanların birçoğu, eşitlik ve özgürlükten cemaat için özgürlüğü ve cemaatler arası eşitliği anlıyorlardı, ayrıca merkezî yönetimin güçlenmesinde ve müdahalesinin artmasında değil, cemaatlerinin haklarının korunmasında ve vilayetlerin idarî otonomisinin pekişmesinde çıkarları olduğunu düşünüyorlardı.” *

Olaylar, milliyetçi tarafı, yani İttihatçıları güçlendirdi. Meşrutiyetin ilanını izleyen aylar içinde Avusturya, Bosna-Hersek’i ilhak etti, Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti ve Yunanistan Girit adasını topraklarına kattığını duyurdu. Nisan 1909’da bir karşı-devrim girişimi yapıldı (31 Mart Vakası), ama isyan ordu tarafından bastırıldı. Bu fırsatı kullanan İttihatçılar kontrolü bütünüyle ele geçirerek Abdülhamit’i tahttan indirdiler. İki yıllık bir sükûn devrinin ardından, Arnavutluk’ta bir isyan çıktı ve İtalya Trablusgarp’ı işgal etti (Eylül 1911). Nihayet imparatorluğun sonunu getirecek olaylar dizisinin ilk halkası olan Balkan Savaşı (Kasım 1912) patlak verdi.

1909 sonbaharı ile Mart 1912 seçimleri arasındaki dönemde, koşullar elverdiği takdirde çeşitli etnik grupları barındıran bir imparatorlukta politikanın alabileceği istikamete dair işaretler ortaya çıkmıştı. Parlamentonun iyi işlediği, anayasanın yürürlükte olduğu ve umutların hayli yüksek olduğu bir dönemdi bu. Aynı dönemde, Jön Türk hareketinin bir başka kanadı olan liberaller, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı bir güç oluşturmaya başlamıştı. Liberal kanadın entelektüel önderi Prens Sabahattin’di. Bu grubun programı, politik ve ekonomik liberalizm ile idarî adem-i merkeziyetçiliğe dayanıyordu. *İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin devletçi merkeziyetçiliğinden çok farklı olan Prens Sabahattin’in federalizmi, daha 1908 öncesinde, kendileri de Avrupa’da faal olan Rum ve Ermeni grupların dikkatini çekmişti. Parlamentonun açılması ve basın ve yayın özgürlüğünün sağlanmasıyla birlikte, aralarında çeşitli İslâmcı grupların da bulunduğu Arap, Rum ve Ermeni önde gelenleriyle, sayıları giderek artan bir grup parlamenter ve entelektüel de liberal kesime destek vermeye başladı. Bunların, İttihat ve Terakki’nin üniter devlet tasarıları karşısında duydukları kaygı giderek artıyordu: Liberal kanat içinde yer alan çeşitli kesimlerin endişeleri arasında, İttihat ve Terakki’nin şekil vereceği üniter devletin, Türk milliyetçisi ya da militan sekülarist olması ve eğitim gibi farklı etnik grupların özerk olduğu alanlarda tek bir programı dayatması yer alıyordu. Öte yandan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne destek veren kesimler, gayri Müslim burjuvazinin yükselişinden rahatsızlık duyan, devletçi ve aktivist nitelik taşıyan Türk entelektüelleri ile taşra tüccarlarıydı -yani milliyetçiliği destekleyen kesimlerin klasik kompozisyonuna uygundu.

Cemaatlerin temsili ve federalizm, en azından kısa vadede, imparatorluğun toprak bütünlüğünün korunması için diğer olasılıklara kıyasla daha fazla umut vaat ediyordu. O dönemde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nda toplanan liberallerin, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda atomize (bireylere dayanan) vatandaşlık ve organik (grupların göreli özerkliğine dayanan) vatandaşlık alternatifleri hakkında o sırada yürütülen tartışmalardan haberdar olduğunu gösteren hiçbir işaret yoktur. *Hürriyet ve İtilaf Fırkası programı, cemaate dayanan bir organik vatandaşlık versiyonunu savunuyordu. Bu programın -adem-i merkeziyetçiliğin yanı sıra- ikinci temel ilkesi “teşebbüs-ü şahsî” idi. Hürriyet ve İtilafçılar, etnik grupların parlamentodaki nispî temsilini talep ediyordu ve Rum meşrutiyetçiler ve Ermeni Hınçaklarla kilise özerkliği ve farklı dinsel okulların resmî olarak tanınması temelinde formel anlaşmalar yaptılar. Arap ve Hıristiyan politik grupların ve Türk İslâmcıların yanı sıra, Osmanlı Sosyalist Fırkası da İttihat ve Terakki’yi milliyetçiliğinden dolayı suçlamış ve İtilafçıların programına destek vermişti. *

Seçimlere “şaibe” karıştırılmamış olsaydı, Hürriyet ve İtilaf’ın 1912 seçimlerinden galip çıkıp çıkmayacağı belli değildir. Suriye, Beyrut ve Halep vilayetleri ile Kudüs sancağını temsil eden 30 mebusun 24 tanesi Hürriyet ve İtilaf’ın safına geçmişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti, kampanyayı yönlendirmek için devlet kaynaklarını kullanmaya başlamadan önce, kentsel kesimlerdeki seçmen desteğinin Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı parlamentoda çoğunluk partisi yapacak düzeye ulaştığı anlaşılıyor. *Ne var ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti, bazı adaylara gözdağı vermiş, özellikle kırsal kesimlerde seçmenleri tehditlerle ürkütmüş ve iktidarın arkasında birleşilmesi için İtalya’yla devam eden savaşı propaganda malzemesi olarak kullanmıştı. Ayrıca, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın parlamentoda Hıristiyanların temsil oranını artırmaya kalkışacağı yolundaki kaygılar da İttihatçıların zafer kazanmasına katkıda bulundu. İttihat ve Terakki Cemiyeti imparatorluğun başka yerlerinde de “sopa”ya başvurmakla ve devlet görevlilerini kullanmakla itham edildi. 1912 seçimlerinin temsil edici nitelik taşımayan bir parlamento ortaya çıkardığı iddiası büyük yaygınlık kazandı.

Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın seçimlerden zaferle çıkması halinde ne gibi sonuçlar doğacağı sorusuna cevap ararken, Rum ve Ermeni cemaatlerin 1908 sonrasında Osmanlı Devleti’ne yönelik tutumları kritik önem kazanmaktadır. 1920’li yıllarda bir Türk ulus-devleti ortaya çıkmadan önce, imparatorluğun çeşitli etnik grupları barındıran bir yapı olarak ayakta kalıp kalmaması, devlet ile Türk olmayan unsurlar arasındaki ilişkilere bağlıydı. Bu gruplar arasında Rumlar kritik bir yer tutuyordu. Bunun nedeni sadece Rumların İstanbul nüfusu içindeki büyük bir oranı temsil etmesi ve ekonomik önemi değildi, aynı zamanda Yunanistan’ın bağımsızlık kazanması karşısında duyulan husumet ve bu tarihten itibaren Yunan devletiyle yaşanan savaşlardı. Dolayısıyla, Osmanlı Rumlarının temel sorunu, Yunan devletiyle aralarına nasıl mesafe koyacaklarıydı. İstanbul’daki Rum Ortodoks Patrikhanesi de aynı kaygıyı paylaşıyordu ve bu konuda bir alternatif geliştirilebildi. Patrikhane öyle bir yol izlemeliydi ki, bir yandan Osmanlı Devleti kendisinin Yunan devletinin bir uzantısı olarak hareket etmediği konusunda ikna olsun, bir yandan da Osmanlı Rumlarının kendisinden yabancılaşmasına neden olmasın. *Atina ise daha karmaşık bir siyaset izliyordu. Yunan devleti aktif biçimde Osmanlı Rumları üzerindeki etkisini artırmaya çalışıyordu. Bağımsızlığın kazanılmasından kısa bir süre sonra, Yunan konsoloslarına, bütün Osmanlı Rumlarına (hepsinin bir şekilde Yunan bağımsızlığına katkıda bulunduğu düşünülüyordu) vatandaşlık önerisi götürme talimatı verildi. Böylece bir beşinci kol oluşturuldu, bu grup Yunan irredantizminin kullandığı başlıca aktör haline getirildi. Yunan devleti, ayrıca Osmanlı Rumlarına etnik kimlik kazandırmak için de çaba gösterdi, bu süreçte özellikle Yunan milliyetçilerinin çeşitli Rum okullarında öğretmenlik yapmak üzere Osmanlı İmparatorluğu’na gönderilmesi etkiliydi. Bu politikaların bir dereceye kadar işe yaradığı ve milliyetçi bir bilincin yavaş yavaş ortaya çıktığı konusunda kuşku yoktur. Yine de, Osmanlı Rumlarının büyük bir çoğunluğunun şu noktayı kavradığı anlaşılıyor: Osmanlı Rum nüfusunun coğrafî dağılımı, belirli bölgelerin Yunanistan’a ilhakının pek anlamlı bir seçenek olmadığını gösteriyordu, dolayısıyla kendilerinin, imparatorluk içinde yeni meşrutiyet rejiminden yararlanacak başka politikalara ihtiyaçları vardı.

Bu kritik yılların niteliğini aydınlatan bir gelişme, etkili bir siyasal örgütün kurulmasıdır. Bu örgüt, siyasal bir parti değil, politik tartışma forumu olarak hizmet edecek bir etnik dernekti. Konstantinopolis Örgütü (bu örgütün adı “Konstantinopolis Cemiyeti” olarak da geçer) 1908’de İstanbul’da kuruldu ve Balkan Savaşı’nın başlamasına kadar, Rum elitleri arasında önemli bir yer tuttu -1912 sonlarında Balkan Savaşı patlak verince örgütün programı anlamını yitirdi. *Osmanlıcılık’ı ateşli bir şekilde savunan örgüt, İstanbul’daki Rum burjuvazisinin çıkarlarını yansıtıyordu. İstanbul’un Rum burjuvazisi, “gayri Müslim burjuvazinin mutabakatıyla pekişecek güçlü bir Osmanlı Devleti’ne destek verme konusunda son derece hevesli”ydi. *Meşrutiyet rejiminin kurulmasına katkıda bulunan politik seçkinler de bu görüşü paylaşıyordu. İzmirli bir Rum mebus, Osmanlı Rumlarının millî fikrinin, imparatorluğun medenîleşmesi için kendi milletlerinin “bütün maddî ve manevî sermayesini seferber etmek” *olduğunu ileri sürmüştür. Bu örgütün ortama ilişkin değerlendirmesi şu şekildeydi: Rumlar Müslümanlarla bir arada yaşamayı ve Osmanlı anayasasının bunun için yeterli bir çerçeve sağladığını kabul etmeliydi: Yeni bir dönem başlamıştı, “en sonunda Türklerle tam bir eşitlik, hatta belki de imparatorluğun ortak idaresi mümkün olacaktı.” *Rumlar, bürokrasideki konumlarını korumak için yeni hukukî çerçeveden yararlanmalı ve nihaî olarak imparatorluk yönetimine tam anlamıyla katılmayı hedeflemeliydi. Söz konusu Rum örgütü ile bu programı destekleyen Rum parlamenterler doğal olarak Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın çekim alanına girmişti, “çünkü bu fırka, liberalleşme vaadini farklı milletlerin kültürel kimliklerinin korunmasıyla birleştiriyordu.” *

Bu örgütün önemi milliyetçiliğe bir alternatif yaratmasında bulunmaktadır -gerçi uygun fırsatı ancak çok kısa bir süre bulabilmiştir. Böylece, Osmanlı Rumlarının Yunan devletine ve irredantist politikalarına meydan okuyarak bir araya gelebileceği politik ve entelektüel bir platform oluşmuştur. Daha önemlisi, imparatorluğun fiilî burjuvazisi olan İstanbul’un Rum eliti, ayrımcılık peşinde koşmaktansa Türklerle birlikte yaşamayı çıkarları için uygun buldu. Bu farklılaşma, imparatorluk parçalandıktan ve Aydın vilayeti Yunan işgali altına girdikten sonra bile kendi gösterdi: İzmir’in Rum seçkinleri ile işgal kuvvetleri arasındaki, daha önemlisi Osmanlı Rumlarına yakınlık duymaya başlayan Yunan vali Stergiadis ile Atina arasındaki görüş ayrılıkları dikkat çekicidir. Bu dönemde Osmanlı Rumları Yunanistan tarafından ilhak edilmek yerine bağımsız bir İyonya devleti kurma seçeneği üzerinde duruyorlardı. *Yunan işgal kuvvetleri Anadolu’dan çıkarıldıktan sonra, mübadeleyle Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan Anadolu Rumları, bugüne kadar, “yerli” Yunanistan halkıyla sosyal ve kültürel farklılıklarını korumuş ve uyum sağlamakta güçlük çekmiştir. *

Önce 1912 seçimleri, ardından da Balkan Savaşı’nın patlak vermesi, bu liberal ara dönemin sonunu getirdi. Bulgar ordusunun Çatalca önlerine gelmesi, Selânik’in Yunanistan’ın eline geçmesi ve eski payitaht olmasıyla simgesel önem taşıyan Edirne’nin Bulgaristan tarafından işgali üzerine, İttihat ve Terakki politikalarında öngörülen milliyetçilik kendisine geniş bir taraftar kitlesi buldu. Osmanlı topraklarına yine büyük bir mülteci akını oldu. Bu mülteciler, yeni yaşanan olayların etkisiyle Hıristiyanlara karşı kin besliyordu. Ayrıca, Edirne’nin 1913 yazında geri alınması, İttihat ve Terakki’nin iddialarını doğrular bir başarı olarak görüldü ve büyük bir sevince yol açtı. Bu sıralarda, muhtemelen İstanbul’daki yöneticilerin verdikleri örtük onay sonucunda, batı Anadolu’daki Rum köylerine karşı düzenlenen saldırılarla, Türk ve Rum köylüleri arasında ilk ciddi çatışmalar baş gösterdi. Bu çatışmalar etnik savaş ve kıyımların habercisiydi -önce 1915’te Ermeni tehciri yapılacak, daha sonra 1919-1922 yılları arasında Yunan ordusuna karşı bir savaş yürütülecekti. Artık, bir resmî politika olarak Osmanlıcılık’a dönüş mümkün olamazdı.

Resmî milliyetçiliğin evrimi, bu milliyetçiliğe verilen tepkiyi de belirledi. “Yeni Türk milliyetçiliğine karşı tepki olarak, Ermeni milliyetçiliği güçlendi, Arap, Arnavut ve Kürt milliyetçilikleri politik bir olgu olarak ortaya çıktı.” *Arap milliyetçiliğinin tarihyazımında, İttihatçıların Hürriyet ve İtilaf Fırkası karşısındaki seçim zaferi ve Balkan Savaşları birer dönüm noktası olarak değerlendirilmiştir, bu tarihten itibaren entelektüeller Osmanlıcılık’tan uzaklaşmış, Arap milliyetçiliğini geliştirmenin yollarını aramaya başlamıştır. “Arap siyasî milliyetçiliği söz konusu olduğunda, bu milliyetçiliği ateşleyen temel faktörün, Jön Türklerin ulus ve ırk politikaları olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir.” *“Yeni Türkiye’nin temellerinin hangi politikaya dayandırılması gerektiği konusunda İttihatçıların herhangi bir kuşkusu varsa, bu kuşku [Balkan] savaşlar[ıy]la birlikte sona ermişti.(…) Birinci Dünya Savaşı arifesinde, bu yeni Türk milliyetçiliğinin Arap ve Müslüman aleyhtarı ruhu kendisini, açıkça ve şiddetli bir biçimde ortaya koydu.” *

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması 1913’ten sonra kaçınılmaz hale gelmişti. İmparatorluk mozaiğinde yer alan farklı unsurların bir Nationalitätenstaat [çeşitli ulusların yönetimde söz sahibi olduğu bir devlet] yaratmak üzere liberal bir program etrafında toplandığı konjonktür geçmişti: Bunun nedeni, hem Türk milliyetçiliğinin imparatorluk içinde güçlenmesine yol açan dış saldırılar, hem de Jön Türk devriminin, yukarıdan aşağıya modernleşme hedefine ulaşmak için merkeziyetçiliği esas alan gruplar tarafından gerçekleştirilmiş olmasıydı. Türk milliyetçiliğinin yükselişi, söz konusu koşullarda öteki milliyetlerin de benzer tepkiler vermesine yol açacaktı. Milliyetçilikler insanlığa büyük acılar çektirmiştir ve Türk milliyetçiliği de bu açıdan bir istisna değildi. Türk milliyetçiliğin devlet oluşturma sürecindeki toprak talepleri büyük bir etnik temizliğe girişilmesi sonucunu doğurdu. Balkan Savaşlarını izleyen on yıl içinde imparatorluk parçalandı, dünya Wilson prensiplerine uygun olarak ulus-devlet temelinde yeniden biçimlendirildi. Milliyetçi ideolojilerin hegemonyası altında imparatorlukların sona erdiğine üzülen ya da tarihin farklı bir seyir izlemesi halinde ne gibi sonuçlar doğacağını düşünen kişilere de pek rastlanmaz oldu.

ozgur_beyin
07-04-2008, 14:18
sargonun yazısındaki ''itilaf'' kelimesi çoğu kişilerce ''ihtilaf'' kelimesiyle karıştırılmaktadır
''itilaf'' = anlaşma ,uyuşma, anlamındadır

frodo
07-04-2008, 14:28
İlginç bir yazı sevgili sargon. Ancak Türk milliyetçiliğinin doğuşunun Jön-türkler hareketinin ittihadçı kanadında giderek belirleyici olmasını ben bu süreçte yaşadıkları hayal kırıklıkları çerçevesinde olduğunu düşünüyorum. Yani İttihad Ve Terakki'nin önder kadroları başlangıçta milliyetçi olmaktan çok "Osmanlı Münevveri"dir. Yanlış hatırlamıyorsam ilk Jöntürk hareketinin miladı olarak görülen Paris toplantısında P.Sebahattin ile ortaya çıkan anlaşmazlıkta Ermeni'lerin temsilcisi sonradan İttihadçılar olarak bilinen gurupla Prens Sabahattin'in karşısında yer alırlar.

Bu dönemi anlatan Ezel Kural'ın bir kitabı vardı bende. Akşam bulup bir göz atayım bakalım farklı neler söylenebilir.

Sevgiler.

sargon
07-04-2008, 15:50
frodo, bu soyledigin olay dogru olabilir. Gercekten de 1908'de henuz saflar netlesmis degil, milliyetcilik de son derece keskin bir egilim olarak ortaya cikmis degil. 1908 secimlerinde Ermeni Tasnak partisinin Ittihat Terakki Partisi saflarinda secimlere girip 14 milletvekili cikarmis olmasi henuz milliyetci tercihin netlesmedigini gosteriyor. Bu flort 1912'ye kadar suruyor.

http://sargon.blogcu.com/1444556/

1911'de Hurriyet ve Itilaf Partisi kuruluyor. 1912'de Balkan savasi basliyor. 1912 secimlerinde gayrimuslimlerin Hurriyet ve Itilaf'i desteklemis olmasi beklenir. Bu 1912 secimlerine "sopali secim" deniyor. Muhalifler meclise bile giremiyorlar. *Ittihat Terakki'ciler teror estiriyorlar. Ayrisma tam da bu donemde 1911-12'de olsa gerek.

aydoe
07-04-2008, 18:02
Orhan Bursalı'nın yazısını konuyla ilgili olduğundan alıntılıyorum,Tarih,Ulus Bilinci 1 demiş herhalde devam edecek.

Cumhuriyet 06.04.2008
PAZAR

ORHAN BURSALI

Tarih, Ulus Bilinci*1

Aslında Hürriyet diyeceğini demişti... Arkadaşlar düşünmüş taşınmış, tartışmış ve manşete çıkardıkları Kurtuluş Savaşı'nın son gazilerinden Yakup Satar 'ın cenaze töreninin yanına, Fransa'nın Birinci Dünya Savaşı son gazisi Lazare Ponticelli 'ye yapılan tören haberini koymuşlardı (4 Nisan 08)... Yoruma ne gerek var! Aklı olan kıyaslar ve durumu anlar...

Manşeti aslında siyah-beyaz kadar netti. Ancak toplumca olay salt "vefasızlık" çerçevesinde algılanınca... bu "netliği" yazmak şart oldu!

***

" Aynı karakterde bir olay " karşısında, iki milletin-toplumun-devletin, farklı tutumu, tepkisi, refleksi ile karşı karşıyayız...

Bu farklılık "vefa duygusu" ile açıklanamaz!

Kıyaslamanın ardındaki, Fransa ve Türkiye 'nin sahip oldukları tarihsel (tarih), ulus bilinçleri ile karşı karşıyayız!

Yani "ulus olma", "uluslaşma" dereceleri, nitelikleri söz konusu: Fransa bir "tam" refleks gösteriyor... Ulusu temsil eden ne varsa topyekûn birden.. Türkiye ise bir "yarım" refleks...

Yani Fransa, sapına kadar bir ulus devlet!

Bu olay İngiltere'de, ABD'de, Almanya'da.. olsaydı, yine karşımıza, yine büyük ulusların benzer refleksiv davranışları çıkacaktı!

Çünkü onlar da birer büyük ulus devlet! Tarihsel geçmişleri, tarihsel bilinçleri, kaçınılmaz olarak öyle davranmalarını gerektirir!

Yani, son kahramanlarına karşı, hiç düşünmeden, tartışmadan, doğal bir olaymış gibi, yağmur yağar ve güneş açar gibi, acıkınca karnımızı doyurur gibi...

...tam bir hazırol vaziyeti almayı!

***

Ulus, bir sürecin ürünüdür. Ulus kavramını oluşturan parçalar bu sürecin büyük tarihsel "fırınında" pişer...

Bileşenleri, "ayrı" olabilir ama "ayrık" olmaktan çıkarlar; "yüksek sıcaklıkta" yeni bir "organik" ürün oluşur.

Günümüzde ilişkiler ne kadar "küreselleşirse" küreselleşsin.. Siz Fransa'nın, Almanya'nın, İngiltere'nin.. Fransızlığını, Almanlığını, İngilizliğini yitirebileceğini düşünür müsünüz?

Hepsi, " ulusun çıkarları " doğrultusunda hareket eder... Kim aksini söylüyorsa, eğer bilgisiz, kavrama düzeyi yeterli gelişmemiş, bilinçsiz biri değilse, ona, bu acaba kimin paralı adamı gözüyle bakabilirsiniz...

***

Türkiye'nin ulus bilinci Osmanlı'nın son dönemlerinde atıldı. Ne zaman ki imparatorluğun parçaları alıp başlarını gitmeye başlayınca... Türk denen azınlık ortada kalıp yok oluşun, tarihten silinmenin eşiğine gelince... "vatan" ve "ulus", varoluşun tek sığınakları olarak ortaya çıkınca...

Mustafa Kemal ve arkadaşları, Kurtuluş ve Kuruluş ile "ulus" laşma için kolları sıvadı... "Vatan" sınırları içinde her şeyi yüksek potada erimeye aldılar! Çünkü ulus yoksa, dünyada tutunmak, yaşamak ve gelecek de yoktur...

Tarih bilinci ve bilimi, bu basit olayı böyle net görür.

O nedenle diyorum ki, " Gazi'nin Vedası "nda gösterdiği refleks, Türkiye'nin uluslaşma derecesi için bir "sabite" (gösterge) olarak kabul edilebilir.

Yani "yarım refleks" tavır, henüz uluslaşmayı becerememişliğin, başaramamışlığın karinesidir! Zaten bu sürpriz değildi. Bilinen ama önemli bir testten geçmemiş bir olguydu. Gazi'nin vedası, bunu doğrulayan "sosyolojik" bir deney oldu!..

***

Aslında, AKP ve destekçisi aydın-maydın takımı, uluslaşılamamış olmaktan çok memnun. Hele destekçi takım, "ulusu", "uluslaşma" yı "faşistleşme" ile eşdeğer gördükleri için, yarım uluslaşmış olmaya göbek atarlar ancak!

Postmodern-kültürleri, küreselleşme kavrayışsızlıkları ve kolayca başka ülke ve bloklara üstün hizmet sunma tarihsel yetenekleriyle, daha da ötesine soyundular:

" Ulusyıkımcılığı "na!

Yani, ulusallığın unsurlarını birer birer yok etmeye... Uluslaşma sürecini "tersine" çevirmeye...

Tarihçi, siyaset bilimci, sosyolog kılığında pek çok şaklaban, uluslaşmanın ne kadar asli unsurları varsa, Kurtuluş Savaşı, Kuruluş çalışmaları, Atatürk, Kalkınma-Üretme-Yaratma hamleleri, Cumhuriyet, Laiklik, Hukuk, Sosyal.. hatta bilimsel ve eleştirel düşünce kazanımları... hepsinin ne kadar kötü, berbat, faşizan.. şeyler olduğuna milleti inandırma yarışındalar! (Zaten, onların bu kadar pervasız ulusyıkımcılığına soyunmalarını da, yarım uluslaşmışlığın sonucu olarak görmek gerekir!)

En son, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün " suçlular listesi "ne "ulusalcılık" kavramını sokmasıyla sorabiliriz artık: de-uluslaşmanın son perdesi mi açıldı?

ozgur_beyin
07-04-2008, 18:39
meşhur 93 harbinden *(1877/ 1878) sonra osmanlıcılık kavramı gerilemeye başlayınca ''mozaiği '' dağıtmamak
için bir oluşum başlatıldı. bu *siyasi oluşumun adı ''ittihad-ı anasır'' dır.

İTTİHAD-I ANASIR görüşü 1839 da *ilan edilen ''tanzimat fermanı''nın ana fikri olmuştur. * dünyada yayılmaya
başlayan milliyetçilik akımlarına karşı bir önlem niteliğindedir.
fakat bu görüş, güçlenen milliyetçilik akımlarına direnememiş ve yirminci yüzyılın başlarında yıkılıp gitmiştir.


ittihad- anasır= farklı unsurların birliği

gozeneli
07-04-2008, 22:41
Bu ulus devlet sorusu Bir ulus bir devlet anlayışının kaçınılmaz olmasımıydı?

Yani soru bir devletin devlet olması için ille bir ulus mu olması lazım mı?

Ne yazık tarihte görüyoruz ulus olamayanlar devlet olamıyorlar.

En güzel örnek Kürtlerdir.Kendine has dilleri gelenekleri oldugu halde hep başka ulusların yönetiminde olmuşlardır.Bu acaba Ulus anlayışı olmayıp hep aşiret halinda yaşamalarıdan mıdır?

Kürtlerin güçlü benlikleri var ,zaten olmasaydı çoktan diger uluslar içinde çoktan erir giderlerdi.

Diger yandan suni ulus devletlerine bakarsak bunlar zamanla tarihe gömülüyor örnek çok Yugoslavya,SSCB,Osmanlı,çekoslavkya,Belki bir gün AB ve ABD hele ABD'de bölünmeyi açacak o kadar çok şey var ki Evangalistler,liberaller-Afrika kökenliler,ırkçı beyazlar.

Ulussuz devlet , devletsiz ulus olmaz.

frodo
08-04-2008, 01:25
frodo, bu soyledigin olay dogru olabilir. Gercekten de 1908'de henuz saflar netlesmis degil, milliyetcilik de son derece keskin bir egilim olarak ortaya cikmis degil. 1908 secimlerinde Ermeni Tasnak partisinin Ittihat Terakki Partisi saflarinda secimlere girip 14 milletvekili cikarmis olmasi henuz milliyetci tercihin netlesmedigini gosteriyor. Bu flort 1912'ye kadar suruyor.

http://sargon.blogcu.com/1444556/

1911'de Hurriyet ve Itilaf Partisi kuruluyor. 1912'de Balkan savasi basliyor. 1912 secimlerinde gayrimuslimlerin Hurriyet ve Itilaf'i desteklemis olmasi beklenir. Bu 1912 secimlerine "sopali secim" deniyor. Muhalifler meclise bile giremiyorlar. *Ittihat Terakki'ciler teror estiriyorlar. Ayrisma tam da bu donemde 1911-12'de olsa gerek.

Genç Türk ihtilali (!) ile Abdülhamit'in istibdat rejiminden anayasal monarşiye geçmesi payitahtta çokuyla karşılaşınır. Sanırım H.Edip'in hatıralarında oldukça çarpıcı bir tanımlama vardı. Bu çoşku o güne kadar görülmemiş kitlesel kutlamalara neden olmuş, Türkler, Araplar, Rumlar, Yahudiler, Ermeniler, Sırplar, Bulgarlar.. kadın-erkek yollara dökülüp sonsuza dek sürecek kardeşlikleri üzerine yeminler etmişler. "Bize meşrutiyetin ne olduğunu anlat" diyormuş çoşku içerisindeki kalabalık, bir konuşmacı buna " Meşrutiyet öyle bir şeydir ki ; bunu bilmeyen eşektir" diye cevap veriyormuş *:lol: Yani kısaca kimsenin, doğrudan sorumlu görünen İttihad ve Terakki fırkasının bile tam anlayamadığı, kavrayamadığı bir süreç başlamıştır.

Bu çoşku içerisinde azınlık milliyetçisi akımlar isteklerini rafa kaldırır ve seçimlere hazırlanır Osmanlı Monarşisi. O an en örgütlü güç İttihad Ve Terakki'dir. Karşısında seçim kampanyasına atılabilmek için geç kalmış Osmanlı Ahrar Fırkası vardır.(Kuruluş 14.elyül.1908) Seçimler oldukça ürüst ve olaysız biçimde gerçekleşir.(Yunanlıların Makedonya'da yarattıkları kargaşa dışında) Bu seçimle meclise İttihad Ve Terakki'den 288 Ahrar fırkası 1 vekil seçilir. Etnik dağılıma bakılırsa Türkler 147, Araplar 60, Arnavutlar 27, Rumlar 26, Ermeniler 14, Slavlar 10 ve Yahudiler 4 temsici sokarlar meclise. Bu seçimlerde görüldüğü üzere İttihat Ve Terakki fırkası Türk Milliyetçisi bir çizgide değildir.

Ancak genç Osmanlı Monarşisi "dış güçler" tarafından rahat bırakılmaz. Avusturya'nın Bosna-Hersek'i işgali, Bulgaristan'ın bağımsızlık ilanı ve bu dönemde başlayan Balkan Savaşları ciddi sorunlara yol açar. Diğer yandan bu kısa dönem Osmanlı İmparatorluğunda cok canlı siyasi ve entelektüel tartışmaların yaşandığı ilginç bir dönemdir. Meşrutiyet çoşkusu henüz geçmeden azınlık milliyetçiliği tekrar "işine" döner. Ayaklanmalar, isyanlar kaldığı yerden devam eder. Abdülhamit'in doğrudan desteği hiç isbatlanamasa da (saraydan destek gördüğü kesin olan) laik uygulamalara karşı çıkan islami şeriat talepleri, sokaklarda peçesiz kadınların görünmesi ve *diğer din mensuplarına eşit haklar veren uygulamaları gerekçe göstererek daha yüksek perdeden dile getirilmeye başlanır. Genç Türk ihtilali laik, eşitlikçi ve özgürlükçü yüzü ile umut verici girişimlere öncülük etmeye çalışırken çok çeşitli cephelerden saldırıya uğrar.

Tuhaf olan günümüzde belli kesimlerin geleneksel devlet anlayışına karşı çıkma adına bu umut verici dönemi acımasızca yargılaması ve onu yok eden 13 Nisan 1909 karşı devrimini özgürlükçü lük adına savunabilmeleridir. Hatta bu karşı devrimin temel sloganı olan "Şeriat" taleplerini kelime oyunu ile "adalet" talebi olarak yutturma çabasına girişmeleridir.

İlginç bir dönemdir. Sanırım bir başka başlıkta 31 mart olayını özgür arkadaş işliyor. Bu hareketin de ne kadar İttihat ve Terakki yönetiminde ve liderliğinde olduğu tartışılabilir.

sargon
08-04-2008, 01:57
Simdi de Caglar Keyder'in "Bir Turk Milliyetcilik Tarihi ve Cografyasi (http://www.scribd.com/doc/238601/Calar-Keyder-Bir-Turk-Milliyetcilik-Tarihi-ve-Corafyas)" *adli calismasini veriyorum. Metnin "Etnik Anlatilar" bolumunu buraya alacagim. Isteyen tamamini yukardaki linkten de okuyabilir. Ancak yazarin ilk bolumde Turk milliyetciliginin dort onemli oncusu uzerine verdigi bilgileri aktaracagim. Bana ilgi cekici geldi. 4 onemli milliyetciden 3'u Turk degil.

"Yusuf Akçura, Rus İmparatorluğu’ndaki Kazan Tatarlarından bir burjuva ve entelektüel ailenin çocuğuydu (Georgeon, 1980). Akçura’nın milliyetçiliği, önceleri Rus İmparatorluğu’nun hâkimiyetine karşı oluşturulmuş bir tavır olarak Pantürkist nitelik taşıyordu. Paris’teki eğitiminin ardından İstanbul’a gelen Akçura, milliyetçilik hareketinin liderlerinden ve teorisyenlerinden biri oldu. Ziya Gökalp Diyarbakırlı bir Kürt’tü: İstanbul’a görece geç gelmiş olan Gökalp için de, milliyetçilik politik bir tercihti (Parla, 1985; Berkes, 1964). Gökalp’i milliyetçiliğe yönelten akıl yürütme, pragmatikti: Türklük, geleceğin devletinde kültürel bir dayanışma oluşturma şansı taşıyan birleştirici bağ olabilirdi. Tekin Alp, Yahudi kökenli bir Orta Avrupalı’ydı, dolayısıyla Tekin Alp için, Pantürkizm (bu akımın belli başlı eserlerinden birini kaleme almıştır), entelektüel bir deneyim olmaktan öte bir anlam taşıyamazdı. Jön Türk döneminde İstanbul’da faal olan ünlü sosyalist Alexander Helphand (Türkçe metinlerinde Parvus takma adını kullanmıştır) da, bu üç isme eklenebilir. Parvus Efendi, milliyetçi akıma yazıları ve konferanslarıyla katkıda bulunmuş, Türklük’ün uyanışına anti-emperyalist bir boyut eklemeye çalışmıştır (Sencer, 1977). Dolayısıyla, başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçilik, fikir adamlarının çabalarıyla doğmuştu, ama Türkiye’de bu akımın doğuşunda rol oynayanların büyük bir bölümü, “dışarıdan” gelmişti."


Simdi de bahsettigim "Etnik Anlatilar" bolumunu alintiliyorum:

Bütün ulusların tarihlerinde, aktif olarak unutma çabalarının sonucu olan, sessizlik noktaları vardır. *Birinci Dünya Savaşı’ndaki ve sonrasındaki, devletin yeniden kurulduğu dönemi, milliyetçi tarihyazımında unutma/unutturma çabasının boyutları dikkat çekicidir. Bu çaba, sadece bir dizi etnik temizliğin yapıldığının ve/veya sorumluluğunun reddedilmesiyle ilgili değildir. Böyle bir iddia, genellikle olduğu gibi, bir dizi suçlama ve karşı-suçlama süreci içinde eritilebilirdi. Bundan daha da ciddi olan nokta, daha sonra formüle edilen Türk milliyetçilik mitinin, Türkiye Cumhuriyeti haline gelen coğrafyada gayri Müslim nüfusun yaşamış olduğunu bile tanımamasıdır. Oysa, sözü edilen olaylar yaşanmamış olsaydı, bir etnik-milliyetçilik mitinin üretilmesi çok zor olurdu.

Olgular görece açıktır. 1912’deki Balkan Savaşı yenilgisinin ardından Anadolu’daki Rum köylerine yönelik saldırılar arttı. Pek çok Hıristiyan ülke dışına kaçtı. Birinci Dünya Savaşı başladığında, askere alınan Rum ve Ermenilerin çoğu iç bölgelerdeki çalışma kamplarına gönderildi ve bunların bir kısmı bu kamplarda hayatını kaybetti (bu arada, Müslüman gençler de cephelerde hayatlarını kaybediyorlardı). Daha sonra, 1915 yazında, Ermeni nüfusun önemli bir kesiminin öldürülmesine veya hastalıktan ve açlıktan ölmelerine yol açan tehcir yaşandı. Birinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra, Yunan ordusu Batı Anadolu’nun büyük bir bölümünü işgal etti. Ankara’nın örgütlediği kurtuluş ordusu, üç yıllık çatışma döneminin (1919-1922) ardından, Anadolu’nun kurtuluşunu sağladı ve Anadolu’daki Rum Ortodoks nüfusun büyük bölümü ülke topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Atina ve Ankara arasında yapılan bir antlaşmayla, resmen İstanbul’da oturanlar istisna oluşturmak kaydıyla, geri kalan Rumların nüfus mübadelesiyle Yunanistan’a gönderilmesi kararlaştırıldı. 1913 yılında bugün Türkiye olan coğrafyada yaşayan nüfusun beşte biri Hıristiyan’dı; 1923’ün sonunda ise bu oran 40’ta bire düşmüştü.

Yeni cumhuriyetin meşrulaştırıcı ideolojisi olan Türk milliyetçiliği, bu arka plana dayalı olarak oluşturuldu. Bu milliyetçiliğin neden etnik bir ulusal anlatıyı tercih ettiğini anlamak zor değildir. Bir başka deyişle, Türklük kavramı, gerçek bir çeşitliliği gizleme çabasıyla geride kalan nüfusu homojen olarak temsil edebilmek üzere oluşturulmuştur. Böylece Rum, Ermeni ve Arap etnik gruplarının varsayılan homojenliklerine karşı, benzer şekilde hasmane bir Türk etnisitesi yaratılmış oldu. Bunun için, yabancı bir coğrafyadaki mitik bir geçmişe kadar uzanan kesintisiz bir etnik tarih kurgusu oluşturuldu.

Daha sonraları “Türk Tarih Tezi” adını alan tez, bu ihtiyaca hizmet eden dolaysız bir araç niteliği taşıyordu. Bugün bile okul çocuklarına, Türklerin Orta Asya’dan göç etmelerinin ardından bütün bir Avrasya bölgesine yayıldıkları öğretilir (Ersanlı, 1992). Verilen bu eğitime göre, Anadolu’da ve yakın coğrafyasında tarih öncesinde yaşayanlar Türk soyundan geliyorlardı. Böylece, Anadolu’nun eski nüfusu Türklük kapsamına dahil ediliyordu. (İlkokul ders kitaplarında Hitit ve Sümer Türklerinden bahsedilir.) Resmî ideoloji yakın zamanlara kadar, Kürtler diye ayrı bir etnik grubun varolduğunu inkâr etmeye çalıştı.

Türk tarih tezi, etnik kökene dayalı bir milliyetçilik geliştirmek açısından mantıksal bir gereklilikti. O güne kadar Osmanlı tarihyazımında, 1071 Malazgirt zaferinin ardından Türklerin Anadolu’yu tedricî olarak fethettiği belirtiliyordu. Fakat din değiştirmelerin ve farklı gruplar arasında evliliklerin yaşandığı yüzyılların ardından, Hıristiyanlar hâlâ ülke nüfusunun beşte birini oluşturuyordu. Bu nedenle, Anadolu’nun Türklerin anavatanı olduğunu ve nüfusunun etnik açıdan saflığını ileri sürmek çok zordu. Öte yandan, eğer Anadolu’nun çok eski dönemlerdeki nüfusu proto-Türklerden oluşmuşsa, ulusal kimliğe ilişkin yeni uyanış, kaybedilmiş bir özün yeniden bulunması anlamına gelecekti. Böyle bir tez, yakın geçmişin silinmesine olanak sağlamasının yanı sıra, (Bizans İmparatorluğu’nda yaşayan nüfusa oranla) Anadolu’ya yerleşen Türk nüfusun büyüklüğü *veya Türklerin Anadolu’nun fethine başlamasından bu yana geçen yüzyıllar boyunca din değiştirenlerle ilgili rahatsız edici olabilecek sorulardan da kurtulmak anlamına geliyordu. Bu iki konu, resmî ideolojiyi savunanlar tarafından hâlâ birer rahatsızlık kaynağıdır. Örneğin 1970’lerde yapılan ve 16. yüzyılda Karadeniz Bölgesi’nin “Türkleşme ve Müslümanlaşma”sını inceleyen ve bu dönemde pek çok Hıristiyan’ın din değiştirip Müslüman olduğu sonucuna varan bir doktora tezi, bir üniversite yayınevi tarafından yayınlanmış, ama daha sonra piyasadan çekilmişti (Lowry, 1998; ayrıca bkz. Baer, 1999). Anadolu’daki ilk Türk yerleşimleriyle gelen nüfusu hesaplamaya yönelik araştırma yapmak hâlâ kolay değildir. Türk tarihçilerinin benimsedikleri anlaşılan bir önerme, ekonomik sıkıntıların ve güvenliğin sağlanamamasının Bizans nüfusunun azalmasında rol oynadığıdır. Ama, bugün Türkiye olan coğrafyada etnik grupların tarihine gelişigüzel bir bakış bile, din değiştirmelerin çok yakın zamanlara kadar devam ettiğini açıkça göstermektedir. Lazlar, 19. yüzyılda kitlesel biçimde din değiştiren belki de son gruptur. Yakın tarihimizde Ermenilerin din değiştirip Müslüman olması hakkında ve Hıristiyan olarak doğmuş kadınların ve çocukların Birinci Dünya Savaşı’nda Müslüman ailelerin nüfuslarına geçirilmesi hakkında belgelere dayalı araştırmalar bulunmamaktadır. Ancak, bu tip vakaların yüz binlere vardığı ortadadır. *1923-1924 yıllarındaki nüfus mübadelesi sırasında yeni bir dalga daha yaşanmış olabilir: Türkçe konuşan Rum Ortodoks cemaatinin bazı mensupları, kendilerinin Müslüman olduğunu beyan ederek mübadele kapsamı dışında kalmayı seçmiş olabilirler. Bu konularda bilgilerimiz anekdotlara dayanmaktadır.

Etnik milliyetçilik, ömrü kısa olan Türk tarih tezinden çok daha uzun süre varlığını sürdürdü. Resmî tarih, ulus-devletin kurulmasıyla Anadolu’nun gerçek sahiplerinin eline geçtiğini iddia ediyordu. Anadolu’nun fethi, bu toprakların yeniden canlandırılması ve “şenlendirilmesi” olarak gösterilir: Türk unsuru, çökmüş bir Bizans geleneği altında zarar gören insanların ve toprakların kurtarıcısıdır. Popüler medyada, tarihî romanlarda, çizgi romanlarda, sözel gelenekte ve daha yakın dönemde film ve TV programlarında, Anadolu’nun fethinin hikâyesi anlatılırken, neredeyse daima, kendisine âşık olan bir Rum (Bizanslı) kadın (genellikle Bizans komutanın karısı veya kızı) sayesinde amacına ulaşan yakışıklı bir Türk savaşçısı baş roldedir. Türk kahraman, başka örneklerden tanıdığımız bir cinsel metafor eşliğinde, çöken ve sefil durumdaki bir imparatorluğu yeniden canlandıran yiğit savaşçıdır.

08-04-2008, 10:39
Geçen ay "Balkan Savaşları 1912-1913 1. Dünya Savaşı'nın Provası *" adlı bir kitabı okudum:

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=70219&sa=37934435

Dünya tarihinde milliyetçilik akımının ve çatışmalarının en yoğun yaşandığı bölgelerden biri olarak görünüyor Balkanlar. Balkan Savaşları'nın detaylarını okuduktan Osmanlı içinden Türk ulus devletinin kuruluşunun tarihsel nedenlerini daha iyi anladığımı düşünüyorum.

Tüm Balkanlar milliyetçiliğin doruklarını yaşarken Türklerin Prens Sabahattin'in federal devlete benzeyen projesinde birleşmeleri mümkün müydü? Bence değildi ve zaten mümkün olmamış veya oldurtmamışlar. İlke olarak Prens Sabahattinciler daha çoğulcu, insancıl, daha liberal ve daha barışçıl olarak görünüyor İttihat ve Terakkicilere göre. Ancak İttihatçilerin ordu içinde daha güçlü olmaları, siyasal bir parti olmakla birlikte çetevari hareketleri sadece Abdülhamitçileri değil diğer demokratik muhalefeti de susturmuş.

"Ulus devlet kaçınılmaz mıydı?" soru bu.

Marksist tarihi materyalizm felsefesinin "tarihsel kaçınılmazlık" kavramına karşıyım. "Tarihi kaçınılmazlık" yoktur "tarihsel eğilimler" vardır görüşündeyim. Bu eğilimler bazen ağır basmaktadır ve sanki kaçınılmazmış hissi verirler bize. Aynı İttihatçıların ulus devlet anlayışı gibi.

Yanıtım, ulus devlet kaçınılmaz değildi. Alternatifi ta o dönemde bile vardı: Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın görüşleri. Ancak dünyayı ve özellikle Balkanları etkisine alan yoğun milliyetçilik eğilimi onun gelişiminin önünde engel olmuştur görüşündeyim.

aydoe
08-04-2008, 12:43
Cumhuriyet 08.04.2008
ORHAN BURSALI

Tarih, Ulus Bilinci-2


AKP döneminde bir ilk daha gerçekleşti: Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM), "Ulusalcılık akımını, aşırı sağ faaliyetler" kapsamına aldı. (29 Mart 08 tarihli gazeteler!) Kurumun, Türk ulusunun EGM'si olduğunu düşünecek olursak, komik veya paradoksal bir durum! EGM, Ergenekoncular için başka bir "niteleme" bulsun! Ulus, ulusal, ulusalcılık, son tahlilde, bir ülkenin varlık sorunu! EGM eğer bu varlık üzerinde bir suç icat ediyorsa, altından kalkamayacağı bir yükün altına girebilir.


Ulusalcılık , yani Türkiye'nin çıkarlarını savunmak, epeydir tu-kaka!.. Özellikle de bu, AKP iktidarıyla ve bir kısım aydınla ittifakla tepe noktası çıktı. Ve sonuçta EGM'nin "suç dosyasına" girdi!

Liberal-eski solcu bir kısım aydının "ulus", "ulusal yarar" deyince tüylerinin diken diken olduğunu, ulus yararını savunmayı faşizmle eşdeğer gördüklerini biliyoruz.

AKP'nin de "ulusçu" yerine ümmetçi olduğunu, bu niteliklerine uygun olarak din unsurunu da iktidar siyasetinin mihrakına oturttuğunu biliyoruz.

AKP, ulusalcılığa küfretmeyi, önemli parasal katkılarla desteklediği "müttefiklerine" bırakmıştı! Dinci AKP'li yazarlar da, ulusalcılığın küresel çağda sona erdiğini ve gericilik olduğunu savlayan postmodern yıkıcılar safına katıldılar! Bu da ruhlarına uygundur!

AKP, birleştirici tek veya ana unsur olarak dini görüyor. Bu rotayı, taa 1995'te intihalci ideolog ve milletvekili Ömer Dinçer çizmişti! Küreselliğin "İslam kültürüne" uygun iktidar ve ülke yapısını müjdelediğini açıklamıştı. AKP bu rota üzerinde seyrediyor ve bu türbanlılar cemaati "toplum mühendisliğini" gerçekleştiriyor!

Ümmet, ulus öncesi din toplumlarının niteliğidir.


****

Wikipedia'da ulusun tanımına baktım: Ulus veya millet, geçmişte bir arada yaşamış, şimdi bir arada yaşama inancında, istek ve kararında olan; aynı vatan ve o vatanın maddi ve manevi değerlerine sahip çıkan; aralarında din, dil, kültür, tarih ve duygu birliği olan insanların oluşturduğu toplum."


Bu tanıma göre, güncel olarak ülkemizde, ulusu oluşturan unsurlar arasında ciddi ayrılıklar var:


1 ) Dinin, ulusun ana unsuru yapılmak istenmesi;



2 ) Vatanın maddi ve manevi değerlerine sahip çıkmanın küçümsenip aşağılanması, dahası EGM'de suç dosyasına girmesi;


3) Küreselleşme ve küreselleşmenin çıkarlarının ulusun çıkarlarına üstün kılınması (işbirliği değil tabiyet!);


4) "Kültür-din-tarih ve duygu birliği" nde de çok ciddi sorun ve uçurum var: Farklı kültür, farklı din, farklı tarih ve farklı duygular söz konusu. Üzerlerindeki "ortaklık" lar zayıflıyor, yıkıma uğratılıyor, ( ulussuzlaş-tır-ma ). Örneğin, Atatürk dönemi, devrimleri üzerinde anlaşma bitmiştir! Oysaki Türkiye Cumhuriyeti'nin varoluş kayıtlarıdır bunlar; "Türkiye Cumhuriyeti keşke kurulmasaydı" siyaseti-ideolojisi ciddi olarak gündemdedir ve toplum şimdi bu görüşle yoğrulmak istenmekte!


Tezimiz şuydu : " Ülkemizin 'ulus olma' bilinci ve maddi temelleri zayıftır, uluslaşma tam olarak/yeteri düzeyde gerçekleşmemiştir. Fransa ve Türkiye'de 'son gazilere' yapılan devlet törenlerindeki farklılığın nedeni burada yatıyor!"


Türkiye'de "ulusalcılığa" karşı, yukarıda saydığımız yeni/ve yoğun duruş ve gelişmeler de, aslında, bu saptamayı doğrulamakta!


****

Kurtuluş Savaşı sonrası Kuruluş'u reddeden AKP iktidarının Osmanlılığı da içi kof bir özentidir!

AKP'nin Gül 'ü, uçak kapılarında Arap şeyhlerini karşılıyor. Krallarca otel odalarına çağrılıyor! Arapların " iki malı " var: İslami devlet ile paraları! AKP, Arapların bu "yörüngeleri" etrafında dönüyor!

AKP'nin "köprü kurduğu" Osmanlı ise bir "güneş" ti. Hiç Araplaşmadı! Bir Anadolu İslamı anlayışı yoğurdu! Bu açıdan bir "din devleti" bile değildi! Medreselerinde bile, Arap müderris oranının yüzde 1'in üzerine çıkmasına izin vermedi!

AKP iktidarı, anlayışıyla ve politikalarıyla ancak bir "sömürge" ideolojisine sahip olabilir!

Ulussuzlaş-tır-ma'nın, Ulus-Yıkımı'nın bu dönemde artması, rastlantı değildir! (Yazının üçüncüsü gelecek,)

sargon
08-04-2008, 14:18
Orhan Bursali'nin sorusunun cevabi tarihsel mirasimizda gizli. Bu soruyu aslinda Caglar Keyder'in "Bir Turk Milliyetcilik Tarihi ve Cografyasi" adli yazisinin buraya aktarmadigim sayfalari cevapliyor. Bu yuzden yazisinin ucuncu bolumunu de aktaracagim. Bu yazida neden milliyetciligin toplumsal mirasin uzerine rahatlikla oturamamis oldugu aciklaniyor. Aradaki ikinci bolumu, yani "Yeni Ulusun Cografyasi" kismini da herkese tavsiye ederim. Son derece ilginc saptamalar var.

Sirtinda sikintili bir miras tasiyan bir toplumun bu mirasla ulasacagi milliyetcilik olsa olsa koturum bir *psikoloji olurdu. Nitekim yasanan sey bunun orneklerini fazlasiyla sunuyor. Ben asagida aktaracagim aciklamalara kendimden bir ornek verecegim. Yillardan beri dedelerimi, yani soyumu merak ederim. Bildigim tek sey buyuk dedemin Sarikamis'ta sehit dustugu idi. Gecen yil bir amcamin yeni bir iddiasi ortaya cikti. Buna gore Sarikamis'ta olen buyuk dedemin bir diger kardesi de ceteci idi. Once Fransizlara karsi savasmis, sonra cete islerine girip buyuk zenginlik elde etmis. Tabii bu iddiaya diger amcamlar sert sekilde karsi ciktilar. Ailemizin bir kisminin soyadinin Bektas olmasi bende hep soyun Bektasi olabilecegi seklinde bir dusunce olusturmasina karsin, butun sulale israrla sunni oldugumuzu soyluyordu. Hep kendimi Turk bilmeme karsin gecen yil bir baska amcamin dedemle olmeden once yaptigi bir konusmayi aktarmasi uzerine daha da sasirdim. Buna gore amcam dedeme soyumuzun nerden geldigini sorunce, dedem "Kürdüz biz oglum aslinda" demis. Ancak yillarca Turk oldugumuzu soyleyen dedemin boyle sir verir gibi amcama bunu soylemesi hala bende soru isareti durumunda. Belki de ne soyledigini bilmiyordu. Bunun disinda birkac kusak oncesinde Zara'ya nerden geldigimiz bile bilinmiyor. Zara, o donemlerde Ermenilerin yogun yasadigi bir yer, adini kurucusu olan ermeni Zaro agadan aliyor. Hala Ermenilerle ilgili bir suru oyku anlatilir ve bolca da hazine avciligi yapilir. Bu donemde gocebe Kurt asiretlerini dagitarak ve ozellikle Ermeni yerlesimlerinin yakinlarina yerlestirme politikasindan dolayi bir gocebe Kurt ailesi olabilecegimiz suphesi olustu bende. Ama sulaleden kimsenin tek kelime bile Kurtce bilmemesi bu iddayi pek saglam kilmiyor. *Gel de cik isin icinden cikabilirsen. Elbette bunlarin hicbiri bir anlam tasimayabilir. Ancak bir toplumun ne kadar cok kimlik karmasasi yasadiginin kucuk bir ornegi olabilir belki.

Simdi Caglar Keyder'in Orhan Bursali'nin sorusuna da cevap oldugunu dusundugum yazisini aktariyorum.

Milliyetçi Kurgunun Kullanımları - Caglar Keyder

Türk ulus-devleti ortaya çıktığında, ulus-devlet ideolojisi henüz formüle edilmemişti; ortada, işe yarar bir milliyetçiliğe dönüştürülmek üzere hazır hissiyat da bulunmuyordu. Birinci Dünya Savaşı, ulusal bir duyarlılığı uyandırma işlevi görse bile, Türk ulusu adına değil, imparatorluk adına yapılan bir savaştı ve bunu izleyen yıllarda Yunan ordusuyla yapılan savaş da, aynı savaş yorgunu askerlerle yürütülmüştü. 1919-1922 arasındaki savaş, Birinci Dünya Savaşı’yla kıyaslandığında nispeten küçük çaptaydı. Fransız ve İtalyanlar, “millî mücadele”nin başlamasının hemen ardından, meşru otorite olarak İstanbul hükümetini değil, Ankara hükümetini tanımanın çıkarlarına daha uygun olduğuna karar verdiler. Bir süre kararsız kalan, ama Yunanistan’ın ardındaki ana güç olarak görülen İngiltere de, Yunan ordusuna yardım etmeyeceğini bildirdi. Böylece, kurtuluş ordusu, yalnızca Ege bölgesini işgal eden Yunan ordusuyla çarpıştı ve demoralize Yunan ordusunu 1922’de kesin olarak Anadolu’dan çıkardı. Bu savaş, bir milliyetçi mitolojinin oluşturulmasına olanak sağlayacak bir anti-emperyalist kurtuluş savaşı boyutlarında olmamıştı. Buna karşılık, Osmanlıların Birinci Dünya Savaşı boyunca yaptıkları büyük muharebeler, doğuda savaş sırasında ve sonrasında yaşananlar ve yerel Hıristiyanlarla yaşanan çatışmalar, insanların hafızalarında hâlâ tazeydi. Ama, cumhuriyetin kurulmasından sonra oluşturulan milliyetçi anlatı, Birinci Dünya Savaşı üzerinde pek durmamış ve yerel Hıristiyanlarla yaşanan çatışmaları unutturmayı tercih etmiştir. Bunun yerine, Yunan ordusuyla girişilen savaş bir kurtuluş savaşı olarak yüceltilmiş, bazı versiyonlarında ise sömürgeci güçlere karşı verilen anti-emperyalist bir savaş olarak sunulmuştur.

Vatandaşların büyük çoğunluğunun ideolojik hazırlığının olmadığı ve ulusun inşasının temeli olarak düşünülen bir mücadeleye kitlesel katılımın bulunmadığı bir ortamda, milliyetçilik, öğretilmesi gereken bir duygu olmak zorundaydı. İronik olan noktaysa, yeni Türk yurttaşlarını birleştiren ortak bir deneyimin bulunmasıydı. Aslında Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun büyük çoğunluğu bu deneyimden etkilenmişti. Söz konusu deneyim, elbette, 1915-1923 yılları arasında *ülkenin Hıristiyan nüfusunun yok olmasıydı. Ermeni kırımlarının, Rumların ölümlerinin ve nüfus mübadelesinin hatıralarını bütünüyle bastırmayı (ve unutturmayı) tercih eden cumhuriyetçiler, icat edilmiş bir milliyetçilik versiyonunu savunan yapay bir tarih kurmayı seçti. Milletin kültürel birliğini ortaya koyması beklenen milliyetçi tarih, ideolojiyi üreten elitler ile ideolojiyi gelecekte benimsemeleri beklenenler arasında bağ kuramadı, çünkü tam da bu ideolojinin ön plana çıkarmaya çalıştığı erdemleri gölgeleyen olaylara bu tarihte yer verilmiyordu. Ama bu unutmanın ağır bir bedeli oldu: Elitler ile kitleler arasında ortak zemin bulunmamasından kaynaklanan geleneksel uçurumu daha da derinleştirdi, karşılıklı şeffaflığa olanaksız hale getiren, sessizliğe dayalı bir suç ortaklığı yarattı.

Etnik çatışma döneminde meydana gelen şiddetin derecesi, söz konusu nüfusların olaylar öncesindeki yaşam dünyası deneyimlerinden bütünüyle farklı bir boyuttaydı. Gerçi 19. yüzyılın ikinci yarısında maddî koşullar büyük bir değişim geçirmiş, belki de bir etnik çatışma potansiyeli yaratmıştı, ama Müslümanlar ile Hıristiyanlar kentlerde, kasabalarda ve birçok köyde birlikte yaşıyor, komşuluk ilişkileri sürdürüyordu. 20. yüzyılın deneyimlerinin ışığında, etnik çatışmalar karşısında şaşkınlık göstermek muhtemelen yersiz olur. Yine de, bu coğrafyada yaşayanlar açısından kırımların ve zorunlu göçlerin çelişkili duygulara yol açtığı anlaşılmaktadır. Kuşkusuz, Ermeni ve Rum millet’lerinin bu coğrafyadan tasfiyesinden Müslüman nüfusun elde ettiği maddî kazanımlar da söz konusudur. Bu tip kazanımlar, cumhuriyetin ilk yıllarında devlet ile nüfus arasındaki ilişkilere damgasını vuran ortaklıkta rol oynamıştır. İnsanların kendilerini etkileyen tecrübeleri unutmalarında belki bu kazanımların payı da vardı. Yukarıda açıklandığı üzere sorun, Anadolu’da etnik birliğin oluşturulması tarihinde deneyimlerle bağlantı kurulacak noktaların bulunamamasından çok, milliyetçi program hayata geçirilirken, elit-kitle birliğinin temeli olarak söz konusu anlatıdan yararlanılmasında yatmaktadır. Deneyimlerle bağı olan anlatıların yokluğunda, yeni oluşumun dayanağı ne olacaktı? Türk tarih tezinin pek inandırıcı olmayan anlatılarının kurgulanıp öne çıkarılması ve “millî mit”in merkezden üretilen versiyonunun benimsetilmesi uğruna bütün yerel varyasyonların silinmesi, nüfus üzerinde istendiği gibi sosyal mühendislik yapabileceğine duyulan inancı göstermektedir.

Aynı fenomenin bir başka boyutu, Türk milliyetçiliği öğretisi, sömürgecilik karşıtı ve Üçüncü Dünyacı milliyetçiliklerle karşılaştırıldığında ortaya çıkmaktadır. Türk milliyetçiliği, hem sosyal kontrol hem de modernleşmeye yönelik sosyal mobilizasyon için kullanıldığından, fazlasıyla araçsal bir nitelik taşır. Bir kontrol ve mobilizasyon yöntemi olarak araçsallık, söylemin içeriğini hedef doğrultusunda yaratma eğilimi doğurmuştur. Türkiye’de bunu yapmak pek zor olmadı, çünkü, milliyetçi söylemin oluşturulmasında, kitlelerle herhangi bir müzakere söz konusu değildi. Daha önce de ileri sürdüğüm gibi, millî hissiyat çok geç ortaya çıkmıştı ve elitle sınırlıydı; ama daha da önemlisi, halkın duygularıyla ve deneyimiyle bağı olan unsurların, milliyetçi söylemden dışlanmış olmasıdır. Bu dışlama, sessiz kalmanın ötesinde Batı karşıtlığı yaratmamaya yönelik bilinçli bir tercihi de yansıtıyor olabilir. Üçüncü Dünya ulusal hareketlerinin çoğunu besleyen sömürgecilik karşıtı duyguların aksine, Türk milliyetçiliğinde Batı karşıtlığı ve yerelcilik görülmez. Türk mirasını yüceltmeye yönelik cumhuriyetçilerin yaptığı girişim, Avrupa geleneğiyle kendi zemininde rekabet etmek üzere tasarlanmıştı. Bu, Türk unsurunu uygarlık serüvenine ilişkin yerleşik metnin içine sokmaya yönelik bir girişimdi, yoksa uygarlıklara ilişkin rölativist bir yaklaşımla yerleşik metne meydan okumaya çalışılmıyordu. Dolayısıyla, Türk reformcuları, modernleşme teorisini -daha *teori oluşturulmadan- savunan kişiler konumundaydılar. Kendi toplumlarının geri olduğunu, ama esas itibarıyla farklı olmadığını düşünüyorlardı. Gandhi’nin aksine Türk reformcuları kendi geleneklerimize dönmeyi savunmadılar; onlar Nehru gibi Batı’yı ve moderni kopyalamaya yöneldiler (Chatterjee, 1984). Atatürk’ün kendisi, otantik bir mirasa dayanan farklılığı öne çıkaran bir metin kaleme almadı. Kendisinin temel eseri, Osmanlı idaresine karşı ayaklanmanın mantığını açıklayan ve rakiplerin tasfiye edilmesini meşrulaştıran bir politik savunmadır (Atatürk, çeşitli basımlar). Bugün resmî binaların duvarlarını süsleyen bütün vecizeleri, Batılılaşma yolunda ilerlemeyi teşvik etmek için halka ulusal gurur ve kendine güven aşılamayı amaçlamaktadır.

Türkiye’nin esas olarak Avrupalı olduğu inancı, 19. yüzyılın devletler arası ilişkilerinde, Osmanlı devlet adamlarının Düvel-i Muazzama’nın denge oyunlarında rol alan aktörler olarak kabul edilmesinden türetilmişti. Sosyal ve ekonomik kaygılar, bu siyasî çerçevenin dışlanmış bir boyutu olarak kaldı. Daha sonraları, cumhuriyetin ulus-devlet inşasını yeniden tanımlamaya dönük girişimlerinde, solcu bir kanat, cumhuriyetin kuruluşunu sömürgeciliğe karşı bir zafer olarak sunmaya çalıştı; ama bu, ancak 1930’ların genel liberalizm karşıtı ortamında kabul gören zorlama bir yorumdu. Bu yaklaşımda ortaya konan sömürgecilik karşıtlığı, o dönemde bile, Üçüncü Dünyacı yeni bir uygarlık anlayışı oluşturmaktan çok uzaktı, dependencia türünden bir kalkınmacılığa daha yakındı. *

Türkiye’nin Batı’nın bir devamı olarak konumlandırılabileceği görüşünün benimsenmesinde belirleyici unsur, elit grup ile kitleler arasındaki kopukluktu. Bu kopukluk Anadolu köylülüğünün Avrupa’dan tek farkının daha az gelişmiş olduğu şeklinde bir algılamaya olanak verirken, elitin hayata geçirmeye çalıştığı proje de, Batı uygarlığının benimsenebileceği tezine dayanıyordu, dolayısıyla Avrupa’yla aramızda kapatılamaz bir uçurum olduğu düşünülemiyordu. Bu nedenle, milliyetçiler için medeniyet çatışmasından kaynaklanan öfke veya kültürler arası rekabet ve mücadele söz konusu değildi -bu ideolojik çizgi, İslâmcı hareket tarafından benimsenecekti.

Aslında, politik İslâm, Batılılaşma reformlarının eleştirisi ve medeniyet farkının vurgulanması konusunda çok net bir tavır sergilemiştir. Ankara, cumhuriyetin ilk yıllarında laiklik reformlarına girişince, Kurtuluş Savaşı’nın İslâmî unsurlarına bütün atıflar resmî tarihten çıkarıldı, ‘Batılılaşma’ kitleleri seferber etmeye yönelik tek ideoloji haline geldi. Cumhuriyetçilerin tercihi, yani dinsel atıflar taşıyan özselci bir kültüralizmden uzak durulması, bu arka plan düşünülünce daha anlaşılır hale gelmektedir. Batı’ya karşı kültürel bir karşıtlık, ancak otantikliğin savunulmasıyla mümkün olabilirdi ve İslâm bunun için tek adaydı. Mehmet Akif’in ünlü dizesinde, savaşın “medeniyet denen tek dişi kalmış canavara” karşı, yani ahlaken çökmüş Batı’ya karşı verildiği bildiriliyordu. Yozlaştığını düşünmedikleri Batı uygarlığının bir parçası olmak isteyen laiklik yanlıları için, böyle bir farklılık formülasyonu söz konusu olamazdı. Aslında laik Batıcılar, İslâmcıların manevî çöküntünün göstergesi saydıkları her şeyi benimsiyordu. Cumhuriyetçi milliyetçiler İslâmî gelenekle aralarına mesafe koymaya çalışarak, ulusal mirasın kitlelere çok daha az hitap eden bir versiyonunu tercih ettiler. Ulusal mirası, yapaylığı çok bariz olan bir tarihe indirgeyen kuruluş mitinin seçilmesi, ‘anavatan’ın coğrafyasızlaştırılması ve yakın geçmişin ortak deneyimlerini oluşturan gelişmelerin özenle unutturulmaya çalışılması, Türk milliyetçiliğini son derece kısır hale getirmiştir.

Eğer “millî mücadele,” geniş bir katılımla, daha uzun bir süre devam etmiş ve gerçekten sömürgecilik karşıtı nitelik taşımış olsaydı, milliyetçiliğin laik ve modernleşmeci versiyonunun kitlelerden uzak ve araçsal özelliklerden kurtulması ve daha farklı bir içerik kazanması için daha çok fırsat doğardı. Kitlelerin katkısından yoksun olarak geliştirilen milliyetçi ideoloji, katlanılması gereken bir ders olmaktan öteye geçememiştir -yıldönümü kutlamalarında kullanılacağı zaman, naftalinlenerek kaldırıldıkları yerlerden çıkarılarak kullanılan özel üniformalardan ve öğretmenlerinin *bellettiğini tekrarlayıp duran okul çocuklarından öte bir anlam kazanamamıştır. Kendi milliyetçilik versiyonunu savunmada ısrar eden devlet elitinin süregelen militan tutumunu ve her türlü sapmayı engellemeye ve cezalandırmaya yönelik gayretkeşliğini açıklayan da, herhalde milliyetçiliğin bu denli yüzeyde kalmış olmasıdır.

aydoe
10-04-2008, 10:29
Cumhuriyet 10.04.2008
PERŞEMBE


ORHAN BURSALI

Tarih, Ulus Bilinci - 3

Not 1 : Ne diyor küresel büyük sermayenin burçlarından haftalık The Economist ? "Demokrasi laiklikten önemlidir."

Not 2 : Yine Amerikan politikalarının 1 numaralı izleyicilerinden Newsweek'te, eski ABD Büyükelçisi Morton Abramowitz ile omuzdaşı Henry Barkey, Türkiye'nin laik demokratik düzen içinde yaşamasını arzu edenleri "ultra" ve "katı" laikler ve açılan davayı "yargı darbesi" olarak nitelendirmekte!

Diyorlar ki: " Türkiye'deki yargı darbesine Amerika müdahale etmeli... ABD kenarda oturup bekleyemez ."

Peki neden? Çünkü " Türkiye'nin istikrarına yönelik tehdit çok ciddi boyutlarda ve ABD'nin çıkarlarını etkileme olasılığı da yüksek. Bu nedenle ABD ciddi bir müdahalede bulunmalı. Bunu özel olarak da yapabilir, açık olarak da..."

Not: 3: Onlara göre laikliği savunanlar fanatik Atatürkçü, yani Atatürkçü oldukları için laikliği savunuyorlarmış... Ama " demokratik olarak seçilmiş AKP'nin, İslamı siyasetin içine yerleştirmek istemesine " ise destek veriyorlar!

Not 4: Yine Amerikan muhafazakâr kalelerinden The Wall Street Journal Europe da AKP hakkında açılan davayı rezalet olarak nitelendiriyor...

Not 5 ve sonrası: AB'li komiserler de veryansın halinde, yüksek yargıçlara demediklerini bırakmıyor!

Türkiye son zamanlarda hiç bu kadar yaygın tehditler altında kalmamıştı! Neden? Türkiye'nin iyiliğini düşündükleri için mi?

***

"Tarih-ulus bilinci" ne gönderme yapmaya gerek var mı? Çeşitli odaklar, ülkeler, komiserler, memurlar, küresel vakıf sahipleri, ABD ve AB'nin büyükelçileri, politikacıları.. şüphesiz ki kendi ülkelerinin çıkarlarını, kendi küresel oyunlarının başarısını savunuyor.

Çünkü şimdi "ultra", "katı" laik olarak nitelendirdikleri AKP muhalifleri düne kadar iktidardaydı ve onları bal gibi destekliyorlar, onlarla hatta darbe bile düzenliyorlardı!

" Laik Kemalist " politikacı ve askerler, müttefikleri değil miydi?

Gün ola devran döne! Bugünkü dünya, bölge, Ortadoğu çıkarlarını ve ütopyalarını, kolayca ve rahatça gerçekleştirebileceklerini düşündükleri bir iktidar var Türkiye'de!

Ne diyordu Amerikalı Dışişleri yetkilisi, Cüneyd Zapsu' nun " Erdoğan 'ı delikli taştan süpürmeyin, kullanın" önerisine karşı, anımsayalım:


"ABD yönetimi İslam-Demokrasi birlikteliğini Türkiye'de test ediyor... Ülkeniz bir fanus içinde deney ülkesi... İslamcı bir parti.. başarısız olursa ülkenin AB üyelik süreci de bitecek.. AKP'nin İslamcılığı kuşku uyandırsa bile, ABD ve AB'de kimse bunu bu aşamada seslendirmez.. AKP yetkilisinin 'bizi kullanın' önerisi çok etkileyiciydi..."


ABD ve AB uleması, kendi amaçları için bugün "en kullanışlı" bir iktidarı ellerinde tutmak istiyor!

Eğer, AKP kendileri için kullanışsız bir iktidar olsaydı, hiç şüpheniz olmasın ki bugün söylediklerinin tam tersini dile getiriyor olacaklardı:

" AKP ülkeyi nasıl hızla köktendinciliğe götürüyor! Dinci, terörist bir ülkeye mi dönüşüyor Türkiye? Yargı İslamcı iktidara dur dedi! Ordu daha ne bekliyor! ABD ve AB açık ve kapalı, ellerinden geleni yapmalı AKP'yi durdurmak için! "

Hepsi, laiklik elde gidiyor, diye dünyayı ayağa kaldıracaktı...

Bugün ise "Laiklik olmasa da olur!" diyorlar!

Düşünce rezilliğinin, çifte standartlığın dik âlâsı!

***

Türkiye'de " Ulus ve Tarih Bilinci " çalışıyor mu?

AKP Türkiye'nin partisi! Eğer kendi iktidarını değil de Türkiye'yi düşünseydi, şöyle akıl yürütmesi gerekirdi: Bunlar beni neden durmadan öpüyor? Kara kaşım kara gözüm için mi? Acaba bunlara uyup Türkiye'yi bir iç çatışmaya sürükleme politikası, ülkeye mi kazandırır yoksa onlara mı? Acaba Türkiye'nin birliğini iktidarda savunsam, bu kime yarar?

Ancak, Zapsu'ya "Erdoğan'ın sifonunu çekmeyin, onu kullanın!" dedirten anlayıştaki bir parti ve liderinin, bu tür düşüncelerle ilişkisi olabilir mi?

Ulus ve tarih bilinci zayıf ülkeler, yabancıların şamar oğlanına ve çıkar oyuncağına hızla dönüşebilirler!

mutluluk35
02-05-2008, 00:25
Ulus-devletin ortaya çıkışını,sermayenin kendini üretme ve geliştirme ihtiyacıyla temellendirebili-riz.Mutlakiyetçi rejimlerin yıkılışında büyük pay sahibi olan kapitalist ekonomi,günümüzde ulus-devletlerin duvarlarını kendine engel teşkil ettiği gerekçesiyle,küreselleşme söylemleriyle yıkma-k istemektedir.'Kaçınılmazlık' sorgulanıyorsa,olaya felsefi açıdan yaklaşmak da faydalı olabilir.

Marx ve Engels, bir toplumsal sistemden diğerine geçişin son tahlilde üretici güçlerin gelişimi tarafından belirlendiğini dile getirmişlerdi.Herhangi bir sosyoekonomik sistem artık üretici güçleri geliştirme yeteneğini yitirdiğinde zemini devrimci bir dönüşüm için hazırlayarak bir krize girer.

Hegel'in meşhur bir önermesi vardır,''gerçek olan akli, akli olan gerçektir''.Bir toplum biçimi,üret-ici güçleri geliştirdiği,insanlığın gelişimini ilerlettiği ölçüde ''akli''dir.Bu işlevini yerine getiremez hale gelmeye başladığında,kendisiyle çelişki içine sürüklenir ve akıldışı haline gelir.Mutlakiyetçi aristokratik yönetimler,18. yüzyıla gelindiğinde gerçek-dışılık sergilemekteydi,zira burjuvazinin toplumda sahip olduğu statü,politik kurumlara yansımamıştı.Fransız devrimiyle birlikte,bu pratik kurumsallaştırıldı.Çok uluslu imparatorlukların parçalanması ve monarşik rejimlerinin yıkılması( Rus Çarlığı,Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu),bu paradigma temelinde değerlen-dirilmelidir.

Tarih sahnesinde rol oynayan kişiler,bu tarihsel ''kaçınılmazlığın'',bir nevi raslantısal aktörleridir. Toplumsal değişim kaçınılmazdır ve kişiler bu süreci yavaşlatabilir ya da hızlandırabilirler,ancak engel olamazlar.Engel demişken :D,konuyla ilgili olarak Engels'in görüşleri şöyledir:

''tüm toplumlara, tümleyeni ve görünüş biçimi rastlantı olan zorunluluk hakimdir. Burada kendini tüm rastlantılara zorla kabul ettiren zorunluluk, yine eninde sonunda ekonomik zorunluluktur. Büyük adam denilen kimseler işin içine burada girmektedirler. Filanca adamın ve özellikle de o adamın belli bir ülkede belli bir zamanda ortaya çıkması şüphesiz bütünüyle tesadüftür.. Ama bu adamı kesip atarsanız onun yerinin doldurulması talebiyle karşılaşırsınız ve onun yerini doldura-cak kişi bulunacaktır,iyi ya da kötü ama uzun vadede bu kişi bulunacaktır''.


Doğal seleksiyon kavramı kaçınılmazlık meselesini açıklamada güzel bir örnektir.Bir organizma içinde sonsuz sayıda mutasyon gerçekleşebilir.Ancak özel bir çevrede, bu mutasyonlardan biri, organizma için kullanışlıdır ve korunur.Diğerleri ise yok olur.Örnekteki çevreyi,Fransız devrimi sonrası ulusçuluğun yayıldığı Avrupa olarak düşünecek olursak,Prens Sabahattin'in federatif projeleri,ya da Enver Paşanın Turan imparatorluğu fikrinin 'çevre' ile uyumsuzluğu görülür.Geri-ye yukarıda bahsettiğim gibi tarihsel süreci durdurmayı denemek ya da yavaşlatmak yerine, bu akışı hızlandıracak 'akli' kişiye ihtiyaç kalmıştır.Bu misyonu da tarih Mustafa Kemal'e vermiştir.Saygılar...