1998 yılında her yıl geleneksel olarak verilen Magazin Gazetecileri Derneği’nin halk oylarıyla belirlediği “Yılın Sanatçısı” ünvanı Ahmet Kaya’nın olmuştu.
10 Şubat 1999 gecesi yapılıyordu tören ve ülkenin en meşhur simaları törendeydi ve show tv canlı canlı yayınlıyordu linci. Yılın sanatçısı ödülü için Ahmet Kaya’nın adı anons edildi ve “Giderim” adlı parçasını okumadan önce hafızalara kazınan şu konuşmayı yaptı.
“Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir KÜRTÇE şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.”
Faşist paranoya eyleme geçmeden önce iki gramlık aklını yokladı önce bir. Hayır, iki gramlık akıllarından başkaca bir şey geçmiyordu şunun dışında: Bu adam Kürt sözcüğünü kullanmıştı, cezalandırılmalıydı ve tepki gösterenin de nedenini bilmediği akıllara kazınan faşizan linç sahneleri başlamıştı.
Yaptığı konuşmaya karşı çeşitli protesto sesleri yükselirken, herkes linç etmek için yeter koşul olan vatan-millet-sakarya korosuna bir yerlerden gelip dahil olmuştu. Sahnede, milyonların önünde “Vurun Kahpeye” filminin 1999 versiyonu çekiliyordu. Ahmet Kaya, elinde ödülü, her zamanki olgunluğuyla, acı acı gülümseyerek şarkısını söyledi. Şarkı bitip yerine geçtiği sırada sözde sanatçıların “hangimiz daha Türk’üz” yarışması başlamıştı. İşbu yarışmanın muzafferi olabilmek için tek şart Kürt sözcüğüne en fazla tahammülsüzlük göstermekti. Tam bir itiş-kakış yaşanıyordu. Ahmet Kaya “Kürtçe” demişti çünkü.
Sunucular işlerin kötüye gideceğini anladıkları için sıradaki medya maymunu çağırdılar. Bu sözde sanatçı (Serdar Ortaç), salondaki faşist salya korosunın liderliğini üstleniyor ve derin göğüs ve sırt dekolteli dişi faşistler bu şarkıya eşlik ederek iki gramlık akıllarını da şarkının sözlerini (“Bu devirde kimse sultan değil, hükümdar değil, padişah değil / Atatürk yolunda tüm Türkiye / bu vatan bizim / ellerin değil”) gibi bir kahramanlık marşı haline getirerek harcıyorlardı. Artık geriye sadece gurur duyması için hiçbir nedeni olmayan vücut organlarının teşhiri kalmıştı. O da olmazsa, hiçbir işe yaramazlardı. Türkiye’nin en ünlü anchormanlerinden biri Kürt sözcüğüne gösterilen bu salyamsı histerik tepkiyi anlayışla karşılayarak tüm sanatçıları 10. yıl marşını söylemeye çağırdı. O sırada Ahmet Kaya’yı linç edilmekten sadece garsonlar kurtarıyordu. O gece salon “Kürt” sözcüğünden arındırılıp, dezenfekte edilip, olanca coşkusuyla devam etti. Linç girişiminin önderleri olan Serdar Ortaç, Ercan saatçi, Ebru Gündeş, Şenay Düdek (Ahmet kaya’ya “sünnetsiz pezevenk” demişti) faşist olduklarını ispatlamak için kırk yılda bir bulunan böyle bir fırsatı heba etmemişlerdi. Hiç kimse uzun vadede bir insanın kalp kriziyle sonuçlanacak bir cinayete giriştiğinin farkında değildi. Ne olmuştu da, gazinolarda göbekler atan, klibinde sevgilisinin göbeğinden zeytin yiyen, Nijeryalılarla klipler çekip adını aşk dedikodularına karıştıracak kadar lokallikten arınmış, magazin sayfalarında evine ekmek götürme nedeni sadece "kim, kiminle, nerede" bulup meraklılarına iletmek olan bu insanlar tek bir sözcükle böyle çileden çıkmışlardı. Kürt sözcüğünde böyle "Atam sen rahat uyu" moduna getirecek ne tür bir algı olabilirdi? Altı üstü sanatçı, Kürtçe bir klip çekeceğini ve bunu yayınlayacak yürekli insanların olduğunu aksi takdirde bunun hesabını vermenin zor olduğuna söylüyordu.
14 Şubat’ta Hürriyet gazetesi baş sayfasına büyük puntolarla “Ayıp Ettin Gözüm” başlığını atacaktı. Hürriyet ilgili haber çerçevesinde, Ahmet Kaya’nın Berlin’de Türkiye’nin bir bölümünü Kürdistan sınırları içerisinde gösteren bir resme yer veriyordu. Ahmet kaya’nın ayıp etme nedeni buydu işte. Türkiye’de işler böyle yürüyordu. Fotomontajla herhangi bir adam seçip, onu linç tahtasına oturtabiliyor ve yurdumun düşünme, sorgulama, hesap-kitap yapma sevmeyen insanlarına “La memmet, bahsana olum, Bu Ahmet gaya pkkcı olmuş …. goyim” dedirtebilirdiniz. İlk sorgusundan sonra tutuklanıp cezaevine gönderilen Ahmet Kaya, aynı gün avukatlarının yaptığı itirazla serbest bırakıldı.
O günün haber bültenleri hep Kürdistan haritası önünde saz çalan Ahmet Kaya’yı anlatıyordu. 10-15 dakikalık VTR’lerin tek dayanak kaynağı bir resimdi. Başka bir şey yok! Sadece bir tek resimle bir haber yapabilir, 10 resimle siz de bir haber bülteni sunabilirdiniz. Burası Türkiye’ydi çünkü! Devasa bir şaşkınlığa ve yalnızlığa sürüklenen aile, posta kutularına bırakılan mektuplar ve telefonlarla sürekli öldürülmekle tehdit ediliyorlar, kızlarını okula korka korka gönderiyorlardı. Ahmet Kaya sokağa ilk kez çıktığında marşlarla ve tükürüklerle karşılanıyordu. Küçük kızları Melis, babasının yüzünü TV’den hakaretler ve yalanlarla izliyor, eline aldığı her gazetede babasına edilen bir başka hakarete rastlıyordu.
Ahmet KAYA izleyen duruşmalarda, 1993 yılında hiç Almanya’ya gitmediğini, resmin fotomontaj olduğunu, fotomontaj olmasa da hiç kimsenin sahnenin arkasındaki bir dizayndan sorumlu tutulamayacağını anlattı, anlatmasına da ifitirayı atan Hürriyet gazetesi dahil hiçbir gazete bunları yazmadı. Çamur atılmış izi kalmıştı bir kere. Mahkeme, Hürriyet gazetesinden ilgili evrakı istedi. Ben uzun uzun yazmaktansa, istenen ve verilemeyen (çünkü yok) evrakın belgelerini veriyorum.
İşte bu da Hürriyet'in cevabı!
93 yılında, Ahmet KAYA’nın ölümüne giden sürecin, attığı iftirayla başını çeken Hürriyet, 94 yılında aynı Ahmet KAYA’ya yılın sanatçısı ünvanını veriyordu. Bu ironi mideleri bir kez daha bulandırıyordu.
Bundan sonraki günleri tam bir travma haliyle geçiyordu KAYA’nın. Gününün büyük çoğunluğunu yeni kaseti için stüdyoda geçiriyor, bu arada dostlarından bir merhaba duymak istiyordu. Ama iyi gününde yanında olan ne Urfalı İbrahim Tatlıses ne de Diyarbakırlı Mahsun Kırmızıgül, ne de doğulu şivesini zorlama İstanbul Türkçesiyle “kapatamayan” hayatında tek kelimeliyle dahi Kürtçe konuşma cesareti olmayan “Le le le, lo lo lo”cular, ona bir alo dememişlerdi.
Savcı duruşmada Kaya için 13,5 yıl hapis istiyordu. Ahmet Kaya, on iki sayfalık bir savunma yapmış ve
“Başka bir dilden, örneğin İtalyanca, Arapça ya da İngilizce şarkı söyleyeceğimi açıklasaydım, yine vatan haini ilan edilir miydim?" Diyerek sözcüklerle de nasıl yüzlere tükürüleceğini öğretiyordu bizlere.
“Her an yanı başımızda duyduğumuz ve konuşulan bu dili ben bilmediğim halde, bilen ve konuşan milyonlarca insanla aynı topraklarda yaşıyor olmam gibi nesnel bir gerçekten yola çıkarak bu dilden bir tek şarkı söyleme isteğim, bütün bir Türkiye halkı ve çocuklarımın önünde ‘Vatan Haini’ olarak suçlanmamı mı gerektiriyor sizce?” diye soruyordu mahkemeye. Ama halka Ahmet KAYA’nın bölücü olduğu iftirası dışında ekstra bir bilgi vermeye gerek duymuyordu Hürriyet gazetesi. Oysa bu bilgi evliliğin aşkı öldürdüğüne inanan ve kendini soyunmaya veren arka sayfa güzelinden daha az önemli bir bilgiydi Hürriyet için.
Mahkemeden sonrai günkü gazeteler slogan dışında bir bilgi barındırmadılar. Gazetelerin baş sayfalarını
“Yavşak”, “Soysuz”, “Şerefsiz”, “Alçak”, “Fikirsiz fikir suçlusu” hakaretleri süslüyor, Hürriyet ve benzeri gazeteler, okuyucuları "faşizm orgazmının" doruklarına çıkarılıyordu.
Kaya’nın daha önce anlaşmasını yaptığı bir Avrupa turnesi vardı. Ve mahkemeden yurt dışı yasağının kaldırılmasını istedi.
İçinde Kürtçe şarkının da olduğu albümü yaptığının ertesi günü Kaya yağmurlu bir İstanbul gününde tek bir Allah’ın kulunun elvedası olmaksızın çok sevdiği İstanbul’undan koparılıyor, Paris’e gidiyordu.
Kaya Avrupa’da konserlerine devam ettikçe, onun söylediği her cümle Türk basını tarafından manipüle edilerek izleyicilere
“İşte gördünüz mü, haklı çıktık!” formatında sunuluyor, sanatçının çok sevdiği ülkesiyle arasına her gün yeni kalın duvarlar örülüyordu.
Konserinde söylediği
“Birkaç şerefsizin yüzünden bana yaşatılanları, ülkemden bu kadar uzakta kalmayı ve içine düşürüldüğüm bu durumu içime sindiremiyorum. Kürt realitesinin kabul edilmesini istiyorum. Türkiyeli Kürt Ahmet olarak yaşamak istiyorum.” Cümlesi diğer günün gazete manşetlerinde “Vay Şerefsiz” sürmanşeti ve “Ahmet Kaya 64 milyona hakaret etti.” Gibi olağanüstü bir gazetecilik başarısıyla veriliyordu. Ahmet Kaya’nın kendisini anlatmak için başvurduğu hiçbir soruşturmacı, araştırmacı gazeteci ona müspet cevap vermiyor, onun yerini haber bültenlerini üstsüz güneşlenen Rus kadınlarıyla süslü “Bodrum plajları yine cıvıl cıvıl” haberleri yer alıyordu.
Yine söylediği
“Benim hesabım Türk halkıyla ya da Türkiye Cumhuriyeti’yle değil, benim sorunum kendim gibi ağlayan Kürt halkıyladır.” cümlesi
“PKK militanı gibi” bir süper ötesi yorumla izleyenlerin karşısına çıkarılıyordu.
“Bir Boşnak ‘Ben Boşnağım.’, bir Ermeni, ‘Ben Ermeniyim.’ vs. diyebiliyor. Neden bizim milletimiz ‘Ben Kürdüm.’ diyemiyor? 70 yıldır Yunanistan ile savaşan Türkiye onunla barışabiliyor da neden 1500 yıldır birlikte yaşadığı Kürtlerle barışamıyor?” dediği cümle
"Kaya yine kin ve küfür kustu.” Şeklinde evriltilerek ilim sahibi olmadan fikir sahibi olmak isteyen halka servis ediliyordu.
Bu karalama kampanyasında her geçen gün çıkan yeni bir haber(!) Kaya'nın yurda dönme ihitmaline her geçen gün darbe vuruyordu.
Ahmet KAYA Türkiye’de hakkında çıkan her gazete haberine kahroluyor, Paris’te kendisiyle röportaj yapan muhabire:
“Bak gözüm, ülkemin insanlarına selam götür ve söyle onlara: Bir kere de benim için baksınlar pencereden gökyüzüne; ama ne olur, unutma da söyle, bir kerecik de olsa benim gözlerimle baksınlar, tıpkı Mecnun’un Leyla’ya bakışı gibi…” diyordu. Ahmet Kaya ülkesine çok fena aşıktı, ve sonu mutsuz biten her aşk masalında olduğu gibi o da kendi sonuna doğru gidiyordu.
Eşi Gülten KAYA bir yandan Türkiye’de eşi Ahmet’in DGM deki duruşmalarına katılıyor bir yandan kızı Melis’in okuluyla ve can güvenliğiyle ilgileniyor, bir taraftan da her hafta Paris’e giderek eşine moral veriyordu.
Nihayet KAYA hakkında yürütülen aşağılık linç kampanyası meyvesini veriyor ve KAYA 3 yıl 9 ay cezaya çarptırılıyordu.
KAYA hakkındaki mahkumiyet kararına çok içerliyor ve aralarında Türk basınının değerli üyelerinin de(!) olduğu bir grup gazeteciye masum olduğunu anlatmaya çalışıyor. Tabi bu anlattıklarının hiçbiri gazeteceilerin ait olduğu gazetede yer bulma şansı bulamıyor, çünkü Sibel Can’ın eşi Hakan ural’la yaşadığı gerilim daha fazla haber değeri taşıyordu.
Ahmet KAYA, anlattıkça anlatıyordu:
“Ben Türkiye’nin ceza yasalarından hiçbirini ihlal ettiğimi düşünmüyorum. Adam öldürmedim, kimseyi dolandırmadım, hiçbir yeri soymadım, vergi kaçırmadım, namussuzluk yapmadım, uyuşturucu satmadım… Sadece düşündüklerimi söyledim. Şu anda Paris’in orta yerinde olmaktansa İstanbul’daki evimde, bir ayağı kırık mangalımın başında olmayı; isimlerini bilmediğim şarapları içmek yerine, kokusunu ve lezzetini hiç unutmadığım bir kadeh rakı içmek isterdim ya da Boğaz’a inerek köfte-ekmek yemeyi… Ve ardından, cila yerine geçecek bir bardak bira içmeyi... Devamında da eve, her zaman olduğu gibi, sokaklardaki polislerle şakalaşarak gitmeyi isterdim. Farkındaysanız, ‘Ahmet Kaya Özel Linç Programı’ bir ritüel halinde devam ediyor. Beni ülkemden gönderdiğinizi düşünüyor ve sonra da geri dönüp dönmeyeceğimi merak ediyorsunuz. Oysa ben zaten ordayım ve kolay kolay da başka bir yere gitmeye niyetim yok.” Diyordu.
Bu sürgün, dışlanmışlık, parçalanmışlık, çaresizlik çok ağır geliyordu. Aile parçalanmış, kızından ayrı kalmanın acısına bir de ülserin yol açtığı acı eklenmişti. Dilini bilmediği bu ülkenin insanları onu teselli edemiyor, memleket hasretine bir son vermiyordu.
Gülten KAYA ve kızı Melis, 16 Kasım 2000 sabahı koridordan gelen gürültüyle uyandılar. Bu Ahmet Kaya’nın kalbinin yeter artık dediği andı. Gülten ve kızları Melis gözyaşları ve hıçkırıklarla Ahmet’in kırgın kalbine yeniden hayat vermeye çabaladılar. Ama nafileydi. Sürgün, iftira, hakaretler Ahmet Kaya’nın sanatçı kalbinin kaldıramayacağı kadar fazlaydı. Hürriyet ve şürekası başarmıştı işte. Ahmet Kaya’nın cesedi teslim alınmıştı. O ölmüştü.
Arkasında, biri henüz yapım aşamasında 18 kaset, 200 civarında şarkı, ve yüreğimize ve beynimize kazınan şiirleriyle geçip gitti Ahmet KAYA. O bir dava adamıydı. Ülkem kazansın diyerek Tekel 2000 sigarası içecek kadar yurtsever, bütün dünyanın halkları kardeştir diyecek kadar enternasyonalist, ben nasıl takım elbise giyebiliyorsam türbanlı da türbanını özgürce her yerde giyebilmelidir diyecek kadar özgürlükçüydü. O sosyalistti, yurtseverdi, muhafazakardı, kısaca bizdi. Hepimiz bu yüzden çok sevdik onu. O halktı, Malatya’dan İstanbul’a gelirken tek sermayesi elindeki sazı ve beynindeki dava bilinciydi. Garson Ahmet olarak başladığı yolculuğu, Özgün Müziğin isim babası ve dünyadaki en ünlü temsilcisi olarak noktalıyordu. Öldüğünde Paris’teki mezarına onbinler akın ediyor, cenazesine Aleviler-Sünniler, Liberaller-Komünistler, Müslümanlar-Ateistler birlikte gözyaşı döküyor, öldüğü gece Gülten KAYA’ya İmam Hatiplilerin yüzlerce hatim indirdiği söylenince Gülten KAYA gözyaşlarını tutamıyordu.
Öldüğü günün ertesinde gazeteler, ki o gazeteler linç kampanyasının gönüllü neferleriydiler, KAYA’nın ölüm haberini; [b]“Yorgun Demokrat Öldü.” , “Kürtçe Kaseti Çıkaramadı.”, “Kalpten Öldü.”, “Ahmet Kaya Kalbine Yenildi.”, “Sürgünde Öldü.”, “Memleketine Küs Gitti.”, “Yorgun Demokrat, Kalbine Yenildi.” , “Yılmaz Güney’in Yanında Yatacak.”, “An Gelir Biter Muhabbet”, “Yüreğimizdesin.” gibi populist başlıklarla verdiler. Tarih tekerrür etmiş, medya Ahmet Kaya'yı övmek için ölmesini beklemişti.
Sonuç itibariyle, Ahmet Kaya öldü, ama Kürt ve Kürtçe sözcüklerinin yasak kalmasını arzu eden faşistlerin suratlarına tüküre tüküre bu realiteye kabul ettirenlerin arasına adını yazdırarak gitti. O bir bilinç taşıyordu ve bunu haykırmamak beyninde ödem oluşturuyordu. O beynindeki ödeme izin vermedi ve sadece çiğköfteyle, uzun havayla, le le le, lo lo loyla anılmak istenen Kürt olma hissiyatına "müziğimiz, yaşam duruşumuz da dahil" dedi. Dil dünyanın en masum olgusudur, yasaklanamaz dedi, yasaklatmadı. Bizzat devlet televizyonu TRT Kürtçe yayına başladı. Onu özel TVler izleyecek. Bir dilin unutulup gitmesine izin veremezdi Ahmet Kaya. İbo verebilirdi, Mahsun’u, Özcan deniz’i, Alişan’ı, İzzet yıldızhan’ı verebilirdi ama o veremezdi. Bedelini canıyla ödese bile doğru bildiğini haykıran bir adam olarak tarihe not düşüldü Ahmet Kaya, diğerleri ise sadece birkaç porsiyon lahmacun, çiğköfte yiyecek, fazladan birkaç göbek atacak, ya da biraz oraya biraz buraya yaranan birkaç film çekecek kadar daha yaşayacaklar. Ama tarih daha fazla yaşayanı değil, daha doğru yaşayanı yazacak.