Filmde Nicolas Cage, Los Angeles üzerinde gezinen ve kalp cerrahı Dr. Maggie Rice'la karşılaşan melek Seth'i canlandırıyor. Dr. Rice, bir hastanın nedensiz bir şekilde ameliyat masasında saybetmiş, kendine güveni altüst olmuştur. Seth, her ne kadar ölen hastaya yardım için orada olsa da, kendine güvenini tekrar kazanmasına yardım etmek istediği Maggie'den etkilenir. Maggie'in güvenini kazanmasını sağlarken ona aşık olur ve hep izleyip hiç yaşamadığı dünyevi hayata kavuşmanın yollarını aramaya başlar.
Filmde Nicolas Cage, Los Angeles üzerinde gezinen ve kalp cerrahı Dr. Maggie Rice'la karşılaşan melek Seth'i canlandırıyor. Dr. Rice, bir hastanın nedensiz bir şekilde ameliyat masasında saybetmiş, kendine güveni altüst olmuştur. Seth, her ne kadar ölen hastaya yardım için orada olsa da, kendine güvenini tekrar kazanmasına yardım etmek istediği Maggie'den etkilenir. Maggie'in güvenini kazanmasını sağlarken ona aşık olur ve hep izleyip hiç yaşamadığı dünyevi hayata kavuşmanın yollarını aramaya başlar.
Bir Tutam Baharat, 2003 Yunan-Türk ortak yapımı bir film. (Orijinal adı Politiki kouzina (Πολίτικη Κουζίνα) Uluslararası adı A Touch of Spice, politiki kouzina kelime anlamı ile "Şehrin mutfağı" anlamını taşır. Şehir İstanbul'dur. Diğer bir Türkçe isim olarak Baharatın Tadı da kullanılmıştır.
Bir Tutam Baharat, Yunan yönetmen Tassos Boulmetis’in yönettiği 2003 yapımı film. 2004 yılında Yunanistan tarafından Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü dalında yarışmak üzere seçilmiştir.
Biber acı ve kavruktur, tıpkı güneş gibi...
Tuz, ihtiyaç duyulduğunda birinin hayatınına ekilebilir...
Tarçın acı ve tatlıdır, tıpkı bir kadın gibi...
"Bir Tutam Baharat"ta, İstanbul’da büyüyen ve büyükbabası yemek pişirme konusunda bir filozof olan genç Yunanlı Fanis’in büyüleyici hikayesi anlatılıyor. Fanis, büyükbabasından, hayata ve yemeğe lezzet katmak için bir miktar tuz gerektiğini öğrenerek büyümüştür; ona göre hayatın ve yemeklerin "Bir Tutam Baharat"a ihtiyacı vardır. Fanis büyüdükçe muhteşem yemekler pişirmeye başlar ve yemek pişirme becerilerini kullanarak etrafındakilerin hayatına tat katar. 35 yıl sonra, büyükbabası ve ilk aşkını görmek için Atina’dan ayrılır ve doğdu yer olan İstanbul’a döner. Bu yolculuk aynı zamanda hayatında eksik olan baharatı bulmak içindir.
Bir Tutam Baharat”ın özyaşamöyküsel bir yanı var: Senaryonun da yazarı olan yönetmen Tassos Boulmetis, İstanbullu bir aileye mensup.
Yedi yaşındayken, çoğumuzun bilmediği bir 1964 olgusu olarak sessiz bir mübadelede ailesiyle birlikte Atina’ya göç etmek zorunda bırakılmış. Yemek pişirme ve baharat izleği de özyaşamöyküsel, ayrıca, filme bir eğretileme olarak hizmet ediyor: Farklı kültürler, toplumların tadı tuzudur...
“Çocuklar hızlı koşamaz… Acılardan hayal kurarak kaçarlar” derler. “The Fall” bu anlamda çocuksu saflığını koruyan gerçek bir kaçış sineması örneği… Aynı hastanede yatan dünyalar sevimlisi Alexandra (Catinca Untaru) ve sevgilisi tarafından terkedilmiş, üstelik daha ilk işinde sakatlanmış bir dublör olan Roy’un (Lee Pace) arkadaşlığı öykünün ana eksenini oluşturuyor, Roy’un kendi hayal kırıklıklarından, nefretinden ve sevgisinden beslenen bir öyküyü Alexandra’ya bir masalmışcasına kurgulayarak anlatması ile kendimizi eski filmlerdekine benzer bir intikam ve aşk serüveninin içinde buluyoruz. Herşeyi çalan ve sevdiklerini öldüren Zalim Vali Odious’a başkaldıran ve ondan intikam almak isteyen 5 mitik kahraman : Eski bir köle olan Otta Benga, Patlayıcı uzmanı Luigi, Karısının intikamı peşindeki Hintli, Yaşayan herşeyi seven, Maymunu Wallace ile maceraya katılan yarı çatlak ingiliz bilimci Charles Darwin ve ormanlarla konuşabilen, karnında kuşlar besleyen garip ama sadık Mystic…
Roy başlarda hevessizce başladığı hikayeye Alexandra’nın ısrarları ve intihar etmesi için gerekli morfini getireceği umuduyla devam eder. Öykü Roy’un karamsarlığı ile son bulacak gibi gözükür ama küçük Alexandra’nın taşıdığı umut herşeyi değiştirir.
The Fall afişinden rahatca anlayabilceğiniz üzere, son yıllarda izleyebileceğiniz en büyük görselliği vaadediyor. Sinemanın görüntü ile yaratılan bir sanat olduğunun bilincinde olan bir film… Açıkcası Gregory Colbert‘in “Ashes and Snow”undan beri böylesine çarpıcı bir görselliğe ve sinema tekniği ile yaratılmış bir şiire rastlamamıştım. Tüm oyuncuların döktürdüğü filmde Catinca Untaru ve Hollywood’un yeni cazibe ikonu Lee Pace oynamıyor, yaşıyorlar. Kesinlikle iki rol içinde daha iyi bir seçim olamazdı. Her iyi filmde olduğu gibi “The Fall”de müthiş bir sountrack’a sahip… Filmin müziklerini Krishna Levy yapmış, tema müziği olarak da Ludvig Van Beethoven’in 7. senfonisinden faydalanarak görselliğin müzikle kusursuz birleşiminden doğan bir şiir yaratılmış…
The Fall sadece birkaç saniyelik bir çekim için Mısır’a gidilme zahmetine giren, sinema yapmanın en heyecanlı yıllarına ve o yılların isimsiz kahramanları dublörlere büyük bir saygı duruşunda bulunan, “Oz Büyücüsü” başta olmak üzere tüm kaçış filmlerine, Buster Keaton‘a, Charlie Chaplin‘e sevgilerini sunan ve “Ben sinemayı seviyorum” diyen herkesin görmesi gereken müthiş bir film…
Ülkemizde de If İstanbul kapsamında gösterilen film, Berlin Film Festivali’nden de ödülle döndü. Tarsem Singh’in 18 farklı ülkede, 26 farklı gerçek mekanda çekimlerini gerçekleştirdiği The Fall’da hiç özel efekt kullanılmadı. Yönetmenin titizliği sonucu çekim ve post-prodüksiyon aşaması 4 yıl süren film, ilk geniş gösterimini ancak 2008'de yapabildi.
İzlediğimde Catinca Untaru' nun (Alexandra) küçücük yaşına rağmen sergilediği oyunculuktan müthiş etkilenmiştim. Beni duygulandırıp ağlatmayı başardı
Yanısıra yönetmen Tarsem Singh' in siyah beyaz sessiz sinemaya yönelik olumlu ve saygı dolu göndermelerle filmin akışına kattığı ambianslar, görsellik açısından da takdire şayan filmdeki kolajların da yerli yerine oturduğunu vurguluyordu.
Özetle sevgili sinner, paylaşımın için teşekkürler en kısa zamanda The Fall' ı, üçüncü kez izleme isteğimi sağladığın için...
Sevgi ve saygılar
kuşku aramızda bir dil oldukça, her sözcük ayrı çoğalacak beyin kıvrımlarımızda. kuşku aramızda bir dil.
sn milomanara dün bu filmi izledim ve epey eğlendim diyebilirim.
Söylenen her şeyin doğru olduğu , kimsenin inanmak gibi kavramdan haberdar olmadığı ateist bir toplumda, yalanın gücünü keşfederek insanları söylediklerine inandıran bir eziğin (başarı) öyküsü ...
Filmde dikkatimi çeken,
Mark'ın tüm insanlara öldükten sonra birer malikane verileceği masallarını anlatırken kendisinin kısa zamanda zenginleşip o malikaneye dünyadayken konuvermesiydi. Özetle bu hikayede peygamberlerin yaşantılarına benzerlikler olduğunu düşünüyorum