Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Genel Forumlar > Politika

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #11  
Alt 01-02-2021, 10:48
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (10): Reformcu ve Politikacı – Alexander Berkman
07/12/2020 20:04

BÖLÜM 10: REFORMCU VE POLİTİKACI
Reformcu kimdir, önerdiği şey nedir?

Reformcu ‘reform yapmak ve geliştirmek' ister. Gerçekten neyi değiştirmek istediğinden emin değildir: Bazen "insanlar kötü" der ve onları ‘değiştirmek' ister, bazen de koşulları ‘iyileştirmek' ister. Bir kötülüğü tamamen ortadan kaldırmaya inanmaz. Çürümüş bir şeyi ortadan kaldırmak onun için ‘fazla radikal'dir. "Tanrı aşkına," diye uyarır seni, "çok acele etmeyin." Her şeyi yavaş yavaş değiştirmek ister. Örneğin savaşı ele alalım. Reformcu elbette savaşın kötü olduğunu kabul eder; bu toplu cinayet, medeniyetimiz üzerinde bir lekedir. Ama ortadan kaldırmak mı? Hayır! Onu ‘düzeltmek' ister. Örneğin ‘silahlanmayı sınırlamak' ister. Daha az silahla daha az insan öldüreceğimizi söyler. Tabiri caizse katliamı daha düzgün hale getirmek için savaşı ‘insanileştirmek' ister.

Onun fikirlerini kişisel yaşamında takip edersen, ağrıdan seni mahveden çürük dişini bir anda çektirmezsin. Birkaç ay veya yıl boyunca onu her hafta biraz daha çektirirsin ve sonunda artık tamamen çektirmeye hazır olursun, böylece çok canın yanmaz. Reformcunun mantığı budur: Çok aceleci olmayın, kötü bir dişi tek seferde çektirmeyin.

Reformcu, insanları kanunla daha iyi hale getirebileceğini düşünür. Bir şey ters gittiğinde "Yeni bir yasa çıkarın." der, "Bu, insanları iyi olmaya zorlar."

İnsanları ‘iyi olmaya' zorlamak için yüzlerce, hatta binlerce yıldır yasaların çıkarıldığını unutur, ancak insan doğası her zaman olduğu gibi kalır. O kadar çok yasa var ki Philadelphia'nın ünlü avukatı bile yasa labirentinde kayboldu. Sıradan insan, yasaya göre neyin doğru neyin yanlış olduğunu, neyin adil olduğunu, neyin gerçek neyin yalan olduğunu söyleyemez. Özel bir sınıf -hakimler- neyin doğru ya da yanlış olduğuna, çalmaya ne zaman ve ne şekilde izin verildiğine, dolandırıcılığın ne zaman yasal olduğuna ve ne zaman olmadığına, cinayetin ne zaman doğru ve ne zaman suç olduğuna, hangi üniformanın işlediği cinayetin suç hangisinin suç olmadığına karar verir. Tüm bunları belirlemek için birçok yasa gerekir ve yasa koyucular yüzyıllardır (iyi bir maaşla) yasa çıkarmakla meşguller. Bugünse hala daha fazla yasaya ihtiyacımız var çünkü diğer tüm yasalar seni hâlâ ‘iyi' yapamadı.

Buna rağmen yasa koyucu, insanları iyi olmaya zorlamaya devam ediyor. Mevcut yasalar seni iyileştirmediyse o zaman daha fazla ve daha katı yasalara ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Daha sert cezaların suçu azaltacağını ve önleyeceğini iddia ederken "reformu" için bütün bir dünyayı insanlardan çalanlara başvuruyor.

Biri bir iş kavgasında para ya da başka bir şey için bir başkasını öldürürse reformcu paranın en kötü tutkuları uyandırdığını, insanları suça ve cinayete sürüklediğini kabul etmeyecektir. İnsan hayatını kasıtlı olarak almanın ölüm cezasını hak ettiğini iddia edecek, ardından devletin silahlı adamlarını yabancı bir ülkeye toplu cinayet için göndermesine hemen yardım edecektir.

Reformcu doğru düzgün düşünemez. İnsanların kendi yararlarına olduğunu düşündükleri için kötü davrandıklarını anlamaz. Yeni bir yasanın tüm bunları değiştireceğini söyler. O, doğuştan bir yasakçıdır: İnsanların kötü olmasını yasaklamak ister. Örneğin bir kişi işini kaybetmişse, bu konuda üzülüyorsa ve dertlerini unutmak için sarhoş oluyorsa reformcu ona iş bulması için yardım etmeyi düşünmez. "Hayır, yasaklanması gereken içkidir." diye ısrar eder. Aynı şekilde, yediklerinde ve yaptıklarında, düşündüğünde ve hissettiğinde seni yeniden şekillendirmek ister.

‘Reformlarının' bastırmaları gerekenden daha büyük kötülüklere; daha fazla aldatmacaya, yolsuzluğa ve kötülüğe neden olduklarını reddeder. Bir grup insanı diğerlerini gözetlemek için koyar ve ‘ahlak standardını yükselttiğini' düşünür; seni iki yüzlü olmaya zorlayarak ‘daha iyi' bir hale getirdiğini iddia eder.

Seni reformcudan bahsederek uzun süre meşgul etmek istemiyorum. Politikacıdan bahsederken reformcudan tekrar bahsedeceğiz. Ona karşı kaba davranmak istemiyorum, açıkçası reformcu dürüst olduğunda bir aptaldır ancak o bir politikacı olduğunda tam bir sahtekara dönüşür. Her iki durumda da -birazdan göreceğimiz gibi- dünyayı nasıl daha yaşanası bir yer haline getirebileceğimiz konusundaki sorunumuzu çözemez.

Politikacı, reformcunun yakın kuzenidir. Reformcu "Yeni bir yasa geçirin ve insanları iyi olmaya zorlayın." derken politikacı "Yasayı geçirmeme izin verin," der "işler daha iyi olacak."

Politikacıyı konuşmasından tanıyabilirsin. Çoğu durumda, omuzlarına tırmanmak isteyen bir leş yiyicidir. Oraya vardığında ciddi sözlerini unutur, yalnızca kendi hırslarını ve çıkarlarını düşünür.

Politikacı dürüst olduğunda seni en az bir hırsız kadar yanlış yönlendirir. Belki de ondan daha da kötüdür çünkü ona güvenirsin ve sana iyilik yapmadığında daha çok hayal kırıklığına uğrarsın.

Reformcu da politikacı da yanlış yoldadır. İnsanları kanunen değiştirmeye çalışmak, yeni bir ayna edinerek yüzünüzü değiştirmeye çalışmak gibidir. İnsanlar yasaları değiştirir, yasalar insanları değil. Yasa sadece tıpkı bir ayna gibi insanları yansıtır.

Reformcu ve politikacı "İnsanları suçlu olmaktan ancak yasa korur." der.

Bu doğruysa -eğer yasa suçu gerçekten önlüyorsa- o zaman ne kadar çok yasa olursa o kadar iyidir. Yeterince yasa çıkardığımızda artık suç kalmayacaktır. Buna neden gülüyorsun? Bunun saçma olduğunu bildiğin için gülüyorsun, yasanın yapabileceği en iyi şeyin suçu cezalandırmak olduğunu biliyorsun; yasa suçu önleyemez.

Yasanın bir insanın aklını okuyup orada bir suç işleme niyetini tespit edebildiği bir zaman gelirse, yasa o zaman suçu önleyebilirdi. Ancak bu durumda, yasanın bu önlemeyi yapacak polisi olmayacaktır, çünkü polisler hapishanede olacaktır. Ve eğer hukukun idaresi dürüst ve tarafsız olursa ne hakimler ne de yasa koyucular olacaktır çünkü onlar da polislerle birlikte hapishanede olacaktır.

Ciddi konuşacak olursak; yasa suçu nasıl önleyebilir? Bunu ancak suç işleme niyeti açıklandığında veya bir şekilde öğrenildiğinde yapabilir. Ancak bu tür durumlar çok nadirdir. Suçlu, planlarının reklamını yapmaz. O halde yasanın suçu engellediği iddiası tamamen temelsizdir.

"Ama cezalandırma korkusu," diye itiraz ediyorsun "suçu engellemiyor mu?"

Eğer durum bu olsaydı, suç uzun zaman önce durdurulurdu. Yasa bugüne kadar yeterince cezalandırmıştır ancak insanlığın tüm deneyimi, cezanın suçu engellediği fikrini çürütür. En ağır cezaların bile insanları suçtan korkutmadığı görülmüştür.

İngiltere ve diğer ülkeler sadece cinayeti değil çok sayıdaki daha küçük suçları da ölümle cezalandırdı. Yine de başkalarını aynı suçları işlemekten caydıramadı. İnsanlar daha sonra daha büyük bir korku uyandırmak için giyotinle asılarak ya da boğularak alenen idam edildi. Bu korkunç cezalar bile suçu önleyemedi veya azaltamadı. Halka açık infazların insanlar üzerinde acımasız bir etkiye sahip olduğu ve bir infaza tanık olan kişinin, tanık olduğu infazına tanık olduğu suçu derhal işledikleri vakalar kayıtlarda var. Bu yüzden yarardan çok zararı olan kamu infazları kaldırıldı. İstatistikler, idam cezasını tamamen ortadan kaldıran ülkelerde suç artışının olmadığını gösteriyor.

Elbette cezalandırılma korkusunun bir suçu engellediği durumlar olabilir ama genel olarak tek etkisi suçluyu daha dikkatli yapmaktır, böylece onun tespit edilmesi daha zor olur.

Genel olarak konuşursak iki tür suç vardır. Bazıları öfke ve tutku hararetinde işlenir; bu gibi durumlarda kişi sonuçları düşünmek için durmaz ve bu nedenle ceza korkusu bir faktör olarak devreye girmez. Diğer suç türü ise çoğunlukla profesyonelce ve soğukkanlılıkla düşünerek işlenir; bu gibi durumlarda cezalandırılma korkusu, suçluyu iz bırakmamak için daha dikkatli hale getirmeye hizmet eder. Profesyonel suçlunun iyi bilinen bir özelliği -ne sıklıkla yakalanırsa yakalansın- yeterince zeki olduğunu düşünmesidir. Tutuklandığı için her zaman belirli bir durumu, kaza eseri bir nedeni veya sadece ‘kötü şansı' suçlayacaktır. "Bir dahaki sefere daha dikkatli olacağım." der veya "Artık arkadaşıma güvenmeyeceğim." Ama ona verilebilecek ceza yüzünden suçtan vazgeçmeye dair en zayıf düşünceyi bile onda bulamazsın. Binlerce suçlu tanıdım, neredeyse hiçbiri olası cezayı dikkate almadı.

Ceza korkusunun caydırıcı bir etkisi olmadığı için suç tüm kanunlara ve mahkemelere, hapishanelere ve infazlara rağmen var olmaya devam ediyor.

Cezanın caydırıcı bir etkisi olduğunu varsayalım. Verilen tüm ağır cezalara rağmen insanların suç işlemesine neden olan bazı güçlü nedenler olmalı, değil mi?

Bu sebepler neler?

Her hapishane müdürü işsizlik arttığı zaman, insanlar zorda kaldığında hapishanelerin dolduğunu söyleyecektir. Bu gerçek, suçun nedenleri araştırıldığında da ortaya çıkar. En büyük oran doğrudan koşullardan, endüstriyel ve ekonomik nedenlerden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden hapishane nüfusunun büyük çoğunluğu fakir sınıftan gelir. Yoksulluk ve işsizliğin, beraberindeki sefalet ve çaresizlikle birlikte suçun başlıca kaynakları olduğu tespit edilmiştir. Peki yoksulluğu ve işsizliği önlemeye yönelik herhangi bir yasa var mı?

Bu suç nedenlerini ortadan kaldıracak herhangi bir yasa var mı? Bütün yasalar yoksulluğu ve sefaleti doğuran koşulları sürdürmek ve böylece her zaman suç üretmek için tasarlanmıyor mu?

Evinde bir boru patladığını varsayalım. Sızan su için patlayan yerin altına bir kova koyarsın, oraya kova koymaya devam edebilirsin ama patlayan boruyu onarmadığın sürece -ne kadar yakınırsan yakın- sızıntı devam eder.

Dolu hapishaneler bu kovalara benzer. İstedikleri kadar kanun geçirsinler ya da suçluları cezalandırsınlar; sızıntı, kırılan toplumsal boru tamir edilene kadar devam edecektir.

Reformcu ya da politikacı bu boruyu gerçekten onarmak istiyor mu?

Suçların çoğunun ekonomik nitelikte olduğunu söylemiştim. Yani parayla, mülkle, en az çabayla bir şey elde etme arzusuyla, sahtekarlık veya dolandırıcılıkla geçimini güvence altına alma arzusuyla ilgisi vardır.

Ancak bu, tüm yaşamımızın, tüm uygarlığımızın tutkusudur. Varoluşumuz bu tür bir ruha dayandığı sürece, suçu ortadan kaldırmak mümkün olacak mıdır? Toplum, elinden gelen her şeyi alma ilkesi üzerine inşa edildiği sürece, bu şekilde yaşamaya devam etmeliyiz. Bazıları bunu ‘kanun dahilinde' yapmaya çalışacak; daha cesur, umursamaz veya çaresiz olan diğerleri bunu kanunların dışında yapacaklardır. Yani hepsi aslında aynı şeyi yapıyor olacaktır.

Kanun dahilinde yapabilenler diğerlerine suçlu der. Yasaların çoğu ‘yasadışı' suçlular için ve böyle olabilecekler için çıkarılmıştır.

‘Yasadışı' suçlular sıklıkla yakalanır. Mahkumiyetleri ve cezaları esas olarak suç kariyerlerinde ne kadar başarılı olduklarına bağlıdır. Ne kadar başarılı olursa mahkûmiyet ihtimali o kadar az, cezası o kadar hafiftir. Nihayetinde kaderlerini belirleyecek olan işledikleri suç değil pahalı avukatlar tutma yetenekleri, siyasi ve sosyal bağlantıları, paraları ve nüfuzlarıdır. Yasanın tüm ağırlığını hissedecek olan genellikle fakir olan ve çevresi olmayanlar olacaktır. Hızlı bir ‘adalet' tecelli edecek ve en ağır cezayı alacaklardır. Yüksek mahkemelere yapılan itirazlar, parasız suçlunun yararlanamayacağı pahalı lüksler olduğundan, yasanın daha zengin suçlulara sunduğu çeşitli gecikmelerden yararlanamaz. Bu nedenle hapishane parmaklıklarının arkasında neredeyse hiç zengin insan görmezsin. Bunlar zaman zaman ‘suçlu bulunur' ancak çok nadiren cezalandırılır. Hapishanede çok sayıda profesyonel suçlu da bulamayacaksın. Bunlar ‘oyunu' bilir; arkadaşları ve bağlantıları vardır, sadece hapishaneden çıkmak için rüşvet verdiklerinde ‘para kaybederler'. Hapishanelerde görebileceğin kişiler şunlardır: Toplumun en fakirleri, kaza sonucu suça bulaşmış kişiler, çoğunlukla yoksulluk ve talihsizlikten ya da işsizlik ve genel çaresizlikten parmaklıkların arkasına düşmüş işçi ve köylü çocuklarıdır.

En azından bu insanlar maruz kaldıkları ceza tarafından değiştirilir mi? Nadiren. Bedenleri ve zihinleri zayıflamış, maruz kaldıkları ya da tanık oldukları kötü muamele ve zulümle katılaşmış, kaderlerine küsmüş şekilde hapishaneden çıkarlar. Onları en başta suçlu hale getiren koşullara geri dönmek zorundadırlar, artık ‘suçlu' olarak etiketlenmişlerdir, Onlara eski arkadaşları bile üstten bakar ve polis tarafından "sabıka kaydı" sebebiyle her yerde takip edilirler. Parmaklıkların arkasına dönmeleri çok da uzun sürmez.

Böylece toplumsal atlıkarıncamız dönüyor. Ve bu talihsizleri suçlu haline getiren koşullar her zaman yenilerini üretmeye devam ediyor, ‘yasa ve düzen' eskisi gibi sürüyor. Reformcu ve politikacı ise daha fazla yasa çıkarmakla meşguller.

Kanun çıkarma işi karlı bir iştir. Mahkemelerin, polisin ve sözde adalet mekanizmasının suçu gerçekten ortadan kaldırmak isteyip istemediğini hiç düşündün mü? Suçu ortadan kaldırmak polisin, dedektifin, şerifin; yargıç, avukat, hapishane müteahhitleri, gardiyanlar, milletvekilleri ve ‘adalet idaresi' ile yaşayan diğer binlerce kişinin yararına mı? Suçlu olmadığını varsayarsak bu ‘yöneticiler' işlerini koruyabilirler mi? Onları finanse etmek için vergilendirilebilir misin? Artık herkes gibi bir iş yapmak zorunda kalmazlar mı?

Bir düşün ve suçun "adalet dağıtıcıları" için kârlı bir gelir kaynağı olup olmadığını gör. Suçu gerçekten ortadan kaldırmak istediklerine inanabilir misin?

Onların ‘işi' suçluyu yakalamak ve cezalandırmaktır ama suçu ortadan kaldırmak onların çıkarına değildir. Çünkü onların ekmeği ve suyu suçtur. Suçun nedenlerine bakmamalarının nedeni budur. Her şeyden oldukça memnunlar. Onlar mevcut sistemin, ‘adalet'in ve cezanın, ‘yasa ve düzen'in en sadık savunucularıdır. ‘Suçluları' yakalar ve cezalandırırlar ancak suçu ve sebeplerini hiçbir şekilde umursamazlar.

"Buna karşı bir yasa yok mu?" diye soruyorsun.

Yasa, ‘yasa ve düzeni' korumak için mevcut koşulları sürdürmektir. Sürekli olarak daha fazla yasa yapılıyor, hepsi de aynı amaç için: Mevcut düzenin korunması ve sürdürülmesi. Reformcu buna ‘insanları şekillendirmek' diyor; politikacı ise ‘koşulları iyileştirmek'.

Ancak yeni yasalar insanları olduğu gibi bırakıyor ve koşullar genel olarak aynı kalıyor. Kapitalizm ve ücretli kölelik başladığından beri milyonlarca yasa çıkarıldı ancak kapitalizm ve ücretli kölelik hala varlığını sürdürüyor. Gerçek şu ki tüm yasalar yalnızca kapitalizmi güçlendirmeye ve işçilerin boyun eğmesini sürdürmeye hizmet ediyor. Seni, bedenini ve zihnini soyan, aldatan ve köleleştiren sistemi ayakta tutmaya hizmet ederken yasanın seni ve çıkarlarını koruduğuna inandırmak politikacının işidir: Bu, "siyaset bilimi"dir. Toplumun tüm kurumlarının tek bir amacı vardır: Sana hukuk ve devlet saygısı aşılamak, onun otoritesi ve kutsallığıyla seni korkutmak ve böylece cehaletine ve itaatine dayanan toplumsal düzeni desteklemek. İşin sırrı, efendilerin çaldıklarını gizlemek istemeleridir. Hukuk ve devlet, bunu yapmak için kullanılan araçlardır.

Devlet ve yasalar meselesinde büyük bir gizem yok. Onlar hakkında kutsal veya ruhani bir şey de yok. Eski yasalar kaldırılır ve yeni yasalar çıkarılır. Hepsi insanlar tarafından çıkarılır. Bu nedenle yasalar yanılabilir ve geçicidir. Onlarda ebedi veya değiştirilemez hiçbir şey yoktur. Ancak hangi yasayı çıkarırsanız çıkarın ve onları nasıl değiştirirseniz değiştirin, her zaman tek bir amaca hizmet ederler: İnsanları belirli şeyleri yapmaya zorlamak, onları başka şeyler yaptıkları için sınırlamak veya cezalandırmak. Yani yasaların ve devletin tek amacı insanları yönetmek, onların kendi istediklerini yapmalarını engellemek ve diğer insanların onlardan yapmalarını istediklerini onlara emretmektir.

Ama neden insanlar istediklerini yapmaktan alıkonulsun? Yapmak istedikleri şey nedir?

İnsanların yaşamak, ihtiyaçlarını karşılamak, hayattan zevk almak istediklerini göreceksin. Daha önce de belirttiğim gibi, bu meselede tüm insanlar birbirine benzer. Ancak insanların yaşamaları ve hayatlarından zevk almaları engellenecekse aramızda bunu yapmakla ilgilenen bazılarının olması gerekir.

Öyleyse aslında bizim yaşamamızı ve hayattan zevk almamızı istemeyen insanlar var çünkü hayatımızdan neşeyi aldılar ve bize geri vermek istemiyorlar. Kapitalizm ve kapitalizme hizmet eden devlet bunu başardı. İnsanların hayattan zevk almasına izin vermek, onları soymayı ve ezmeyi bırakmak anlamına gelir. Bu yüzden kapitalizmin devlete ihtiyacı var, bu yüzden bize ‘yasanın kutsallığına' saygı duymamız öğretiliyor. Yasayı çiğnemenin suç olduğuna inandırıldık ancak yasaları çiğnemek ve suç genellikle tamamen farklı şeylerdir. Yasaya aykırı herhangi bir eylemin toplum için kötü olduğuna inandırıldık ancak bu, yalnızca efendiler ve sömürücüler için kötü olabilir. Zenginlerin mal varlığını tehdit eden her şeyin ‘kötü' ve ‘yanlış' olduğuna, zincirlerimizi zayıflatan ve köleliğimizi yok eden her şeyin ‘suç' olduğuna inandırıldık.

Kısacası, zamanla sadece yöneticiler ve efendiler için yararlı olan bir ‘ahlak' geliştirildi. Bir sınıf ahlakı; bir köle ahlakı çünkü bizi kölelikte tutmaya yardımcı oluyor. Ve bu köle ahlakına karşı çıkana ‘kötü', ‘ahlaksız', ‘suçlu', anarşist deniliyor.

Sahip olduğun her şeyi elinden alırsam, sonra yaptığım şeyin senin için iyi olduğuna ve ganimetimi başkalarına karşı koruman gerektiğine seni ikna edersem, bu benim açımdan çok akıllıca bir hamle olur, değil mi? Ben çalıntı eşyalarımla güvence altında olurum. Ayrıca seni çalınan servetime kimsenin dokunmayacağına ve aynı şekilde daha fazla biriktirmeye devam edebileceğime, düzenlemenin adil ve senin çıkarlarına uygun olduğuna dair seni bir kural koymamız gerektiğine ikna etmeyi de başarabileceğimi varsayalım. Böylesine çılgın bir plan gerçekten uygulansaydı, o zaman bugün sahip olduğumuz devlet ve kapitalizmin ‘yasası ve düzenine' sahip olurduk.

Elbette insanlar onlara inanmasa ve onlara itaat etmese, yasaların hiçbir etkisinin olmayacağı açıktır. Bu yüzden yapılacak ilk şey, onları yasaların gerekli ve kendileri için iyi olduğuna inandırmaktır. Ve onları, kanunları kendilerinin koyduğunu düşünmeye yönlendirebilirsen daha da iyidir. O zaman yasaya itaat etmeye istekli ve hevesli olacaklardır. Demokrasi denen şey budur: İnsanları kendilerinin yöneticileri olduklarına ve kendi ülkelerinin kanunlarını kendilerinin geçirdiklerine inandırmaktır. Bir demokrasinin veya cumhuriyetin monarşiye göre en büyük avantajı budur.

Eski zamanlarda insanları yönetme ve soyma işi çok daha zor ve tehlikeliydi. Kral ya da toprak ağası, insanları kendisine hizmet etmeye zorlamak zorunda kalırdı. O, tebaasının kendisine itaat etmesi ve haraç ödemesi için silahlı ekipler tutardı. Ama bu pahalı ve zahmetliydi. Daha iyi bir yol, halkı krala karşı sadık ve onun kutsal hizmetine karşı "borçlu" olduklarına inanmaları için ‘eğitmek'te bulundu. Yönetmek daha sonra çok daha kolay hale geldi, insanlar kralın onların efendisi ve komutanları olduğunu biliyorlardı. Bununla birlikte bir cumhuriyet, yöneticiler için çok daha güvenli ve rahattır çünkü orada insanlar kendilerinin efendi olduğunu zannederler. Ne kadar istismar edildiklerinin ve ezildiklerinin önemi yoktur, bir ‘demokrasi'de kendilerini özgür ve bağımsız zannederler.

Bu nedenle, örneğin Birleşik Devletler'deki ortalama bir işçi kendisini egemen bir yurttaş olarak görür ancak ülkesinin yönetimi hakkında Rusya'daki açlıktan ölmüş köylünün Çar döneminde olduğundan daha fazla söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. Gerçekte sadece ücretli bir köle olmasına rağmen, özgür olduğunu düşünür. Günleri, haftaları, yılları ve tüm yaşamı madende veya fabrikada patrona peşkeş çekilirken ‘mutluluğun peşinde koşmak için özgürlüğe' sahip olduğuna inanır.

Zulüm altındaki insanlar köleleştirildiklerini bilirler ve bazen isyan ederler. Amerika halkı esaret altında ve bunu bilmiyor. Bu yüzden Amerika'da devrim yok.

Modern kapitalizm bilgedir. Kendisinin, halkın kanun koyucu organlara kendi temsilcilerini seçtiği ve dolaylı olarak cumhurbaşkanı için bile oy verdiği ‘demokratik' kurumlar altında gelişeceğini bilir. Kapitalist efendiler, ister Cumhuriyetçi ister Demokrat olsun, nasıl ve kime oy verdiğinle ilgilenmezler. Onlar için ne fark eder? Kimi seçersen seç, her şeyi olduğu gibi korumak için ‘yasa ve düzen' lehine yasa çıkaracaklardır.

İktidarların temel kaygısı, halkın mevcut sisteme inanmaya ve onu desteklemeye devam etmesidir. Bu yüzden seni kapitalizme ve hükümete inanman için ‘eğiten' okullar, kolejler ve üniversiteler için milyonlar harcarlar. Siyasetçiler ve politikacılar, valiler ve kanun koyucular sadece onların kuklalarıdır. Çıkarlarına aykırı bir yasa çıkarılmayacağını bilirler. Arada sırada belirli yasalarla mücadele edip başkalarını desteklediklerini gösterirler, aksi takdirde oyuna ilgini kaybedersin. Ancak yasalar, ne olursa olsun, efendilerin işlerine zarar vermemeye özen gösterecekler. İyi maaşlı avukatları, günlük deneyimlerin de gösterdiği gibi her yasayı ‘büyük çıkarlar'ın yararına nasıl çevrileceğini bilirler.

Bunun çok çarpıcı bir örneği, ünlü Sherman Antitröst Yasası'dır. Bu yasayı geçirmek ve organize edebilmek için binlerce dolar ve yıllarca enerji harcandı. Yasa demir bir el ile işçilere egemen olan ve büyüyen kapitalist tekele karşıydı. Uzun ve pahalı çabalardan sonra Sherman Yasası nihayet kabul edildi, işçi liderleri ve politikacılar emekçileri coşkuyla güvence altına aldıkları için bu yasanın yarattığı "yeni çağ" konusunda sevinçliydi.

Bu yasa neyi başardı? Tröstler bundan zarar görmedi; güvende ve sağlam kaldılar, aslında geliştiler ve büyüdüler. Ülkeye hükmediyorlar ve işçilere sefil köle muamelesi yapıyorlar. Her zamankinden daha güçlü ve refah içindeler.

Ama Sherman Yasası'nın başardığı önemli bir şey daha var. Özellikle 'emeğin çıkarlarının' üzerinden geçti, işçilere ve sendikalarına karşı çevrildi. Artık işçi örgütlerini ‘serbest rekabetin önlenmesi' kapsamında bölmek için kullanılıyor. Kapitalist tröstler rahatsız edilmeden yollarına devam ederken işçi sendikaları artık bu anti-tröst yasasıyla sürekli tehdit altındalar.

Dostum, sana siyasetin rüşvet ve ahlaksızlığından, mahkemelerin yolsuzluğundan ve ‘adalet'in kötü yönetiminden bahsetmeme gerek var mı gerçekten? Sana büyük Teapot-Dome Skandalı* ve petrol kiralama yolsuzluklarını, her gün yaşanan bin bir küçük skandalı hatırlatmama gerek var mı? Herkesin bildiği şeyler üzerinde durmak zekanı aşağılamak olur çünkü bunlar her ülkede siyasetin bir parçası ve bileşenidir.

Büyük kötülük, politikacıların yozlaşmış olması ve hukukun idaresinin adaletsiz olması değildir. Tek sorun bu olsaydı tıpkı reformcu gibi, siyaseti ‘saflaştırmaya' ve daha ‘adil bir yönetim' için uğraşmaya çalışabilirdik. Ama asıl sorun bu değil. Sorun saf olmayan siyasette değil bütün siyaset oyununun kökünden çürümüş olmasında. Sorun, hukukun idaresindeki aksaklıklarda değil bu hukukun kendisinin halkı edilgen hale getirmek ve insanları ezmek için bir araç olmasında.

Bütün hukuk sistemi ve devlet, işçileri köleleştirmek ve emeklerini çalmak için bir makinedir. Devlet ve yasaya bağlı gerçekleşen her reform da bu sebeple başarısız olmaya mahkumdur.

"Ama sendika!" diye haykırıyor arkadaşın; "İşçi sendikası, işçinin en iyi savunmasıdır."

*Teapot Dome skandalı, 1921'den 1923'e kadar Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olan Warren G.Harding'in yönetimini içeren bir rüşvet skandalıydı.

Çev.Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #12  
Alt 01-02-2021, 10:51
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (11): Sendika – Alexander Berkman
14/12/2020 19:53

BÖLÜM 11: SENDİKA

"Evet, sendika tek umudumuzdur.", sen de hemfikirsin; "Bizi güçlü kılıyor."
Aslında hiçbir zaman daha doğru bir şey söylenmedi: Birlik olmakta güç vardır. Bunu anlamak uzun zaman aldı ve bugün bile birçok proleter bunu tam olarak anlamıyor.


İşçilerin örgütlenme hakkında hiçbir şey bilmediği bir zaman vardı. Daha sonra koşullarını iyileştirmek için bir araya gelmeye başladıklarında, onlara karşı kanunlar çıkarıldı ve işçi örgütleri yasaklandı.


Efendiler çalışanlarının örgütlenmesine her zaman karşı çıktı, devletler onların sendikaları engellemelerine ve bastırmalarına yardım etti. Çok uzun zaman önce İngiltere ve diğer ülkelerde işçilerin örgütlenmesine karşı çok sert yasalar çıkarıldı. Koşulları kolektif çabayla iyileştirme girişimi ‘komplo' olarak tanımlandı ve yasaklandı. Çalışanların örgütlenme haklarını kazanmaları uzun zaman aldı; bunun için kavga etmeleri gerekiyordu. Bu da sana gösteriyor ki patronlar, kendileriyle kavga edilmediği ve kendilerine boyun eğdirilmediği sürece işçilere hiçbir şey vermemiştir. Bugün bile birçok işveren çalışanlarının örgütlenmesine karşı çıkıyor, mümkün olan her yerde engelliyor: İşçileri örgütleyenleri tutuklayıp şehir dışına sürüyor, yasa her zaman onların tarafında ve bunu yapmalarına yardım ediyor. Ya da patronların emirlerini yerine getirmek için güvenilebilecek sahte işçi örgütleri, sarı sendikalar oluşturma numarasına başvuruyorlar.


Efendilerin neden örgütlü olmanı istemediklerini, neden gerçek bir işçi sendikasından korktuklarını anlamak kolaydır. Güçlü ve mücadeleci bir sendikanın daha yüksek ücretler ve daha iyi koşullar gerektirebileceğini, bunun da plütokratlar için daha az kâr anlamına geldiğini çok iyi biliyorlar. Bu yüzden emeğin örgütlenmesini durdurmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Bunu durduramadıklarında, patronların çıkarlarına zarar vermemesi için sendikayı zayıflatmak veya yöneticilerini yozlaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar.


Efendiler örgütlü emeğin gücünü felç etmenin çok etkili bir yolunu buldular. İşçileri işverenlerle özdeş çıkarlara sahip olduklarına ikna ettiler; onları sermaye ve emeğin ‘özdeş çıkarlara' sahip olduğuna ve işveren için iyi olanın çalışanları için de iyi olduğuna inandırdılar. Ona ‘sermaye ve emek arasındaki uyum' gibi güzel bir isim verdiler. Çıkarların patronununkilerle aynıysa neden onunla savaşasın ki? Sana da bunu söylediler. Kapitalist basın, devlet, okul ve kilise aynı şeyi vaaz ediyor: patronunla barış ve dostluk içinde yaşıyorsun. Sanayideki büyük patronlar için çalışanlarının gündelik bir işte ‘ortak' olduklarına inanmaları iyidir: Daha sonra sıkı ve sadık bir şekilde çalışacaklardır çünkü ‘kendi çıkarları için' çalıştıklarını düşüneceklerdir. İşçiler daha iyi koşullar için efendileriyle savaşmayı düşünmek yerine sabırlı olacaklardır ve işveren onlarla ‘refahını paylaşana' kadar bekleyeceklerdir. Grevler ve iş durdurmalar konu olunca ‘kendi' ülkelerinin çıkarlarını ve refahını da göz önünde bulunduracak, ‘endüstriyi' ve ‘toplumun düzenli yaşamını' rahatsız etmeyeceklerdir. Eğer seni sömürenleri ve onların sözlerini dinlersen ‘iyi' olacaksın ve sadece efendilerinin, şehrinin ve ülkenin çıkarlarını göz önünde bulunduracaksın- ama hiç kimse senin ve ailenin çıkarlarını, sendikanın ve işçi sınıfından yoldaşlarının çıkarlarını umursamıyor. Patronun, senin ‘iyi' olman ve bencil olmaman üzerinden zenginleşirken seni de "Bencil olma!" diye uyarıyor. Bıyık altından gülüyor ve çok aptal olduğun için Tanrı'ya şükrediyor.


Ama şimdiye kadar beni dinlediysen, sermaye ile emeğin çıkarlarının aynı olmadığını biliyorsundur. Sözde "çıkarların tekliği" kadar daha büyük bir yalan icat edilmedi. Emeğin dünyanın tüm zenginliğini ürettiğini biliyorsun ve sermayenin kendisi yalnızca emeğin birikmiş ürünleridir. Biliyorsun ki, emek olmadan sermaye asla zenginleşemez. Öyle ki, bütün zenginlik haklı olarak emeğe, onu hem kafa hem de kol emeğiyle yaratan ve yaratmaya devam eden kadınlara ve erkeklere; yani dünyanın endüstriyel, tarımsal ve zihinsel işçilerine kısaca tüm işçi sınıfına aittir.


Efendilerin sahip olduğu sermayenin çalıntı mallar, çalıntı emek ürünleri olduğunu da biliyorsun. Kapitalist sanayi, emeğin ürünlerine efendi sınıfın yararına el koymaya devam etme sürecidir. Yani efendiler, emeğin ürünlerini kendilerine saklayarak var olurlar ve zenginleşirler. Yine de işçilerin, sömürücü ve hırsızlarla aynı çıkarlara sahip olduklarına inanmaları isteniyor! Düpedüz bir aptal dışında herhangi biri bu kadar açık bir sahtekarlığa kanabilir mi?


Bir işçi olarak çıkarlarının kapitalist efendilerin çıkarlarından farklı olduğu açıktır. Farklı olmaktan daha fazlası, tamamen zıttırlar. Aslında tam anlamıyla birbirine düşmandırlar. Patron sana ne kadar yüksek maaş öderse senden o kadar az kâr elde eder. Bunu anlamak büyük bir felsefe gerektirmez. Bundan kaçamazsın, hiçbir kıvırma ve kayıtsızlık bu katı gerçeği değiştiremez.


Sendikaların ve üyelerinin çoğu bunu anlamasa da işçi sendikalarının varlığı bile bunun kanıtıdır. Emek ve sermayenin çıkarları aynıysa neden sendika var? Eğer patron, bir patron olarak kendisi için iyi olanın senin yani çalışanı için de iyi olduğuna gerçekten inanıyorsa o zaman kesinlikle sana doğru dürüst davranacaktır, sana mümkün olan en yüksek ücreti ödeyecektir; o zaman sendikanın olmasının ne anlamı var? Ancak sendikaya ihtiyacın olduğunu biliyorsun: Daha iyi ücretler ve daha iyi çalışma koşulları uğruna savaşmana yardımcı olması için ona ihtiyacın var. Kiminle savaşmak için? Elbette patronunla, işvereninle, kapitalistle. Onunla savaşmak zorundaysan, senin çıkarların ve onunki aynı görünmüyor değil mi? Öyleyse değerli ‘çıkarların özdeşliğine' ne oldu? Ya da belki patronun kendi çıkarlarını anlayamayacak kadar aptal olduğu için patronunla daha iyi ücretler için savaşıyorsundur? Belki de sana daha fazla ödeme yapmanın onun için iyi olduğunu anlamıyordur?


Pekâlâ ‘çıkarların özdeşliği' fikrinin neye yol açtığını görebilirsin. Ve yine de ortalama işçi sendikası bu ‘çıkarların özdeşliği' üzerine inşa edilmiştir. Elbette Dünya Endüstri İşçileri (IWW), devrimci sendikalist sendikalar ve sınıfsal farkındalığa sahip diğer işçi örgütleri gibi bazı istisnalar vardır. Onlar durumu daha iyi bilirler. Fakat Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Amerikan Emek Federasyonu'na veya İngiltere, Fransa, Almanya ve diğer ülkelerin muhafazakâr sendikalarına ait olanlar gibi sıradan sendikaların tümü, emek ve sermaye arasındaki çıkarların özdeşliğini ilan ediyor. Yine de az önce gördüğümüz gibi, onların varlığı, grevleri ve mücadeleleri, ‘özdeşliğin' sahte ve yalan olduğunu kanıtlıyor. O halde sendikalar çıkarların özdeşliğine inanır gibi görünürken varoluşları ve faaliyetleri bunu ret mi ediyor?


Bunun nedeni, ortalama bir işçinin kendi adına düşünmeyi bırakmasıdır. Bunu kendisi adına yapmaları için sendika yöneticilerine ve gazetelere güvenmesi içindir ki onlar, işçinin doğru dürüst düşünmemesi gerektiğini biliyorlar. Çünkü işçiler kendileri için düşünmeye başlarlarsa devlet ve kapitalizm denen tüm yolsuzluk, aldatma, soygun şebekesini görürler ve buna katlanamazlar. İnsanların daha önce çeşitli zamanlarda yaptığı gibi yaparlar: Köle olduklarını anladıkları anda köleliği yok ettiler, daha sonra serf olduklarını anladıklarında serfliği ortadan kaldırdılar. Ücretli köleler olduklarını anladıkları anda, ücretli köleliği de kaldıracaklar.


O halde, işçilerin ücretli köle olduklarını anlamalarını engellemenin sermayenin çıkarına olduğunu görüyorsun. ‘Çıkarların özdeşliği' dolandırıcılığı, bunu yapmanın yollarından biridir.


Ancak işçileri bu şekilde kandırmakla ilgilenenler sadece kapitalistler değildir. Ücretli kölelikle kar elde edenler, sistemi sürdürmekle ilgileniyor ve doğal olarak işçilerin durumu anlamasını engellemeye çalışıyorlar.
Her şeyi olduğu gibi tutmanın kimin yararına olduğunu daha önce görmüştük: Hükümdarlara ve devletlere, kiliselere, kısaca orta sınıfa; işçilerin emeği ile yaşayan herkese. Ancak sendika yöneticilerinin kendileri bile ücretli köleliği sürdürmekle ilgileniyor. Birçoğu sahtekarlığı göremeyecek kadar cahil ve bu yüzden kapitalizmin iyi olduğuna ve onsuz yapamayacağımıza gerçekten inanıyorlar. Bazılarıysa gerçeği çok iyi biliyor ancak yüksek maaşlı ve etkili sendika yetkilileri olarak kapitalist sistemin sürmesinden yararlanıyor. İşçilerin her şeyi görmesi durumunda, onları yanılttıkları ve aldattıkları için bu yöneticileri hesap vermeye çağıracaklarını biliyorlar. Köleliklerine ve onları aldatanlara karşı isyan edeceklerdir, tarihte daha önce sık sık olduğu gibi ucu bir devrime varabilir. Ancak sendika yöneticileri devrimi umursamıyor, kendileri iyi koşullarda yaşamakla yetiniyorlar çünkü durum onlar için yeterince iyi.
Gerçekte işçi yanıltıcıları devrimi desteklemiyor; grevlere bile karşı çıkıyorlar ve ellerinden geldiğince engellemeye çalışıyorlar.
Bir grev patlak verdiğinde, insanlara ‘fazla ileri gitmemelerini' söyleyecekler ve patronla aralarındaki farklılıkları işçilerin genellikle en düşük payı aldığı ‘tahkim' yoluyla çözmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Patronlarla konuşmalar yapacaklar, bazı küçük tavizler için yalvaracaklar ve sıkça sendikanın aleyhine grevden ödün vereceklerdir ancak her durumda işçileri ‘yasa ve düzeni korumaya' teşvik edeceklerdir. Sessiz ve sabırlı olun diyeceklerdir. Sömürücülerle aynı masaya oturacaklar, onlar tarafından yenilecekler, onlarla yemeğe çıkacaklar ve devlete "araya girip" sorunu çözmesi için çağrıda bulunacaklardır ancak tüm emek sorunlarının kaynağından asla bahsetmemeye çok dikkat edeceklerdir. Ücretli köleliğin kendisine asla dokunmayacaklardır.
Örneğin Amerikan Emek Federasyonu'nda ayağa kalkıp tüm ücret sisteminin saf bir soygun ve dolandırıcılık olduğunu, işçilerin emeğinin tam ürününü talep ettiğini ilan eden tek bir yönetici gördünüz mü? Herhangi bir ülkede bunu yapan ‘sıradan' bir sendika yöneticisi olduğunu hiç duydunuz mu? Ne ben ne de bir başkası bunu şimdiye kadar görmedi. Aksine, dürüst biri bunu yapmaya cesaret ederse, onu ilk olarak rahatsız edici, ‘işçilerin düşmanı', sosyalist ya da anarşist ilan edenler sendika yöneticileridir. "Onu çarmıha gerin!" diye ağlayanlar ilk onlardır.


Bu tür insanlar çarmıha gerilir çünkü sermaye ve devlet -insanlar onayladığı sürece- bunu yaparak kendilerini güvende hissederler.


Asıl noktayı anlıyor musun dostum? Sendika yöneticileri, ücretli bir köle olduğunu anlamanı istiyor gibi mi görünüyor? Gerçekte efendilerin çıkarlarına hizmet etmiyorlar mı?


Sendika yöneticileri ve politikacılar dünyanın zenginliğinin tek üreticisi olarak büyük emeğin neye sahip olabileceğini çok iyi biliyorlar. Ama bilmeni istemiyorlar. Düzgün örgütlenmiş ve farkına varmış işçilerin köleliklerini ve boyun eğmelerini ortadan kaldırabileceklerini bilmeni istemiyorlar. Bunun yerine sendikanın yalnızca daha iyi ücretler almana yardımcı olmak için var olduğunu söylüyorlar ancak kapitalizmde durumunu çok fazla iyileştirmeyeceğinin ve patron sana ne kadar ödeme yaparsa yapsın, her zaman bir ücretli köle olarak kalman gerektiğinin farkındalar. Çok iyi biliyorlar ki grevle bir zam elde etmekte başarılı olsan bile artan yaşam maliyetiyle kazanımını tekrar kaybedeceksin, grevdeyken kaybettiğin maaşları söylemiyorum bile…


İstatistikler, önemli grevlerin çoğunun kaybedildiğini gösteriyor. Farz edelim ki grevi kazandın ve sadece birkaç hafta dışarıdaydın. O sürede daha yüksek maaşla çalışacağın aylarda geri kazanabileceğinden daha fazla maaş kaybettin.


Basit bir örnek: Greve gittiğinde haftada 40 dolar kazandığını varsayalım. Mümkün olan en iyi sonucu düşünelim, grevin sadece 3 hafta sürdüğünü ve 5 dolarlık bir artış kazandığını varsayalım. 3 haftalık grevinde 120 dolar maaş kaybettin. Şimdi haftada beş dolar daha fazla alıyorsun, kaybettiğin 120 doları geri alman 24 hafta sürecektir. Yani altı ay daha yüksek maaşla çalıştıktan sonra ödeşmiş olacaksın. Peki bu arada artan yaşam maliyetine ne diyeceksin? Çünkü sadece bir üretici değil aynı zamanda bir tüketicisin. Ve bir şeyler satın almaya gittiğinde eskisinden daha pahalı olduklarını göreceksin. Daha yüksek ücret, artan yaşam maliyeti anlamına gelir. Çünkü işveren sana daha yüksek bir ücret ödeyerek ne kaybettiyse ürünlere zam yaparak onu senden çıkaracaktır.


O halde daha yüksek ücret fikrinin gerçekte çok yanıltıcı olduğunu görebilirsin. İşçinin, daha fazla ücret aldığında, aslında daha iyi durumda olduğunu düşünmesine neden olur ancak gerçek şu ki -tüm işçi sınıfı söz konusu olduğunda- işçi, daha yüksek ücretle kazanırsa tüketici olarak kaybeder ve uzun vadede durumu aynı kalır. ‘Daha yüksek maaşların' olduğu bir yılın sonunda, işçinin elinde ‘daha düşük ücretler' elde ettiği zamandan daha fazlası kalmaz. Bazen durum daha da kötüdür çünkü yaşam maliyeti maaşlardan çok daha hızlı artar.


Genel kural budur. Elbette maaşların yanı sıra -işsizlik ve ürün azlığı gibi- yaşam maliyetini etkileyen başka faktörler de vardır. Ancak özel durumlara, endüstriyel-finansal kriz durumlarına veya olağandışı refah dönemlerine değinmemize gerek yok. Bizi endişelendiren, işçinin gündelik durumu, normal durumu. Ve normal durum onun her zaman bir işçi, bir ücretli köle olarak kalarak yaşamasına ve patronu için çalışmaya devam etmesine yetecek kadar kazanç sağlamasıdır. Arada sırada bir işçinin bir miktar parayı miras alması veya başka bir şekilde ele geçirmesi nedeniyle, işe girmesine veya kendisine zenginlik getirebilecek bir şey icat etmesine izin veren istisnalar bulacaksın. Ama hal böyleyken istisnalar senin durumunu değiştirmez. Yani tüm dünyadaki milyonlarca işçinin ortalamasını düşününce bir emekçi olduğun gerçeğini değiştirmez.
Bu milyonlar söz konusu olduğunda onlardan biri olarak, işin veya maaşın ne olursa olsun ücretli bir köle olarak kalırsın ve kapitalizm sistemine göre başka bir şey olma şansın yoktur.


O halde şu soruları sorabilirsin: "Sendikanın ne faydası var? Sendika yöneticileri bu konuda ne yapıyor?"


Gerçek şu ki sendika liderleri bu konuda hiçbir şey yapmıyor. Aksine, seni ücretli bir köle olarak tutmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bunu; seni kapitalizmin iyi olduğuna inandırarak; mevcut sistemi devlet, ‘yasa ve düzen' ile destekleyerek gerçekleştiriyorlar. Tıpkı okulun, kilisenin, devletin ve patronunun yaptığı gibi, bunun başka türlü olamayacağını söyleyerek seni kandırıyorlar. Aslında sendika yöneticisi, politik liderin devlet için yaptığı işin aynısını kapitalizm için yapıyor: Mevcut adaletsizlik ve sömürü sistemini hem destekliyor hem de bunun için destek buluyor.


"Ama sendika" diyorsun, "sendika neden işleri değiştirmiyor?"


Sendika belki bir şeyleri değiştirebilir. Ama sendika nedir? Sendika sadece sen, öteki dostun ve sizin gibi diğerleridir -üyeler ve yetkililer. Artık memurların, sendika yöneticilerinin bir şeyleri değiştirmekle ilgilenmediklerini anlıyorsun. O halde bunu yapmak üyelere kalmış, değil mi?


Bu kadar. Ancak üyeler -genel olarak işçiler- durumun neyle ilgili olduğunu anlamazsa sendika hiçbir şey yapamaz. Bu nedenle üyelerin, gerçek durumun farkına varması gerekir.


İşçi sendikasının gerçek amacı bu olmalıdır. Sendikanın işi üyelerini durumları hakkında bilgilendirmek, onlara neden ve nasıl soyulup sömürüldüklerini göstermek, bundan kurtulmanın yollarını ve araçlarını bulmak olmalıdır.


Bu, sendikanın işçinin çıkarlarını korumaya yönelik gerçek amacını yerine getirmek olacaktır. Kapitalist düzenin devleti ve hukukuyla ortadan kaldırılması, emeğin çıkarlarının tek gerçek savunması olacaktır. Ve sendika buna hazırlanırken aynı zamanda emeğin acil ihtiyaçlarıyla; mevcut koşulların iyileştirilmesiyle -kapitalizm içinde mümkün olduğu ölçüde- ilgilenmelidir.


Ama sıradan muhafazakâr sendikalar kapitalizm ve onunla bağlantılı her şeyi savunuyor. Senin bir işçi olduğun, bir işçi olarak kalacağın ve her şeyin olduğu gibi kalması gerektiğini kabul ediyor. Sendikanın yapabileceği tek şeyin biraz daha iyi ücretler almana, çalışma saatlerini kısaltmana ve çalıştığın koşulları iyileştirmene yardımcı olmak olduğunu iddia ediyor. Patronu bir iş ortağı olarak görüyor ve onunla sözleşmeler yapıyor. Ortaklardan biri -patron- neden bu tür bir sözleşmeden zengin olur, öteki ortak -işçi- ise her zaman fakir kalıp daha fazla emek verir ve ücretli bir köle olarak ölür? Herhangi bir şekilde eşit bir ortaklık gibi görünmüyor. Düzmece bir oyuna benziyor, değil mi?


Öyle. Bir tarafın kestanelerin tamamını ateşten çektiği ama bütün kestanelerin diğer tarafa kaldığı bir oyun. Bu hiç de eşit olmayan bir ortaklık ve işçilerin tüm grevleri, kapitalist ortağın büyük yığınından birkaç tane kestane vermesi için ona yalvarmak veya onu zorlamaktır. Tüm bunlar, işçi birkaç ekstra kestane almayı başardığında bile topu topu bir dolandırıcılıktır.


Yine de sana haysiyetinden, 'emeğin haysiyetinden' bahsediyorlar. Daha büyük bir hakaret düşünebiliyor musun? Hayatın boyunca efendilere köle oluyorsun, onlara hizmet ediyorsun, onları rahat ve lüks içinde tutuyorsun, sana hâkim olmalarına izin veriyorsun. Sana bıyık altından gülüyorlar ve aptallığından dolayı seni hor görüyorlar, sonra da seninle senin ‘saygınlığın' hakkında konuşuyorlar!


Kürsü ve platformda, okulda ve konferans salonunda, her sendika yöneticisi ve politikacı, her sömürücü ve düzenbaz, kendisi her zaman rahatça arkanda otururken 'emeğin haysiyetini' yüceltir. Seni nasıl aptal yerine koyduklarını görmüyor musun?


Sendika bu konuda ne yapıyor? Sendika yöneticileri sana ödettikleri yüksek bedel için ne yapıyor? Seni ‘örgütlemekle' meşguller, ne kadar iyi bir insan olduğunu söylemekle meşguller. Sendikanın ne kadar büyük ve güçlü olduğunu, yetkililerinin senin için ne kadar emek verdiklerini söylemekle meşguller. Ama ne yapıyorlar? Zamanları ufak tefek usül meseleleriyle, hizip çatışmalarıyla, yargı sorunlarıyla, kurul üyesi seçimleriyle, konferanslarla ve toplantılarla geçiyor. Elbette hepsini ödüyorsun ve bu yüzden yetkililerin her zaman büyük bir sendika hazinesine sahip ama sen bundan ne elde ediyorsun? Sen fabrikada ya da bir değirmende çalışıyorsun ve aidatlarını ödüyorsun, sendika yöneticin senin ne kadar sıkı çalıştığından ve nasıl yaşadığından "etkilenmekle" meşgul. Eğer dikkatleri şikayetlerine veya ihtiyaçlarına çekmek istiyorsan büyük bir kavga çıkarmak zorundasın.


Grev sorunu ele alındığında -daha önce de bahsettiğim gibi- yöneticilerin genel olarak buna karşı çıktıklarını fark edeceksin çünkü onlar da patron ve hükümdarı severler, kavgaya dahil olan rahatsızlıklar yerine ‘barış ve sessizlik' isterler. Sendika yöneticileri, yapabildikleri her an seni grev yapmaktan caydıracak, hatta bazen grevleri doğrudan engelleyecek ve yasaklayacaktır. Onların rızası olmadan greve gidersen örgütünü yasadışı ilan edeceklerdir. Ancak baskı direnemeyecek kadar güçlüyse grevi nezaketle ‘tanıyacaklardır'. Bir düşünsene: Çok çalışıyorsun ve yetersiz kazancınla, sana hizmet etmesi gereken sendika yetkililerini destekliyorsun ancak durumunu iyileştirmek için onlardan izin alman gerekiyor! Bunun nedeni, devleti hizmetkarın yerine efendin yaptığın gibi onları örgütünün patronları yapman veya vergilerinle maaşını ödediğin polise emir vermek yerine onun sana emir vermesine izin vermendir.


Greve çıktığında (ve diğer zamanlarda da) yasanın ve devletin tüm mekanizmasının her zaman patronun yanında olmasının nasıl mümkün olduğunu kendine hiç sordun mu? Neden grevciler binlerce ve patron sadece bir iken, işçiler ve patron yasa önünde eşit haklara sahip vatandaşlar olması gerekirken devlet patrona hizmet eder? Mahkemelere ‘kendi' işine ‘müdahale etmene' karşı tedbir kararı çıkarttırabilir, polise seni grev hattından uzaklaştırtabilir, seni tutuklatabilir ve hapse attırabilir. Hiçbir belediye başkanı, polis şefi veya valinin bir grevde çıkarlarınızı korumak için polise veya milislere emir verdiğini duydun mu? İlginç, değil mi? Yine patron, grevini kırmak için polis koruması altında çok sayıda grev kırıcı tutabilir çünkü uzun süredir çalışıyorsun ve her zaman yerini almaya hazır bir işsizler ordusu var. Genelde sendika yöneticileri doğru şekilde örgütlenmene izin vermediği için grevini kaybedersin.


Örneğin bir New York gökdelenindeki duvarcıların aletlerini bıraktığını ancak aynı işte çalışan marangozların ve demir işçilerinin işte kaldığını gördüm. Sendikaları grevin onları ilgilendirmediğini çünkü başka bir sektöre ait olduklarını söyledi. Ya da grevcilere katılamazlardı çünkü bu, örgütlerinin patronla yapmış olduğu sözleşmeyi bozacaktı. 50 tanesi, sendikalı kardeşlerinin grev yaptığı binada çalışmaya devam ettiler. Yani aslında duvarcıların grevini kırarak efendilerine yardımcı oluyorlardı. Çünkü onlar başka bir zanaata, farklı bir sektöre aitti! Sanki emeğin sermayeye karşı mücadelesi, tüm işçi sınıfının ortak davası değil de bir zanaat meselesiydi!


Başka bir örnek: Pennsylvania'daki kömür madencileri grevdeydi ve Virginia'nın kömür madencileri grev yapanlara para konusunda yardım etmek için vergilendirilmişti. Virginia madencileri ‘sözleşmeye bağlı' oldukları için çalışmaya devam ettiler. Kömür madenciliği yapmaya devam ettiler, böylece kömür patronları piyasaya kömür arz edebilecek ve Pennsylvania madencilerinin greviyle hiçbir şey kaybetmeyeceklerdi. Bu patronlar grevi kömürün fiyatını yükseltmek için bir bahane haline getirerek kazanç bile elde ettiler. Neden Pennsylvania madencilerinin, kendi madenci arkadaşları grev kırıcılık yaptığı için, grevi kaybettiklerini merak ediyor musun? Eğer işçiler zanaat veya sektörle değil de sanayilerle örgütlenselerdi, tüm sanayi -ve gerekirse tüm işçi sınıfı- tek bir kişi gibi grev yapabilseydi herhangi bir grev kaybedilir miydi?


Bu konuya döneceğiz. Şu anda sana, sendika yetkililerinin kapitalizmle etkin bir şekilde savaşmak için uygun olmadığını vurgulamak istiyorum. Başarılı bir şekilde grev yapmak için bile uygun değiller. Durumunu maddi olarak bile iyileştiremezler.


Sadece işçileri farklı ve çoğu zaman muhalif örgütlere ayırmaya hizmet ederler, onları kapitalizmin iyi olduğuna inanmaları için eğitirler; inisiyatiflerini ve sınıfsal farkındalıkla düşünme ve hareket etme yeteneklerini felç ederler. Bu nedenle sendika yöneticileri ve muhafazakâr sendikalar mevcut kurumların en güçlü siperleridir. Bunlar kapitalizmin ve devletin bel kemiği, ‘yasa ve düzen'in en büyük destekleyicileridir ve ücretli kölelikten kurtulamamanın nedenidir.


"Ama sendika yetkililerimizi kendimiz seçiyoruz." diye itiraz ediyorsun, "Mevcut olanlar iyi değilse, başkalarını seçebiliriz."
Elbette yeni liderler seçebilirsin ama sendikan aynı derecede aptalca olduğu sürece, şu veya bu adamın yönetici olması fark eder mi? Gompers veya Green, Fransa'da Jouhaux veya İngiltere'den Thomas, sendikan aynı fikirler ve yanlış yöntemlere aptalca yapışır, kapitalizme inanır ve ‘çıkarların özdeşliğini' destekler. Zanaat örgütlenmesiyle işçileri böler ve güçlerini azaltır, patronla ortaklığı sağlar ve onlarla bir olup işçileri yaralayan sözleşmeler yapar, diğer birçok yolla da esaretinin rejimini destekler.


"O zaman sendika iyi değil mi?" diye soruyorsun.


Sendikada güç vardır ancak sendika gerçek bir sendika, gerçek bir emek örgütü olmak zorundadır. Çünkü her yerde işçiler -ne iş yaparlarsa yapsınlar veya hangi zanaata ait olurlarsa olsunlar- aynı çıkarlara sahiptir. Böyle bir sendika, tüm dünyada emeğin karşılıklı çıkarlarına ve dayanışmasına dayanacaktır. Tüm zenginliğin yaratıcısı olarak muazzam gücünün bilincinde olacaktır.


"Güç!" dememe itiraz ediyorsun. "Köle olduğumuzu söyledin! Köleler hangi güce sahip olabilir?"
Öyleyse bir bakalım.

Çev.Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #13  
Alt 01-02-2021, 10:53
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (12): Güç Kimin– Alexander Berkman
20/12/2020 18:06

BÖLÜM 12: GÜÇ KİMİN?

İnsanlar ülkelerinin büyüklüğünden, devletin ve kapitalist sınıfın gücünden bahsediyor. Bakalım bu gücün gerçekte nelerden oluştuğunu, nerede ve gerçekte kimde olduğunu görelim.


Bir ülkenin devleti ne demektir? Bakanlarıyla birlikte kral veya kabinesiyle birlikte başkan, parlamento veya kongre, çeşitli eyalet ve federal bakanlıkların yetkilileridir. Nüfusun tamamına kıyasla toplamda çok az sayıda insandan bahsediyoruz.


Şimdi, devlet denen bu bir avuç insan ne zaman güçlüdür ve gücü neyi içerir?


Devlet, insanlar yanındaysa güçlüdür. Devlete bir ordu, donanma ve para sağlarlar; ona itaat ederler ve işlemesini sağlarlar. Diğer bir deyişle, bir devletin gücü tamamen aldığı desteğe bağlıdır. Peki insanlar aktif olarak ona karşı çıkarsa herhangi bir devlet var olabilir mi? En güçlü devlet bile halkın yardımı olmadan, ülkenin işçilerinin yardımı olmadan herhangi bir şey yapabilir mi? Elbette, hiçbir devletin tek başına bir şey başaramayacağı açıktır. Yalnızca insanların onayladığı veya en azından yapılmasına izin verdiği şeyi yapabilir.


Örneğin Büyük Dünya Savaşı'nı* ele alalım. Amerikalı finansörler Amerika Birleşik Devletleri'nin savaşa girmesini istediler çünkü muazzam karlar elde edeceklerini biliyorlardı. Ama emeğin savaştan kazanacağı hiçbir şey yoktu. Emekçiler başka topraklarda arkadaşlarının katledilmesinden nasıl fayda sağlayabilirler ki? Amerikan halkı, Avrupa karmaşasına karışmaktan yana değildi. Daha önce de belirtildiği gibi, Woodrow Wilson'ı "Bizi savaştan uzak tutun." diyerek seçmişlerdi. Amerikan halkı bu kararlılıkta ısrar etseydi devlet bizi katliama sürükleyebilir miydi?


Wilson'u savaşa karşı seçmiş olan ABD halkı savaşa girmeye nasıl ikna oldu? Daha önceki bir bölümde açıklamıştım. Savaşa girmek isteyenler onun lehine büyük bir propaganda başlattı. Basında, okullarda ve vaaz kürsülerinde, geçit törenlerinde vatansever büyülerle, ‘demokrasi' ve ‘savaşı bitirmek için savaş' için denilerek propaganda yapıldı. Bu, halkı -tüm modern savaşlarda olduğu gibi- kapitalist bir kâr savaşı olmaktan çok, savaşın bir ‘ideal' için olduğuna inandırmanın iğrenç bir yoluydu. Halkın parasından milyonlarca dolar bu propagandaya harcandı. Sonuç olarak her şeyi halk ödüyor. İşçilere savaştan kendileri için harika şeylerin ortaya çıkacağı vaat edilerek yapay bir coşku geliştirildi. Bu, en büyük sahtekarlık ve dolandırıcılıktı. Ancak Birleşik Devletler halkı bu sahtekarlığa kandı ve gönüllü olmasa da zorunlu askerlik yoluyla savaşa girdi.


Peki işçilerin sözcüleri, sendika yöneticileri? Her zaman olduğu gibi, kendilerinin en iyi ‘vatanseverler' olduklarını kanıtlamak uğruna ve Mammon'un daha fazla şeref kazanması uğruna, sendika üyelerine gidip birbirlerini öldürmeleri için çağrı yaptılar. O zamanlar Amerikan Emek Federasyonu Başkanı merhum Samuel Gompers ne yaptı? Baş yardımcısı teğmen olan Başkan Wilson'ın sağ kolu oldu. O ve sendika yetkilileri, emeği katliam için toplama amacıyla sermayenin çavuşları oldular. Diğer ülkelerin sendika liderleri de aynısını yaptı.


‘Savaşı bitirmek için savaş' ile gerçekten hiçbir şeyin bitmediğini herkes biliyor. Aksine, Avrupa'da hiç olmadığı kadar büyük bir politik kargaşaya neden oldu; dünyayı bir öncekinden daha yeni ve daha korkunç bir savaşa hazırladı. Ama şimdi konumuz bu değil. Konuyu sadece sana Gompers ve diğer sendika yöneticileri olmadan, emekçilerin rızası ve desteği olmadan ABD'nin finans ve sanayi patronlarının isteklerini tamamıyla yerine getiremeyeceğini göstermek için anlattım.


Sacco ve Vanzetti'nin durumunu düşün. Amerika'nın örgütlü işçileri buna karşı olsaydı, engellemek için harekete geçmiş olsalardı, Massachusetts onları idam edebilir miydi? Massachusetts işçilerinin Eyalet Hükümeti'nin bu ölümcül hareketini desteklemeyi reddettiğini varsayalım: İşçilerin Vali'yi ve yetkilileri boykot ettiğini, onlara yiyecek sağlamayı bıraktığını, iletişim araçlarını kestiğini, Boston ve Charleston hapishanelerinin elektriği kestiğini varsayalım. Devlet işlevini yerine getiremeyecek kadar güçsüz olurdu.


Bu konuya açık ve önyargısız bir şekilde bakarsan, genel olarak inanılanın aksine, insanların devlete değil devletin insanlara ihtiyacının olduğunu göreceksin.


İnsanlar devlete yardım etmeyi kestiklerinde, itaati reddedip vergi ödemediklerinde ne olur? Devlet memurlarını destekleyemez, polisine ödeme yapamaz, ordusunu ve donanmasını besleyemez. Emirlerini yerine getirme araçları olmadan parasız kalır. Felç olur. Kendilerine devlet diyen bir avuç insan çaresiz kalır, güçlerini ve otoritelerini kaybederler. Onlara yardım edecek kadar insan toplayabilirlerse, halka karşı savaşmaya çalışabilirler. Başaramazlarsa veya savaşı kaybederlerse, o zaman vazgeçmek zorunda kalırlar. Onların ‘yönetimleri' sona erer.


Yani en güçlü devletin bile gücü tamamen halka, onların gönüllü desteğine ve itaatine bağlıdır. Bundan, devletin kendi başına hiçbir gücü olmadığı sonucu çıkar. İnsanlar otoritesine boyun eğmeyi reddettiği anda, devlet varlığını yitirir.


Peki kapitalizmin gücü nedir? Kapitalistlerin kendi başlarına bir güçleri var mıdır, yoksa güçleri nereden gelir?


Güçlerinin sermayelerinde, servetlerinde olduğu açıktır. Sanayilere, dükkanlara, fabrikalara ve arazilere sahipler. Ancak bu malların asıl gücü halkı kapitalistler için çalışmaya ve onlara haraç ödemeye istekli hale getirmesidir. İşçilerin kapitalistlere şöyle dediğini varsayalım: "Senin için kâr üretmekten bıktık. Artık sana köle olmayacağız. Araziyi sen yaratmadın; fabrikaları, atölyeleri veya dükkanları sen inşa etmedin. Onları biz inşa ettik ve bundan sonra onları çalışmak için kullanacağız, artık ürettiklerimiz senin olmayacak, insanlara ait olacak. Hiçbir şey alamayacaksın ve paran karşılığında sana yiyecek bile vermeyeceğiz. Tıpkı bizim gibi olacaksın ve bizim gibi çalışacaksın."


Ne olur? Kapitalistler yardım için devlete başvurur. Çıkarları ve mülkleri için koruma talep ederler. Ancak insanlar devletlerin otoritesini tanımayı reddederse devletler de çaresiz kalır.


Bunun devrim olduğunu söyleyebilirsin. Belki öyledir. Ama ne dersen de bu, şu anlama gelir: Devlet ve kapitalistler -siyasi ve ekonomik yöneticiler- halk onları efendi olarak kabul etmeyi reddettiğinde, övündükleri bütün güçlerinin ve iktidarlarının ortadan kalktığını anlarlar.


Merak ediyorsun, "Bu gerçekten olabilir mi?". Bu daha önce defalarca oldu ve çok da uzun sayılamayacak bir süre önce Rusya'da, Almanya'da, Avusturya'da oldu. Almanya'da yüce savaş lordu Kayzer, hayatını korumak için kaçmak zorunda kaldı çünkü halk onu istemediğine karar vermişti. Avusturya'da monarşi, halk onun tiranlığından ve yolsuzluğundan bıktığı için ortadan kaldırıldı. Rusya'da en güçlü Çar, başını kurtarmak için tahtından vazgeçti ve bunda bile başarısız oldu. Başkentinde onu koruyacak tek bir alay bulamadı ve halk ona boyun eğmeyi reddettiğinde tüm yüce yetkisi dumanların içinde kayboldu. İnsanlar onlar için çalışmayı bırakıp toprağı, fabrikaları, madenleri ve atölyeleri kendileri için aldığında, Rusya kapitalistleri çaresiz kaldı. Halk, düzgün bir iş yapmadıkları sürece onlara ekmek sağlamayı reddederse, Rusya'daki burjuvazinin tüm parası ve ‘gücü' onlara yarım kilo ekmek dahi sağlayamazdı.


Bunların hepsi neyi kanıtlıyor?


Sözde siyasi, endüstriyel ve finansal gücün -hükümetin ve kapitalizmin tüm otoritesinin- gerçekte halkın elinde olduğunu kanıtlıyor. Bu gücün sadece insanların, halkların elinde olduğunun kanıtıdır.


Bu güç, halkın gücü gerçektir: Hükümdarın, politikacının veya kapitalistinki gibi elinden alınamaz. Mülkiyetten değil yetenekten kaynaklandığı için alınamaz. Bu yetenek yaratma ve üretme yeteneğidir. Dünyayı besleyen ve giydiren; bize yaşam, sağlık ve rahatlık, neşe ve zevk veren gücün kaynağı olan yetenek.


Bu gücün ne kadar büyük olduğunu kendine sorduğunda anlayacaksın:
İşçiler çalışmasaydı hayat mümkün olur muydu? Çiftçiler onlara yiyecek sağlamazsa şehirler açlıktan ölmez miydi?


Demiryolu işçileri işi askıya alırsa demiryolları çalışabilir mi? Kömür madencileri olmazsa herhangi bir fabrika, atölye veya değirmen faaliyetlerine devam edebilir mi?


Taşımacılık işçileri greve giderse ticaret veya alışveriş devam edebilir mi?
Elektrikçiler akımı sağlamazsa tiyatrolar, filmler, ofisin ve evin ışık alır mıydı?


Gerçekten şair şunları söyledi:
"Tüm çarklar sabit durur
Güçlü kolların ne zaman isterse."
Emeğin üretken gücü budur.
Herhangi bir siyasete, krala, cumhurbaşkanına, parlamentoya veya kongreye bağlı değildir. Bu, ne polise ne de orduya ve donanmaya bağlı değildir. Çünkü bunlar yalnızca tüketir ve yok eder, hiçbir şey yaratmazlar. Yasalara ve kurallara, yasa koyuculara veya mahkemelere, politikacıya veya plütokrata da bağlı değildir. Tamamen ve özellikle; fabrikada ve tarlada, sanayi ve tarım işçisinin beyninde ve kas gücünde işçilerin emeğinde, yaratma, üretme yeteneklerinde bulunur.


Bu üretken işçilerin -çekici ve sabanıyla, kasları ve aklıyla bütün kalabalıkların, bütün işçi sınıfının- gücüdür.
Bu sebepten, her ülkede işçi sınıfı nüfusun en kalabalık kısmını oluşturur. Aslında, tek hayati kısım da budur. İnsanların geri kalanı ise toplumsal hayatta rol alır ama gerekirse onlarsız da yapabiliriz, emekçi olmadansa tek bir gün bile yaşayamazdık. En önemli ekonomik güç onundur.
Devletin ve sermayenin gücü kendilerinden gelmez.


Emeğin gücü ise dışsal değildir. O kendine içkindir, çalışmak ve yaratmak yeteneğinin kendisidir. Tek gerçek güç odur.Yine de emek, toplumsal düzende en alt seviyede tutulur.


Kapitalizm ve devletin dünyası altüst olmuş bir dünya değil midir? Bir sınıf olarak toplumun en temel parçası olan, tek başına gerçek güce sahip olan işçiler mevcut koşullarda güçsüzdür. Onlar en fakir, en az etkili ve en az saygı duyulan sınıftır. Her tür baskı ve sömürünün kurbanları, en az takdir edilenler ve en az onurlandırılanlar, en çok hor görülenlerdir. Çirkin ve sağlıksız konutlarda sefil bir şekilde yaşarlar, ölüm oranı en çok onların arasında yüksektir. Hapishaneler onlarla doludur, darağacı ve elektrikli sandalye onlar için vardır.


Bu devlet ve kapitalizm, toplumumuzda emeğin ödülüdür; "yasa ve düzen" sisteminden elde ettiğin şey budur.


Böyle bir yasa ve düzen yaşamayı hak ediyor mu? Böyle bir toplumsal sistemin devam etmesine izin verilmeli mi? Başka bir şey, daha iyi bir şey ile değiştirilmemeli mi? Yasa ve düzenin değişmesini görmekte (devrimi görmekte) işçinin herkesten fazla çıkarı yok mu? Özellikle çıkarları için inşa edilmiş kendi örgütü -sendikası- bunu yapmasına yardım etmemeli mi?


Nasıl olacak?

Çev.Burak Aktaş


*İkincisi henüz gerçekleşmediği için 1.Dünya Savaşı'ndan bahsediyor

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #14  
Alt 01-02-2021, 10:57
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (13): Sosyalizm – Alexander Berkman
26/12/2020 19:52

BÖLÜM 13: SOSYALİZM

Bu soruyu sorduğunda, sosyalist sana şu cevabı veriyor:

"Sosyalist partiye oy ver. Partimizi seç. Kapitalizmi ortadan kaldırıp sosyalizmi kuracağız."

Sosyalist ne istiyor ve bunu nasıl elde edeceğini söylüyor?

Sosyalistlerin birçok farklı grubu var. Sosyal Demokratlar, Fabiancı Sosyalistler, Nasyonal Sosyalistler, Hristiyan Sosyalistler ve daha birçok farklı etiket altındaki sosyalistler. Genel olarak, hepsi yoksulluğun ve adaletsiz toplumsal koşulların ortadan kaldırılmasına inanıyor. Ancak hangi koşulların ‘adil' olacağı ve daha da önemlisi, onları nasıl hayata geçirecekleri konusunda çok da anlaşamıyorlar.

Bugünlerde kapitalizmi geliştirme çabalarına bile çoğu zaman ‘sosyalizm' deniyor, oysa gerçekte bunlar sadece reformlardır. Bu tür reformlar sosyalist olarak kabul edilemez çünkü gerçek sosyalizm kapitalizmi ‘iyileştirmek' değil onu tamamen ortadan kaldırmak anlamına gelir. Sosyalizm, emek koşullarının kapitalizm içindeyken özünde iyileştirilemeyeceğini öğretir. Aksine işçilerin çoğunun koşullarının, sanayiciliğin ilerleyerek gelişmesiyle birlikte giderek daha da kötüye gideceğini söyler. Yani kapitalizmi ‘reform' ve ‘iyileştirme' çabalarının doğrudan sosyalizme karşı çıktığını ve yalnızca sosyalizmin gerçekleşmesini geciktirdiğini savunur.

Önceki bölümlerde işçilerin köleleştirilmesinin, eşitsizliğin, adaletsizliğin ve diğer toplumsal kötülüklerin tekel ve sömürünün sonucu olduğunu; bu sistemin devlet denilen politik makine tarafından desteklendiğini gördük. Bu nedenle, kapitalizmin ve ücretli köleliğin ortadan kaldırılmasını desteklemeyen sosyalizm ekollerini –ki kendilerine sosyalist deme hakları yoktur- tartışmanın hiçbir amacı olmayacaktır. Tıpkı ‘zenginliğin adil dağıtımı', ‘gelirin eşitlenmesi', ‘tek vergi' veya diğer benzer planlar gibi sosyalist olduğu iddia edilen önerilerden bahsetmenin faydasız olduğu gibi. Bunlar sosyalizm değil sadece reformdur. Örneğin Fabianizm'deki gibi sade bir salon sosyalizmi, halklar için hayati bir değere sahip değildir.

Öyleyse temelde kapitalizm ve maaş sistemini ele alan işçiyle ve yoksun bırakılmışlarla ilgilenen -Sosyal Demokrat Hareket olarak bilinen- sosyalizm ekolünü inceleyelim. Bu ekol sosyalizmin tüm diğer biçimlerini uygulanamaz ve ütopik olarak değerlendirir. Kendisini -tüm sosyal demokratların incili ve rehberi olan- Karl Marks tarafından formüle edilen gerçek sosyalizmin tek sağlam ve bilimsel teorisi dedikleri Kapital'in sesi olarak adlandırır.

O halde marksist sosyalistler olarak bilinen Karl Marks'ın sosyalist takipçileri ne öneriyor?

Kapitalizmi ortadan kaldırmadıkça işçilerin asla özgür olamayacaklarını ve refaha eremeyeceklerini söylüyorlar. Üretim kaynakları ve dağıtım araçlarının özel girişimlerin elinden alınmasını öğretiyorlar. Yani toprak, makine, değirmenler, fabrikalar, madenler, demiryolları ve diğer kamu hizmetlerinin özel mülkiyete ait olmaması gerekir çünkü bu tür bir mülkiyet, işçileri ve genel olarak insanlığı köleleştirir. Bu nedenle, olmadıklarında insanlığın varlığını sürdüremeyeceği şeylerin özel mülkiyeti sona ermelidir. Üretim ve dağıtım araçları kamu malı haline gelmelidir. Serbest kullanım fırsatı; tekeli, faizi ve kârı, sömürü ve ücretli köleliği ortadan kaldıracaktır. Toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlik ortadan kalkacak, sınıflar ayağa kalkacak; tüm insanlar özgür ve eşit olacaktır.

Sosyalizmin bu görüşleri, çoğu anarşistin fikriyle tam uyum içindedir.

Şuanki mülk sahipleri mücadele etmeden mülklerinden vazgeçmeyecekler. Tüm tarih ve geçmiş deneyimler bunu kanıtlıyor. Ayrıcalıklı sınıflar her zaman kendi avantajlarına sahip çıkmışlar, toplum üzerindeki güçlerini zayıflatma girişimlerine de her zaman karşı çıkmışlardır. Bugün bile emeğin koşullarının iyileşmesi için verilen mücadelelere karşı çıkıyorlar. Bu nedenle -geçmişte olduğu gibi gelecekte de- onları tekellerinden, özel haklarından ve ayrıcalıklarından mahrum etmeye çalışırsan plütokrasinin karşı çıkacağı kesindir. Bu karşı çıkış, acı bir mücadeleyle bir devrime yol açacaktır.

Gerçek sosyalizm bu nedenle radikal ve devrimcidir. Radikaldir çünkü toplumsal sorunların kökenine kadar gider (radix Latince'de kök anlamına gelir); reformlara ve geçici değişikliklere inanmaz, her şeyi baştan sona değiştirmek ister. Devrimci, kan dökülmesini istediği için değil devrimin kaçınılmaz olduğunu açıkça öngördüğü için; mülk sahibi sınıflar ve mülksüzleştirilmişler arasında şiddetli bir mücadele olmaksızın kapitalizmden sosyalizme geçilemeyeceğini bilir.

"Ama bir devrim ise" diye soruyorsun, "sosyalistler neden onları göreve getirmemi istiyor? Devrim mücadelesini orada mı verecekler?"

Yerinde bir soru. Kapitalizm madem devrimle ortadan kaldırılacak, sosyalistler ne için görev arıyorlar, neden hükümete girmeye çalışıyorlar?

İşte tam da marksist sosyalizmin büyük çelişkisinin ortaya çıktığı yer, her ülkedeki sosyalist hareket için ölümcül olan ve onu işçi sınıfına herhangi bir şekilde faydası olmayacak şekilde etkisiz ve güçsüz kılan temel çelişki.

Sosyalizmin neden başarısız olduğunu, sosyalistlerin neden çıkmaz sokağa girdiğini ve işçileri neden özgürleşmeye götüremeyeceklerini kavramak için bu çelişkinin açıkça anlaşılması önemli bir gerekliliktir.

Bu çelişki nedir? Şudur: Marks, "devrimin, yeni bir topluma gebe olan kapitalizmin ebesi olduğunu" anlatmıştır. Yani kapitalizmden devrim olmaksızın sosyalizm çıkmayacaktır. Ama diğer yandan Marks Komünist Manifesto'sunda burjuvaziyi fethetmek için proletaryanın devletin siyasi mekanizmasını ele geçirmesi gerektiğinde ısrar etmiştir. İşçi sınıfı -Marks'a göre- sosyalist partiler aracılığıyla devletin dizginlerini kavramalı ve sosyalizmi başlatmak için siyasi gücü kullanmalıdır.

Bu çelişki, sosyalistler arasında büyük kafa karışıklığına neden oldu ve hareketi birçok fraksiyona ayırdı. Bunların çoğu, her ülkede bulunan sıradan sosyalist partiler, işlevi kapitalizmi ortadan kaldırmak ve yerine sosyalizmi getirmek olacak bir sosyalist hükümetin kurulması için siyasi iktidarın ele geçirilmesini savunuyor.

Böyle bir şeyin mümkün olup olmadığını kendin değerlendir. Sosyalistler en başta mülk sahibi sınıfların sert bir karşı çıkış olmaksızın servet ve ayrıcalıklarından vazgeçmeyeceklerini, bunun devrimle sonuçlanacağını kendileri kabul ediyorlar.

Düşün, yaptıkları işlevsel mi? Birleşik Devletler'i ele alalım. Elli yıldan fazla bir süredir sosyalistler Kongre'ye parti üyelerini seçtirmeye çalışıyorlar, yarım asırlık bir siyasi çalışmanın ardından Washington'daki Temsilciler Meclisi'nde sadece bir üyeleri var. Kongrede sosyalist çoğunluğu elde etmek, bu hızla gidilirse (ki bu hız gitgide azalacak) kaç yüzyıl alacak?

Sosyalistlerin bir gün bu çoğunluğu güvence altına alabileceklerini varsayalım. O zaman kapitalizmi sosyalizme çevirebilecekler mi? Tek tek eyaletlerin anayasalarının yanı sıra Birleşik Devletler Anayasası'nın da -her birinde üçte ikilik bir çoğunluk sağlanarak- düzeltilmesi ve değiştirilmesi gerekecektir. Dur ve düşün: Amerikan plütokratlar, tröstler, burjuvazi ve kapitalizmden yararlanan tüm diğer güçler; sessizce oturup anayasanın kendilerini mal ve ayrıcalıklarından mahrum bırakacak şekilde değiştirilmesine izin mi verecekler? Buna inanabiliyor musun? Jay Gould'un milyonlarını yasadışı olarak almakla suçlandığı sırada ne dediğini hatırlıyor musun? "Anayasanın canı cehenneme!" Ve her plütokrat, Gould kadar açık sözlü olmasa bile aynı şekilde hisseder. Anayasa olsun ya da olmasın, kapitalistler servetleri ve ayrıcalıkları için ölümüne savaşacaklardır. Ve devrimden kasıt tam da budur. Sosyalistleri göreve seçerek kapitalizmin ortadan kaldırılıp kaldırılamayacağına ya da sosyalizmin oy pusulasıyla oylanıp oylanamayacağına kendin karar verebilirsin. Ancak oy pusulaları ve mermiler arasındaki bir kavgayı kimin kazanacağını tahmin etmek zor değil.

Eski günlerde sosyalistler bunu çok iyi anlamışlardı. Daha sonra siyaseti sadece propaganda amacıyla kullanmak istediklerini iddia ettiler. Sosyalist ajitasyonun özellikle Almanya'da yasak olduğu günlerdeydi. Sosyalistler "Bizi Reichstag'a (Alman parlamentosu) seçerseniz, o zaman işçilere sosyalizmi orada vaaz edebiliriz ve halkı onun için eğitebiliriz." diyorlardı. Bunun o zaman için bir nedeni vardı, sosyalist konuşmaları yasaklayan yasalar Reichstag'da geçerli değildi. Sosyalistler, sosyalizmi savunma fırsatına sahip olmak için siyasi faaliyetten yana oldular ve seçimlere katıldılar.

Zararsız bir şey gibi görünebilir ancak bu, sosyalizmin mahvoluşunu getirdi. Çünkü amacınıza ulaşmak için kullandığınız araçlar çok geçmeden amacınız olur, bu her zaman için doğrudur. Örneğin varoluşun yalnızca bir aracı olan para, hayatımızın amacı haline geldi. Devlet de benzer şekilde. İlkel topluluk tarafından bazı köy işlerine katılmak üzere seçilen ‘yaşlı' yöneticiye, efendiye dönüştü. Sosyalistlerde de böyle oldu.

Yavaş yavaş tavırlarını değiştirdiler. Seçim toplantıları sadece bir eğitim yöntemi olmaktan çıktı, yavaş yavaş siyasi makamı güvence altına almak için amaca dönüştü. Yasama organlarına ve diğer hükümet pozisyonlarına seçilmek onların tek amacı haline geldi. Değişim doğal olarak sosyalistlerin devrimci ateşlerinin yavaş yavaş sönmesine yol açtı; soruşturmalardan kaçınmak ve daha fazla oy almak için onları kapitalizm ve hükümete yönelik eleştirilerini yumuşatmaya zorladı. Günümüzde sosyalist propagandanın ana vurgusu artık politikanın eğitimsel değerine değil sosyalistlerin göreve fiilen seçilmelerine dayanıyor.

Sosyalist partiler artık devrimden bahsetmiyor. Şimdi Kongre veya Parlamento'da çoğunluk elde ettiklerinde sosyalizmi yasallaştıracaklarını iddia ediyorlar: yasal ve barışçıl bir şekilde kapitalizmi ortadan kaldıracaklarını söylüyorlar. Başka bir deyişle, devrimci olmaktan çıktılar; yasayla bir şeyleri değiştirmek isteyen reformculara dönüştüler.

Öyleyse son birkaç on yıldır bunu nasıl yaptıklarını görelim.

Neredeyse her Avrupa ülkesinde sosyalistler büyük bir siyasi güç elde etti. Bazı ülkelerde artık sosyalist hükümetler var, diğerlerinde sosyalist partiler çoğunluğa sahip; başkalarında ise yine sosyalistler başbakanların yardımcılığını yapan kademeler de dahil olmak üzere devlet kademelerini, devletteki en yüksek mevkileri işgal ediyorlar. Sosyalizm için neler başardıklarını ve işçiler için neler yaptıklarını inceleyelim.

Sosyalist hareketin yatağı olan Almanya'da Sosyal Demokrat Parti çok sayıda hükümet dairesine sahip; üyeleri belediye, ulusal yasama-yargı organlarında ve Bakanlar Kurulu'nda. İki Alman Devlet Başkanı, Haase ve Ebert, sosyalistti. Şimdiki Reichskanzler (Şansölye), Dr. Herman Müller, bir sosyalisttir. Reichstag Başkanı Herr Loebe aynı zamanda Sosyalist Parti üyesidir. Scheidemann, Noske ve hükümette, orduda ve donanmada en yüksek mevkilerde bulunan çok sayıda diğer kişi, güçlü Sosyal Demokrat Parti'nin liderleridir. Onlar partinin davasını savunması gereken proletarya için ne yaptılar? Sosyalizmi yarattılar mı? Ücretli köleliği kaldırdılar mı? En azından bu amaçlar için girişimlerde bulundular mı?

Almanya'daki işçilerin 1918'de ayaklanması Kayzer'i ülkeden kaçmaya zorladı ve Hohenzollern Hanedanı'nın hükümdarlığı sona erdi. Halk sosyal demokratlara güvendi ve onları iktidara getirdi. Ancak sosyalistler hükümette bir kez güvende olduklarında halka karşı çıktılar. Alman burjuvazisi ve askeri kliği ile birleştiler, kapitalizmin ve militarizmin kalesi haline geldiler. Sadece halkı silahsızlandırıp emekçileri bastırmakla kalmadılar, aynı zamanda ihanetlerini protesto etmeye cesaret eden her sosyalisti vurup hapse attılar. Noske, devrim sırasında ordunun sosyalist şefi olarak, askerlerini işçilere karşı çıkardı ve onları -onu iktidara getiren proleterleri, kendi kardeşi olan sosyalistleri- toptan katletti. En sadık ve gözü pek devrimcilerden ikisi olan Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, 16 Ocak 1919'da Berlin'de sosyalist hükümetin göz yummasıyla ordu subayları tarafından soğukkanlılıkla öldürüldü. Anarşist şair ve düşünür Gustav Landauer ve Almanya'nın her yerinden çok sayıda işçi arkadaşı aynı kaderi paylaştı.

Haase, Ebert, Scheidemann, Noske ve onların Sosyalist teğmenleri devrimin hayati bir şeyi başarmasına izin vermediler. İktidara geldikleri an onu isyankâr emeği ezmek için kullandılar. Gerçek devrimci unsurların açık ve gizlice öldürülmesi, sosyalist hükümetin devrimi bastırmak için kullandığı araçlardan yalnızca biriydi. Sosyalist Parti, işçilerin yararına herhangi bir değişiklik yapmak bir yana, aristokrasinin ve efendi sınıfın tüm ayrıcalıklarını, çıkarlarını koruyarak kapitalizmin en gayretli savunucusu oldu. Bu nedenle Alman Devrimi, Kayzer'i kovmaktan başka hiçbir şey başaramadı. Krallık tüm unvanlarına, mülkiyetlerine, özel haklarına ve ayrıcalıklarına sahip olmaya devam etti; askeri kast, monarşi altında sahip olduğu gücü korudu; burjuvazi güçlendi, ekonomi kralları ve sanayi kodamanları eskisinden daha da büyük bir rahatlıkla Alman emekçisinin efendisi oldular. Arkasında milyonlarca oy bulunan Almanya Sosyalist Partisi, seçilmekte başarılı oldu. İşçiler ise tıpkı önceden olduğu gibi köle kaldılar ve acı çekiyorlar.

Diğer ülkelerde de manzara aynı. Fransa'da Sosyalist Parti hükümette güçlü bir şekilde temsil edilmektedir. Başbakanlık görevini de üstlenen Dışişleri Bakanı Aristide Briand, eskiden Fransa'daki partinin en büyük ışıklarından biriydi. Günümüzde kapitalizmin ve militarizmin en güçlü savunucusu. Eski sosyalist arkadaşlarının çoğu hükümetteki meslektaşlarıdır; daha birçok günümüz sosyalisti de Fransız Parlamentosu'nda ve diğer önemli mevkilerde bulunmaktadır. Sosyalizm için ne yapıyorlar? İşçiler için ne yapıyorlar?

Fransa'nın kapitalist rejimini savunmaya ve ‘istikrara kavuşturmaya' yardım ediyorlar; yüksek devlet memurlarının daha iyi maaş alabilmesi için vergileri artıran kanunlar çıkarmakla meşguller. Onlar -Fransız kardeşleri gibi- işçileri kan kaybetmek zorunda olan Almanya'dan savaş tazminatı toplamakla meşguller. Fransa'yı ve özellikle okullardaki çocuklarını Alman halkından nefret etmeleri konusunda ‘eğitmek' için çok çalışıyorlar; komşu ülkelere karşı şovenizm ve intikam ruhunu geliştirerek hazırladıkları bir sonraki savaş için daha fazla savaş gemisi ve askeri uçak inşa etmeye yardımcı oluyorlar. Fransa'nın her yetişkin erkek ve kadınını savaş durumunda seferber eden yeni yasa, önde gelen sosyalistlerden Paul Boncour tarafından tanıtıldı ve Temsilciler Meclisi'nin sosyalist üyelerinin desteğiyle kabul edildi.

Avusturya ve Belçika'da, İsveç ve Norveç'te, Hollanda ve Danimarka'da, Çekoslovakya'da ve diğer Avrupa ülkelerinin çoğunda sosyalistler iktidara geldi. Bazı ülkelerde tamamen iktidarlar, bazılarında ise kısmen. Ve her yerde, tek bir istisna olmaksızın aynı yolu izlediler. Her yerde ideallerinden vazgeçtiler, insanları aldattılar, siyasi yükselişlerini kendi çıkarları ve şanları için kullandılar.

Öfkeyle "Emeğin sırtında iktidara gelen ve sonra işçilere ihanet eden bu insanlar alçaklardır!" dediğini duyuyorum. Doğru ama hepsi bu kadar da değil. Bu sürekli ve düzenli ihanetin daha derin bir nedeni var. Bu neredeyse evrenselleşmiş olgunun daha büyük ve daha önemli bir nedeni var. Sosyalistler esasen diğer insanlardan farklı değildir. Tıpkı senin ve benim gibi onlar da insandır. Ve hiç kimse bir gecede alçak ya da hain olmaz.

Yozlaştıran şey iktidardır. İktidara sahip olduğunuz bilincinin kendisi, insanı tıpkı en iyi metali bile aşındıran en kötü zehir gibi yozlaştırır. Siyasetin her yerdeki pisliği ve kirliliği bunu yeterince kanıtlıyor. Dahası en iyi niyetlerle bile yasama organlarındaki veya hükümet pozisyonlarındaki sosyalistler, sosyalist nitelikte herhangi bir şeyi, işçilere fayda sağlayacak herhangi bir şeyi başarmada kendilerini tamamen güçsüz bulurlar. Çünkü siyaset, çalışma koşullarını iyileştirmenin bir yolu değildir. Asla olmadı ve olamaz.

Ahlaki yozlaşma ve kötüleşme yavaş yavaş gerçekleşir, o kadar kademeli olarak gerçekleşir ki kişi bunu fark etmez. Kongre'ye seçilmiş bir sosyalistin durumunu bir an için hayal edin. Diğer partilerden yüzlerce insan karşısında tek başınadır. Onların, kendisinin radikal fikirlerine karşı olduklarını hisseder, kendisini garip ve düşmanca bir atmosferde bulur. Ama o oradadır ve hali hazırda devam eden işe katılmak zorundadır. Bu işin çoğu -getirilen yasalar, önerilen yasalar- ona tamamen yabancıdır. Sosyalistin inandığı şeylerle hiçbir ilgisi yoktur, onu seçen işçi sınıfı seçmenlerinin çıkarlarıyla hiçbir bağlantısı yoktur. Bu sadece mevzuatın rutinidir. Ancak emeğe veya endüstriyel ve ekonomik duruma ilişkin bir yasa tasarısı ortaya çıktığında sosyalistimiz sürece katılabilir. Sürece katılır ve konuyla ilgili pratik olmayan fikirleri yüzünden ya görmezden gelinir ya da ona gülünür. Çünkü gerçekten pratik değiller. Yasalar en iyi senaryoda bile -önerilen yasa tekele yeni ayrıcalıklar verecek şekilde özel olarak tasarlanmadığında- kapitalist işleyişle ilgili konularla, bir hükümetle diğeri arasındaki bazı ticari antlaşmalar veya sözleşmelerle ilgilidir. Ama o sosyalist, sosyalist bir listeden seçildi ve kapitalist hükümeti ortadan kaldırmak, ticaret ve kâr sistemini tamamen ortadan kaldırmak onun görevidir, öyleyse sunulan ‘faturalar' üzerine ‘pratik olarak' nasıl konuşabilir ki? Elbette meslektaşları için bir alay konusu olur ve kısa süre sonra yasama salonlarında varlığının ne kadar aptal ve yararsız olduğunu görmeye başlar. Bu nedenle Almanya'daki Sosyalist Parti'nin en iyi insanlarından bazıları, örneğin Johann Most siyasi eyleme karşı çıktılar. Ama böyle dürüstlük ve cesarete sahip çok az insan vardı. Sosyalist genelde pozisyonunda kalır ve her geçen gün ne kadar anlamsız bir rol oynadığını fark etmek zorunda kalır. Çalışmada ciddi bir rol almanın, tartışmalarda sağlam fikirlerini ifade etmenin ve yargılamalarda gerçek bir faktör haline gelmenin bir yolunu bulması gerektiğini hisseder. Bu kendi onurunu korumak, meslektaşlarını saygıya zorlamak ve aynı zamanda seçmenlerine sadece bir kukla seçmediklerini göstermek için zorunludur.

Böylece rutini öğrenmeye başlar. Nehir taraması ve sahil ıslahı üzerine çalışır, ödenekleri okur, değerlendirilmek üzere gelen yüz faturayı inceler ve ara sıra söz aldığında -ki bu çok sık olmaz- sosyalist bakış açısıyla önerilen mevzuatı açıklamaya çalışır. Yapmak zorunda olduğu ‘sosyalist konuşmayı' yapar. İşçilerin çektiği acılar ve ücretli kölelik suçları üzerinde durur; meslektaşlarına kapitalizmin kötü olduğunu, zenginlerin ve tüm sistemin ortadan kaldırılması gerektiğini bildirir. Sıkıcı konuşmasını bitirir ve oturur. Politikacılar ise birbirlerine bakışlar atar, gülümser ve şaka yaparlar; sonrasında ellerindeki işe dönerler.

Sosyalistimiz alay konusu olarak görüldüğünü algılar. Meslektaşları onun ‘ateşli havasından' bıkmaktadır ve o, zeminini sağlama almakta gittikçe daha fazla zorlanır. Sık sık huzura çağrılır ve sadede gelmesi gerektiği söylenir. Ne konuşmasıyla ne de aldığı oyla kararlara en ufak bir şekilde bile etki edemeyeceğini bilir. Konuşmaları halka ulaşmaz bile; kimsenin okumadığı Meclis Tutanakları'nda kalır; siyasi entrikaların vahşi doğasında yalnız ve etkisiz bir ses olduğunun acı bir şekilde farkındadır.

O, seçmenleri yasama organlarına daha fazla yoldaş seçmeleri için çağırıyor. "Yalnız bir sosyalist hiçbir şeyi başaramaz." diye sesleniyor. Yıllar geçiyor ve sonunda Sosyalist Parti, birkaç üyesinin daha seçilmesini başarıyor. Her biri ilk meslektaşlarıyla aynı deneyimi yaşıyor ancak şimdi sosyalist doktrinleri politikacılara vaaz etmenin yararsızdan daha kötü olduğu sonucuna hızla varıyorlar. Mevzuata katılmaya karar veriyorlar. Sadece ‘devrim çığırtkanı' olmadıklarını; pratik insanlar, devlet adamları olduklarını, seçmenleri için bir şeyler yaptıklarını, çıkarlarını gözettiklerini onlara göstermeliler.

Bu durum onları yargılamalarda ‘pratik' bir rol almaya, ‘iş konuşmaya', yasama organında fiilen ele alınan konularla uyumlu olmaya zorlar. Bunların sosyalizmle veya kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla hiçbir ilgisi olmadığını gayet iyi biliyorlar. Tüm bu kanun yapma ve politik mumyalama, efendilerin halk üzerindeki hakimiyetini yalnızca güçlendirir; daha da kötüsü işçileri yasama meclislerinin kendileri için bir şeyler yapabileceğine inanmaya doğru yönlendirir ve onları siyasetle sonuç alabileceklerine dair sahte bir umutla aldatır. Bu şekilde onların durumlarını ‘iyileştirmek' için yasa ve devlete ‘bir şeyleri değiştirmek' için güvenmelerini sağlar.

Böylece devlet mekanizması işleyişini sürdürür, efendiler konumlarında güvende kalırlar. İşçilerin eylemleriyse yasama organlarındaki temsilcileri tarafından kendilerine ‘rahatlık' sağlayacak yeni yasalar vaatleriyle durdurulur.

Yıllardır bu süreç tüm Avrupa ülkelerinde devam ediyor. Sosyalist partiler, üyelerinin çoğunu çeşitli yasama ve hükümet pozisyonlarına seçtirmeyi başardılar. Bu atmosferde yıllar geçiren, iyi işlerin ve maaşın tadını çıkaran seçilmiş sosyalistler, siyasi mekanizmanın bir parçası haline geldi. Sosyalist devrimin kapitalizmi ortadan kaldırmasını beklemenin faydası olmadığını hissetmeye başladılar. Hükümette sosyalist çoğunluk elde etmeye çalışmak, "iyileştirme" için çalışmak daha pratikti. Şimdiyse çoğunluğa sahip olduklarında devrime ihtiyaç duymayacaklarını söylüyorlar.

Sosyalistler yavaş yavaş, adım adım değiştiler. Seçimlerde artan başarı ve siyasi gücü güvence altına alarak daha muhafazakâr oldular ve mevcut koşullardan memnunlar. Burjuvazinin zenginliğinin, nüfuzunun atmosferinde yaşayarak ve işçi sınıfının yaşamından, acılarından uzaklaşarak ‘pratik' dedikleri şey haline geldiler. Siyasi mekanizmanın işleyişini ilk elden görerek, onun ahlaksızlığını ve yolsuzluğunu bilerek o aldatma, rüşvet ve yolsuzluk bataklığında sosyalizm için umut olmadığını anladılar. Ancak az sayıda, çok az sayıda sosyalist, işçileri politikanın emeğin davasına yardım etme umutsuzluğu konusunda aydınlatacak cesareti buluyor. Böyle bir itiraf, maaşları ve avantajları ile siyasi kariyerlerinin sonu anlamına gelecektir. Bu yüzden onların büyük çoğunluğu düşüncelerini kendilerine saklamaktan ve yeteri kadar iyi yaşamaktan memnunlar. Güç ve konum, vicdanlarını yavaş yavaş bastırdı ve akıntıya karşı yüzecek güce ve dürüstlüğe sahip değiller.

Bir zamanlar dünyanın ezilenlerinin umudu olan sosyalizmin dönüştüğü şey budur. Sosyalist partiler, burjuvazi ve emeğin düşmanlarıyla el ele verdiler. İnsanlara, onların çıkarları için savaşıyormuş gibi görünerek kapitalizmin en güçlü kalesi haline geldiler. Oysa gerçekte sömürücülerle ortak bir amaç oluşturdular. Kendilerini o kadar unuttular ve orjinal sosyalizmlerine geri döndüler ki Büyük (Birinci) Dünya Savaşı'nda Avrupa'da bile sosyalist partiler, işçileri katliamlara yönlendirmek için devletlerine yardım ettiler.

Savaş, sosyalizmin iflasını açıkça gösterdi. Sloganı "Dünya işçileri birleşin!" olan sosyalist partiler, emekçileri birbirlerini öldürmeye gönderdi. Militarizmin ve savaşın düşmanları olmaktan ‘kendi' topraklarının savunucuları haline geldiler ve işçileri askerlerin üniformasını giymeye ve diğer ülkelerdeki arkadaşlarını öldürmeye çağırdılar.

Gerçekten tuhaf! Yıllardır proleterlere kendi çıkarlarının efendilerininkine zıt olduğunu, emeğin ‘zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmadığını' söylüyorlardı ancak ilk fırsatta emekçileri orduya katılmaya ve katliam yapabilmesi için hükümeti desteklemeye ve para vermeye çağırdılar. Bu, Avrupa'nın her ülkesinde oldu. Doğru, savaşı protesto eden sosyalist azınlıklar vardı ancak sosyalist partilerdeki baskın çoğunluk onları kınadı, görmezden geldi ve katliam için birbirleriyle sıraya girdiler.

Bu, yalnızca sosyalizme değil tüm işçi sınıfına ve insanlığın kendisine karşı yapılmış en korkunç ihanetti. Amacı dünyayı kapitalizmin kötülüklerine, vatanseverliğin cani karakterine, savaşın acımasızlığına ve yararsızlığına karşı eğitmek olan sosyalizm; insan haklarının, özgürlüğün ve adaletin savunucusu, daha iyi bir günün umudu ve vaadi olan sosyalizm; sefil bir şekilde devletin ve efendilerin savunucusuna dönüştü. Militaristlerin ve milliyetçilerin bakıcısı oldu. Eski sosyal demokratlar ‘sosyal vatanseverler' oldular.

Ancak bu, sadece ihanet yüzünden olmadı. Bu görüşü benimsemek, ana noktayı kaçırmak ve ondan çıkarılacak uyarı niteliğindeki dersi yanlış anlamak olacaktır. Hem doğası hem de etkisi bakımından ihanetti ve bu ihanetin sonuçları sosyalizmi iflas ettirdi, ona ciddiyetle inanan milyonları hayal kırıklığına uğrattı ve dünyayı karanlık gericilikle doldurdu. Ama bu yalnızca ihanet değildi, sıradan bir ihanet değildi. Gerçek sebep çok daha derinlerde yatıyor.

Harika bir düşünür (Hipokrat) "Ne yersek oyuz." demişti. Yani yaşadığımız hayat, içinde yaşadığımız çevre, düşüncelerimiz ve yaptığımız eylemler, hepsi ince ince karakterimizi şekillendirir ve bizi olduğumuz kişi yapar.

Sosyalistlerin uzun siyasi faaliyeti ve burjuva partileriyle iş birliği, yavaş yavaş düşüncelerini ve zihinsel alışkanlıklarını sosyalist düşünce tarzlarından uzaklaştırdı. Yavaş yavaş sosyalizmin amacının insanları eğitmek, kapitalizm oyununu görmelerini sağlamak; onlara hükümetin düşman olduğunu, kilisenin onları cehalet içinde tuttuğunu, günümüz toplumunun üzerine inşa edildiği hurafeleri ve yanlışları sürdürmek için tasarlanmış fikirlerle aldatıldıklarını öğretmek olduğunu unuttular. Kısacası sosyalizmin insanların zihninden ve hayatlarından karanlığı kovacak; onları cehalet ve maddeciliğin bataklığından çıkaracak ve doğal idealizmlerini, adalet ve kardeşlik arayışını özgürlüğe ve aydınlığa doğru canlandıracak Mesih olduğunu unuttular.

Unuttular. ‘Pratik' olmak için, bir şeyi ‘başarmak' için, başarılı politikacılar olmak için unutmaları gerekiyordu. Bir bataklığa dalıp temiz kalamazsınız. Zaten unutmaları gerekiyordu çünkü amaçları ‘sonuç almak', seçimleri kazanmak, iktidarı güvence altına almaktı. İnsanlara koşullarla ilgili tüm gerçeği anlatarak siyasette başarılı olamayacaklarını biliyorlardı çünkü gerçek sadece hükümeti, kiliseyi ve okulu düşmanlaştırmakla kalmaz, aynı zamanda insanların önyargılarını da açığa çıkartır. Bu yavaş ve zorlu bir süreçtir. Ancak siyasi başarı hızlı sonuçlar gerektirir. Sosyalistler mevcut güçlerle çok büyük bir çatışmaya girmemek için dikkatli olmalıydı; insanları eğitirken zaman kaybetmeyi göze alamazlardı.

Bu nedenle oy kazanmak onların ana hedefi haline geldi. Bunu başarmak için köşelerini tıraşlamaları gerekiyordu. Sosyalizmin yetkililer tarafından soruşturmayla sonuçlanabilecek, kiliseden hoşlanmayan veya bağnaz unsurların saflarına katılmasını engelleyebilecek kısımlarını yavaş yavaş tıraşlamak zorunda kaldılar. Uzlaşmaları gerekiyordu.

Onlar da bunu yaptı. Her şeyden önce devrimden bahsetmeyi bıraktılar. Acı bir mücadele olmadan kapitalizmin ortadan kaldırılamayacağını biliyorlardı ancak halka sosyalizmi yasayla, kanunla getirebileceklerini ve gerekli olanın hükümete yeterince sosyalist sokmak olduğunu söylemeye karar verdiler.

Hükümeti kötülüğün parçası olarak suçlamayı bıraktılar; işçileri -köleleştirme aracı olarak hükümetin gerçek karakteri hakkında- aydınlatmayı bıraktılar. Bunun yerine kendilerinin, sosyalistlerin ‘devlet'in en sadık ve en iyi savunucuları olduklarını iddia etmeye başladılar. Karşı olmak bir yana, onlar "yasa ve düzen"in en gerçek dostlarıydı. Yani onlar, sosyalistler, yasaları yapacak ve hükümeti yöneteceklerdi.

Bu nedenle hukuka ve devlete olan yanlış ve köleleştirici inancı zayıflatmak yerine, bu baskı aracı kurumların ortadan kaldırılması için onu zayıflatmak yerine, sosyalistler aslında halkın zorla otoriteye ve devlete olan inancını güçlendirmek için çalıştılar. Dünya çapında sosyalist partilerin üyeleri, devlete en güçlü şekilde inananlardır ve bu nedenle de devletçiler olarak adlandırılırlar. Ancak büyük öğretmenleri, Marks ve Engels, devletin yalnızca bastırmaya hizmet ettiğini ve insanlar gerçek özgürlüğe kavuştuğunda devletin ortadan kalkacağını açıkça söylemişti.

Siyasi başarı için sosyalist uzlaşma burada kalmadı. Daha da ileriye gitti. Sosyalist partiler oy kazanmak için halka organize dinin sahteliği, ikiyüzlülüğü ve tehdidi hakkında propaganda yapmama kararı aldı. Bir kurum olarak kilisenin, kapitalizmin ve köleliğin bir siperi olduğunu, her zaman böyle olduğunu biliyoruz. Açıktır ki kiliseye inanan, rahip tarafından yemin eden ve otoritesine boyun eğen insanlar, doğal olarak ona ve emirlerine itaat edeceklerdir. Cehalet ve batıl inançla dolu bu tür insanlar, efendilerin en kolay kurbanlarıdır. Ancak sosyalistler, seçim kampanyalarında daha büyük başarı elde etmek için, halkın önyargılarını kırmamak için din karşıtı propagandayı ortadan kaldırmaya karar verdiler. Dini bir ‘özel mesele' olarak ilan ettiler ve kiliseye yönelik tüm eleştirilerini ajitasyonlarının dışında bıraktılar.

Kişisel olarak inandığınız şey aslında sizin özel meselenizdir ama diğer insanlarla bir araya geldiğinizde ve inancınızı başkalarına empoze etmek, onları sizin gibi düşünmeye zorlamak ve onları (gücünüz ölçüsünde) cezalandırmak için bir araya geldiğinizde, o zaman bu artık ‘özel meseleniz' değildir. Onlara göre, insanlara kâfir oldukları gerekçesiyle işkence eden ve diri diri yakan engizisyonun bile ‘özel bir mesele' olduğu söylenebilir.

Dinin ‘özel bir mesele' olduğunu ilan etmeleri, sosyalistlerin özgürlük davasına en büyük ihanetlerinden biriydi. İnsanlık, dinsel zulmü ve engizisyonları mümkün kılan korkulu cehalet, batıl inanç, bağnazlık ve hoşgörüsüzlükten yavaş yavaş sıyrıldı. Bilimin ve tekniğin ilerlemesi, matbaa ve iletişim araçları aydınlanmayı getirdi; insan zihnini kilisenin pençelerinden bir dereceye kadar kurtarmış olan da bu aydınlanmadır. Aydınlanmanın da kendi dogmalarını kabul etmeyenleri lanetlemediğini söylemiyorum. Aydınlanmanın zulmü de hala devam ediyor ama bilginin ilerlemesi kiliseyi insanın zihni, yaşamı ve özgürlüğü üzerindeki eski mutlak etkisinden mahrum bıraktı; tıpkı gelişimin aynı şekilde hükümeti halka mutlak köle ve serf olarak muamele etme gücünden mahrum bırakması gibi.

Geçmişte insanlar için böylesine özgürleştirici bir nimet olduğunu kanıtlamış olan aydınlanma çalışmalarına devam etmenin ne kadar önemli olduğunu o zaman kolayca görebilirsin; devam etmek, böylece bir gün batıl inanç ve zorbalığın tüm güçlerini tamamen ortadan kaldırmamıza yardım edebilir.

Ancak sosyalistler dini ‘özel bir mesele' ilan ederek bu en gerekli çalışmayı bırakmaya karar verdiler.

Bu tavizler ve sosyalizmin gerçek amaçlarının reddedilmesi oldukça iyi sonuç verdi. Sosyalistler ideallerin feda edilmesiyle siyasi güç kazandılar. Ancak bu ‘güç' uzun vadede zayıflık ve yıkım anlamına geliyordu.

Uzlaşmaktan daha yozlaştırıcı hiçbir şey yoktur. Bu yönde atılan bir adım bir başkasını gerektirir, onu gerekli ve zorlayıcı hale getirir, kısa sürede sizi yuvarlanan bir kartopunun gücüyle sarar ve çığa dönüşür.

Sosyalizmin gerçekten önemli ve özgürleştirici özellikleri birer birer kamuoyunda daha olumlu karşılanan görüşleri güvence altına almak, soruşturmaları azaltmak ve "pratik bir şey" gerçekleştirmek için; yani daha fazla sosyalistin göreve seçilmesini sağlamak adına siyasete feda edildi. Her ülkede yıllardır devam eden bu süreçte Avrupa'daki sosyalist partiler milyonları bulan üyelik sayıları elde ettiler. Ancak bu milyonlar hiç de sosyalist değildi. Onlar, sosyalizmin gerçek ruhu ve anlamı hakkında hiçbir fikri olmayan parti üyeleriydi; eski ön yargılara ve kapitalist görüşlere batmış erkekler ve kadınlar: Burjuva zihniyetli insanlar, dar görüşlü milliyetçiler, kilise üyeleri, ilahi otoriteye ve dolayısıyla insan yönetimine inananlar, insanın insan tarafından yönetilmesine inananlar, devlete ve onun baskı-sömürü kurumlarına inananlar, ‘kendi' hükümetlerini savunmanın gerekliliğine, vatanseverliğe ve militarizme inananlar…

Öyleyse, Büyük Savaş patlak verdiğinde birkaç istisna dışında her ülkede sosyalistlerin, yöneticilerinin ve efendilerinin anavatanı olan "anavatanı savunmak" için silahlanmaları şaşırtıcı mı? Alman sosyalisti, otokrat Kayzer için, Avusturyalı Habsburg monarşisi için, Rus çarı için, İtalyan kralı için, Fransız ‘cumhuriyeti' için savaştı ve böylece bütün ülkelerden ‘sosyalistler' on milyonu ölünceye ve yirmi milyonu sakat kalıncaya kadar birbirlerini katletti.

Siyasi, parlamenter eylem politikasının bu tür sonuçlara yol açması kaçınılmazdı. Çünkü gerçekte sözde politik ‘eylem', işçilerin ve gerçek ilerlemenin amacı olduğu sürece, eylemsizlikten daha kötüdür. Politikanın özü yozlaşmadır, uzlaşmadır, ideallerinden ve tutarlılığından başarı için fedakârlıktır. Acı, kitleler için ve dünyadaki her saygın erkek ve kadın için bu ‘başarının' meyveleridir.

Bunun doğrudan bir sonucu olarak, her ülkede milyonlarca işçinin cesareti kırılıyor ve umutlarını kaybediyorlar. Sosyalizm -haklı olarak böyle hissederler- onları aldattı ve onlara ihanet etti. Elli, hayır, neredeyse yüz yıllık sosyalist ‘çaba'; sosyalist partilerin tümüyle iflas etmesine, insanların hayal kırıklığına uğramasına neden oldu ve şimdi tüm dünyaya egemen olan ve emeği boğazından demir bir elle tutan bir gericiliğe yol açtı.

Sosyalist partilerin seçimleriyle ve politikalarıyla proletaryaya, ücretli kölelikten kurtulmasına yardım edebileceğini hâlâ düşünüyor musun?

Onların meyvelerinden onları tanıyacaksın.

"Ama Bolşevikler," diye karşı çıkıyorsun, "işçilere ihanet etmediler. Bugün Rusya'da sosyalizm var!"

O halde Rusya'ya bir göz atalım.

Çev.Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #15  
Alt 01-02-2021, 10:59
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (14): Şubat Devrimi – Alexander Berkman
10/01/2021 18:00

BÖLÜM 14: ŞUBAT DEVRİMİ
Rusya'da, Komünist Parti olarak bilinen Bolşevikler devleti kontrol ediyor. Ekim 1917 Devrimi onları iktidara getirdi.

Bu devrim, 1789-1793 Fransız Devrimi'nden bu yana dünyada gerçekleşen en önemli olaydı. Hatta ondan bile daha büyüktü çünkü toplumda çok daha derine indi. Fransız Devrimi, herkes için kardeşliği ve refahı da güvence altına alacağına inanarak, siyasi özgürlük ve eşitliği tesis etmeye çalıştı. Gelişme yolunda atılmış güçlü bir adımdı ve nihayetinde Avrupa'nın tüm siyasi çehresini değiştirdi. Fransa'da monarşiyi kaldırdı, cumhuriyeti kurdu ve feodalizme, kilisenin mutlak egemenliğine ve soylulara öldürücü bir darbe vurdu. Kıtadaki her ülkeyi gelişmeci çizgide etkiledi ve Avrupa çapında demokratik duyarlılığın gelişmesine yardımcı oldu.

Ama temelde hiçbir şeyi değiştirmedi. Siyasi hakları ve özgürlükleri güvence altına almak için yapılan siyasi bir devrimdi. Onları gerçekten de güvence altına aldı. Fransa günümüzde bir "demokrasi"dir ve hapishane binalarında bile "Özgürlük, Kardeşlik, Eşitlik!" sloganı yazmaktadır. Ancak en çok ihtiyaç duyulan şeyi; insanı sömürü ve baskıdan kurtarmayı başaramadı.

Fransız Devrimi, aristokrasi ve soyluların yerine orta sınıfları-burjuvaziyi iktidara getirdi. O zamana kadar sadece serf olan çiftçi ve işçilere bazı anayasal haklar verdi. Ancak burjuvazinin gücü olan endüstriyel hakimiyet, çiftçiyi acınası bir şekilde bağımlı hale getirirken şehir işçisini de bir ücretli köleye çevirdi.

Aksi olamazdı çünkü ekonomik olarak esaret altında kaldığınız sürece özgürlük sadece boş bir sestir. Daha önce de belirttiğim gibi özgürlük, belirli bir şeyi yapma hakkına sahip olduğunuz anlamına gelir; ama bunu yapmaya fırsatınız yoksa, bu hak sadece dalga geçmektir. Gerçek politik durumun ne olursa olsun, ekonomik durumunda yatıyor. Kendini ve ailesini açlıktan korumak için hayatı boyunca köle olmaya mecbur kalan birinin hiçbir siyasi hakkı en ufak anlamda bile bir işe yaramaz.

Fransız Devrimi, kralın ve soyluların despotizminden kurtuluşa doğru atılmış büyük bir adımdı fakat insanın gerçek özgürlüğü için hiçbir şey gerçekleştiremedi çünkü ona ekonomik anlamda fırsat ve bağımsızlık sağlayamadı.

Bu nedenle Rus Devrimi, önceki tüm ayaklanmalardan çok daha önemli bir olaydı. Sadece Çarı ve onun mutlak egemenliğini ortadan kaldırmakla kalmadı. Daha önemli bir şey de yaptı: Mülk sahibi sınıfların, toprak baronlarının ve sanayi krallarının ekonomik gücünü yok etti. Bu nedenle tarihin en büyük olayıdır, böyle bir şeyin ilk ve tek denemesidir.

Bu, Fransız Devrimi tarafından yapılamazdı çünkü o zamanlar insanlar hâlâ siyasi özgürleşmenin insanları özgürleştirmek ve eşitlemek için yeterli olduğuna inanıyorlardı. Tüm özgürlüğün temelinin ekonomik olduğunun farkında değillerdi. Ancak bu, hiçbir şekilde Fransız Devrimi'nin itibarını zedelemek anlamına gelmez; o zamanlar köklü bir ekonomik değişim için yeterince olgun değildi.

Yüz yirmi sekiz yıl sonra gelen Rus Devrimi daha da aydınlanmıştı. Sorunun köküne indi. Köylüler toprağa, işçiler ise fabrikalara sahip olmadıkça hiçbir siyasi özgürlüğün işe yaramayacağını biliyordu, ekonomik özgürlük toprak tekellerinin ve kapitalist sahiplerin insafına bırakılamazdı.

Elbette Rus Devrimi bu büyük işi bir gecede başaramadı. Devrimler, her şey gibi büyürler: Küçük başlarlar, güç biriktirirler ve genişlerler.

İçerideki halkın ve cephedeki ordunun hoşnutsuzluğu nedeniyle Rus Devrimi savaş sırasında başladı. Ülke savaşmaktan yorulmuştu; açlık ve sefalet tarafından yıpratılmıştı. Askerler yeterince katliam görmüştü; neden öldürmeleri veya öldürülmeleri gerektiğini sorgulamaya başlamışlardı ve askerler soru sormaya başladığında, hiçbir savaş daha fazla devam edemez.

Çarlığın despotizmi ve yolsuzluğu yangını daha da harladı. Mahkeme, rahip Rasputin'in İmparatoriçe'yi kullanması ve onun üzerindeki etkisini kullanarak Çar ile beraber devlet işlerini kontrol etmesi ile kamuya açık bir skandala dönüşmüştü. Entrikalar, rüşvet ve her türlü aşağılık olay yaygındı. Ordu parası üst düzey yetkililer tarafından çalındı ve askerler genellikle yeterli cephane ve malzeme olmadan savaşa girmek zorunda kaldılar. Çizmelerinin tabanı kağıttandı, çoğunun çizmesi bile yoktu. Bazı alaylar isyan etti; diğerleri savaşmayı reddetti. Askerler gittikçe daha sık bir şekilde "düşman" ile -farklı bir ülkede doğma talihsizliğine sahip olan ama kendileri gibi olan genç erkeklerle- dost oldular ve onlara da tıpkı Ruslara olduğu gibi, neden ateş etmeleri veya vurulmaları gerektiğini bilmeden savaşma emri verilmişti. Çok sayıda kişi silahlarını bıraktı ve eve döndü. Orada insanlara cephedeki korkunç koşulları, işe yaramaz katliamı, sefaleti ve felaketi anlattılar. Bu, toplumdaki hoşnutsuzluğun artmasına sebep oldu, insanlar Çar'a ve rejimine karşı diş bilemeye başlamıştı.

Gün geçtikçe bu duygu büyüdü; yiyecek ve erzak kıtlığı, artan vergiler ve ihtiyaçlar nedeniyle bu ateş gittikçe harlanmıştı.

Şubat 1917'de devrim patlak verdi. Bu gibi durumlarda her zaman olduğu gibi, bütün güçler kör bir şekilde boğuşuyordu.

Otokrat ve onun bakanları, aristokratlar ve danışmanlarının hepsi, bunun sadece bazı sokak düzensizlikleri, grevler ve ekmek isyanları meselesi olduğuna inanıyorlardı. Kendilerini ellerinde yularlarıyla güvende hayal ettiler. Ancak "düzensizlik" tüm ülkeye yayılmaya devam etti ve Çar, tahttan inmek zorunda kaldı. Çok geçmeden, bir zamanlar güçlü olan hükümdar tutuklandı ve daha önce binlerce kişiyi ölüme gönderdiği Sibirya'ya sürgüne gönderildi. Daha sonra kendisi ve tüm ailesi kıyametle karşılaştı. Rus otokrasisi kaldırıldı. Avrupa'nın en güçlü hükümetine karşı yapılan Şubat Devrimi, neredeyse silah kullanmadan gerçekleştirildi.

"Nasıl bu kadar kolay yapılabilir?" Merak ediyorsun.

Romanov rejimi bir mutlakıyetti; Çar yönetimindeki Rusya, Avrupa'nın en köleleştirilmiş ülkesiydi. İnsanların fiilen hiçbir hakkı yoktu. Otokratın arzuları yüceydi, polisin emri en yüksek yasaydı. İnsanlar yoksulluk içinde yaşayıp büyük zulme uğruyordu. Özgürlüğe hasretlerdi.

Yüz yıldan fazla bir süredir Rusya'daki özgürlükçüler ve devrimciler, tiranlığın rejimini baltalamak, halkı aydınlatmak ve boyun eğmesinler diye isyana teşvik etmek için çalışmışlardı. Bu hareketin tarihi, erkek ve kadınların en iyilerinin adanmışlığı ve inançlarıyla doludur. Binlerce, hatta yüzbinlerce kişi Golgota (İsa'nın çarmıha gerildiği tepe) yolunda sıraya girdi, hapishaneleri doldurdu, Sibirya'nın donmuş doğasında işkence gördü ve ölümüne yürüdü. Yüz yıldan uzun bir süre önce, Decembrist'in anayasayı güvence altına alma girişimiyle başlayarak, nihilistlerin ve devrimcilerin kahramanca fedakarlıklarıyla özgürlük ateşleri yanmaya devam etti. O büyük öykünün insanlık tarihinde eşi benzeri yoktur.

Görünürde bu özgürlüğün tamamen iflası, özgürlük mücadelesi verenlerin halka ulaşmasını, toplumu aydınlatmasını neredeyse imkânsız kıldığı için kaybedilen bir mücadeleydi. Çarlık, çok sayıda polis ve gizli servisinin yanı sıra halkı Çar'a sefil bir kölelik ve "yasa ve düzene" sorgusuz itaat etme konusunda eğiten resmi kilise, basın ve okul tarafından iyi korunuyordu. Özgürlükçü bir duyguyu dile getirmeye cüret eden herkese ağır cezalar verildi; en sert yasalar, köylülere okuma yazma öğretme girişimlerini bile cezalandırdı. Hükümet, soylular, din adamları ve burjuvazi, her zamanki gibi, insanları aydınlatmak için en küçük bir çabayı bile ortadan kaldırmak ve ezmek için bir araya geldi. Rusya'daki özgürlükçü unsurlar, fikirlerini yaymanın bütün yollarından yoksun bırakıldı ve barbar zorbalığa karşı şiddet kullanma, devletin egemenliğini küçük bir ölçüde hafifletmek için şiddetli eylemlere başvurma zorunluluğuna sürüklendi. Despotizm aynı zamanda ülkelerinin ve dünyanın dayanılmaz koşullara dikkatini çektirmeye zorladı. Rusya'da şiddet eylemlerine yol açan ve insan hayatının kutsal olduğuna inanan idealistleri tiranların cellatları haline getiren, bu trajik zorunluluktu. Doğanın asilleri onlardı, insanların korku boyunduruğunu kaldırmak için canlarını gönüllü olarak hatta hevesle feda eden erkekler ve kadınlardı. Rusya'nın en karanlığında baskı ve özgürlük arasındaki asırlık savaşın gökkubbesindeki parlak yıldızlar gibi Sophie Perovskaya, Kibaltchitch, Grinevitsky, Sasonov bilinen ve bilinmeyen sayısız ismin arasından öne çıkıyor.

Son derece düzensiz bir mücadeleydi, görünüşe göre umutsuz bir mücadeleydi. Devrimciler; geniş orduları, çok sayıda polisi, özel siyasi casus büroları, kötü şöhretli Üçüncü Dairesi, polisin ve polisin yardımcısı konumundaki ev çalışanlarının gizli yardımı sistemiyle Okhrana'dan (Çarlık gizli polisi) oluşan Çarlığın sınırsız gücüne karşı bir avuçtu.

Kaybedilen bir kavgaydı. Yine de Rus gençliğinin, özellikle de öğrenci unsurunun görkemli idealizmi, bastırılamaz hevesleri ve özgürlüğe bağlılıkları boşuna değildi. İnsanlar, nihayetinde ışığın karanlığa karşı mücadelesinde her zaman olduğu gibi, galip çıktı. Tüm zulmün ve baskının karşısında dünya için ne iyi bir ders, ruhu zayıf olanlara ne güzel bir teşvik, insanlığın daha da hiç durmayacak gelişmesi için ne büyük ümit!

1905'te Rusya'nın ilk devrimi patlak verdi. Otokrasi hâlâ güçlüydü ve insanların ayaklanması -Çar'ı belirli anayasal haklar tanımaya zorlayarak da olsa- ezildi. Ancak devlet bu küçük tavizlerin bile intikamını korkuyla aldı. Yüzlerce devrimci bu bedeli canlarıyla ödedi, binlercesi hapsedildi ve başka binlercesi Sibirya'ya sürgün edildi.

Despotizm yine ferah bir nefes aldı ve halka karşı kendini güvende hissetti. Ama uzun sürmedi. Özgürlük açlığı belki bir süreliğine bastırabilir ancak asla yok edilemez. İnsanın doğal içgüdüsü özgürlük içindir ve yeryüzündeki hiçbir güç onu uzun süre bastırmayı başaramaz.

On iki yıl sonra -bir halkın hayatında çok kısa bir süre- bir başka devrim, Şubat 1917'de gerçekleşti. 1905 ruhunun ölmediğini, bunun için ödenen bedelin boşuna olmadığını kanıtladı. Yitirilenlerin kanının özgürlük ağacını büyüttüğünü gösterdi. Devrimcilerin emeği ve fedakarlığı meyvesini verdi. Rusya, sonraki olayların da kanıtladığı gibi, geçmiş deneyimlerinden çok şey öğrenmişti.

İnsanlar öğrenmişti. 1905'te despotizmin yalnızca bir miktar hafifletilmesini, bazı küçük siyasi özgürlükleri talep etmişlerdi; şimdi zalim yasanın tamamen ortadan kaldırılmasını talep ediyorlardı.

Şubat Devrimi, Çarlık'ın ölüm çanını çaldı. Tarihin en az kanlı devrimiydi. Daha önce de açıkladığım gibi, en güçlü devletin gücü bile, insanlar onun otoritesini kabul etmeyi, ona boyun eğmeyi ve desteklemeyi reddettikleri anda buharlaşıyor. Romanov rejimi neredeyse hiç savaşmadan fethedildi. Doğal olarak böyle oldu çünkü bütün halk onun yönetiminden bıkmıştı; bunun zararlı, gereksiz olduğuna ve ülkenin onsuz daha iyi olacağına karar vermişti. Devrimci unsurların (anarşistler dahil çeşitli gruplar) yürüttüğü bitmek bilmeyen ajitasyon ve eğitim çalışması, Çarlığın ortadan kaldırılması gerektiğini anlamayı topluma öğretmişti. Bu duygu o kadar yaygınlaştı ki -her ülkede olduğu gibi Rusya'daki en karanlık grup olan- ordu bile mevcut koşullara olan inancını kaybetti. İnsanlar despotizmi aşmış, zihinlerinde ve ruhlarında kendilerini ondan kurtarmış, böylelikle kendilerini fiilen ve fiziksel olarak özgürleştirme gücü ve imkânı elde etmişlerdir.

Bu nedenle, mutlak güce sahip otokrat Rusya kendine artık destek bulamadı. Hayır, onu koruyacak tek bir alay bile yoktu. Avrupa'nın en güçlü devleti, iskambil kağıtlarından yapılan bir kule gibi çöktü.

Geçici Yönetim Çar'ın yerini aldı. Rusya özgürdü.

Çev. Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #16  
Alt 01-02-2021, 11:03
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (15): Şubat ve Ekim Arasında – Alexander Berkman
28/01/2021 11:52

BÖLÜM 15: ŞUBAT VE EKİM ARASINDA

New York, Madison Square Garden'da Çar'ın tahttan indirilmesini kutlamak için düzenlenen çok büyük bir toplantıya katıldığımı hatırlıyorum. Büyük salon, yirmi bin kişiyle en yüksek coşkuya uyacak şekilde kalabalıktı. Konuşmacı "Rusya özgürdür!" diye başladı. Bildiriyi bir alkış, haykırış ve bağırış kasırgası karşıladı. Bu durum tekrar tekrar patlak vererek dakikalarca sürdü. Seyirci sessizleşip konuşmacı devam etmek üzereyken kalabalıktan bir ses geldi:

"Ne için özgür?"

Cevap gelmedi. Konuşmacı konuşmasına devam etti.

Ruslar basit ve saf insanlardır. Hiçbir anayasal hakka sahip olmadıkları için siyasete ilgileri yoktu ve bu yüzden yozlaşmamışlardı. Kongre ve parlamento hakkında çok az şey biliyorlardı ve onları daha da az önemsiyorlardı.

"Ne için özgür?" olduğunu merak ettiler.

Onlara "Çar ve onun zulmünden özgürsün." diye cevap verildi.

"Bu çok güzel." diye düşündüler. Asker sordu: "Peki ya savaş?". Köylü sordu: "Peki ya toprak?". İşçi kıpırdandı: "Peki ya düzgün bir yaşam?" Görüyorsun dostum, Ruslar o kadar "eğitimsizdi" ki herhangi bir şeyden kurtulmayla tatmin olmamışlardı; bir şeyler yapabilmek için özgür olmak istiyorlardı, istedikleri şeyleri yapmak için özgür olmak istiyorlardı. Ve istedikleri şey yaşama, çalışma ve emeklerinin meyvelerinden yararlanma şansıydı. Yani toprağa erişmek istiyorlardı, böylece kendileri için yiyecek yetiştirebileceklerdi. Madenlere, dükkanlara ve fabrikalara erişmek istiyorlardı, böylece ihtiyaç duydukları şeyleri üretebileceklerdi. Ancak Geçici Hükümet altında, tıpkı Romanovlarda olduğu gibi, bu şeyler zenginlere aitti; "özel mülkiyet" olarak kaldılar.

Dediğim gibi sıradan bir Rus, siyaset hakkında hiçbir şey bilmiyordu ama kendisinin tam olarak ne istediğini biliyordu. İsteklerinin bilinmesini sağlamakta hiç zaman kaybetmedi ve onları elde etmekte kararlıydı. Askerler ve denizciler savaşı sona erdirme taleplerini Geçici Hükümet'e sunmak için kendi aralarından sözcülerini seçtiler. Temsilciler kendilerini Rusya'da Sovyet adı verilen asker konseyleri olarak örgütlediler. Köylüler ve şehir işçileri de aynısını yaptı. Bu şekilde ordunun ve donanmanın her bir dalı, her tarım ve sanayi bölgesi, hatta her fabrika kendi Sovyetlerini kurdu. Zamanla çeşitli Sovyetler, oturumlarını Petrograd'da düzenleyen "Rusya İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyeti"ni kurdu.

Sovyetler aracılığıyla halk artık taleplerini dile getirmeye başladı.

Milyukov'un önderliğindeki yeni liberal rejim -Geçici Hükümet- onları hiç dikkate almadı. İktidara geldiklerinde insanların ihtiyaç ve isteklerine kulak asmaları, tüm siyasi partilerin karakteristik özelliğidir. Geçici Hükümet bu açıdan Çarlık otokrasisinden farklı değildi. Zamanın ruhunu anlayamadı ve aptalca birkaç küçük reformun ülkeyi tatmin edeceğine inandı. Konuşmak ve tartışmakla, yeni yasa teklifleri sunmakla ve daha fazla yasa çıkarmakla meşgul oldu. Ama insanların istediği yasa değildi. Hükümet savaşı sürdürmekte ısrar ederken insanlar barış istiyordu. "Toprak ve ekmek!" diye bağırdılar ama ellerine sadece daha fazla yasa geçti.

Tarihin öğrettiği herhangi bir şey varsa o da bütün bir halkın iradesine meydan okuyamayacağınızdır. Bunu bir süreliğine bastırabilir, halk protestosunun gelgitini durdurabilirsiniz ancak halk, fırtına geldiğinde daha şiddetli bir şekilde öfkelenecektir. Sonra her engeli yıkacak, tüm muhalefeti silip süpürecek ve ivmesi onu asıl amacından daha da ileriye taşıyacaktır.

Her büyük çatışmanın, her devrimin hikayesi buydu.

Örneğin Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nı hatırlayın. Büyük Britanya'ya karşı kolonilerin isyanı, George III Hükümeti tarafından talep edilen çay vergisini ödemeyi reddetmesiyle başladı. Kralın muhalefetiyle karşılaşan nispeten önemsiz -temsil olmaksızın vergilendirmeye- itiraz savaşla sonuçlandı ve Amerikan kolonilerinin İngiliz yönetiminden tamamen kurtarılmasıyla sonuçlandı. Böylece Birleşik Devletler Cumhuriyeti doğdu.

Fransız Devrimi de benzer şekilde küçük iyileştirmeler ve reformlar talebiyle başladı. 14. Louis, halkın sesine kulak vermeyi reddetmesi sonucu sadece tahtını değil kafasını da kaybetti ve Fransa'daki tüm feodal sistemin yıkılmasına neden oldu.

Çar II. Nicholas da birkaç önemsiz tavizin devrimi durduracağına inanıyordu. O da aptallığının bedelini tacı ve canıyla ödedi. Aynı kader Geçici Hükümeti de geride bıraktı. Bilge bir adam bu nedenle "Tarih tekerrür eder." demişti. Her zaman aynı şeyleri yapan, devlettir.

Geçici Hükümet, çoğunlukla insanları anlamayan ve ihtiyaçlarından çok uzak olan muhafazakâr insanlardan oluşuyordu. Halk her şeyden önce barış istedi. Milyukov liderliğindeki ve daha sonra Kerenski yönetimindeki Geçici Hükümet genel mutsuzluk, ülkenin endüstriyel ve ekonomik hayatındaki ciddi çöküşe rağmen savaşı sürdürmekte kararlıydı. Devrimin yükselen dalgası kısa süre sonra Hükümet'i ortadan kaldıracaktı: İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti, meseleleri kendi eline almaya hazırlanıyordu.

Bu esnada halklar beklemedi. Cephedeki askerler zaten gereksiz ve yararsız katliam olarak gördükleri savaşı bırakmaya karar vermişlerdi. Yüz binlerce kişi savaş alanlarını terk edip çiftliklerine ve fabrikalarına dönüyordu. Orada devrimin gerçek amaçlarını uygulamaya koymaya başladılar. Onlara göre Devrim, basılı anayasalar ve kâğıt üstündeki haklar değil toprak ve atölye anlamına geliyordu. Haziran ve Ekim 1917 arasında -Geçici Hükümet "reformları" durmaksızın tartışmaya devam ederken- köylüler büyük toprak sahiplerinin mülklerine el koymaya başladılar ve işçiler sanayinin mülkiyetini aldılar.

Buna kapitalist sınıfı mülksüzleştirmek deniyordu. Yani efendileri, tekelleştirme hakları olmayan şeylerden; emekçi sınıflardan, halktan aldıkları şeylerden mahrum etmek.

Bu şekilde toprak toprak sahiplerinden; maden ve değirmenler "sahiplerinden", depolar ise spekülatörlerden kamulaştırıldı ve hepsi mülksüzleştirildi. İşçiler ve çiftçiler, işçi sendikaları ve tarım örgütleri aracılığıyla her şeyi ellerine aldılar.

Milyukov'un "liberal" hükümeti, müttefikler istediği için savaşı sürdürmekte ısrar etmişti. Kerenski'nin "devrimci" hükümeti de halkın taleplerine sağır kaldı. Köylünün "izinsiz" toprak almasına karşı sert yasalar çıkardı. Kerenski, orduyu cephede tutmak için elinden gelen her şeyi yaptı ve hatta "firar" için ölüm cezasını yeniden uygulamaya koydu. Ancak insanlar artık hükümeti görmezden geliyordu.

Durum, bir ülkenin gerçek gücünün herhangi bir parlamentoda veya hükümette değil halkın; savaşan, emek veren ve üretenlerin elinde olduğunu bir kez daha kanıtladı. Kerenski bir zamanlar Rusya'nın sevilen idolüydü, herhangi bir Çar'dan daha güçlüydü. Yine de otoritesi kayboldu, hükümeti düştü. İnsanlar onun davaya hizmet etmediğini anlayınca kendi hayatı için kaçmak zorunda kaldı. O, Geçici Hükümet'in başında iken gerçek güç, üyelerinin çoğu devrimci işçiler köylüler ve askerlerden oluşan Petrograd Sovyeti'ne geçmeye başladı.

Nüfusun farklı sınıflarından oluşan yapılarda -kendi çıkarları doğrultusunda kaçınılmaz olduğu gibi- Sovyet'te de çeşitli ve hatta karşıt görüşler temsil edildi. Ancak bu koşullar altında en büyük etki her zaman halkın en derin duygularını ve ihtiyaçlarını dile getiren kişilerin etkisidir. Bu nedenle Sovyet'teki daha devrimci unsurlar, insanların gerçek isteklerini ve özlemlerini ifade ettikleri için yavaş yavaş hakimiyet kazandılar.

Sovyet içinde, Rusya'nın özgürlüğe ve refaha kavuşması için gereken tek şeyin Birleşik Devletler'inkine benzer bir anayasa olduğunu savunanlar vardı. Kapitalizmin iyi olduğunu iddia ettiler: Zengin ve fakir, efendiler ve hizmetkarlar olmalı; insanlar, demokratik bir hükümetin kendilerine vereceği hak ve özgürlüklerden memnun olmalıdır. Bunlar, Rusya'daki anayasal demokratlardı. Etkilerini çabucak kaybettiler çünkü "saf" Rus işçileri ve köylüleri özgürlüğün, kâğıt üzerindeki haklar ve özgürlükler olmadığını, çalışma ve emeklerinin meyvelerinden yararlanma şansı olduğunu biliyorlardı. Anayasası ve Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerika'yı örnek gösterdiler ve o ülkede anayasal olarak var olan adaletsizlik, yolsuzluk ve ücretli köleliği önemsemediklerini söylediler.

Bir sonraki daha liberal unsur, Menşevik olarak bilinen sosyal demokratlardı. Sosyalistler olarak kapitalizmin ortadan kaldırılacağına inandılar ancak devrimin bunu yapmanın zamanı olmadığını ilan ettiler. Neden bunu söylediler? Çünkü devrimin -öyle görünse bile- proleter bir devrim olmadığı iddia ettiler. Şu an toplumsal bir devrim olamayacağını ve bu nedenle ülkenin temel ekonomik koşullarını değiştirmemesi gerektiğini savundular. Onlara göre bu yalnızca bir burjuva devrimiydi, siyasi bir devrimdi ve bu nedenle yalnızca siyasi değişiklikler yapmalıydı. Menşevikler bunun bir burjuva devriminden başka bir şey olamayacağını ileri sürdü. Zaten ‘büyük' Karl Marks, proleter devrimin ancak kapitalizmin en yüksek gelişme aşamasına ulaştığı bir ülkede gerçekleşebileceğini öğretmemiş miydi? Rusya, endüstriyel olarak çok geri kalmıştı ve bu nedenle, devrimi proleter olarak görmek Marks'ın öğretilerine aykırı olacaktı. Bu nedenle kapitalizm Rusya'da kalmalı ve insanlar ücret köleliğini kaldırmayı düşünmeden önce kapitalizme olgunlaşma şansı verilmelidir.

Sosyal demokratların Rusya işçileri arasında çok takipçisi vardı, birçok işçi sendikası Menşevik'ti. Ancak devrimin -yalnızca Marks elli yıl önce olamayacağını söylediği için- proleter olmadığı iddiası emekçilerin ilgisini çekmedi. Devrimi gerçekleştirmişlerdi, mücadele etmişler ve bunun için kan dökmüşlerdi. Çarı ve onun kliğini kovmuşlardı ve şimdi de sanayi patronlarını kovuyorlar, böylece ücretli köleliği ve kapitalizmi ortadan kaldırıyorlardı. Uzun bir süre önce ölmüş bir adam bunun yapılamayacağına inanıyor diye pratikte yaptıkları şeyi neden teoriye göre yapamadıklarını anlayamıyorlardı. Sosyalist liderlerin mantığı onlar için fazla ‘bilimsel'di. Sağduyuları onlara bunun tamamen saçmalık olduğunu söyledi ve Menşevikler, işçiler arasındaki takipçilerinin çoğunu kaybetti.

Diğer bir siyasi partiye Sosyalist Devrimciler adı verildi. Bu partide, geçmişte Çarlığa karşı aktif mücadele etmiş birçok devrimci vardı. Sosyalist Devrimciler'in, başta çiftçi nüfusu olmak üzere çok sayıda taraftarı vardı. Ancak ülke buna karşı çıkarken savaşın devamı için tavır alarak onları yabancılaştırdılar. Bu tavır partide de bir bölünmeye neden oldu, muhafazakâr unsur Sağ Sosyalist Devrimciler olarak anılırken daha devrimci hizip kendisine Sol Sosyalist Devrimciler adını verdi. Çar döneminde uzun yıllar Sibirya'da hapis cezasına çarptırılmış olan Maria Spiridonova liderliğindeki ikincisi, savaşın sona ermesini savundu ve özellikle daha yoksul tarım nüfusu içinde çok önemli bir takipçi kitlesi elde etti.

Rusya'daki en radikal unsur; derhal barış, köylüler için özgür toprak, üretim ve dağıtım araçlarının toplumsallaşmasını talep eden anarşistlerdi. Herkes için eşit haklar, kapitalizmin ve ücretli köleliğin kaldırılması ve hiç kimseye özel ayrıcalıklar verilmemesini istediler. Toprak, fabrikalar ve değirmenler, üretim makineleri ve dağıtım araçları tüm halkın malı olacaktı. Herkes yeteneğine göre çalışacak ve ihtiyaçlarına göre alabilecekti. Herkes için tam özgürlük ve karşılıklı çıkarlar temelinde ortak kullanım olacaktı. Anarşistler, iktidarı herhangi bir hükümete devretmeye veya bir siyasi partinin otoritesine karşıydı. Her türden hükümetin devrimi bastıracağını ve işçileri zaten elde ettikleri sonuçlardan mahrum edeceğini söylediler. Bir ülkenin yaşamının ve refahının siyasete değil ekonomiye bağlı olduğunu savundular. Yani insanların istediği yaşamak, çalışmak ve ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bunun için siyaset değil duyarlı bir ekonomi yönetimi gereklidir. Siyasetin, yaşamalarına yardım etmek değil insanları yönetmek ve onlara hükmetmek için bir oyun olduğu konusunda ısrar ettiler. Kısacası anarşistler; emekçilere kimsenin bir daha efendi olmasına izin vermemelerini, siyasi hükümeti ortadan kaldırmalarını ve tarımsal, endüstriyel ve toplumsal işlerini yöneticiler ve sömürücülerin yararına değil herkesin iyiliği için işletmelerini tavsiye ettiler. Halkı kendi örgütleri aracılığıyla Sovyetlerinin yanında olmaya ve çıkarlarını korumaya çağırdılar.

Anarşistlerin sayısı nispeten azdı. En devrimci unsur olarak Çarlık rejimi tarafından sosyalistlerden daha kötü zulüm gördüler. Birçoğu idam edildi, diğerleri hapsedildi ve örgütleri yasadışı ilan edilerek bastırıldı. Anarşistlere yakın olmak çok tehlikeliydi ve örgütlenme çalışmaları son derece zordu. Bu nedenle anarşistler 120 milyon nüfusa sahip geniş bir ülkede halkın geneli üzerinde çok fazla etki yaratamıyorlardı.

Ancak fikirlerinin insanların doğal içgüdülerine hitap etmesi bakımından büyük bir avantajları vardı. Anarşistler, yetenekleri ve sınırlı güçleri ölçüsünde barış, toprak ve ekmek talebini teşvik ettiler, bu taleplerin doğrudan kamulaştırma ve özgür bir komünal yaşamın oluşturulması yoluyla gerçekleştirilmesi için aktif olarak çabaladılar.

Rusya'da anarşistlerden çok daha kalabalık olan bir siyasi parti vardı. Bu parti, anarşist fikirlerin değerini anladı ve bunları gerçekleştirmek için çalışmaya koyuldu.

Bolşevikler.

Çev. Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #17  
Alt 25-02-2021, 23:16
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (16): Bolşevikler – Alexander Berkman
25/02/2021 18:59

BÖLÜM 16: BOLŞEVİKLER
Bolşevikler kimlerdi ve ne istiyorlardı?

Bolşevikler, 1903 yılına kadar Karl Marks ve öğretilerinin takipçisi olan Rus Sosyalist Partisi üyeleriydi. O yıl, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi, örgüt sorunu ve başka küçük meseleler sebebiyle bölündü. Lenin'in liderliğindeki muhalefet, kendisini Bolşevikler olarak adlandıran yeni bir parti kurdu. Eski parti Menşevikler olarak tanındı.

Bolşevikler, ayrıldıkları ana partiden daha devrimciydi. Dünya Savaşı çıktığında, diğer sosyalist partilerin çoğunun yaptığı gibi, işçilerin davasına ihanet etmediler ve vatansever görünenlere katılmadılar. Anarşistlerin ve sol sosyalist devrimcilerin çoğu gibi Bolşevikler'in de "çatışan kapitalist grupların çekişmeleriyle proletaryanın çıkarının alakası olmadığı" gerekçesiyle savaşa karşı çıktığı söylenebilir. Şubat Devrimi başladığında Bolşevikler, tek başına siyasi değişikliklerin işe yaramayacağını, emek sorununu ve toplumsal sorunları çözmeyeceğini fark etti. Bir hükümeti diğerinin yerine koymanın sorunlara yardımcı olmayacağını biliyorlardı. İhtiyaç duyulan şey radikal, köklü bir değişimdi.

Marksistler Menşevik üvey kardeşlerini (Karl Marks'ın teorilerine inananlar) sevseler de Bolşevikler büyük ayaklanmaya karşı tavırlarında Menşevikler'e katılmadılar. Kapitalist sanayi tam olarak gelişmediğinden Rusya'nın proleter bir devrime sahip olamayacağı fikrini küçümsediler. Bunun yalnızca bir burjuva siyasi değişimi olmadığını anladılar. Halkın Çar'ın kovulmasından ve anayasadan memnun olmadığını biliyorlardı. İşlerin daha da geliştiğini gördüler. Toprağın köylüler tarafından alınması ve mülk sahibi sınıfların artan mülksüzleştirilmesinin "reform" anlamına gelmediğini anladılar. Menşevikler'e göre insanlara daha yakın olan Bolşevikler halkın nabzını tuttu ve muazzam olayların ruhunu ve amacını daha doğru bir şekilde değerlendirdi. Her şeyden önce Bolşevik lider Lenin, kendisinin ve partisinin, hükümetin dizginlerini kavrayabileceği ve Bolşevik plan üzerinden sosyalizmi kuracağı zamanın yaklaştığına inandı.

Bolşevik Sosyalizmi, siyasi iktidarın Bolşevikler tarafından proletarya adına ele geçirilmesi anlamına geliyordu. Komünizmin en iyi ekonomik sistem olacağı konusunda anarşistlerle anlaştılar; toprak, üretim ve dağıtım makineleri, tüm kamu hizmetleri ortak mülkiyette olacaktı. Anarşistler halkın bir bütün olarak bunların sahibi olmasını isterken Bolşevikler her şeyin devletin elinde olması gerektiğine inanıyordu. Bu da hükümetin yalnızca ülkenin siyasi hükümdarı değil aynı zamanda endüstriyel ve ekonomik efendisi olacağı anlamına geliyordu. Bolşevikler, ülkeyi yönetmek için halkın hayatı ve serveti üzerinde mutlak güce sahip olacak güçlü bir hükümete inanıyordu. Başka bir deyişle, Bolşevik fikir bir diktatörlüktü ve bu diktatörlük kendi siyasi partilerinin elinde olmalıydı.

Böylesi bir düzenlemeye "proletarya diktatörlüğü" adını verdiler çünkü onların partisinin, işçi sınıfının en iyi ve en önemli unsurunu, işçi sınıfının öncü koruyucusunu temsil ettiğini ve partilerinin bu nedenle proletarya adına diktatör olması gerektiğini söylediler.

Anarşistler ile Bolşevikler arasındaki en büyük fark şuydu: Anarşistler halkın, herhangi bir siyasi partinin emri olmaksızın kendi örgütleri aracılığıyla kendileri için karar vermelerini ve işlerini yönetmelerini istiyordu. Ortak mülkiyette gerçek özgürlük ve gönüllü iş birliği istiyorlardı. Bu nedenle anarşistler kendilerini özgür Komünistler veya Anarşist Komünistler olarak adlandırırken, Bolşevikler zorunlu olarak hükümet veya Devlet Komünistleriydi. Anarşistler, herhangi bir devletin halkı yönetmesini istemediler çünkü böyle bir yönetimin her zaman tiranlık ve baskı anlamına geldiğini savundular. Bolşevikler ise bir yandan kapitalist devlet ve burjuva diktatörlüğünü reddederken bir yandan da partilerinin olacak bir devleti ve diktatörlüğü istiyorlardı.

Bu nedenle, anarşistler ile Bolşevikler arasındaki farkın dünyalar kadar olduğunu görebilirsiniz. Anarşistler tüm devletlere karşıdırlar; Bolşevikler ise -kendi ellerinde olmak koşuluyla- devleti savunurlar. Zeki bir arkadaşımın daha sonradan söylediği gibi, "Büyük sopaya karşı değiller"; "Sadece sopanın doğru ucunda olmak istiyorlar."

Bolşevikler, anarşistlerin savunduğu görüş ve yöntemlerin sağlam ve pratik olduğunu, devrimin başarısını ancak bu tür yöntemlerin garanti edebileceğini fark etti. Anarşist fikirleri kendi amaçları için kullanmaya karar verdiler. Böylece anarşistler insanlara ulaşmak için çok zayıf olsalar da anarşist yöntem ve taktikleri -tabi ki kendilerininmiş gibi davranarak- savunmaya başlayan Bolşevikler insanları etkilemeyi başardılar.

Ama bu yöntemler ve fikirler onlara ait değildi. İnsanların yararına olacak bir fikri kimin savunduğunun ya da gerçekleştirilmesine kimin ön ayak olduğunun önemli olmadığını söyleyebilirsin. Ama biraz düşünürsen tüm tarihin -özellikle Rus Devrimi'nin- kanıtladığı gibi, bunun çok önemli olduğunu anlayacaksın.

Önemli çünkü her şey gerçekleştirildiği amaç ve ruha, güdülere ve yöntemlere bağlıdır. En iyi fikir bile çok fazla zarar verecek şekilde uygulanabilir. Çünkü büyük fikirden ateşlenen insanlar bunun nasıl, ne şekilde ve hangi araçlarla yapıldığını fark etmeyebilir. Ama yanlış ruhla veya yanlış yollarla yapılırsa, en asil ve en ince fikir bile coğrafyayı ve halkları harap edebilir.

Rusya'da tam da böyle oldu. Bolşevikler, anarşist fikirleri savundu ve kısmen uyguladı, ancak Bolşevikler anarşist değildi ve bu fikirlere yürekten inanmadılar. Onları kendi amaçları -anarşist olmayan, anarşist düşünceye karşı gerçekten anti-anarşist olan amaçlar- için kullandılar. Bu Bolşevik amaçlar neydi?

Anarşist fikir her türden baskıyı yok etmek, bir sınıfın diğerine üstünlüğünü ortadan kaldırmak, şeylerin yönetimini insanın insana üstünlüğü yerine ikame etmekti; herkes için özgürlüğü ve refahı güvence altına almaktı. Anarşist yöntemler böyle bir sonucu ortaya çıkarmak için kurgulandı.

Bolşevikler, anarşist yöntemleri tamamen farklı bir amaç için kullandı. Siyasi tahakkümü ve hükümeti ortadan kaldırmak istemiyorlardı: Sadece kendi ellerine almak istiyorlardı. Amaçları, daha önce de açıklandığı gibi, partileriyle siyasi iktidarın kontrolünü ele geçirmek ve bir Bolşevik diktatörlük kurmaktı. Rus Devrimi'nde neler olduğunu ve "proletarya diktatörlüğünün" neden hızla proletarya üzerinde Bolşevik bir diktatörlük haline geldiğini anlamak için bunu çok net bir şekilde anlamak gerekiyor.

Bolşevikler, Şubat Devrimi'nden kısa bir süre sonra anarşist ilkeleri ve taktikleri kullanmaya başladı. Bunların arasında "doğrudan eylem", "genel grev", "kamulaştırma" ve benzer eylem biçimleri vardı. Söylediğim gibi Bolşevikler, Marksistler olarak bu tür yöntemlere inanmazdı. En azından devrime kadar onlara inanmamışlardı. Yıllar önce Bolşevikler de dahil olmak üzere her yerde sosyalistler, işçilerin kapitalist sömürüye ve hükümet baskısına karşı mücadelelerinde en güçlü silahı olarak anarşist genel grevin savunuculuğunu alaya almışlardı. Sosyalistlerin anarşistlere karşı savaş çığlığı "Genel grev genel bir saçmalıktır" idi. Sosyalistler, işçilerin doğrudan toplu eylemine ve genel greve başvurmasını istemediler; çünkü bu, işçilerin devrimi ve işleri kendi ellerine almasına yol açabilirdi. Sosyalistler, halkın bağımsız devrimci eylemini istemiyorlardı. Siyasi faaliyeti savundular. İşçilerin kendilerini yani sosyalistleri iktidara getirmelerini istediler, böylece işçileri devrimcileştirebileceklerdi.

Geçen kırk yılın sosyalist yazılarına bakarsan, sosyalistlerin her zaman genel greve ve doğrudan eyleme karşı olduklarına -çünkü aynı zamanda işçi sovyetlerinin başka bir adı olan mülksüzleştirmeye ve devrimci sendikalizme karşı olduklarına- ikna olacaksın. Sosyalist kongreler, tüm bu tür devrimci taktiklere karşı sert kararlar aldı ve sosyalist ajitatörler bu taktikleri şiddetle kınadılar.

Ancak Bolşevikler, bu anarşist yöntemleri kabul etti ve yeni doğmuş bir inançla onları savunmaya başladı. Tabi ki bu Şubat 1917'de, devrim patlak verdiğinde olmadı. Bunu çok daha sonra, halkın salt siyasi değişikliklerle yetinmediklerini ve anayasa yerine ekmek talep ettiklerini gördüklerinde yaptılar. Devrimin hızla hareket eden olayları, Bolşevikler'i -tıpkı Menşeviklerin, Sağ Sosyalist Devrimcilerin, Anayasal Demokratların ve reformcuların başına geldiği gibi- devrim tarafından geride bırakılmamak için halkın en radikal özlemlerine uymaya zorladı.

Bolşeviklerin anarşist yöntemleri bu şekilde kabulü çok ani oldu, sadece kısa bir süre önce ısrarla Kurucu Meclis için çağrıda bulunuyorlardı. Şubat Devrimi'ni izleyen aylar boyunca, Rusya'nın sahip olacağı hükümet biçimini belirlemek için temsili bir organın toplanmasını talep ediyorlardı. Bolşevikler'in Kurucu Meclis'i desteklemesi doğruydu, çünkü onlar Marksistti ve çoğunluk yönetimine inanıyor gibi davrandılar. Kurucu Meclis tüm halk tarafından seçilecekti ve meclisteki çoğunluk, meselelere karar verecekti. Fakat Bolşevikler'in meclis için ajitasyon yapmasının gerçek nedeni, insanların kendileriyle birlikte olduğuna ve Bolşevik Parti'nin mecliste çoğunluk olacağına emin olmalarıydı. Ancak mecliste azınlık oluşturacakları ortaya çıktı. Hükmetme umutları yok oldu. İyi hükümetler ve çoğunluğa inananlar olarak, halkın iradesine boyun eğmeleri gerekirdi. Ancak bu, Lenin ve arkadaşlarının planlarına uymuyordu. Hükümeti kontrol altına almanın başka yollarını aradılar ve ilk adımları Kurucu Meclis'e karşı şiddetli bir ajitasyon başlatmak oldu.

Elbette meclis ülkeye değerli hiçbir şey veremezdi. Tüm canlılıktan yoksun ve herhangi bir yapıcı çalışmayı başaramayan bir konuşma makinesiydi sadece. Devrim, herhangi bir yasama veya hükümet organından bağımsız, Kurucu Meclis dışında ve ondan da bağımsız bir gerçekti. Her türlü muhalefete rağmen, hukuka aykırı olarak, hükümete ve anayasaya rağmen başlamıştı ve gelişiyordu. Tüm karakteriyle yasadışı, hükümet dışı, hatta devlet karşıtıydı. Devrim, insanların sağlıklı doğal dürtülerini, ihtiyaçlarını ve özlemlerini takip etti. Gerçek anlamda, ruhu ve eylemi anarşistti. Yalnızca -toplumsal hastalıkların tedavisi olarak özgürlüğe ve halk inisiyatifine inanan- devlet karşıtı olan anarşistler, devrimi olduğu gibi memnuniyetle karşıladılar; etkisinin daha da büyümesi ve derinleşmesi için çalıştılar.

Bolşevikler de dahil olmak üzere diğer tüm partilerin tek amacı, devrimci harekete yular vurmak ve ona kendi özel yüklerini taşıtmaktı. Bolşevikler, partileri için siyasi iktidarı ele geçirmek ve Komünist Diktatörlüğü ilan etmek için halkın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Bunu Kurucu Meclis aracılığıyla gerçekleştirme umudu olmadığını görünce ona karşı çıktılar, onu kınamak için anarşistlere katıldılar ve daha sonra zorla dağıttılar. Ancak anarşistler bunu devletsiz fikirlerine uygun olarak dürüstçe yapabilirlerken, Bolşeviklerin benzer eylemlerinin ikiyüzlülük ve siyasi oyunlar olduğunu görebilirsin.

Kurucu Meclis'e muhalefetiyle birlikte Bolşevikler, anarşist cephaneliğinden bir dizi militan taktik daha ödünç aldı. Böylece "Bütün iktidar Sovyetlere!" diyerek büyük savaş çığlığını ilan ettiler, işçilere Geçici Hükümet'i görmezden gelmelerini, hatta meydan okumalarını ve taleplerini yerine getirmek için doğrudan eyleme başvurmalarını tavsiye ettiler. Aynı zamanda, genel grevin anarşist yöntemlerini de benimsediler ve "mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi" fikrinin aktif bir şekilde propagandasını yaptılar.

Bolşeviklerin bu taktiklerinin -daha önce de belirttiğim gibi- fikirlerinin mantıksal sonucu olmadığını, yalnızca siyasi tahakküm elde etme amacıyla insanların güvenini kazanmanın bir yolu olduğunu akılda tutmak önemlidir. Doğrusu, bu yöntemler Marksist teorilere gerçekten karşıydı ve Bolşevikler bu yöntemlere inanmıyorlardı. Bu nedenle, iktidara geldiklerinde tüm bu anti-Marksist fikir ve taktikleri reddetmeleri şaşırtıcı değildi.

Bolşevikler tarafından ilan edilen anarşist sloganlar sonuç getirmekte başarısız olmadı. Halk, bayraklarına doğru yürüdü. Hiç etkisi olmayan bir partiden -başlıca liderleri Lenin ve Zinovyev saklanıyordu, Troçki ve diğerleri gözden düşmüş ve hapisteydi- hızla devrimci proletarya hareketinin en önemli faktörüne dönüştüler.

İnsanların -özellikle de askerlerin ve işçilerin- taleplerine özen gösteren, ihtiyaçlarını enerji ve ısrarla dile getiren Bolşevikler, halk arasında ve Sovyetlerde -özellikle Petrograd ve Moskova'da- sürekli olarak daha fazla etki kazandı. Geçici Hükümet'in hareketsizliği ve herhangi bir önemli değişikliği gerçekleştirememesi, kısa sürede öfkeye dönüşecek olan genel tatminsizlik ve kızgınlığı derinleştirdi. Kerenski rejiminin iğrenç karakteri, Sovyetlerdeki Bolşeviklerin ellerini güçlendirmeye ön ayak oldu. Halk ile hükümet arasındaki kopuş her gün büyüdü, açık bir düşmanlık ve mücadeleye dönüştü.

Hükümetin apaçık çaresizliği, Kerenski'nin cephede saldırgan bir hareketi yeniden başlatma kararı, askeri firar için ölüm cezasının yeniden getirilmesi, devrimci unsurlara uygulanan zulüm ve liderlerinin tutuklanması krizi hızlandırdı. 3 Temmuz 1917'de hükümetin yasaklamasına rağmen binlerce silahlı işçi, asker ve denizci Petrograd sokaklarında eylem yaptı ve "Bütün iktidar Sovyetlere!" dedi. Kerenski, halk hareketini bastırmaya çalıştı. Hatta Petrograd proletaryasına "sağlıklı bir ders" vermek için cephedeki "güvenilen" alayları hatırladı. Ancak Kerenski'nin, Sosyal Demokrat liderlerin ve Sağ Sosyalist Devrimcilerin temsil ettiği burjuvazinin, yükselen dalgayı durdurma çabaları boşunaydı. Temmuz gösterileri bastırıldı ancak kısa süre içinde devrimci hareket Geçici Hükümet'i silip süpürdü. Petrograd Asker ve İşçi Sovyeti hükümeti ortadan kaldırdı ve Kerenski hayatını ancak kılık değiştirip kaçarak kurtardı.

İnsanlar Petrograd Sovyeti'ni destekledi. Bu destek önce Moskova'ya, oradan da ülke geneline yayıldı.

25 Ekim'de Geçici Hükümet'in kaldırıldığı ilan edildi, üyeleri tutuklandı ve Kış Sarayı, Petrograd Sovyeti Askeri-Devrimci Komitesi tarafından ele geçirildi. Aynı gün "İkinci Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi Oturumları" açıldı. Siyasi hükümet Rusya'da fiilen kaldırıldı. Artık tüm güç, Kongre'de temsil edilen işçilerin, askerlerin ve köylülerin elindeydi. Sovyetler, derhal kitlelerin iradesini gerçekleştirecek adımları düşünmeye başladı: Savaşı sona erdirmek, köylüler için toprak, işçiler için sanayi ve herkes için özgürlük ve refah.

Ekim 1917'deki Rus Devrimi'nin durumu buydu. Çar'ın lağvedilmesiyle başlayarak yavaş yavaş genişledi ve ülkenin kapsamlı bir endüstriyel ve ekonomik yeniden yapılanmasına dönüştü. Halkın ruhu ve ihtiyaçları, devrimin siyasi özgürlük, ekonomik eşitlik ve toplumsal adalet temelinde yaşamın yeniden inşasına doğru daha da ilerlemesine işaret ediyordu.

Bu ancak Şubat'tan Ekim'e kadar olan önceki büyük değişiklikler gibi başarılabilirdi; işçilerin ve köylülerin ortak çabasıyla, özgür iş birliğiyle. Artık ordunun büyük bir kısmı da onlara katılmıştı.

Ancak böyle bir gelişme Bolşevikler'in planına uymuyordu. Daha önce de açıklandığı gibi, amaçları kendi partileri tarafından kullanılan bir diktatörlük kurmaktı. Ancak diktatörlük, hükümdarın iradesinin ülkeye empoze edilmesi anlamına gelir. Bolşevikler kendilerini artık gerçek amaçlarını gerçekleştirecek kadar güçlü hissediyordu. Devrimci ve anarşist mottoları geride bıraktılar. Devrimin çalışmalarını sürdürebilmek için güçlü bir siyasi güç olması gerektiğini söylediler. Halkı monarşistlere ve burjuvaziye karşı koruma kisvesi altında baskıcı önlemler almaya başladılar. Nitekim Rusya'da kayda değecek kadar çarlık taraftarı veya monarşist yoktu. Halk çarlıktan kurtulmuştu ve artık Rusya'da bir monarşi ihtimali kalmamıştı. Burjuvaziye gelince, Rusya'da -Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa ve Almanya vb. son derece gelişmiş sanayi ülkelerinde olduğu gibi- hiçbir zaman örgütlü bir kapitalist sınıf olmamıştı. Rus burjuvazisi sayıca az ve zayıftı. Şubat Devrimi'nden sonra, ancak Kerenski Hükümeti'nin koruması altında var olmaya devam etmişlerdi. Hükümetin kaldırıldığı anda burjuvazi paramparça oldu. Köylüler ve işçiler tarafından topraklarına ve fabrikalarına el konulmasını durdurabilecek ne gücü ne de araçları vardı. Tuhaf görünse de, devrimin tüm bu dönemi boyunca, Rus burjuvazisinin mallarını geri kazanmak için organize ve etkili bir girişimde bulunmadığı bir gerçektir.

Amerika'da ne kadar farklı olurdu, bir düşünün. Orada güçlü ve iyi örgütlenmiş kapitalistler çok büyük bir direnç gösterirlerdi. Silah zoruyla kendilerini ve çıkarlarını korumak için savunma organları oluştururlardı. Orada da işler Rusya'da 1917'de olduğu gibi gittiğinde bunları yapacaklarından hiç şüphem yok. Ama dediğim gibi, Rusya'daki devrim, o ülkede gerçek bir burjuvazi veya kapitalist sınıf olmaması gibi basit bir nedenden ötürü, herhangi bir örgütlü ve etkili burjuva direnci üretmedi. Çarlık Generali Kornilov'un, cepheden getirilen Kazaklar ile Petrograd'a saldırması gibi askeri girişimler vardı ancak bu macera o kadar zararsızdı ki Kornilov'un ordusu başkente ulaşamadan eridi. Adamları neredeyse hiç ateş etmeden Petrograd'ın devrimci garnizonunun üzerine gitti.

Mesele şu ki halk devrim ile birlikteyken, herhangi bir düşmanın direnciyle devrimi bastırma ihtimali düşünülemez. Ekim 1917'de Sovyetlerin gücü ellerine aldığı Rusya'daki durum buydu.

Bolşevik planı, partileri adına hükümetin tüm kontrolünü ele geçirmekti. Sovyet örgütleri aracılığıyla işleri insanların kendilerinin yönetmesine izin vermek planlarına uymuyordu. Sovyetlerin söz hakkı olduğu sürece Bolşevikler amacına ulaşamadı. Bu nedenle ya Sovyetleri ortadan kaldırmak ya da onların kontrolünü ele geçirmek gerekiyordu.

Sovyetleri ortadan kaldırmak imkansızdı. Emekçi insanları temsil ediyorlardı. Sovyet fikri, yüzyıllardır Rus halkının değerli bir rüyasıydı. Rusya'nın uzak geçmişte bile çeşitli türden sovyetleri vardı ve tüm köy yaşamı sovyet ilkesi üzerine inşa edilmişti; yani tüm üyelerin eşit hak ve temsili. Köyün veya kasabanın işlerini gerçekleştiren halk meclisi olan eski Rus "mir"i, sovyet fikrinin biçimlerinden biriydi.

Bolşevikler, devrimci işçi ve köylülerin yanı sıra (üniformalı işçi ve köylü olan) askerlerin de sovyetlerin ortadan kaldırılmasına dayanamayacaklarını biliyordu. Onları kontrol etmenin tek alternatifi kaldı. Lenin'in "Amaç, araçları haklı çıkarır." ilkesine bağlı olarak Bolşevikler, Sovyetlerdeki diğer devrimci unsurları gözden düşürmek ve elemek için hiçbir yöntemden kaçınmadı. Kitleleri aldatmak ve diğerlerine, özellikle de Sol Sosyalist Devrimciler ve anarşistlere karşı kışkırtmak amacıyla ısrarlı bir karalama ve itibarsızlık kampanyası yürüttüler. Sistematik olarak ve en Cizvit* yolla, Lenin'in "proleter diktatörlüğü" planını gerçekleştirebilmek için tek güç olmaya çalıştılar.

Böylesi taktiklerle Bolşevikler sonunda, gerçekte yeni hükümet haline gelen bir Halk Komiserleri Sovyeti kurmayı başardı. Bütün üyeleri -iki küçük istisna dışında- Bolşeviklerdi: Adalet ve Tarım Komiserlikleri'ne Sol Sosyalist Devrimciler başkanlık ediyordu. Çok geçmeden bunlar da elendi ve yerini Bolşevikler aldı. Halk Komiserleri Sovyeti, şimdi Rusya Komünist Partisi olarak yeniden adlandırılan Bolşevik Parti'nin siyasi makinesiydi.

Bu komünist partinin neyi temsil ettiğini, amaçlarının ve hedeflerinin ne olduğunu zaten biliyoruz. "Proletarya diktatörlüğü" etiketi altında münhasır Bolşevik egemenliğini güvence altına alma kararlılığını açıkça dile getirdiler.

Bu, Rusya tarihinin de gösterdiği gibi, devrim ve devrimin toplumsal ve ekonomik yeniden yapılanma hedefi için ölümcül oldu.

Neden?

Çeviren: Burak Aktaş

*Cizvitler ya da İsa Cemiyeti, genel merkezi Roma'da olan, Katolik Kilisesi'nin erkek bir tarikatıdır. "Fedai ruhlu bir Hristiyan edasıyla" anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #18  
Alt 27-02-2021, 16:12
Yıldıztozu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Yıldıztozu Yıldıztozu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 22 Sep 2014
Mesajlar: 4.238
Standart

küçük yatırımcının balinalara karşı ayaklanma girişimi ve yine balinaların kazanması.

Alıntı ile Cevapla
  #19  
Alt 25-03-2021, 12:07
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (17): Devrim ve Diktatörlük – Alexander Berkman
24/03/2021 20:25

Çünkü devrim ve Bolşevik diktatörlük birbirinden tamamen farklı hatta birbirine zıt nitelikte şeylerdi. Çoğu insanın hata yaptığı yer Komünist Parti ve devrimi aynıymış gibi düşünmeleridir.

Devrimin amaçlarını Bolşevikler'in amaçlarıyla karşılaştırırsak bu durum bizim için netleşecektir.

Devrim baskıya ve sefalete karşı güçlü bir ayaklanmaydı. Halkın özgürlük ve adalet özlemini dile getirdi. İnsana boyun eğdiren, onu bir köle ve yük hayvanına çeviren her şeyi ortadan kaldırmaya çalıştı. Devrim yeni yaşam biçimleri, gerçek eşitlik ve kardeşlik koşullarını oluşturmaya çalıştı.

Devrimin yüzeysel bir değişim olmadığını, Şubat olaylarıyla bitmediğini daha önce görmüştük. Çar lağvedilmiş ve otokrasisinin gücü kırılmıştı ancak sonuç yalnızca başka bir hükümet biçimi olmuştu. Ekonomik ve toplumsal koşullar aynı kalmıştı. Devrimin gerçekleşmesinin sebebi insanların bir şeyleri değiştirmek istemesiydi. Ekim Devrimi'nin gerçekleşmesinin nedeni budur. Amacı, yaşamı yeni toplumsal temeller üzerinde yeniden inşa etmekti.

Nasıl yeniden inşa edilecekti? Romanov'u Kremlin sarayından çıkarıp yerine Lenin'i koymanın bunu yapmayacağı aşikardır. Daha fazlası gerekliydi. Toprağı köylüye vermek, fabrikaları işçilerin ve onların işçi örgütlerinin eline bırakmak gerekiyordu. Kısacası Ekim ayının amacı halka, Şubat ayında kazanılan siyasi özgürlüğü kullanma fırsatı vermekti.

İnsanlar durumu bu şekilde kurguladı. Buna göre hareket ettiler. Özgürlüğü kendi ihtiyaçları doğrultusunda uygulamaya başladılar. Barış istediler, bu yüzden her şeyden önce savaşı durdurdular. Aylar sonra Bolşevik Hükümeti Brest-Litovsk anlaşmasını imzaladı ve Almanya ile resmi bir barış yaptı. Ancak Rus orduları söz konusu olduğunda savaş diplomatik müzakereler olmadan çok önceden sona ermişti. Troçki, devrim üzerine yaptığı çalışmasında bunu açıkça kabul ediyor.[1]

Geçici olarak asker üniforması giyen Rus işçi ve köylüleri, kontrolü kendi ellerine aldı ve cepheden çıkarak savaşı sona erdirdi.

Aynı şekilde köylü ve proletarya, endüstri ve tarım sorunlarını çözme konusunda hareket ettiler. Geçici Hükümet hâlâ toprak reformlarını tartışırken halk, yerel konseyler ve Sovyetler aracılığıyla harekete geçti. Köylüler ihtiyaç duydukları toprağı aldı ve işlemeye başladı. Basit sağduyu ve içsel halk adaletiyle, siyasetçilerin ve kanun koyucuların onlarca yıldır sonuçsuz bir şekilde kafa patlattıkları tarım sorununu çözdüler. Bolşevikler iktidara geldiklerinde köylülerin zaten başardıklarını -kimsenin iznini almadan- "yasallaştırdı".

Aynı şekilde işçiler de fabrikaları, madenleri ele geçirerek ve bunları "sahiplerin" çıkarı yerine ortak fayda için yöneterek endüstri sorununu çözmeye başladılar. Bu, Bolşevik Hükümet kapitalist mülkiyeti "yasal olarak" kaldırmadan çok önce kapitalizmin ve ücretli köleliğin fiilen ortadan kaldırılmasıydı.

Devrim günlük yaşamın diğer tüm sorunlarını benzer şekilde, insanların pratik ve doğrudan faaliyetleriyle çözüyordu. Kooperatifler ürün alışverişi için kent ve köyü bir araya getirdi; ev komiteleri konut sorunuyla ilgilendi; kentin güvenliği için sokak ve ilçe komiteleri, halkın çıkarlarını ve devrimi savunmak için başka gönüllü organlar oluşturuldu.

Durumun gerekleri halkın çabalarına yön verdi; eylem özgürlüğü, inisiyatifi devreye soktu ve insanların istekleri yaratıcı kapasitelerini günün ihtiyaçlarına göre şekillendirdi.

Bu kolektif faaliyetler devrimi oluşturdu. Devrim onlardı. Çünkü "devrim", belirli bir anlamı ve amacı olmayan belirsiz bir şey değildir; ne siyasi ortam değişikliğini ne de yeni mevzuatı ifade eder. Gerçek devrim ne Şubat ayında ne de Ekim'de yaşandı, ikisinin arasındaydı. Bağımsız halk inisiyatifinde, ortak ihtiyaçtan ve karşılıklı çıkarlardan esinlenen yaratıcı çalışmalarda, halkın devrimci enerjisi ve çabasının özgürce iletişimi ve karşılıklı etkileşimiyle oluştu.

Rusya'daki büyük ekonomik ve toplumsal kargaşanın ruhu ve eğilimi buydu. Sorunlar ortaya çıktıkça özgürlük ve özgür iş birliği temelinde çözüldü.

Devrimin bu gelişim süreci, Komünist Parti'nin siyasi iktidarı ele geçirmesi ve yeni bir hükümet kurmasıyla durduruldu.

Devrimin amacının ne olduğunu şimdi gördük; Rusya'daki insanların ne istediğini ve bunu nasıl başardıklarını artık biliyoruz.

Öte yandan, Bolşevikler'in bir siyasi parti olarak hedefi tamamen farklı bir doğaya sahipti. Açıkça kendilerinin de kabul ettiği gibi, acil hedefleri; ülkenin yaşamını ve faaliyetlerini Komünist Parti'nin görüş ve teorilerine göre yönlendirmesi gereken güçlü bir Bolşevik Devleti'nin kurulması yani diktatörlüktü.

Bolşevikler'e hak ettiği değeri vermek için burada şunu söylememe izin ver, amacına daha fazla adanmış, onu ilerletme çabasında daha içten, amaca ulaşmada daha kararlı ve enerjik bir siyasi parti asla olmadı. Ancak bu amaçlar devrime tamamen yabancıydı ve onun gerçek ihtiyaçlarına karşıydı. Gerçekte, devrimin ruhuna ve amaçlarına o kadar aykırıydılar ki başarıları devrimin kendisinin yok edilmesi anlamına geliyordu.

Şüphesiz Bolşevikler, Rusya'nın yalnızca diktatörlükleri sayesinde işçi ve köylüler için sosyalist bir cennete dönüştürülebileceğini düşünüyordu. Nitekim, Marksistler olarak olayları başka türlü göremezlerdi. Her şeye gücü yeten bir devlete inananlar, halka güvenmiyorlardı; emekçilerin inisiyatifine ve yaratıcı yeteneklerine inanmıyorlardı. Onlara, "özgürlüğe zorlanması gereken çok renkli bir kalabalık" olarak güvenmiyorlardı. Rousseau'nun, kitlelerin "ancak zorlama ile özgürleştirilebileceği" şeklindeki alaycı özdeyişiyle hemfikir oldular.

En önde gelen komünist kuramcı Buharin, "Tüm biçimleriyle proleter zorunluluk," diye yazıyordu, "aceleci infazla başlayıp zorunlu emeğin sona ermesi, kulağa paradoksal gelse de kapitalist dönemin insan kaynaklarını komünist insanlığa yeniden işleme yöntemidir."

Bolşevik müjdesi buydu. Bu, bir devrimin bir Merkez Komite'nin emriyle yürütülebileceğine inanan partinin tavrıydı.

Bunu Bolşevik fikrin öngörülebilir sonucu izledi.

Devrimi sadece kendi partilerinin diktatörlüğünün gerektiği gibi yönetebileceğini iddia ederek, bu diktatörlüğü güvence altına almak için tüm enerjilerini harcadılar. Bu, ne pahasına olursa olsun, partinin tasarımlarını uygulamak için işleri sadece kendi ellerine almaları gerektiği anlamına geliyordu.

Sonunda Komünist Parti'nin üstünlüğü elde etmesiyle sonuçlanan o günlerin ayak oyunları ve politik manipülasyonlarının ayrıntılarına girmemize gerek yok. Önemli olan nokta, Bolşevikler'in planlarını gerçekleştirmiş olmasıdır. Ekim Devrimi'nden birkaç ay sonra, Nisan 1918'e kadar geçen sürede, devletin tüm kontrolünü ellerine aldılar.

Devrimci günlerin heyecanından ve kaçınılmaz karışıklıktan yararlanarak durumu kendi amaçları için istismar ettiler. Siyasi farklılıkları, şiddetli parti tutkularını uyandırmak için kullandılar; muhaliflerini halk düşmanı ilan etmek için her yola başvurdular, onları karşı devrimci olarak damgaladılar ve nihayet onları işçilerin ve askerlerin gözünde lanetlemeyi başardılar. Devrimin sözde düşmanlara karşı korunması gerektiği fikri, kendi diktatörlüklerini ilan etmeleri sağlandı. "Devrimi kurtarmak" adına, Bolşevik olmayan diğer tüm devrimci unsurları etkili konumlarından tasfiye etmeye başladılar ve onları tamamen bastırarak bitirdiler.

Kendi iktidarlarını başlatan "burjuvazinin Bolşevikler üzerindeki baskısının" yalnızca diğer tüm Bolşevik olmayan unsurları bastırma gizli amacına yönelik bir araç olup olmadığını belirlemek geleceğin tarihçilerine bırakılmalıdır. Rus burjuvazisi, devrim için tehlikeli değildi. Daha önce açıklandığı gibi örgütsüz ve güçsüz, önemsiz bir azınlıktı. Devrimci unsurlarsa herhangi bir siyasi partinin diktatörlüğü karşısında gerçek bir engeldi.

Diktatörlük burjuvaziden değil -diktatörlüğü devrimin çıkarlarının karşısında gören- gerçek devrimci sınıflardan gelen güçlü muhalefetle karşılaşacağı için, bunların ortadan kaldırılması diktatörlük arayan herhangi bir siyasi parti için birincil gereklilik olacaktı. Ancak böyle bir politika, devrimcilerin bastırılmasıyla başarılı bir şekilde başlayamazdı: Bu, işçilerin ve askerlerin hoşnutsuzluğunu arttırır ve direnişi alevlendirirdi. Bu yüzden burjuvazi üzerinde başlamalı ve bunu diğer unsurların üzerinde kullanmak için kendisine yavaş yavaş araçlar bulmalıydı. Eli kanlı kızıl terörün devrimin yaşantısına sızması için güvensizlik ve düşmanlık uyandırılmalıydı, hoşgörüsüzlük ve zulüm uyandırılmalıydı. Halkın sürekli genişleyen bir tasfiye ve bastırma kampanyasına desteğini güvence altına almak için devrimin güvenliği konusunda halk korkutulmalıydı.

Ama dediğim gibi, o günlerdeki olayları bu tür amaçların ne ölçüde şekillendirdiğini belirlemek geleceğin tarihçisinin işi. Burada gerçekte ne olduğu ile daha çok ilgileniyoruz.

Olan, çok geçmeden Bolşevikler'in kendi partilerinin diktatörlüğünü kurmasıydı.

"Bu diktatörlük neydi" diye soruyorsun, "ve neyi başardı?"

Çeviren: Burak Aktaş

[1] 1917, Leon Trotsky. Moskova, 1925.

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #20  
Alt 13-04-2021, 23:38
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (18): Diktatörlük İş Başında – Alexander Berkman
10/04/2021 16:47

Bolşevikler 140 milyon nüfuslu bir ülke üzerinde tam bir hakimiyet kurdu. Siyasi bir örgüt olan Komünist Parti "Proletarya diktatörlüğü" adı altında Rusya'nın mutlak hükümdarı oldu. Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın diktatörlüğü değildi. Milyonlarca insanın tamamı diktatör olamaz. Binlerce parti üyesi de diktatör olamaz. Doğası gereği bir diktatörlük az sayıda kişiyle sınırlıdır. Ne kadar az kişiden oluşursa o kadar güçlü ve tek sesli olur. Fiili uygulamada ise diktatörlük, sözde ortak küçük diktatörlerin rızasını dayatan tek bir güçlü adamın elindedir. Aksi mümkün değildir. Bolşevikler'de de durum böyleydi.

Gerçek diktatör ne proletarya ne de Komünist Parti idi. Teorik olarak iktidar, Parti Merkez Komitesi'ne aitti, ancak gerçekte bu Komitenin siyasi büro veya "Politbüro" adı verilen iç çeperi tarafından kullanılıyordu. Ancak Politbüro bile gerçek diktatör değildi, ancak üye olmak önemliydi. Çünkü siyasi büroda her önemli sorunla ilgili farklı görüş vardı, çok sayıda kişi olduğunda böyle olur. Gerçek diktatör, nüfuzu Politbüro çoğunluğunun desteğini güvence altına alan adamdı. O adam Lenin'di ve gerçek "proleterya diktatörlüğü" oydu, tıpkı İtalya'da diktatörün Faşist Parti değil Mussolini olması gibi. Bolşevik Parti'nin başlangıcından Lenin'in hayatının son gününe kadar hep Lenin'in görüşleri ve fikirleri gerçekleştirildi; tüm Parti onun görüşüne karşı çıktığında ve hatta Merkez Komitesi onun önerilerine karşı en baştan şiddetle mücadele ettiğinde bile… Her zaman kazanan Lenin'di, iradesi galip geldi. Bolşevik tarihinin her kritik döneminde bu böyleydi. Başka türlüsü düşünülemezdi, çünkü diktatörlük her zaman en güçlü kişiliğin egemenliği, tek bir iradenin üstünlüğü anlamına gelir.

Her diktatörlüğünki gibi Komünist Parti'nin tüm tarihi de tartışmasız bir şekilde bunu göstermektedir. Bolşevik yazılar bunu kanıtlıyor. Buradaki iddiamı doğrulamak için en hayati olaylardan birkaçına değinmek yeterlidir.

Lenin İsviçre'deki sürgünden yurda döndüğünde -Mart 1917'de- Rusya'daki partisinin Merkez Komitesi, Çarlık rejiminin kaldırılmasından sonra kurulan Koalisyon Hükümeti'ne girmeye karar vermişti. Lenin, hükümette bulunan burjuva ve Menşevikler ile işbirliğine karşıydı. Yine de, parti zaten karar vermiş olmasına ve Lenin'in muhalefette neredeyse yalnız olmasına rağmen Lenin etkili oldu. Merkez Komitesi kendi kendisine sırt çevirdi ve Lenin'in yanında konumlandı.

Daha sonra Temmuz 1917'de Lenin, Kerensky Hükümeti'ne karşı acil bir devrimi savundu. Önerisi, en yakın yoldaşları ve arkadaşları tarafından bile aptallıkla ve yanlış olmakla suçlandı. Fakat yine Lenin kazandı. Bu planın bir parçası olmayı reddeden Zinoviev, Kamenev ve diğer nüfuzlu Bolşeviklerin Merkez Komite'den istifa etmesi pahasına kazandı. Bu arada, Putsch (Kerensky'yi indirme girişimi) bir başarısızlıktı ve birçok işçinin hayatına mal oldu.

Ekim Devrimi'nden sonra iktidara gelir gelmez Lenin tarafından başlatılan kızıl terör, yoldaşları tarafından -devrime karşı doğrudan bir ihanet olarak- şiddetle kınandı. Ancak partinin en aktif ve nüfuzlu üyelerinin resmi karşı çıkışlarına rağmen Lenin kendi bildiğini okudu.

Brest-Litovsk müzakereleri sırasında Troçki, Radek ve diğer önemli Bolşevik liderler Kayzer'in koşullarını aşağılayıcı ve yıkıcı olarak tanımlayıp karşı çıkarken Almanya ile "her koşulda barış" yapılmasında ısrar eden yine Lenin oldu. Kazanan yine Lenin'di.

Kronstadt olayları sırasında Lenin tarafından partisine sunulan "yeni ekonomi politikası"na ("NEP"), Merkez Komite tarafından tüm devrimci başarıları geçersiz kıldığı ve komünizme ölümcül bir darbe olduğu gerekçesiyle karşı çıkıldı. Gerçekte bu, devrimin savunduğu her şeyin tamamen tersine çevrilmesi ve büyük Ekim değişikliğinin ortadan kaldırdığı koşullara tam olarak geri dönüştü. Ancak Lenin'in iradesi yine galip geldi ve onun kararı Mart 1921'de Moskova'da düzenlenen IX. Komünist Kongresi'nde sunuldu.

Gördüğün gibi, proletarya diktatörlüğü yalnızca Lenin'in diktatörlüğüydü. Lenin Politbüro'ya, Politbüro Merkez Komitesi'ne, Merkez Komitesi Parti'ye, Parti proletaryaya ve halkın geri kalanına kendini dayattı. Rusya'da yüz milyonları aşan bir nüfus vardı, Komünist Parti'nin elli binden az üyesi vardı, Merkez Komite birkaç birimden oluşuyordu, Politbüro ise yaklaşık bir düzine kişiden ibaretti. Lenin'se tekti. Ama bu tek kişi proleterya diktatörlüğünün bizzat kendisiydi.

Rusya, Avrupa'nın yarısına ve Asya'nın önemli bir kısmına yayılmış, çok geniş bir ülkedir. Farklı dilleri konuşan; çeşitlendirilmiş psikoloji, çeşitli ilgi alanları ve hayata bakış açısı ile çok sayıda ırk ve milletten insanlarla doludur. Çarların diktatörlüğünün ülkeye ne yaptığını biliyoruz. Şimdi "proleterya" diktatörlüğünün neler başardığına bakalım.

Bugün, Rusya'da on yıldan uzun süren Bolşevik iktidarının ardından, bu iktidarın etkileri hakkında adil bir tahmin oluşturabilir ve elde ettiğimiz sonuçları inceleyebiliriz. Bunları özetleyelim.

Devrimin siyasi olarak amacı devletin zulmünü ve baskısını ortadan kaldırmak, insanları özgür kılmaktı. Bolşevik Hükümeti -İtalya'daki faşist yönetimi saymazsak- kuşkusuz Avrupa'nın en kötü despotizmidir. Vatandaşın -devletin saygı duyması gerektiğini düşündüğü- hiçbir hakkı yoktur. Komünist Parti, diğer tüm parti ve hareketlerin yasadışı ilan edildiği siyasi bir tekeldir. Kişi ve mekan güvenliği tanınmamaktadır. İfade ve basın özgürlüğü yoktur. Troçki'nin ve onun muhalefet taraftarlarının kaderine bak; parti içinde bile en ufak fikir ayrılığı hapis ve sürgünle bastırılır, cezalandırılır. Bağımsız görüş hoş görülmez. Eskiden Çeka olarak adlandırılan gizli servis olan GPU, insanların özgürlüğü ve yaşamları üzerinde sınırsız keyfi yetkilere sahip bir aşırı-devlettir. Yalnızca tamamen egemen parti kliğinin tarafında olanlar özgürlük ve ayrıcalıkların tadını çıkarır. Ama böyle bir "özgürlük", en kötü despotizm altında bile vardır: Söyleyecek hiçbir şeyin yoksa, bunu Mussolini'nin ülkesinde bile söylemekte tamamen özgürsün. Yakın tarihli bir Komünist Kongre'nin önde gelen bir üyesinin belirttiği gibi: "Rusya'da tüm siyasi partilere yer var: Komünist Parti hükümette, diğerleri hapiste."

Ekonomik olarak ise kapitalizmi ortadan kaldırmak, komünizmi ve eşitliği tesis etmek devrimin temel amacıydı.

Bolşevik diktatörlüğü eşitsiz tazminat ve ayrımcı ödüller sistemi kurarak başladı, sanayi ve tarım proletaryasının doğrudan eylemiyle kaldırılan kapitalist mülkiyeti daha sonra yeniden getirerek sona erdi. Bugün Rusya kısmen devletli kapitalist, kısmen özel kapitalist bir ülkedir.

Diktatörlük ve ülkenin ekonomik hayatını felce uğratan ana faktörler üzerinden varlığı sürdürülen kızıl terör bunları yeniden üretti. Başkalarını düşünmeden otorite kuran Bolşevik yönetimi halkı kutuplaştırdı, despotizm kitleleri kızdırdı. Her bağımsız çabanın bastırılması, en iyi unsurları devrimden uzaklaştırdı ve onlara, bu meselelerin iktidardaki siyasi partinin özel meselesi haline geldiğini hissettirdi. Özlem duyulan özgürlük yerine yeni bir tiranlıkla karşı karşıya kalan işçilerin cesareti kırıldı. Devrimci başarılarının kendilerinden alındığını, kendilerine ve özlemlerine karşı bir silah olarak kullanıldığını hissettiler. Proleter, Fabrika Komitesi'nin Komünist Parti'nin emirlerine tabi olduğunu gördü ve bir emekçi olarak çıkarlarını korumak için çaresiz kaldı. İşçi sendikası Bolşevik emirlerin sözcüsü ve ileticisi haline geldi, kendisini yalnızca endüstrinin yönetiminde değil en düşük maaşla uzun saatler boyunca işte tutulduğu kendi fabrikasında bile sesini duyurmaktan mahrum bir halde buldu. Emekçiler çok geçmeden devrimin ellerinden alındığını, sovyetlerinin tüm gücünün aşağılandığını ve ülkenin Kremlin'de, tıpkı eski günlerdeki Çarlar gibi uzaklardaki bazı insanlar tarafından yönetildiğini anladılar. Devrimci ve yaratıcı faaliyetten uzaklaşan, yalnızca yeni efendilere itaat etmek için yaşayan, Bolşevikler ve Çekistler tarafından sürekli taciz edilen, en ufak bir başkaldırı ibaresi için hapis veya infaz korkusu içinde olan işçi; devrime kızdı. Fabrikayı terk etti ve korkunç yöneticilerden en uzaktaki yeri, en azından günlük ekmeğini güvence altına alabileceği köyünü aradı. Böylelikle ülkenin endüstrisi bozuldu.

Köylü, deri kaplı ve silahlı komünistlerin sessizce köyüne indiğini, onun ağır emeğinin meyvesini yağmaladığını, ona eski Çarlık memurlarının vahşeti ve küstahlığı ile muamele ettiğini gördü. Sovyetinin, kendisine Bolşevik diyen ve Moskova'daki iktidarı elinde tutan tembel, işe yaramaz bir takımın hakimiyetinde olduğunu gördü. İşçileri ve askerleri beslemek için isteyerek, hatta cömert bir şekilde buğday ve mısırını vermişti ama erzaklarının demiryolu istasyonlarında ve depolarda çürümekte olduğunu gördü. Çünkü Bolşevikler işleri kendi başlarına idare edemezdi ve kimsenin de bunu yapmasına izin vermezlerdi. Fabrikadaki ve ordudaki kardeşlerinin komünist verimsizlik, bürokrasi ve yozlaşma nedeniyle yiyecek sıkıntısı çektiğini biliyordu. Neden ondan hep daha fazlasının talep edildiğini anladı. Zaten az olan mallarına, ailesinin mallarına Çekistler tarafından el konulduğunu gördü; hatta o olmadan ne çalışabileceği ne de yaşayabileceği atlarına bile el koydular. Bu zulümlere isyan eden komşu köylerinin, eski günlerde olduğu gibi yerle bir edildiğini ve köylülerin kırbaçlanıp onlara ateş edildiğini gördü. Devrime sırtını döndü, çaresizliği içinde kendisi ve ailesi için ihtiyaç duyduğundan fazlasını ekmeye ve bunu bile ormanda saklamaya karar verdi.

Diktatörlüğün, Lenin'in askeri komünizminin ve Bolşevik yöntemlerin sonuçları bunlardı. Sanayi durdu ve kıtlık ülkeyi sarstı. Toplumun acıları, işçilerin acısı ve köylü ayaklanmaları Bolşevik rejimin varlığını tehdit etmeye başladı. Diktatörlüğü kurtarmak için Lenin, "NEP" olarak bilinen yeni bir ekonomi politikası uygulamaya karar verdi.

"NEP"in amacı, ülkenin ekonomik hayatını canlandırmaktı. Köylülerin artıklarını hükümetin zorla el koyması yerine satmalarına izin vererek daha fazla üretimi teşvik etmekti. Aynı zamanda ticareti yasallaştırarak ve daha önce karşı-devrimci olarak tanımlanıp bastırılan kooperatifleri yeniden canlandırarak ürün alışverişini mümkün kılmaktı. Ancak Komünist Parti'nin kendi diktatörlüğünü sürdürme kararlılığı tüm bu ekonomik reformları etkisiz hale getirdi çünkü sanayi despotik bir rejim altında gelişemez. Ekonomik büyüme, ticaret ve alışverişin yanı sıra işleyebilmek için kişi ve mal güvenliğini, belirli bir miktar özgürlüğü ve müdahale etmemeyi gerektirir. Ancak diktatörlük bu özgürlüğe izin vermiyordu, "sözleri" güven uyandırmıyordu. Dolayısıyla yeni ekonomi politikası istenen sonuçları vermedi ve Rusya ekonomik felaketin eşiğindeki yoksulluk sancıları içinde kalmaya devam etti.

Diktatörlük, üretimi proletaryanın eline teslim etmek ve işçiyi ekonomik efendilerden bağımsız kılmak şeklindeki devrimin temel endüstriyel amacını sakatladı. Diktatörlük yalnızca efendileri değiştirdi: Devlet, bireysel kapitalistin boşalttığı patron koltuğuna oturdu ve devletin yöneticileri de şimdi Rusya'da yeni bir sınıf olarak gelişiyor. Emekçi eskisi gibi bağımlı kaldı. Aslında daha da çok bağımlı oldu. İşçi örgütleri tüm güçlerinden mahrum bırakıldı ve işvereni olan devlete karşı grev hakkını bile kaybetti. Komünistler, "İşçiler, bir sınıf olarak diktatörlüğü ellerinde tuttukları için, kendilerine karşı grev yapamazlar." diyorlar. Bu mantığa göre Rusya'daki proleterler, yaşamlarını idame ettirmek için yeterli olmayan ücretleri kendi kendilerine ödüyorlar, hijyenik olmayan mahallelerde kalabalık olarak bilerek yaşıyorlar, en sağlıksız koşullarda çalışıyorlar, endüstriyel önlem ve güvenlik eksikliğinden sağlıklarını ve hayatlarını tehlikeye atıyorlar ve kendi kendilerini ifade için gözaltına alıp hapse atıyorlar.

Bolşevik rejim kültürel olarak egemen kliğin görüşlerinden farklı fikirlere erişimi olmayan, komünizm ve parti fanatizmi üzerine eğitim veren bir okuldur. Egemen sınıfın müsaade ettiği fikir çemberinin dışında zihni genişletme ve geliştirme fırsatı olmadan, bütün bir halkın politik bir hedefin dogmalarıyla yetiştirilmesidir. Rusya'da resmi komünist yayınlar ve Bolşevik sansürcülerin onayladıkları dışında basın organları yok. Devlet konuşma, basın ve meclis tekeline sahip olduğu için burada hiçbir düşünce kamuoyunda ifade edilemez.

Bolşevik diktatörlüğünde Çarların diktatörlüğüne göre düşünce özgürlüğü oldukça sınırlıydı, bunu dile getirme fırsatı da oldukça azdı. Rusya Romanovlar tarafından yönetilirken en azından gizlice broşür ve kitap basabiliyordunuz çünkü o zamanlar hükümetin kağıt tedariki ve matbaalar üzerinde tekeli yoktu. Bunlar şahısların ellerindeydi ve devrimciler onları propagandaları için kullanmanın yolunu bulabiliyordu.

Bugün Rusya'da tüm yayın ve dağıtım araçları tamamen devletin mülkiyetindedir ve Bolşeviklerin iznini almadan hiç kimse görüşlerini kamuoyuna açıklayamaz. Otokratik Romanov rejimi sırasındaysa devrimci partiler tarafından binlerce yasadışı yayın yapılmaktaydı. Troçki'nin başını çektiği parti içi muhalefetin "Platform"u yayınlamayı başarmasının çok istisnai bir olay olduğunu Bolşeviklerin öfkeli şaşkınlığından anlayabiliriz.

Devrimden on yıl sonraki Bolşevik Rusya, hiç kimsenin siyasi güvenlikten veya ekonomik bağımsızlıktan yararlanamayacağı ve GPU'nun gizli elinin her zaman iş başında olduğu, ani gece baskınlarıyla insanların terörize edildiği, bilinmeyen sebeplerden tutuklanmaların olduğu; kişisel intikamdan ötürü karşı-devrim iddiasıyla karşılaşılan, Sibirya'nın donmuş kuzeyine veya Batı Asya'nın atıklarına bir yıl sürecek sürgün için gizli soruşturmanın yettiği bir ülkedir. "Eşitliğin" herkesin korkusu anlamına geldiği ve aynı şekilde "özgürlüğün" var olan güçlere sorgusuz sualsiz teslimiyet anlamına geldiği büyük bir hapishanedir.

Ahlaki açıdan Rusya, baskı ve sindirme üzerine inşa edilmiş bir sistemin aşağılayıcı ve yozlaştırıcı etkilerine karşı insanın daha ince niteliklerinin mücadelesini temsil etmektedir. Devrim, insanın en iyi içgüdülerini ön plana çıkardı: İnsani değer bilincini, özgürlük ve adalet sevgisini. Devrimci atmosfer özellikle baskıya karşı başta özgürlük açlığı, karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği ruhu olmak üzere, insanlarda uykuda yatan eğilimlere ilham verdi ve onları geliştirdi. Ancak diktatörlük, bu özelliklere karşı koyma ve bunun yerine korkuyla nefret, hoşgörüsüzlük ve zalimlik uyandırma etkisine sahipti. Bolşevik yöntemler, sistematik olarak halkın ahlakını zayıflattı, köleliği ve ikiyüzlülüğü teşvik etti, hayal kırıklığı ve güvensizlik yarattı; şu anda Rusya'da fırsatçı bir atmosfer hakim.

O mutsuz topraklarda bugünkü durum böyledir, Bolşevik fikrin bir halkı zorla özgürleştirebilme düşüncesi, diktatörlüğün özgürlüğe götürebileceği dogmasıdır.

"Demek devrimin diktatörlük yüzünden başarısız olduğunu düşünüyorsun?" diye soruyorsun. "Rusya başarılı olmak için çok geri kalmış değil miydi?"

Bolşevik fikirler ve yöntemler yüzünden başarısız oldu. Rus halkı; Çar'ı ortadan kaldırmak, Geçici Hükümet'i yenilgiye uğratmak, kapitalizmi ve ücret sistemini yıkmak; toprağı köylüye, fabrikaları işçilere vermek için çok "geri" değildi. Şimdiye kadarki en büyük başarı devrimdi. İnsanlar yeni yaşamlarını özgürlük ve adalet temeli üzerine kurmaya başlıyorlardı. Ancak bir siyasi parti, devletin dizginlerini ele geçirip diktatörlüğünü ilan ettiği anda artık feci sonuçlar kaçınılmazdı.

Devrim zamanı geldiğinde, koşulları kendi öznelliğinde değerlendirmelidir. Hayati olan; kullanılan araçlar ve yöntemler ile bunların kullanılma amacıdır. Devrimin gidişatı ve kaderi onlara bağlıdır.

Belli bir ülkenin toplumsal, politik veya ekonomik durumu ne olursa olsun -‘geri' Rusya veya ‘ileri' Amerika olsun- en önemli sorun neyi başarmak istediğindir ve bunun kendisi hedefini en iyi şekilde güvence altına alacaktır.

Ancak Rus Devrimi'nin amacı zulmü ve köleliği ortadan kaldırmaksa Bolşevikler ve politikaları başarısızlığın en büyük kanıtıdır.

Her şey -gördüğün gibi- amacının ne olduğuna, neyi başarmak istediğine bağlıdır. Amaçların araçları belirlemelidir. Araçlar ve amaçlar gerçekte aynıdır: Onları ayıramazsın. Amaçlarını şekillendiren araçlardır. Araç, çiçek açan ve meyve veren tohumlardır. Meyveler her zaman ektiğin tohumun mahiyetinde olacaktır. Kaktüs tohumundan gül yetiştiremezsin. Zorla ve diktatörlükle adalet, kardeşlik ve özgürlük elde edemezsin.

Bu dersi iyi öğrenelim çünkü devrimin kaderi buna bağlı. "Ne ekersen onu biçeceksin" sözü tüm insan bilgeliğinin ve deneyiminin zirvesidir.

Kanını çekerek hasta bir adamı iyileştiremezsin. İnsanların özgür faaliyeti, devrimin can damarıdır. Onu ortadan kaldırırsan ya da bastırırsan devrim kansızlaşır ve ölür.

Devrimin amaçları yöntemlerini şekillendirmelidir. Baskı ve diktatörlük değil yalnızca özgürlük ve insanların özgür ifadesi devrimin amaçlarına hizmet edebilir. Devrimde -tıpkı sıradan hayatta olduğu gibi- orta yol yoktur: ya zorlama ya da özgürlük vardır.

Rusya'da diktatörlük ve terör masaya yatırıldı. Bu deneyden çıkan ders açık ve ikna edicidir: Bu yöntemler, devrimin yıkılması anlamına gelir. Yeni bir yol bulunmalıdır.

"Başka bir yolu var mı?" diye soruyorsun.

Sadece özgürlüğün yolu var ve bu yol henüz hiç denenmedi.

Denemek isteyip istemediğini bilmiyorum: Çoğu insan özgürlükten korkar. Ama şunu biliyorum ki eğer özgürlüğün adaletin ve aklın yolu denenmezse devrim diktatörlüğe, başarısızlığa ve ölüme dönüşecektir.

İster beyaz ister kırmızı olsun, diktatörlük her zaman aynı anlama gelir: Zorlama, baskı ve sefalet demektir. Bu onun karakteri ve özüdür. Başka bir şey olamaz. Diktatörlük, devletin en çok devletleştiği yönetimdir. Ancak Thomas Jefferson'un akıllıca söylediği gibi, "En az yöneten hükümet en iyisidir."

Anarşistlerin iddiası budur ve öyleyse dikkatimizi sosyalizm ve Bolşevizm'den, Marks ve Lenin'den çekip anarşizmin bize sunabileceği şeyleri düşünmeye verelim.

Çeviren: Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Etiket
anarşizm nedir


Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 09:19 .