* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre) * Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i) * Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş) * Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz) * Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun) * Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta) * O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal) * Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran) * Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Niye suç olsun ki? Yasalarımız bu konularda hatalı ve tek bir kişinin dünya görüşüne göre şekillendirilmiş, baştaki kimse o.
Senin de günde 5 sefer bana hakaret etme durumun var, hatalı dünya görüşünle beynimi yıkıyorsun, kafa ütüleyip duruyorsun ama bu benim dini inancıma bir şey yapmıyor.
İneklerin kutsal ve yenilemez olduğu bir inanca göre bu ülkede her gün onbinlerce insan inekleri keserek ve hatta yiyerek başka birilerinin dini değerlerine hakaret ediyor, ama bunların cezası yok. Ezan okundukça ateistlerin dini değerleri alenen aşağılanıyor. Hoca bu yöndeki sureleri okuduğunda, "o münafıklar, o din karşıtlarını öldürün" diyerek her sesli namaz kıldırdığında halkı kin ve düşmanlığa tahrik ediyor. Ama bunlar cezayı gerektirmiyor.
O zaman "laiklik kaldırılmıştır, artık bundan böyle Türkiye şeriat ülkesidir" deyin de bu durumu bilelim, ona göre davranalım.
Ayık kafayla da forumda yazılmaz ki.
Yasal Uyarı: İçki zararlıdır.
Günde beş sefer hakarete uğruyorum, hiç kimseye hakaret davası açmıyorum.
Lozan 2023 de bitiyormuş ( akp ve mhp içindeki dedikodu boyle
ergenekondan yargılanıp beraat eden eski chp milletvekili mehmet ali celebi , yeni adresini bulmuş acaba orada lozan anlaşmasının bitip bitmediğini akp tabanına anlatmak için çabami sarf edicek görücez.
Seçilmişler ve atanmışların yönetiminde halk ne yapabilir ki?
Açıkçası tercih etme gibi bir duruma zorlansam seçilmişleri deil atanmısları tercih ederim.
Daha kaliteli ve eğitimli oluyorlar.
Türkiye'de sosyal bilimler alanında son yıllarda üzerine geniş kapsamlı ve uzun soluklu tartışma yürütülen neredeyse tek kavramın "Post-Post-Kemalizm" kavramı olduğu söylenebilir. İlker Aytürk'ün 2015 yılında Birikim dergisinde yayınlanan "Post-Post-Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken" adlı makalesinde kullandığı bu kavramın anlattığı şey en özet haliyle şudur: Türkiye'de sosyal bilimler alanında yapılan çalışmalara 1980'e kadar Kemalist, 1980 sonrasında ise Post-Kemalist paradigma damgasını vurmuştur, Post-Post Kemalizm ise Post-Kemalizm'in eleştirisinden yola çıkarak sosyal bilimler alanında yeni bir paradigma inşa etmeyi hedeflemektedir.
Aytürk'ün makalesiyle başlayan Post-Post Kemalizm tartışması, yakın zamanda yayınlanan ve İlker Aytürk'le Berk Esen tarafından derlenen "Post-Post-Kemalizm Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar" adlı kitapla bir kez daha alevlendi. (Aytürk&Esen, 2022) Ben de söz konusu tartışmaya bu yazıyla ve kendimi meseleyi sadece bir yerinden, "sınıf" üzerinden tutmakla sınırlayacak şekilde dâhil olacağım. Temel iddiam ise basitçe şu olacak: Post-Post Kemalizm, hem Post-Kemalist hem de Kemalist paradigmayla aynı maluliyeti, "sınıfsızlığı" paylaşmaktadır; yani Post-Post-Kemalizm de tıpkı Post-Kemalist ve Kemalist yaklaşımlar gibi analiz birimi olarak sınıftan yola çıkmamakta, sınıftan kaçmakta ve bu kaçış onun yeni, alternatif, açıklayıcı ve analitik bir paradigma olma iddiasının sınırlarını belirlemekte, onu son derece dar bir alana hapsetmektedir. Bu yazının amacı bu "ortak maluliyeti" göstermektir.
Kemalizm: Bir sınıfsızlık ideolojisi
Lozan Konferansı bir çıkmaza sürüklendiğinde ve görüşmelere ara verildiğinde toplanan İzmir İktisat Kongresi'nin hedeflerinden biri, Batılı devletlere yeni kurulacak devletin rotasının kesin bir şekilde kapitalist dünya olduğunu göstermekti, yani Kongre batıya yönelik bir "kabul çağrısı"ydı. Savaş Sovyetler Birliği'nin desteğiyle kazanılmıştı, savaş boyunca kaçınılmaz olarak anti-emperyalist, hatta bazen anti-kapitalist bir retorik kullanılmıştı ama Mustafa Kemal'in ve kurucu kadronun yönü en başından beri Batı ve kapitalizmdi. İşte Kongre aracılığıyla bu yön net bir şekilde deklare ediliyor ve bunun masaya dönüşe vesile olması bekleniyordu. Öte yandan Kongre'nin temel hedeflerinden biri, savaşı kazanan ve yeni bir devlet kuran Ankara hükümetiyle İzmir ve İstanbul burjuvazisi arasındaki ilişkileri tesis etmek, dolayısıyla yeni bir iktidar bloğunu şekillendirmekti. Dolayısıyla İzmir İktisat Kongresi, yeni devletin kuruluş sürecinde içeride ve dışarıda kapitalizme yönelimin en somut göstergelerinden biri oldu. (Boratav, 2012: 45-46, Timur 2008: 69-70)
Ancak Kongre'nin gerek toplanış biçimi gerek kimi konuşmalar, bu yönelimi "kamufle edici" bir nitelik taşımaktaydı. Kongre'ye sadece tüccar ya da sanayici kesiminden değil, "işçi" kesiminden de temsilciler davet edilmişti ve Kongre bu haliyle "korporatist" bir nitelik taşıyor; bu kesimlerin "ahenk" içerisinde çalışacakları bir ekonomi tahayyülü dillendiriliyordu. Bizde batılı anlamda sınıfların henüz ortaya çıkmamış olduğu yönündeki iddia da bunu güçlendirmek için kullanılıyordu. Mustafa Kemal Kongre'nin açılış konuşmasında yaptığı konuşmada söz konusu tahayyülü şöyle ortaya koyuyordu:
Bizim halkımız yararları birbirinden ayrılır sınıflar halinde değil, tersine varlıkları ve çalışma sonucu birbirine lâzım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada dinleyicilerim çiftçilerdir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve işçilerdir. Bunların hangisi birbirinin karşıtı olabilir. Çiftçinin sanatkâra, sanatkârın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, birbirine ve işçiye muhtaç olduğunu, kim inkâr edebilir. (https://www.atam.gov.tr/ataturkun-so...iye-iktisat-k…)
Dönemin İktisat Vekili Mahmut Esat'ın (Bozkurt) konuşması da kurucu kadronun meseleye nasıl baktığını gayet net bir şekilde ortaya koyuyordu:
Bugünkü vaziyet-i iktisadiyemizi tahlil ile diyebilirim ki dün olduğu gibi bugün de bizde iktisadi manası ile mütebellir bir sınıf meselesi mevcut değildir. Bizde tüccar da, çiftçi de, sanayi erbabı da, amele de hülasa bütün iktisadi amillerimiz doğrudan doğruya yabancı sermayesinin esir ve hizmetkârıdır. Bütün bu iktisat zümrelerimizin birleşmesi kendilerini teşkilata bağlaması lazımdır. (https://haber.sol.org.tr/yazar/17-su...rde-toplanan-…)
Mahmut Esat'a göre bizde dün ya da bugün ekonomik anlamda kristalize olmuş/belirginleşmiş bir sınıf sorunu yoktu, tüm meslek grupları yabancı sermayenin kontrolü altındaydı ve dolayısıyla birleşmeleri gerekiyordu. Zaten Kongre sonunda alınan kararlardan birinde (11. Madde) şöyle denilecekti:
"Türkler hangi sınıf ve meslekte olurlarsa olsunlar, candan sevişirler. Meslek, zümre itibariyle el ele vererek birlikler kurar, memleketini ve birbirlerini tanımak, anlaşmak için seyahatler ve birleşmeler yaparlar."
Kemalizm'in altı ilkesinden ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin altı okundan biri olan halkçılık ilkesi sınıfsızlık iddiasının yansıdığı esas ilkeydi. Halkçılık halkı tarif ederken emeğiyle geçinenlere işaret ediyordu ama tüccarın, sanayicinin, çiftçinin de üretim faaliyeti esnasında emek harcadığı ve dolayısıyla emeğiyle geçindiği söyleniyor ve böylece onlar da halka dâhil edilmiş oluyordu. Yani esas mesele, halkın homojen bir birlik olarak tasavvur edilmesiydi: Tüccarı, sanayicisi, işçisi birleşerek halkı oluşturuyorlardı ve bunlar birbirleriyle mücadele eden sınıflar değil, ahenk içerisinde yaşayan/ yaşaması gereken kesimlerdi, halk o ahenkli birlikteliğin, "imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış" bir toplamın adıydı.
Halkçılık, Millî Mücadele esnasında ve hemen sonrasında hem savaşın anti-emperyalist karakterinden hem de Sovyetler'in desteğinden ve Bolşevizm'in etkisinden kaynaklı olarak öylesine güçlü bir fikir ve akımdı ki, Mustafa Kemal 1921 Anayasası'nın temelini oluşturan metne "Halkçılık Programı" adını vermiş, kuracağı partinin adını da "Halk Fırkası" olarak belirlemişti. Ancak savaşın sonlarına doğru, Batı'yla pazarlıkta belli bir mutabakata doğru ilerlendiği ve Sovyet desteğine eskisi gibi gerek kalmadığı görüldüğünde halkçılık taşıdığı sol tınıyı yitirmeye başlamış, Kemalizm'in sınıfsızlık iddiasını yansıtan temel ilkeye dönüşmüştü.
Halkçılığın sınıfsızlık iddiası üzerinden kavramsallaştırılması, Halk Partisi'nin merkezinde durduğu tek partili rejimin de çıkış noktası oldu. Buna göre Türkiye'de farklı sınıflar ve sınıflar arası mücadele olmadığı için onları temsil edecek ayrı siyasi partilere de ihtiyaç yoktu. (Makal, 2007: 214) 1946 yılında çok partili hayata geçilirken "sınıf esası üzerine" iki parti, yani Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) ve Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi (TSEKP) kurulacak, ancak bu partiler kuruluşlarının üzerinden yaklaşık altı ay geçmişken, Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından Aralık ayında kapatılacaklardı. Bu ise çok partili hayata solsuz geçilmesi, sınıf mücadelesinin legal siyasal alanda temayüz etmesinin engellenmesi anlamına geliyordu.
CHP siyasal söyleminde ve pratiğinde sınıfların mevcudiyetini ancak 1960'ların başında kabul etti ve ona göre bir yeni yönelime girdi. 27 Mayıs sonrasında kalkınmacı tezlerin, planlı ekonomi modelinin, sosyal devlet ilkesinin benimsenmesi ve 1965 seçimleri öncesi İnönü'nün yaptığı "ortanın solu" açıklaması bununla ilgiliydi. Sınıflar ve sınıf mücadelesi kabul ediliyor ama bu sefer de izlenecek politikalar aracılığıyla sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin engelleneceği ve sınıflar arasında bir uyum tesis edileceği öne sürülüyordu. Öte yandan kapitalist yönelim hiçbir şekilde değişmeyecek, özel mülkiyetin kutsallığı itinayla gözetilecek, sosyalizm ve komünizm karşıtlığı da sürekli dile getirilecekti. (Yaşlı, 2020)
Sol liberalizm: Sınıfsızlığın sınıfsız eleştirisi
Aytürk'ün "Post-Post Kemalizm" olarak adlandırdığı paradigmaya ilişkin tartışma, paradigma üzerine yazılıp çizilenlerde zımnen kabul edildiğinin aksine, Aytürk'ün makalesiyle başlamadı aslında. Çünkü Marksistler "Post-Post-Kemalizm" olarak adlandırılan paradigmayı sol liberalizm ya da "sivil toplumculuk" olarak adlandırıp eleştirmeye 1980'li yıllarda başlamışlardı zaten. Sungur Savran 11. Tez'de yayınlanan "Sol Liberalizm: Maddeci Bir Eleştiriye Doğru" adlı makalesinde, sol liberalizmin yükselişinin Türkiye'ye özgü bir durum olmadığını, uluslararası ölçekte benzer bir durum yaşandığını söylüyor, bizdeki yükselişini ise 12 Eylül sonrası yaşanan yenilgi hissiyle ve bundan kaynaklı umutsuzluk ve özgüvensizlikle açıklıyordu.
Geçerken not edelim: Galip Yalman'ın "Tarihsel Bir Perspektiften Türkiye'de Devlet ve Burjuvazi: Rölativist Bir Paradigma mı Hegemonya Projesi mi adlı makalesi (2002) ve Demet Dinler'in "Türkiye'de Güçlü Devlet Geleneği Tezinin Eleştirisi (2003) meseleye dair önemli çalışmalardı. Biz de Çağdaş Sümer'le birlikte derlediğimiz "Hegemonya'dan Diktatorya'ya AKP ve Liberal-Muhafazakâr İttifak" (2010) adlı kitapta ve derlemede yazıları yer alan isimlerle birlikte tartışmaya katkıda bulunmuştuk.
Tekrar Savran'ın yazısına dönecek olursak; Savran haklıydı, sahiden de liberal sol yaşanılan yenilgi hissinin bir ürünüydü ve bu yenilgiye bir açıklama getirmeye çalışıyordu. Bu açıklama ise özcü bir Batı-Doğu karşıtlığı üzerine yerleştiriliyor, Batı'da olup da burada olmayanlar ve burada olup da Batı'da olmayanlar analizin temelini oluşturuyordu. Sol liberalizme göre Batı'da "iktidarın kapitalizm-öncesi dönemden beri (hem de binlerce yıldır) parçalanmış oluşu, özerk bireylerin, piyasa ekonomisinin ve kapitalizmin erkenden gelişmesini olanaklı kılmış, bu da güçlü bir sivil toplumun oluşumuna yol açmıştır. Demokrasinin Batı'da bu kadar yerleşik ve sürekli olmasının nedeni işte budur." Oysa Doğu'da/Türkiye'de süreç böyle işlememişti: "Burada iktidarın baştan beri gözlenen yekpareliği, merkezi devletin güçlülüğü, piyasanın ve kapitalizmin gelişmesine izin vermemiştir. Dolayısıyla sivil toplum gelişememiş, yüzyıllar boyunca devletin mutlak hâkimiyeti altında inlemiştir." (Savran, 1986: 21)
Sol liberalizm 12 Eylül'ü ve yaşanan yenilgiyi "güçlü devlet-zayıf sivil toplum" ikiliği üzerinden açıklıyor, dolayısıyla Türkiye'deki temel çelişkinin de emek-sermaye arasında değil devlet-toplum arasında olduğunu öne sürüyordu. Aslında Osmanlı ve Türkiye'nin Batıdan farklılığı ve "kendine özgülüğü" yönündeki tezler 12 Eylül sonrasının bir icadı değildi, 60'lar ve 70'ler Türkiye'sinde bu tezlerin temelini oluşturacak söylemler dolaşıma girmiş, yapıtlar ortaya konulmuş, siyasi polemikler yapılmıştı.
Örneğin Mehmet Ali Aybar Osmanlı'dan günümüze kadar gelen "ceberut devlet"ten söz ederken Kemal Tahir "kerim devlet"ten söz ediyordu ve bu birbirine karşıt gibi görünen iki kavram aslında aynı yere çıkıyordu: Osmanlı'da merkezi ve güçlü bir devletin varlığı feodalitenin ve aristokrasinin ortaya çıkışını engellemiş, bu da kapitalizmin ve dolayısıyla modern anlamda sınıfların doğuşu ve gelişimini daha baştan imkânsız hale getirmişti. Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) tartışmalarında da benzer tezler dile getiriliyor, Osmanlı üretim tarzı feodalite değil, Doğu'ya özgü Asya Tipi Üretim tarzı olarak adlandırılıyor, kapitalizmin ve burjuvazinin yokluğu bunun üzerinden açıklanıyordu. (Bu kavramlara ve tartışmalara dair bkz. Çeğin&Öğütle: 2021)
Aynı yıllarda yayınlanan bir makale ise yayınlandığı dönemde değilse de 12 Eylül'den sonra hem sol liberalizmin hem de muhafazakârlığın/İslamcılığın Osmanlı-Türkiye tarihini okumasının "kurucu metni" olacaktı: Bu, Şerif Mardin'in "Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri" adlı ve 1974 tarihli makalesiydi. Mardin bu makalesinde Osmanlı'dan Türkiye'ye uzanan süreçteki esas çelişkinin kültürel olduğunu öne sürüyor ve çelişkinin taraflarının iktidarı elinde tutan merkezle, çevrede yer alan halk kitleleri olduğunu söylüyordu.
Tüm bu "öncü" çalışmalar ve tartışmalardan varılan yer, 12 Eylül sonrasında Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecinin modernleşmeci/vesayetçi elitler-mütedeyyin/muhafazakâr halk kitleleri ikiliği üzerinden okunması oldu. Sol ya da sağ liberallerin de muhafazakârlar ve İslamcıların da ortak noktası sınıfsızlıktı. Bu okuma biçiminde ne artığın üretiliş ve üreticilerden çekiliş biçimi, yani üretimin ve sınıf sömürüsünün nasıl gerçekleştiği ne de üretilen artığa el koyma biçimi ve sınıflar mücadelesi mevcuttu. Sermaye birikim rejimlerinden ve hegemonya projelerinden bahsedilmediği gibi kapitalistleşen bir coğrafyanın emperyalizme entegrasyon süreçlerine ve bunun içerideki sınıfsal ilişkilere nasıl yansıdığına dair de hiçbir şey söylenmiyordu.
Bunun yerine İttihatçılıktan Kemalizm'e uzanan ve son yüz yıldır hiç değişmeyen sınıflar üstü ve tarih dışı bir devlet ve devlet aklı analizin merkezine yerleştiriliyor ve ülke tarihindeki bütün gelişmeler bunun üzerinden değerlendiriliyordu. Ayrıca bürokrasiye, özellikle de orduya "sınıf" gibi bakılıyordu, burjuvazinin yokluğunda bürokrasi adeta "egemen sınıf" olarak kavramsallaştırılıyordu. Aydın Giritli (Aydemir Güler), o yıllarda yazdığı "Türkiye'de Sivil Toplumculuk (1981-86)" adlı yazıda (Gelenek, Sayı:3, 1987) sözünü ettiğim sınıfsız bakıştan şöyle söz ediyordu:
Tarih ve topluma, sivil toplum prizmasından bakıldığında, sınıfsal analize de rahmet okumak gerekiyor. Türkiye'nin 20'lerde yaşadığı bir süreçteki sınıfsal kopuşun önüne kurumsal süreklilik, baskıcı devlet aygıtının varlığını devam ettirmesi vs. geçiriliyor. Kurumsal bakış açısının bu gölgeler oyunu ancak, perdenin ardına bile gizlenmemiş hemen oracıkta açıkta cereyan eden sınıflar mücadelesine gözlerini bilinçle kapatarak sürdürülebiliyor.
Osmanlı-Türkiye tarihini devlet-toplum, merkez çevre, elitler-halk ikiliği üzerinden okuyan ve sınıfsızlığın üzerinde yükselen bu bakış açısı 80'lerin başından itibaren Türkiye'nin akademik hayatında ve düşünce dünyasında hegemonik hale geldi. İlk aşamada Asaf Savaş Akat, Kürşat Bumin, Seyfettin Gürsel gibi isimler tarafından tedavüle sokulan sol liberal tezler, sonrasında geniş bir külliyata dönüştü. Özellikle İletişim Yayınları, Toplum ve Bilim, Birikim ve Yeni Gündem gibi dergiler, sol liberalizmin ana mecrası oldu ve düşünsel olarak birbirinden beslenen bir network ortaya çıktı. Murat Belge, Ahmet İnsel, Çağlar Keyder, Ayşe Buğra, Ömer Laçiner, Etyen Mahçupyan, Mehmet Altan, Hasan Bülent Kahraman gibi isimler bu paradigmanın akademide ve düşünce dünyasında adeta bir moda haline gelmesinde etkili bir rol oynadılar ve birkaç kuşağın akademik/düşünsel perspektifini ve üretimini belirlediler.
Bu sınıfsız bakışın sonucu, Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin kapitalistleşme sürecine geç girmiş bir ülkenin bu gecikmeye bağlı bir şekilde yaşadıkları ve ulusal bir kapitalizmin/ulusal bir burjuvazinin yaratılması süreci değil, bir "kötülükler tarihi" olarak okunması oldu. 1908'e ve 1923'e burjuva devrimi kategorisi üzerinden bakılmadı ve başka ülkelerin burjuva devrimleriyle karşılaştırmalı analizlere girişilmedi. Burjuvazi, yani Türkiye sermaye sınıfı ya yokluğuyla ya da "devlet babanın uslu çocuğu" diye tarif edilerek analize dahil edildi. Türkiye kapitalizminin gelişme dinamiklerine, ihtiyaçlarına ve bu ihtiyaçlardan kaynaklı hegemonya projelerine bakılmadı, devletle Türk sağı arasında ilişkilere odaklanılmadı. Dünyadaki neredeyse bütün modernleşme ve uluslaşma süreçlerinde tanık olunanlar İttihatçılığın ve Kemalizm'in "kötücül doğası"na mal edildi. Bugün yaşanılan bütün sorunların kökenlerinde "yanlış modernleşme"nin ve "yanlış Cumhuriyet"in olduğu ileri sürüldü, yaşanan her gelişme kolaylıkla "İttihatçılık" ya da "Kemalizm" adlı her kapıyı açan "maymuncuk"la açıklandı. Sınıflar ve tarih üstü bir devlet imgesi yaratıldı ve siyasal İslam'ın iktidara yürüyüşü görmezden gelindi. Hepsinden daha önemlisi ise yirmi yıllık AKP iktidarının en az ilk on yılında, ceberut devletle, elitlerle, vesayetçilerle vs. demokrasi mücadelesi verdiği iddiası üzerinden AKP'ye destek olundu, buradan yola çıkılarak hegemonik ittifaklar kuruldu. AKP rejiminin inşasının ideolojik hegemonyası bu destekle, bu ittifaklarla tesis edildi.
Post-Post-Kemalizm, Post-Kemalizm'in Kemalizm'e ve Cumhuriyet'e konulmuş yanlış bir teşhis olduğunu söylerken ve hem onu eleştirirken hem de aşılması gerektiğini söylerken haklıdır. Ancak yazının başında da söylediğim üzere, nasıl ki Post-Kemalizm'le Kemalizm'in birer paradigma olarak ortak noktası ikisinin de sınıftan kaçmaları, analiz birimi olarak sınıfı ve sınıf mücadelesini seçmekten kaçınmalarıysa, aynı durum Post-Post Kemalizm için de geçerlidir.
Post-Post-Kemalistler Marksist değillerdir ve bu nedenle de "yeni bir paradigmaya doğru" giderken tıpkı Post-Kemalistler gibi onlar da Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini üretim tarzları ve üretim ilişkileri üzerinden anlamaya çalışmazlar, yola buradan çıkmazlar. Oysa Osmanlı modernleşme sürecinin temel itkisi, üreticilerden çekilen artığın, yani artı-ürünün artırılması olmuş, merkezi devlet, modern bürokrasi ve modern vergileme, artığın nasıl çoğaltılacağına verilen yanıtlar olarak karşımıza çıkmıştır. Jön Türkler'den İttihatçılara, Tanzimat'tan Meşrutiyet'e uzanan süreç kapitalistleşme sürecine geç girmiş bir devletin kapitalist dünya sistemi içerisinde kendisine yer arayışının, emperyalizmin Osmanlı'ya girişinin ve onu bir yarı-sömürge haline getirişinin ama aynı zamanda kapitalist ilişki biçimlerinin ekonomiden hukuka, eğitimden tarıma Osmanlı toplumsal formasyonunu belirler hale gelişinin tarihidir.
Post-Kemalist paradigma 1908-1945 arası yaşananları "bütün kötülüklerin kaynağı" olarak görmektedir ve Post-Post-Kemalist paradigma bunu haklı olarak eleştirmektedir ama bu dönemin nasıl incelenmesi gerektiğine dair bize herhangi bir alternatif sunmamaktadır. Örneğin İlker Aytürk, Esen'le birlikte derledikleri kitapta "Post-Kemalizm'in kurucu metni" dediği Mete Tunçay'ın kitabı üzerine yazdığı "Erken Cumhuriyet'te Modernleşme, Laiklik ve Milliyetçilik: Mete Tunçay'ın Tek Parti'sinin Kırk Yıllık Gecikmiş Bir Eleştirisi'nde Tunçay'ın çalışmasının ekonomi-politik zayıflığına, sınıflara ve sınıf mücadelesine neredeyse hiç odaklanmamasına, modernleşme, uluslaşma ve kapitalistleşme arasındaki ilişkiyi görmezden gelmesine dair hiçbir şey söylemez. Benzer bir şekilde Berk Esen de "Post-Kemalizmin Vesayet Eleştirisi: AKP Rejiminin Resmi Tezi" adlı yazısında Türkiye tarihini vesayetçilik üzerinden okuyan post-Kemalistleri eleştirir ama vesayetçi tezlerin hangi sınıfsal ihtiyaçlardan kaynakladığı üzerine bir şey söylemediği gibi yerine alternatif bir okuma da sunamaz, çünkü o da aslında eleştirdiği post-Kemalist yazarlar gibi meseleye sınıfsız bir şekilde bakar.
Dolayısıyla Post-Post-Kemalizm de 1908'i ve 1923'ü burjuva devrimi kategorisi içerisinde değerlendirmemekte ve yola buradan çıkmamakta, uluslaşmayla ulusal bir burjuvazi ve ulusal bir pazar yaratma arasındaki bağlantılara bakmamakta, Mustafa Kemal'in ve kurucu kadronun "burjuva" karakterleri ve yönelimleri üzerine dişe dokunur herhangi bir şey söylememektedir. Oysa 1908 devrimi sonrası çıkartılan anti-feodal yasalarından 1915'ten itibaren uygulanmaya çalışılan Milli İktisat politikalarına, İzmir İktisat Kongresi kararlarından 1923'ten sonra izlenen ekonomi politikalarına sürecin sınıfsal niteliği çok net bir şekilde karşımızda durmakta ve üzerine çalışılmayı beklemektedir.
Velhasıl, Post-Post-Kemalizm, Post-Kemalizm'in Osmanlı Türkiye tarihini merkez-çevre, devlet-toplum, vesayetçi elitler- dindar halk kitleleri gibi ikilikler üzerinden okumasına yönelik kimi doğru eleştiriler getirmekte ama hem yapılması gereken asıl eleştiriyi yapamamakta, yani Post-Kemalizm'in asıl probleminin sınıfsızlık olduğunu söyleyememekte hem de kendisi de Post-Kemalizm'le aynı maluliyeti, yani sınıfsızlığı paylaştığı için "yeni bir paradigma" iddiasının altını gerçek anlamda dolduramamaktadır.
Sonuç
Tüm bunlardan yola çıkarak söyleyebiliriz ki sol liberalizmin yerine "yeni bir paradigma" ancak Marksizm'le, tarihsel materyalizmle konulabilir. Aslında Aytürk de bunu fark etmiş gibidir; çünkü tartışmayı başlatan yazısının sonuç kısmında "Post-Kemalizm'in yerine ne koyacağız" sorusuna yanıt verirken "yeni aktörlere, kurumlara, süreçlere bakmamız" gerekliliğinden söz eder ve "Türk sağı şemsiyesi altında buluşan milliyetçi, muhafazakar yahut İslamcı siyasetçileri, onların siyasi partilerini, derneklerini, yayınlarını, 1960'lara kadar bütünlüğünü koruyan, sonrasında ise milliyetçiler ve siyasi İslamcılar olarak bölünen milliyetçi-mukaddesatçı tabanı, ve tabii ki Türk sağını şekillendiren düşünce dünyasını ve entelektüelleri" incelememiz gerektiğini söyler.
Yapılması gerekenin bir boyutunda bunun olduğu kuşkusuzdur; ancak esas mesele bunun hangi perspektifle yapılacağıdır. Son yıllarda Aytürk'ün "uç sağ" diye adlandırdığı milliyetçi ve İslamcı akımlar ve isimler üzerine yapılan çalışmaların sayısında bir artış vardır doğru ama bunlar da "yeni bir paradigma" kurmaktan uzaktır; çünkü neredeyse hiçbiri meseleye sınıf perspektiften bakmamaktadır. Oysa nasıl ki Osmanlı-Türkiye modernleşmesi ve Cumhuriyet'in kuruluşu üreticilerden artığın nasıl çekildiği/çekileceği mücadelesi, yani sınıflar mücadelesi üzerinden okunmalıysa, 1945 sonrası da böyle okunmalıdır. 1945 sonrasında, yani Soğuk Savaş'la birlikte Türkiye sermaye sınıfının yönelimleri nasıl değişmiştir, hangi birikim rejimi tercih edilmiştir, yönetici sınıf emperyalist hiyerarşiye ve uluslararası işbölümüne nasıl dahil olmuştur, bu dahil oluşun bir sonucu olarak anti-komünizm nasıl siyasetin merkezine yerleşmiştir, bu durum eğitimden orduya, medyadan istihbarat aygıtına, emek rejiminden dış politikaya uzanan bir genişlikte kurumlara, zihniyetlere ve devlet-toplum ilişkilerine nasıl yansımıştır, devletle Türk sağı arasındaki ilişki laikliğe bakışı ve din politikalarını nasıl değiştirmiştir gibi soruların cevaplarına yanıt arayan çok daha fazla çalışmaya, makaleye, teze, kitaba ihtiyacımız vardır. Türkiye tarihinin doğru bir okuması da yeni bir paradigma da ancak böyle mümkün olabilecektir.
KAYNAKÇA
Aytürk, İlker (2015), "Post-Post-Kemalizm Yeni Bir Paradigmayı Beklerken", Birikim, Sayı: 319.
Aytürk, İlker&Esen, Berk (2022), Post-Post-Kemalizm Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar İletişim Yayınları: İstanbul.
Boratav, Korkut (2012), Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009, İmge Kitabevi Yayınları Ankara.
Timur, Taner (2008), Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara.
Çeğin, Güney&Öğütle Vefa, Kerim ya da Zalim: Osmanlı Devlet ve Toplum Yapısı Tartışmaları, Phoenix Yayınevi, Ankara.
Giritli, Aydın (1987), "Türkiye'de Sivil Toplumculuk (1981-86)", Gelenek, Sayı: 3
Makal, Ahmet (2007), Ameleden işçiye: Erken Cumhuriyet Dönemi Emek Tarihi Çalışmaları,
İletişim Yayınları, İstanbul.
Savran, Sungur (1986), "Sol Liberalizm: Maddeci Bir Eleştiriye Doğru", 11. Tez Kitap Dizisi, Sayı: 2
Sümer, Çağdaş&Fatih Yaşlı (2010), Hegemonya'dan Diktatorya'ya AKP ve Liberal-Muhafazakâr İttifak, Tan Kitabevi Yayınları, Ankara.
Şahinkaya, Serdar (2022), "7 Şubat – 4 Mart 1923'te İzmir'de Toplanan Türkiye İktisat Kongresinin Hatırlattıkları", soL Portal.
Yaşlı, Fatih (2020), Halkçı Ecevit Ecevit, Ortanın Solu, CHP (1965-1980), Yordam Kitap, İstanbul.
* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre) * Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i) * Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş) * Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz) * Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun) * Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta) * O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal) * Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran) * Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduğu dönemde emperyalistler ülkelerin dağınıklığından, güçsüzlüğünden yararlanıyordu.
Henüz savaştan çıkmış ve feodalizmin ömrünü tamamladığı bu dönemde, feodalizm sonrası mutlak sistem olan kapitalizme geçiş sürecinde emperyalizme karşı güçlü olmak için birlikteliğe ihtiyaç vardı.
Böylesi bir dönemde süreç ile çelişkilerin bir arada olması kaçınılmazdı.
Aynı zamanda sınıflı toplumun sınıfsız toplum gibi birlikte hareket etmesini dayatan süreç de kaçınılmazdı.
Bir yandan kapitalist sistem kapıya dayanmış diğer taraftan çelişkili olsa da sınıfların birlikteliğini kişiler değil, koşullar dayatmıştı.
Devletin oluşması ve güçlenmesi sınıf çatışmasından önce geliyordu. Zira henüz kapitalizm yerleşmemiş ve sınıflar da oluşmamıştı. Sınıfların oluşması için önce kapitalist sistemin oluşması gerekiyordu.
Henüz sınıfların oluşmadığı bir dönemde sınıfların birlikteliği bir düşünceden ziyade yeni kurulan devletin yapısının dayatmasıydı.
Çünkü kapitalist sistem zaten doğal olarak sınıfları oluşturacak ve süreç içerisinde sınıf çatışmasını da beraberinde getirecekti, ki öyle de oldu.
Türkiye Cumhuriyeti devleti olgunlaştıkça sınıfların varlığı da kendisini histtirmeye başladı.
Dolayısıyla devletin kuruluş aşamasında sınıfların birlikteliğini savunmak hem zorunluydu hem en doğrusuydu.
Buna göre sınıfların birlikteliğini getiren Atatürk'ün halkçılık anlayışını eleştirmek koskoca bir yanılgıdan ibarettir.
Ne feodalizmi.
Asyatik bir imparatorluk bakiyesidir kuruluşunda.
19yy'da kısmen yarı sömürgedir.
Ticaret burjuvazisi de kısmen vardır.
M. Kemal'den 100 yıl önce modernleşme ve kapitalizme entegre olma eğilimi açıkça görülür.
Kapitalizm küreseldir. Serbest piyasacı mülkiyetçi bir rejim kuruluyor. Kuruluşda sınıfların yeterince gelişip gelişmediği değil sorun.
Halkçılık ilkesi ile amaçlanan kapitalist üretimin sınıflı toplum gerçeğinin inkar ve üstünün örtülmesi ve emperyalist hegemonyaya eklemlenme niyeti dünyaya deklere ediliyor.
Bir tür bonapartizm.
Devletçilik ise hem keynesci küresel kriz reçetesi hem de servet transferiyle burjuva sınıfı oluşturmak.
Ulus-devlet kurmak geç kalınmış bile olsa görece ilericilik diye kabul edilebilir.
Ama anti-emperyalizm iddiası zorvadır.
Anti-kapitalist olunmadan anti-emperyalizm olunmaz.
Hele de kapitalizmin emperyalist aşamaya geçip 1.paylaşım savaşı yaptığı dönemde kapitalist kalkınma ve emperyalizme eklemlenme tarihsel gerçek iken.
Ortada antiemperyalist bişey yok.
Bugün de yok.
Bugün faşistler emperyalizmin iç çelişkisini ve aralarındaki didişmeyi anti-emperyalizm diye kaskallamıgor mu. Aynı hikaye.
Emperyalist ülke kavramı emperyalizm kavramını muğlaklaştırıyor.
Emperyalizm şu ya da bu ülkenin sıfatı değil, kapitalizmin geldiği aşamanın adı.
Bir video dönüyor. Sokak röportajı yapan bir genç, karşısında her soruya karşılık Erdoğan'ı savunan kişiye en sonunda dayanamayıp Ensar Vakfı'na ait yurtta tecavüze uğrayan 45 çocuğu soruyor. Ve pişkin muhafazakâr bu korkunç olay karşısında bir an dahi tereddüt etmeden yapıştırıyor cevabı:
"Başında mıydın, saydın mı?"
Etrafındakilere bakıyorum. Onun yüzündeki pişkinlikten utanıyorlar mı diye. Muhtemelen eşi ya da akrabası olan bir kadın gülümsüyor. Videonun başından sonuna kadar gülümsüyor. Neye gülümsüyor? Sanki televizyonda bir reality show izliyor. Bu diyaloğun gerçekliğinin dahi farkında değil sanki. Çünkü onu yıllardır her türlü acıya duyarsızlaştırmış, her vahametle dalga geçmiş bir yapıyla suç ortağı. O kadar çok şeyin üzerine kulaklarını örtüp yattılar ki safa yatmaktan başka çaresi yok. Her şeye gülümsemekten başka çaresi yok. Hani çok büyük bir trajedinin ardından aklını kaybeden biri antidepresanların etkisiyle ağlamak yerine hayatta kalmasının günahını üzerine alarak gülümser ya, işte öyle gülümsüyor.
Bu uyku halini siz çevrenizde ne kadar yaşıyorsunuz bilmiyorum ama muhafazakâr ve koyu AKP'li bir aile ile yaşadığım için bu benim hayatımın bir parçası. Onları uyandırmayı denemedim mi hiç? Denemez olur muyum? Çok denedim. Ama sonra onların bu saf hallerinin bilmemekten ileri gelen bir yanılgı olmadığını, kandırılmadıklarını, bilerek tercih ettikleri bir yöntem olduğunu fark ettim. Bile isteye kötü, bile isteye vicdansız, bile isteye günahkârlardı. Sorumluluğunu almak istemedikleri her günahı başlarını öbür tarafa çevirerek savuşturuyorlardı. Düşünmeleri ve karar vermeleri gereken her durumda kararı başkasına havale ediyorlardı. Şeyhe, genel başkana, ailenin reisine vs. Böylece düşünmek ve sorumluluk almak günahından kaçıyorlardı çünkü kazara bir defa hakikate temas edecek olurlarsa, arkada dağ gibi günahlar onları bekliyordu. Başından beri suç ortağı oldukları bu yapı ile her gün yavaş yavaş doz arttırarak öyle büyük günahlara ortak olmuşlardı ki bu günahlarla yüzleşmektense saf saf gülümsüyorlar ve umutla bekliyorlardı, yeniden kazanmayı, ohh olmasını.
Geçen hafta Kemal Kılıçdaroğlu tarafından başörtüsü çıkışı yapılınca ısrarla Millet İttifakı içerisindeki muhafazakâr parti genel başkanlarını etiketleyip "Tabağı boş göndermeyin" dedim. Malum bizim kültürümüzde komşu size bir ikram gönderirse tabağı boş göndermek ayıptır. Evde taze pişen güzel bir şey olduğu an, siz de gelen tabağı doldurup öyle tabağını komşuya geri verirsiniz. Ancak muhafazakâr partilerin hiçbiri başörtüsü hamlesi karşısında teşekkür etmek haricinde bir karşı cömertlikte bulunmadılar. Kime söylüyordum ki? Ülkelerinde özgürlük için savaştıkları düşünülen başörtülü kadınların eylemlerine gelen insanları aralarına aldılar da, onlar başka bir eylemde yerlerde sürüklenirken "Hop!! Durun bakalım. Burası dağ başı değil!" demediler. Sadece aldılar ve bir daha dönüp bakmadılar. Dikkatinizi celbederim, hak, hukuk deyince kelle koltukta ortaya atılan bir avuç samimi dindardan değil, dindar görünen muhafazakâr günahkârlardan bahsediyorum. Başörtüsü çıkışının ardından onlardan bir açılım geleceğini de zannetmiyorum. Ne bir Boğaziçi savunusuna destek olurlar, ne bir işçi eylemine, ne İran'da yaşamları pahasına özgürlüklerini savunan kadınlara. Muhafazakârlar sadece alırlar.
Ancak onlar bu ülkenin gerçeği. Çok değiller ama varlar. Ve yirmi yıl önce mikrofonu ellerine aldıklarından beri çok sesleri çıkıyor. Onlar ailem.
Peki bu karadeliğe düşmeden nasıl onlarla birlikte yaşarsınız?
Oyunda sabırla uygulamanız gereken tek bir kural var. Onlara onlardanmış gibi görünmeyin. Gittikçe daha fazla "mış gibi yapmaya" başlamaktan başka hiçbir işe yaramaz onlar gibi görünmek. Onlar değil, siz asimile olursunuz. Daha doğrusu siz de asimile olmazsınız da onlar sizin onlara dönüşmeye başlamanızın verdiği rahatlıkla daha fazla talepte bulunur ve siz bir defa bulaştığınız bu balçıktan çıkmaya çalıştıkça daha da dibe çekilirsiniz. O yüzden iyisi mi siz kibarlığı elden bırakmadan kendi yolunuzdan ayrılmayın ama onlarla da çatışmayın. Tecrübe konuşuyor burada.
Dini okuyup derinlemesine araştırdıktan sonra gittikçe dinden uzaklaşmaya başladım. Ancak doğduğumdan beri din propagandası yapılan bir evde büyümüştüm ve o evde dinden nasıl uzak durulur bilmiyordum. O kadar tahammülsüzlerdi ki onlara başka türlü bir yaşamın mümkün olduğunu anlatmaktansa numara yapmak daha kolay, daha konforluydu. Bu yüzden yıllarımı kaybettim beyhude bir ümitle ancak en sonunda cesurca dik durmadıkça ne onları alıştırabileceğimi ne kendimi kurtarabileceğimi gördüm. Bütün dünya değişir ama içeriye bir yabancı madde girmedikçe muhafazakâr evi değişmez. Bunu çok iyi bildikleri için hiçbir şeyin değişmemesi için var güçleriyle birlik olurlar. Bir ilmek söküldü mü gerisi gelir çünkü.
Ailem bir cemaate bağlıydı ve babam çocuklarını terbiye etmek için evi adeta bir Nazi kampına çevirmişti. Sesli konuşmak, gülmek, fikrini söylemek yasaktır. Yasağı delerseniz öyle bir öfkeyle karşılaşırsınız ve yalnız kalırsınız ki bunu denediğinize pişman olursunuz. Peki ya ısrarla bütün korkularınıza rağmen devam ederseniz? Babam bizi terbiye etmek için evin bütün odalarına bir hoparlör yerleştirmişti. Evdeki çocuklar büyüyüp genç olduktan, salondan odalarına çekilmeye başladıktan sonra onlara şeyhinin sohbetini ulaştırabilmek için sohbet başladığı an bütün odalarda yayınını dinlemek zorunda kalırdınız. Uzun yıllar buna tahammül ettim. Sevmeye çalıştım. Namaz kılmadığım halde hakarete ve aşağılamaya maruz kalmamak için abdest alıyor, namaz kılıyor gibi yaptım. Namaz elbiselerimi giyip seccadede oturdum. Bazen inandırıcı olsun diye rükûda durdum. Ama o sabah namazlarına kaldırılmak yok mu, nasıl numara yapabilirsiniz ki uyandırıldıktan sonra? (Ahh Enes. Zavallı çocuk.) Üniversiteye hazırlanırken ders çalışıyorum bahanesiyle odamdaki hoparlörün kablosunu çıkardım. Babam bunu görür görmez derhal kabloyu tamir etti. Bir daha çıkardım. Baktı ki iş ciddi, bir daha ellemedi. Çünkü devam ederse ve isyan edersem isyan ateşi yan odalara sıçrar. O yüzden her muhafazakârın yaptığı gibi ehveni şerre göz yumdu. Ancak o kadar çok psikolojimi bozuyordu ki en sonunda onu unutmak için benimle birlikte üniversiteye hazırlanan kuzenimle ders çalışma bahanesiyle halamda kalmaya başladım. Sınava yirmi gün kala bulduğum bu çözüm beni epey rahatlatmıştı. Ta ki sınavdan hemen önceki güne kadar. Başörtüsü sorunu artık çözülebilirdi, yasak birçok yerde fiili olarak uygulanmıyordu ancak AKP çoğunluk elinde olmasına rağmen sırf birkaç seçim daha sömürmek uğruna başörtüsü yasağını kaldırmayı ertelediği için kanun-nizam sevdalıları bu yasak sebebiyle sorun çıkarabiliyordu. Sorun yaşanan her olay AKP'nin bu mevzuyu tavında dövmesine yarıyordu. Bu yüzden aslında okumamı hiç istemeyen babam sınavdan bir gün önce arayıp bana bir mesaj göndermişti:
"Aman ha, sınavda başını aç derlerse sakın açma, hiçbir tahsil başörtünden önemli değil tamam mı kızım! Sen bunu zaten çok iyi biliyorsun."
Nasıl da tepe taklak etmişti yirmi günde zar zor toparladığım psikolojimi bir dakika içinde. Ellerim titredi, nefesim kesildi ve saatlerce ağladım. Sınava başım açık olarak girdim. Ancak aileme yalan söyledim. Zaten gerçeği bilmeyi hak etmiyorlardı. Gerçek onlara lazım değildi, onlara istediklerini verdim. Ancak hiç bitmiyordu o denetim mekanizması. Ben her yıl, her ay, her gün değişiyordum. Onlar hep aynıydılar. Anladım ki, ben değiştiğimi söylemedikçe onlar beni aynı sanmaya devam edecekler ve aynı kalan bana kendi yaşamlarını dayatacaklar. Hayır, o yaşta elde edemedim o zaferi. Evlenirken de dindar gibi davrandım, ateist ama dindar isimli damatlarını onlara kabul ettirirken. Ne zaman onları dönüştüremediğim halde kendimi onlara kabul ettirebileceğimi fark ettim biliyor musunuz? Kızımı büyütmek için evlerine geri dönmek zorunda kaldığımda. Eğer hala numara yapmaya devam etseydim, kızım da numara yapmayı öğrenecekti. Ona bunu yapmaya hakkım yoktu. Ve bir anda onlarla nasıl mücadele edeceğimi deneyerek öğrendim.
Kendi evimden getirdiğim bir resmi odamın duvarına asmak için babamdan duvara çivi çakmasını isteyince çiviyi çakıp "Ne asacaksın?" dedi. Resmi astım. Babam dudağını bükerek "Bu ne şimdi?" dedi. Resimde ayın önünde bir kayanın üzerinde elinde mızrağı, sırtında okları ve upuzun kuyruğuyla şapkasını yüzüne indirmiş bir fantastik kahraman vardı. Bir nevi kurt adam. Yapayalnız bir savaşçı. O an önce resmi onun muhafazakâr hassasiyetlerine göre savunmayı düşündüm. "Ama yüzü görünmüyor ki, haram değil" diye. Sonra içimden, "Kime anlatmaya çalışıyorum ki" dedim ve "Bu ne şimdi?" sorusuna "Sanat" dedim. Sanatçının neyi anlatmaya çalıştığını anlatmaya falan kalkmadım. O kadarı da küstahlık olurdu. "Sanat. Sanatmış, pehh" deyip gitti. Namaz kılıyor numarası yapmadım, oruç tutuyor zannı uyandırmadım. Tüm bunlarla onlar baş etmenin çarelerini buldular. Ama onları kışkırtmadım da. Gözlerinin içine sokmadım, kendi hayatımı dayatmadım ama hayatlarını dayatmaya her kalktıklarında "hayır" demekle yetindim. Böylece gözlerinin önünde onlar gibi olmayan ama onlara ait biriyle yaşamayı öğrendiler. Muhafazakâr karadeliğe düşmeden yaşamayı başarıp başaramadığımı şu gün öğrendim.
Bir gün o zamanlar 4 yaşında olan kızım bana "Annecik Allah ne?" dedi. Ben güldüm, belli ki bugün evde biri ona Allah'tan bahsetmiş. Ancak o an aynı zamanda şunu da fark ettim. 4 yaşına gelene kadar bir kez olsun, hiçbir şeyi açıklamak için tanrıdan bahsetmek zorunda kalmamışım. Ve o evde büyüdüğü halde aslında onlar da bahsetmemişler. Benim yaşadığım mutluluk bir başka duyguyla bugün onlarda çınlamış. Gözlerinin önünde onlardan ama onlar gibi olmayan biri daha. Üstelik de çok saf, çok temiz, çok sevimli. Lanet olsun.
Diyeceğim o ki, muhafazakârlara muhafazakâr gibi görünerek hiçbir şey kazanamazsınız. Sadece onlara daha fazla alan açarsınız. Daha fazla baskı için zemin hazırlarsınız. Başörtüsü açılımını zamansız ve yersiz buluyorum. Keşke başlı başına onun için bir açıklama yapılmasaydı da birkaç maddeden oluşan özgürlükler paketinin içindeki maddelerden bir madde olsaydı. Bu onu daha anlamlı kılardı üstelik. Böylece başörtüsü konusunda size gol attığı için kahkaha atan biri peyda olamazdı. Yine de ona "Biz özgürlükler için savaşıyoruz, başörtüsü bahanesine sığınarak başkalarının hayatını ipotek altına almanıza izin vermeyeceğiz" diyebilirsiniz. Merak etmeyin, onlar zaten ne derseniz deyin memnun olmaz, kendilerinin klonu kitleleri de. Ama sizinle yaşamaya alışabilirler. O kadar. Başörtüsü mağdurlarının haklarını savunurken, aynı ailelerin baskıları altında başını açmak isteyen ya da o kadar dindar olmak istemeyen başörtülü kızların ezilmesine önayak olmayın.
İşyerimde asgari ücrete istediği zammı alamayan samimi dindar bir mücahit kardeşim, "Bak CHP'li belediyelere, nasıl da zam yaptılar. Bir de haktan hukuktan bahsedip onları beğenmezler" deyip bir daha AKP'ye asla oy vermeyeceğini söyledi. Birçok kişiden duyuyorum ama ondan ummazdım. Hepimizin ortak dertleri varken ve en çok ekonomi can yakıyorken, herkesin dertlerini çözmeyi vaat ederseniz, yönetebilme ve refahı sağlayabilme konusunda güven verebilirseniz, onlar sizin yanınızda yer almak için kendi bahanelerini kendileri üretirler.
Asla elde edemeyeceğiniz bir kitle var, öncelikle bunu kabul edin. Hatta o kitleden ödün verin. İnanın bu kadar günahkâr bir kitleden size hayır gelmez. Bozulan ekonomi, erişilemeyen ilaçlar, ulaşılamayan sağlık sistemi, alınamayan nitelikli eğitim, mafya hukuku hepimizin evinde bambaşka hikâyelerle onların aleyhine propaganda yaparken, siz onların suyuna gitmeyin. Kendi kuyunuzu kendiniz kazmayın.
Dezenformasyon yasasının gösterdikleri
Şu an "Dezenformasyon Yasası" görüşülüyor ve güzide muhalefetimiz tıpkı seçim yasası Meclis'ten geçirilirken yaptığı gibi eli böğründe olan bitenleri seyrediyor. Siyaseti sadece esnafa kafa sallama sporu olarak gören bir zihniyet iktidarı hak eder mi? İktidarı hak etmeniz lazım. O kadar çok istemeniz lazım, o kadar çok istemeniz lazım ki sabah-akşam planlar yapıp onları hayata geçirmek için bildiğiniz bütün yolları denemelisiniz. Ha onlar kadar aşağılık olmanıza gerek yok, daha ahlaklı olabilirsiniz elbette ama bu kadar pasifseniz kusura bakmayın, siz iktidar olursanız her şeyin üstesinden gelebileceğiniz güvenini sağlayamıyorsunuz.
Düşünüyorum da Erdoğan iktidarda değil de muhalefette olsa ne yapardı acaba böyle bir durumda. Eli kolu bağlı, seçime kadar bunları çekeceğiz, seçimden sonra icabına bakarız diye bekler miydi? Sadece bir RTÜK üyeliği için milletvekili transfer eden Erdoğan hani. Sadece "Arazisi de ne güzelmiş" diye dünyanın sayılı üniversitelerinden Boğaziçi Üniversitesi'nin içini boşaltan kişi hani. Erdoğan olsa canını dişine takar, "Gelecek benim iktidarımda, bunlar gidici görüyorsunuz" diyerek gider iktidar partilerinden kimi yanına çekebiliyorsa ikna eder, kimine makam, kimine para, kimine haysiyet, ne bileyim kim hangi dilden anlıyorsa onları vaat eder ve vekil transferi ile oyçokluğuyla dilediğini yapan iktidarı bozguna uğratırdı. Böylece seçime giderken hem diledikleri yasayı geçiremez hale gelirlerdi hem de moral üstünlüklerini kaybederlerdi. İYİP neden MHP'yi didiklemez, DEVA, Gelecek ve Saadet neden AKP'yi didiklemez aklım almıyor. Siyaset dediğimiz şey sadece söylem ve politika üretmek değil, aynı zamanda taktiklerin konuştuğu bir zekâ oyunudur. Başarı kadar başarısızlık da tesadüf değildir.
Önümüzdeki hafta sansür yasasına uygun olarak yazmaya başlayacağım. Mecburen köşe yazısı değil, daha çok hikâye yazacağız seçime kadar.
* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre) * Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i) * Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş) * Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz) * Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun) * Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta) * O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal) * Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran) * Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Devlet, Alevi inancını diyanete bağlayarak asimile etmeye çalışıyor.
Alevi dernekleri direnmeye çalışıyor, muhalefet ölü taklidi yapıyor.
* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre) * Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i) * Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş) * Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz) * Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun) * Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta) * O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal) * Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran) * Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)