Yıldıztozu´isimli üyeden Alıntı
Bu şüpheme karşı sunduğun ''gerçeklik algımızın insanlığın uzun birikimleriyle oluşması, defalarca test edilmiş olması'' argümanını kabul ediyorum.
Ancak şüphe duymayı hala mümkün görüyorum. Zaten sorun da bu, her koşulda şüphe duymak mümkün. Hangi verilerle gelinirse gelinsin şüphe duymaya devam etmek mümkün.
|
Sevgili Yıldıztozu
Şüphe duymak -> öznel bir kavramdır, hatta biraz da psikolojik.
Bilgi açısından yeterli, yetersizlik, düzey,,,, önemli olan bu.
Şüphe -> insan eylemine, bir iradeye bağlı eylemlere -özne olarak başkası ve kendi-, gayeler ve altındaki niyetlere vb dayalı bir kavramdır.
Gerçeklikten söz ediyorsak, şüphe duymak ne bir dayanak, ne bir kıstas, ne de bir ölçüttür.
Şüphe -> zan'a, zan inanca götürür.
Sözde popüler bilim felsefesicilerinin ne dediği umrumda bile değil, kelimelerle oynayan lafazanlara benziyorlar.
Algılarımız şüphe için değil, bilgi içindir. Bilgi ise, yeterli-kafi-, yetersiz, gerekli, gereksiz, doğru, yanlış, şuna dair, buna dair, şu veya bunun şu yönüne dair(e göre), eksik, fazla, ölçüt-dayanak, veri, tahmin....
O kadar çok geçerli kelime var ki, şüphe doğru bir ifade değil.
Bir kavramdan söz ederken o kavramı anlamlı kılan temel yapılara, dayankalara bakmak gerekir.
Nesnel idealizmin yöntemlerinden birisine değineyim;
Sık, sık kullanılan idam kararlarına bakalım. İdama karşıyım o ayrı mesele...
Denir ki,
kişi suçsuz iken de idam edilmiş olabilir.
Öyleyse biz gerçeği asla bilemeyiz.
Oysa idam edilenlerden bir çoğu da, gerçekten suçlu da olabilir - çoğunlukla deliller, bu yöndedir.
bakınız
her iki durum da mümkün.
Başından beridir bir safsatadan söz ediyorum. İdealist indirgemecilikten, öznelcilikten, mantık hatalarından...
Başından beridir "e görelik" diyorum.
Yıldıztozu´isimli üyeden Alıntı
Diğer bir karmaşa da şu tanımla ilgili. ''Gerçekliği, öznenin algılama düzeyine indirgemek -> idealizmdir.''
Burada özne kelimesinin farklı kullanımları var.
Kişiden kişiye değişen(zevklerin öznelliği), türden türe değişen(türlerin biyolojik algılarındaki farklılıklar), zihne bağlı öznellik(kurguya dayalı tanrı yaratmak gibi), duyulara bağlı öznellik şeklinde farklılıklar.
|
bakınız GERÇEKLİĞİ demekteyim.
Yıldıztozu´isimli üyeden Alıntı
Duyulara bağlı öznellik, materyalizmle de bağlantılı. Yani görme, duyma gibi özellikler biyolojik ve fiziki olduğu için materyalisttir. O halde duyulara bağlı öznelliğe idealizm demek yerine ''öznel materyalizm'' diye bir kavram icat etmemiz gerekir.
|
Bilgi, özne-nesne ilişkisinde elde edilen verinin yorumudur. Bunu kaç kez söyledim? Yüzlerce kez. Özne farklı, öznelcilik farklı...
materyalistler nesnel ve öznel'i ret etmez. olduğu gibi alır ve aralarındaki farkı ve ilişkiyi bilir. bu ilişkiyi yok saymadığı gibi, koparmaz da. öznelci ise, nesnelliği kabul etmez veya nesnel gerçekliği, kendi düşüncesi, algısı, iradesine bağlar. yani fiziksel gerçekliğin, öznenin kendi kafasında yaratığı kurgu olduğunu, nesnel gerçeğin, varlığın, öznenin iradesi, düşüncesi, olumlaması dışında var olmadığını iddia eder. Bunun için de yukarıda ifade ettiğin ve konumuz açısından defalarca örneklerle izah etmeye çalıştığım halde, nesnelliği, salt öznenin algısı, iradesine indirgeyen söylemler geliştirirler. İlişkiyi kopartırlar.
Materyalizm ise;
Öznenin, fizik dünyasının bir parçası, bileşeni -form-yapı- olduğunu, bu form-yapının, maddi ilişkilere -etki-tepki- girdiğini, maddi ilişkiler sayesinde, öznenin, bu etkleşimleri
yorumlayarak düşünce, bilgi edindiğini, etki-tepki vermek yoluyla da gerçekliğin farkındalığına eriştiğini(farkındalık diyorum) dile getirirken, öznelcilik, nesnel dünyanın, özneye ait bir ürün, tezahür olduğunu söyler.
ÖZNELCİLİK konusunda, ne demek istediğimi dile getirebilmek için, ayrı bir yazı yazmam gerekiyor... Bu konuda defalarca örnek verdim, ama anlatamadım, gerçeklik konusunun nasıl öznelleştirildiğini izah edemedim.
Cep telefonu kullanıyorsun değil mi?
Bir verici istasyonu var.
Bu istasyon radyo sinyali gönderiyor. Bu istasyonun radyo sinyali göndermesi, senin telefonuna mı bağlı? Ve koca evrende 1 sen mi varsın?
diyorsun ki;
Telefonum bir sinyal alıyor, ama benim telefonum eski, kusurlu, yetersiz, ama sinyal alıyor!
Telefonum eski ise, yetersiz ise, gerçekte bir verici olduğuna dair bilgi edinemem.
öznelci kıstasa geliyorum,
vericinin varlığı, benim varlığıma, onu algılamama bağlı (!). Ben yoksam vericinin anlamı veya verici yok. O halde özneden bağımsız bir gerçeklikten söz edilemez.
denmektedir. Tekrar ediyorum, vericinin varlığı, öznenin o sinyalleri almasına bağlı değildir, ama öznenin bilgi edinebilmesi, o nesneyle gireceği etkileşime bağlıdır. Gerçeklik dediğimiz de, temelde özneden bağımsız varlığa dayanır.
Bu cevabı duyan öznelci, yokuşa sürmeye başlıyor.
Veri alıyor olduğumu iddia ediyorsun, iyi de benim alıcılarım ne kadar sağlıklı işliyor ki! Kusursuz değil ki. O halde o vericinin gerçekte neye benzediğini bilemem!
İnsaf, o şeyin varlığı, sizin o'nun tam anmıyla neye benzediğinizi bilmenize mi bağlıdır?
Şimdi öznelcilikle kastımı anladın mı bilmiyorum, ama bu kaçıncı örnektir hatırlamıyorum.
Oluşmak, dönüşmek, ilişki, ilişkilendirmek(dönüştürmek), form-yapı, işlemek.... Bir bütün halinde tüm bu kavramları, nesnel ilişkisiyle de kopartamadan ele almamız gerekir.
Tad, koku, renk gibi konular öznelciliğin idealizmin en sevdiği konulardır. Bu başlıkta dahi bulara dair yazdım. Gerçeklik konusunda tad, renk gibi, kişiye görelik arzeden davranış biçimlerini, nesnel ve maddi ilişkilerin yerine koymak bir hatadır.
örneğin renk konusunu ele alalım. İdealist der ki, gerçekte renk diye bir şey yoktur. Bunu bu şekilde biçimlendiren benim zihnimdir. (ışığın dalga boyui fekansı, şiddeti konusu da yok mu!?, yani salt zihine mi dayalı, farklı renkler, ışığın dalga boyuna da dayalı değil mi?)
Materyalist ise diyor ki, şu an rengi değil, nesnel gerçekliği tartışıyoruz, renk dediğimiz, ışığın çeşitli dalga boyları, frekanslarından, yani doğrusu etki-tepki prensibine göre çalışan
gözlerimize(maddi, nesnel, madde)etkiyen şiddetinden, aralığı-açısından ve bu dalga boyları, şiddet farklarından, edindiği tepkilerden hareketle mümkün olmaktadır. Biz bu şiddet, etkleşim farklarını
kodluyoruz ve hafıza ediyoruz ve hatta bizim bu yetimiz, zamanla gelişiyor, tecrübeyle gelişiyor, etkleşimlerle yetkinleşiyor... Ne özneyi ne de nesneyi dışlamadım...
Başka bir örnek;
Trafikte kaç kez karşıdan karşıya geçtin Yıldıztozu?
Karşıdan gelen araçların varlığı-yokluğu meselesinde, o an sen şunu mu yapıyorsun;
1.) Bu aracın motorunun kaç silindir olduğunu bilmiyorum, bu araca dair hiç bir teknik bilgiye sahip değilim. Şoförün yaşını bilmilyorum.... +500 detayını bilmiyorum
2.) Bu araç bana renkli göründü, renk diye bir şey yok öyleyse o araç da yok. (gerçi bana göre renk, ışığın dalgaboyu ve kombinasyonlarımızla ilgili, yani yine de salt zihinsel bir türetim yapmıyoruz)
3.) İnsan duyuları kusurludur dolayısıyla orada bir araç olup, olmadığını gerçekten bilme şansım yok.
4.) LSD kullanmışımdır belki, o halde hayal de görebiliyorsam, LSD kullanmadığın şu an, karşıdan gelen araçlar bir hayal olabilir.
5.) Her şeyden şüohe duymaktayım, halde orada bir araç var mı? Yok mu? var diyemem, yok diyemem, o halde ben bu yolu geçemem. Gidip bir köşeye kıvırılıp açlıktan, susuzluktan, eylemsizlikten ölüverim gari...
Sadece 1 nolu maddeyi ele al, orada bir aracın
varlığı, o aracın motoru, kabloları, hangi metallerin, sıvıların kullanıldığı, bu sıvıların kimyasal, moleküler yapısınnın ne olduğu, şoförün yaşı, evli, bekar durumu, yaşı vs hakkında detalı bilgi edinmene, senin duyularının kusursuz olmasına mı
bağlı?
Öznelci yargı ile kastettiğim şeyi daha nasıl izah edebilirim bilmiyorum. Konu o aracın varlığı-yokluğu meselesi... Aracın varlığı, aracın tam olarak(septiklerin kıstasını düşün) ne olduğunu (binbir yönüyle) senin bilmene mi, sana mı
bağlı?
Duyularımızın kusuru deyip duruyorsun, 1 milyar insan her gün karşıdan karşıya geçer, kazalar da olur elbette! Diyelim ki, 1 milyar kişiden %5'i kaza yaptı. Bunun en belirleyici sebebi aslında dikkatsizliktir. Neyse, duyularımızın kusurlu olması, renk, tad vs kişilere göre değişiyor olması, nesnel, basit gerçekliğin farkındalığına veya oradaki aracı görüp, görmememize engel değildir.
Sırf kaza geçirenlere
saltıklaştırıp, görme duyusunu, salt göremeyenlere indirgeyip -üstelik dikkatsizlik asıl sorun-, işte insan gerçeği bilemez, çünkü bunların hiç birisi üzerlerine gelen aracı görmedi! O halde insan göremez demek, safsata değil mi? Peki o geriye kalan %95, milyonarca gören insan ne olacak? Onlar, öznelci-subjektif iki yüzlülük veya sürekli ifade ettiğim gibi ahmaklıkla, görmezden gelinmiştir.
İçinde bulunduğumuz dünya ve fizik koşullarında, canlının süregiderliği ve devamını sağlaması için baskılanmadığı veya temel, bütün halinde belirleyici, dayatıma maruz olmadığı, gerekmediği etkleşimler, ya oluşmaz ya da körelir, bunu anlamak zor değil.
karşıdan, karşıya geçen insan paragrafıma geri dönebiliriz, insan bilgi namına %90'a dair etkileşiyor(imkan buluyor), etkileştiği şeylerin varlığı-gerçekliğini fark ediyordur da %10 dan direk haberi yoktur, birazından dolaylı ilişkilerle bilgi ediniyordur, birazı hakkında özel araçlar, yöntemler kullanıyordur, olabilir. Bilgi diyoruz, insan zaten bilgi edinebildiği şeye
dair konuşabilir, konumuz da bilgi edinebildiklerimizin dünyasıyla ilgilidir ki o halde zaten bu konuda edinebildiğimiz bilgi çerçevesinde konuşabiliriz. Gaipten konuşmalar anlamsız. Ve bilgi, dairdir, hakkındalık içerir, dolayısıyla mutlak, %100 bilgi gibi lafızlar anlamsızdır. Gerçeklik ise, tespit edilebilirliğe dayandığı için bilgi ve düşünceler için, en temeldeki kıstastır.
Bilginin kesinliği, yeterliliği, yetersziliği, spesifik konular. Bin bir çeşit konu, binbir çeşit bilgi durumu söz konusudur. Örneğin köleci sistemlerde, köleliğin varlığı bilgisi kesindir. İnsanlar nasıl köle yapıldı, kölelik koşullarını sağlayan nedir vs ise, çok daha farklı ve çok daha fazla faktörler içerir.
Bu ve benzeri meseleleri, "e göreliğinden", neye dairliğinden yalıtıp, sözde önermenin kaynağı, koşulu, esası yaparak, muğlak keliemelerden, özel, kesin yargılar oluşturmak safsatadır.