Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Genel Forumlar > Politika

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #1  
Alt 01-02-2021, 10:27
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart Anarşizm: Alexander Berkman - Anarşizm Nedir?

Anarşizm hakkında kapsamlı bir yazı dizisi.

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (1) – Alexander Berkman
23/08/2020 21:02

Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928'de yazılan, daha önce farklı dillerde "Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC'si, Anarşist Komünizm Nedir?" isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabı bölümler halinde sizlerle paylaşacağız. Paylaşılmış bütün bölümlere buradan ulaşabilirsiniz.



ÖNSÖZ
Anarşizmi, özgürlük ve uyum içindeki toplumsal yaşamın en akılcı ve pratik anlayışı olarak görüyorum. İnsanlığın gelişimi sürecinde Anarşizmin hayata geçeceğine kesin olarak ikna oldum.

Bu hayata geçişin zamanı iki etkene bağlı olacaktır: birincisi, mevcut koşulların hem ruhsal hem de fiziksel olarak insanlığın önemli bir kısmı için, özellikle de emekçi sınıflar için, ne kadar çabuk katlanılamaz hale geleceği; ikincisi, Anarşist görüşlerin anlaşılma ve kabul edilme derecesidir.

Toplumsal kurumlarımız belirli fikirler üzerine kuruludur; genellikle bu fikirlere inanıldığı sürece, bu fikirler üzerine inşa edilen kurumlar da güvendedir. İnsanlar siyasi otoritenin ve yasal baskının gerekli olduğunu düşündükleri için hükümet hala güçlüdür. Böyle bir ekonomik sistem yeterli ve adil görüldüğü müddetçe kapitalizm sürecektir. Günümüzdeki rezil ve baskıcı koşulları destekleyen bu fikirlerin zayıflaması, devletin ve kapitalizmin nihai çöküşü anlamına gelmektedir. İlerleme dediğimiz; insanın zar zor sağ kurtulduğu kötü koşulları ortadan kaldırıp onların yerine daha uygun bir ortam yaratmaktan ibarettir.

Sıradan bir gözlemci için bile, toplumun temel kavramlarında radikal bir değişim olduğu açıkça görülüyor. Dünya Savaşı ve Rus Devrimi bunun ana nedenleridir. Savaş, kapitalist rekabetin acımasız karakterinin ve hükümetlerin uluslararasındaki veya daha doğrusu iktidardaki mali klikler arasındaki anlaşmazlıkları çözme konusundaki korkunç yetersizliğinin maskesini düşürdü. İnsanların eski yöntemlere olan inançlarını kaybetmelerinden dolayı Büyük Güçler artık silahlanmanın sınırlandırılmasını ve hatta savaşın yasadışı ilan edilmesini tartışmak zorunda kalıyor. Çok uzun zaman önce, böylesi bir ihtimalin önerisi bile son derece küçümseme ve alay ile karşılanırdı.

Benzer şekilde diğer yerleşik kurumlara olan inanç da kırılmaktadır. Kapitalizm hala ‘işliyor', ancak onun faydası ve adaleti hakkındaki şüpheler, sürekli genişleyen toplumsal kesimlerin içine kurt düşürmekte. Rus Devrimi, kapitalist toplumu ve özellikle onun ekonomik temellerini, toplumsal varoluş araçlarını ve özel mülkiyetin kutsallığını baltalayan fikir ve duyguları yaydı. Çünkü Ekim sadece Rusya'yı değil, dünya çapındaki kitleleri de etkiledi. Var olanın hep var olacağına dair uydurulan hurafe, geri döndürülemeyecek şekilde sarsıldı.

Savaş, Rus Devrimi ve savaş sonrası gelişmeler, aynı zamanda sosyalizm hakkında da çok sayıda hayal kırıklığı yarattı. Sosyalizmin de Hristiyanlık gibi kendini yenerek dünyayı fethettiği tespiti doğru. Sosyalist partiler şu anda Avrupa hükümetlerinin çoğunu ya yönetiyor ya da yönetilmesine yardım ediyor, fakat insanlar artık onların da diğer burjuva rejimlerinden farklı olduklarına inanmıyorlar. Sosyalizmin başarısız olduğu ve iflas ettiğini düşünüyorlar.

Aynı şekilde Bolşevikler, Marksist dogmanın ve Leninist ilkelerin yalnızca diktatörlüğe ve gericiliğe yol açabileceğini kanıtladılar.

Anarşistlere göre tüm bunlarda şaşırtıcı herhangi bir şey yok. Onlar her zaman, devletin bireysel özgürlüğe ve toplumsal uyuma zarar verdiğini, yalnızca baskıcı otoritenin ve maddi eşitsizliğin ortadan kaldırılmasının siyasi, ekonomik ve ulusal sorunları çözebileceğini iddia etmişlerdir. Fakat onların kanıtları; şimdiki nesil için, her ne kadar insanlığın asırlık deneyimine dayansa da, son yirmi yıldaki olaylar gerçek hayatta Anarşist tarafın doğruluğunu gösterene kadar salt teori gibi göründü.

Sosyalizmin ve Bolşevizmin çöküşü, Anarşizmin önünü açtı.

Anarşizm üzerine hatırı sayılır bir kaynakça var, ancak daha kapsamlı eserlerin çoğu Dünya Savaşı'ndan önce yazılıyordu. Yakın geçmişin deneyimi hayati önem taşıyordu, Anarşist tutum ve tartışmalarda bazı gözden geçirmeleri gerekli kıldı. Temel önermeler aynı kalsa da pratik uygulamadaki bazı değişiklikler güncel tarihin gerçekleri tarafından belirlenir. Özellikle Rus Devrimi'nden çıkartılan dersler çeşitli önemli sorunlara yeni bir yaklaşımı gerektiriyor, bunların başında toplumsal devrimin karakteri ve faaliyetleri geliyor.

Dahası, birkaç istisna dışında Anarşist kitaplar ortalama okuyucunun anlayabileceği düzeyde değil. Okuyucunun zaten konuya büyük ölçüde aşina olduğu varsayımıyla yazılmış olmaları -ki genellikle durum böyle değildir- toplumsal sorunlarla ilgili çoğu eserin ortak problemidir. Sonuç olarak, toplumsal sorunları yeterince basit ve anlaşılır bir şekilde ele alan çok az kitap vardır.

Yukarıdaki nedenden ötürü, şu anda Anarşist tarafın herkes tarafından anlaşılabilecek en sade ve en net terimlerle yeniden ifade edilmesinin çok gerekli olduğunu düşünüyorum. Yani Anarşizmin ABC'si.

İlerleyen sayfalar bu amaç gözetilerek yazıldı.

Paris, 1928.

GİRİŞ
Seninle Anarşizm hakkında konuşmak istiyorum.

Seninle Anarşizm hakkında konuşmak istiyorum çünkü öğrenmenin iyi olacağını düşünüyorum. Ayrıca bu konuda çok az şey biliniyor, bilinenler genellikle kulaktan dolma ve çoğunlukla yanlış.

Sana bundan bahsetmek istiyorum, çünkü Anarşizmin insanın şimdiye kadar düşündüğü en iyi ve en büyük şey olduğuna inanıyorum; sana özgürlük ve mutluluk verebilecek, dünyaya huzur ve neşe getirebilecek tek şey olduğuna inanıyorum.

Sana yanlış anlaşılmayacak kadar sade ve basit bir dille anlatmak istiyorum. Büyük kelimeler ve bağırış çağırış sadece kafa karıştırmaya hizmet eder. Basit düşünmek, basit konuşmak demektir. Ama sana Anarşizmin ne olduğunu söylemeden önce, ne olmadığını söylemek istiyorum.

Olması gereken budur, çünkü Anarşizm hakkında çok fazla yalan yayıldı. Zeki kişilerin bile bu konuda çoğunlukla tamamıyla yanlış düşünceleri var. Bazı insanlar anarşizm hakkında hiçbir şey bilmeden konuşuyorlar. Ve bazıları da Anarşizm hakkında yalan söylüyorlar çünkü onun hakkındaki gerçeği bilmenizi istemiyorlar.

Anarşizmin birçok düşmanı vardır; onlar sana gerçeği söylemeyecekler. Anarşizmin neden düşmanları olduğunu ve kim olduklarını bu hikâye boyunca göreceksin. Sana şimdiden söyleyebilirim ki ne politikacılar ne de işverenin, ne kapitalistler ne de polis seninle Anarşizm hakkında dürüstçe konuşmayacaklar. Çoğu onun hakkında hiçbir şey bilmiyor ve hepsi ondan nefret ediyor. Gazeteleri ve yayınları – kapitalist basın – da ona karşı.

Çoğu Sosyalist ve Bolşevik bile Anarşizmi yanlış tanıtıyor. Çoğunun daha iyisini bilmediği doğru. Ama daha iyi bilenler de sıklıkla Anarşizm hakkında yalan söylerler, ondan "düzensizlik ve kaos" olarak bahsederler. Bu konuda ne kadar sahtekâr olduklarını kendin görebilirsin: Sosyalizmin en büyük öğretmenleri – Karl Marks ve Friedrich Engels – Anarşizmin Sosyalizmden sonra geleceğini öğretmişlerdi. Önce Sosyalizm olması gerektiğini, Anarşizmin ancak Sosyalizmden sonra var olacağını ve Sosyalizmden daha özgür, daha güzel bir toplumsal yaşam olacağını söylediler.

Yine de Marks ve Engels üstüne yemin eden Sosyalistler, Anarşizme "kaos ve düzensizlik" demekte ısrar ediyorlar ki bu da sana onların ne kadar cahil veya sahtekâr olduklarını gösteriyor.

En büyük öğretmenleri Lenin, Anarşizmin Bolşevizmi izleyeceğini ve o zaman yaşamın daha iyi, daha özgür olacağını söylemesine rağmen Bolşevikler de aynısını yapıyor.

Bu yüzden sana öncelikle Anarşizmin ne olmadığını söylemeliyim.

O bomba, düzensizlik veya kaos değildir.

O soygun ve cinayet değildir.

O herkesin herkesle savaşması değildir.

O, barbarlığa veya yabani insana geri dönüş değildir.

Anarşizm bunun tam tersidir.

Anarşizm, özgür olman gerektiği anlamına gelir; hiç kimse seni köleleştirmemeli, sana patronluk yapmamalı, seni soymamalı veya sana herhangi bir şey dayatmamalı.

Yapmak istediğin şeyleri yapmakta özgür olman gerektiği anlamına gelir ve yapmak istemediğin bir şeyi yapmaya mecbur kalmaman.

O, yaşamak istediğin türden bir hayatı seçme ve kimsenin müdahalesi olmadan yaşama şansın olması gerektiği anlamına gelir.

O, senden sonraki arkadaşının da seninle aynı özgürlüğe sahip olması gerektiği, herkesin aynı haklara ve özgürlüklere sahip olması gerektiği anlamına gelir.

O, herkesin kardeş olduğu, kardeş gibi barış ve uyum içinde yaşamaları gerektiği anlamına gelir.

Yani, hiçbir savaş olmamalı, bir grup insanın diğerlerine karşı kullandığı şiddet olmamalı, tekelcilik olmamalı, yoksulluk olmamalı, baskı olmamalı, istismar olmamalı.

Kısacası, Anarşizm, tüm erkeklerin ve kadınların özgür olduğu, herkesin düzenli ve mantıklı bir yaşamın faydalarından eşit ölçüde yararlandığı bir durum veya toplum anlamına gelir.

Soruyorsun "Bu olabilir mi?" ve "Nasıl?"

‘Hepimiz meleklere dönüşmeden olmaz,' diyor arkadaşın.

Peki, bunu konuşalım. Belki size kanatlarımız çıkmasa bile iyi olabileceğimizi ve iyi insanlar olarak yaşayabileceğimizi gösterebilirim.

BÖLÜM 1: HAYATTAN NE İSTİYORSUN?
Hayatta herkesin en çok istediği şey nedir? En çok ne istiyorsun?

Sonuçta, derimizin altında hepimiz aynıyız. Kim olursan ol (erkek ya da kadın; zengin ya da fakir, aristokrat ya da serseri; beyaz, sarı, kırmızı ya da siyah; hangi ülkeden, milliyetten ya da dinden olursan ol) hepimiz soğuğu ve açlığı, sevgiyi ve nefreti hissetme konusunda birbirimize benziyoruz; hepimiz felaket ve hastalıktan korkar, acı ve ölümden uzak durmaya çalışırız.

Hayattan en çok istediğin, en çok korktuğun şey, esas itibariyle komşun için de aynıdır.

Bilgili insanlar, sana ne istediğini anlatmak için, çoğu sosyoloji, psikoloji ve diğer pek çok "oloji" üzerine olan kalın kitaplar yazdılar, ancak bu kitaplardan herhangi ikisi asla aynı fikirde değil. Ve yine de onlar olmadan da senin ne istediğini çok iyi bildiğini düşünüyorum.

Bu konu hakkında o kadar çok çalışmış, yazmış ve spekülasyon yapmışlardır ki, onlar için o kadar zor bir soru ki, sen yani birey, felsefelerinde tamamen kaybolmuş durumdasın. Ve sonunda dostum, senin hiç önemli olmadığın sonucuna vardılar. Dedikleri şu ki sen değil insanların bir araya gelmesinden oluşan "bütün" önemlidir. Bu "bütün"e "toplum" derler, "ulus", ya da "Devlet", ve bu ukalalar aslında senin -bireyin- mutsuz olmanın "toplum" iyi olduğu sürece hiçbir fark yaratmayacağına karar verdiler. Tek tek üyeleri sefilse, "toplum" ya da "bütün"ün nasıl iyi olabileceğini açıklamayı her nasılsa unutuyorlar.

Senin hayat denen şeylerin şemasına gerçekten nerede girdiğini ve gerçekte ne istediğini bulmak için onlar felsefi ağlarını döndürmeye ve kalın ciltler üretmeye devam ediyorlar.

Ama sen kendin ne istediğini çok iyi biliyorsun, komşun da öyle.

İyi ve sağlıklı olmak istiyorsun; özgür olmak, bir efendiye hizmet etmemek, kendini hiç kimsenin önünde süründürmemek ve aşağılanmamak istiyorsun; kendin, ailen, yakınların ve sevdiklerin için refah istiyorsun. Ve yarının korkusuyla taciz edilmemek ve endişelenmemek istiyorsun.

Herkesin aynı şeyi istediğinden emin olabilirsin. Yani bütün mesele şu gibi görünüyor:

Sağlık, özgürlük ve refah istiyorsun. Bu bakımdan herkes senin gibi.

Bu nedenle hepimiz hayatta aynı şeyi arıyoruz.

Öyleyse neden hepimiz birlikte, ortak çabayla, birbirimize yardım ederek aramayalım?

Hepimiz aynı şeyi istiyorsak, neden hile yapıp soyup birbirimizi öldürelim? Yanındaki insan kadar istediğin şeyleri alma hakkın yok mu?

Yoksa savaşarak ve birbirimizi katlederek sağlığımızı, özgürlüğümüzü ve refahımızı daha iyi güvence altına alabilir miyiz?

Yoksa başka yolu olmadığı için mi?

Gel bir bakalım.

Hayatta hepimiz aynı şeyi istiyorsak, aynı amaca sahipsek, çıkarlarımızın da aynı olması mantıklı değil mi? O halde kardeşler gibi barış ve dostluk içinde yaşamalıyız; birbirimize iyi davranmalı ve elimizden geldiğince birbirimize yardım etmeliyiz.

Ama hayatta bunun hiç de öyle olmadığını biliyorsun. Kardeş gibi yaşamadığımızı biliyorsun. Dünyanın çekişme, savaş, sefalet, adaletsizlik, yanlış, suç, yoksulluk ve baskı ile dolu olduğunu biliyorsun.

Öyleyse neden böyle?

Çünkü hayatta hepimiz aynı amaca sahip olsak da çıkarlarımız farklıdır. Dünyadaki tüm sıkıntıyı yaratan budur.

Sadece kendinden yola çıkarak bir düşün.

Bir çift ayakkabı veya şapka almak istediğini varsayalım. Mağazaya giriyorsun ve ihtiyacın olanı olabildiğince makul ve ucuza almaya çalışıyorsun. Senin çıkarın bu. Ancak mağaza işletmecisinin çıkarı, onu sana elinden geldiğince pahalıya satmaktır, çünkü o zaman kârı daha büyük olacaktır. Bunun nedeni, yaşadığımız hayattaki her şeyin şu ya da bu şekilde kâr elde etme üzerine inşa edilmesidir. Bir kâr etme sistemi içinde yaşıyoruz.

Şimdi, eğer birbirimizden kâr elde etmek zorundaysak, çıkarlarımızın aynı olamayacağı açık. Onlar farklı ve çoğu zaman birbirlerine zıt olmalılar.

Her ülkede, başkalarından kâr ederek yaşayan insanlar bulacaksın. En büyük kârı elde edenler zengindir. Kâr edemeyenler fakirdir. Hiç kâr edemeyenler ise sadece işçilerdir. Bu nedenle, işçilerin çıkarlarının diğer insanların çıkarlarıyla aynı olamayacağını anlayabilirsin. Bu nedenle, her ülkede tamamen farklı çıkarlara sahip birkaç sınıf insan bulacaksın.

Her yerde bulacağın sınıflar:

Bankacılar, büyük imalatçılar ve arazi sahipleri gibi büyük karlar elde eden ve çok zengin olan nispeten küçük bir insan sınıfı; çok sermayeye sahip olan ve bu nedenle kapitalist(sermayedar) olarak adlandırılan insanlar. Bunlar kapitalist sınıfa aittir.

İş adamları ve onların çalışanları, emlakçılar, spekülatörler ve doktorlar, avukatlar, mucitler vb. profesyonel kişilerden oluşan az ya da çok başarılı insanlardan oluşan bir sınıf. Bunlar orta sınıfa yani burjuvaziye aittir.

Değirmenlerde ve madenlerde, fabrikalarda ve dükkanlarda, ulaşımda ve çeşitli endüstrilerde çalışan çok sayıda işçi. Bu, proletarya olarak da adlandırılan işçi sınıfıdır.

Burjuvazi ve kapitalistler, gerçekte aynı sınıfa mensupturlar, çünkü hemen hemen aynı çıkarlara sahiptirler ve bu nedenle, burjuvazinin insanları da genellikle işçi sınıfına karşı kapitalist sınıfın yanında yer alır.

İşçi sınıfının her ülkede her zaman en yoksul sınıf olduğunu göreceksin. Belki sen de işçisin, proletersin. O zaman maaşının seni asla zengin yapmayacağını biliyorsun.

İşçiler diğer sınıflardan daha çok emek veriyorlar ve daha zor işler yapıyorlar. Peki işçiler neden en yoksul sınıftır? Toplumun yaşamında işçiler çok önemli olmadığı için mi? Belki onlarsız da yapabiliriz?

Bakalım. Yaşamak için neye ihtiyacımız var? Yiyecek, giyecek ve barınağa ihtiyacımız var; çocuklarımız için okullara, arabalara, trenlere ve binlerce başka şeye daha.

Emek olmadan yapılan tek bir şey gösterebilir misin? Ayağındaki ayakkabılar ve yürüdüğün sokaklar emeğin sonucudur. Emek olmadan çıplak dünyadan başka bir şey olmazdı ve insan yaşamı tamamen imkansız olurdu.

Bu, sahip olduğumuz her şeyi emeğin yarattığı anlamına gelir yani dünyanın tüm zenginliğini. Her şey yeryüzüne ve onun doğal varlıklarına harcanan emeğin sonucudur.

Ama bütün servet emeğin ürünüyse, o zaman neden emeğe ait değil? Yani onu yaratmak için elleriyle veya kafalarıyla çalışanlara; kol işçisine ve kafa işçisine. Herkes, bir kişinin kendi yaptığı şeye sahip olma hakkı olduğunu kabul eder.

Ama hiç kimse kendi başına bir şey yapamadı veya yapamaz. Bir şeyler yaratmak için, farklı mesleklerden ve uzmanlıklardan pek çok insan gerekir. Örneğin marangoz, tek başına ağacı kesip keresteyi kendisi hazırlasa bile, basit bir sandalye veya tezgah yapamaz. Kendisinin yapamayacağı testereye, çekice, çiviye ve aletlere ihtiyacı vardır. Ve bunları kendisi yapacak olsa bile, önce diğer insanlar tarafından tedarik edilmesi gereken hammaddelere- çelik ve demir- sahip olması gerekir.

Veya başka bir örnek, bir inşaat mühendisi. Kağıt, kalem ve ölçü aletleri olmadan -ki bu ürünleri onun için başkaları yapmalıdır- hiçbir şey yapamazdı. İlk önce mesleğini öğrenmesi ve yıllarca eğitim görmesi gerektiğinden bahsetmeye gerek bile yok, diğer insanlar ise bu arada onun yaşamasını sağlıyor. Bu, bugün dünyadaki her insan için geçerlidir.

Öyleyse hiçbir insanın, yaşaması için gerekli her şeyi kendi emeğiyle yapamayacağını görebilirsin. İlk çağlarda mağarada yaşayan ilkel birisi kendisi için taştan bir balta veya yay ve ok yapıp bunlarla yaşayabilirdi. Ama o günler geride kaldı. Bugün hiç kimse kendi işiyle yaşayamaz: başkalarının emeği ona yardımcı olmalıdır. Bu nedenle sahip olduğumuz her şey, tüm servet, birçok insanın, hatta birçok neslin emeğinin ürünüdür. Yani tüm emek ve emeğin ürünleri, bir bütün olarak toplum tarafından yapılır ve toplumsaldır.

Sahip olduğumuz tüm servet toplumsalsa, o zaman topluma, bir bütün olarak insanlara ait olması gerektiği fikri mantıklıdır. Öyleyse nasıl oluyor da dünyanın zenginliği insanlığa değil de bazı kişilere ait oluyor? Neden onu yaratmak için uğraşanlara yani bir bütün olarak işçi sınıfına ait değil?

Dünyanın servetinin en büyük kısmına sahip olanın, kapitalist sınıf olduğunu çok iyi biliyorsun. Bu nedenle, emekçilerin yarattıkları serveti kaybettiği ya da servetin bir şekilde onlardan alındığı sonucuna varamaz mıyız?

Kaybetmediler, çünkü asla sahip olamadılar. O zaman (her şey) onlardan alınmış olmalı.

Durum ciddileşmeye başlıyor. Çünkü yarattıkları servetin, onu yaratan insanlardan alındığını söylersen, bu onlardan çalındığı, onların soyulduğu anlamına gelir. Çünkü hiç kimse servetinin elinden alınmasına rıza göstermedi.

Bu korkunç bir suçlama, ama doğru. İşçilerin bir sınıf olarak yarattıkları servet gerçekten onlardan çalındı. Ve hayatlarının her günü, şu anda bile aynı şekilde soyuluyorlar. Bu nedenle, en büyük düşünürlerden biri olan Fransız filozof Proudhon, zenginlerin sahip oldukları her şeyin çalıntı olduğunu söylemişti.

Bütün dürüst insanların bunu bilmesi gerektiğinin ne kadar önemli olduğunu kolayca anlayabilirsin. Eğer işçiler bunu bilselerdi, onların buna katlanmayacaklarına emin olabilirsin.

Öyleyse nasıl ve kim tarafından soyulduklarına bir bakalım.

Çeviren: Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #2  
Alt 01-02-2021, 10:29
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (2): Maaş Sistemi – Alexander Berkman
30/08/2020 18:19

BÖLÜM 2: MAAŞ SİSTEMİ
Kendine şu soruyu sormayı hiç bıraktın mı: neden başkalarının değil de kendi anne babanın çocuğusun?

Nereye varmak istediğimi tabi ki anlıyorsun. Demek istediğim, rızan alınmadı. Sen sadece doğdun; doğum yerini veya anne babanı seçme şansın olmadı. Senin payına da bu düştü.

Demek zengin olarak doğmadın. Belki de orta sınıftansın; büyük olasılıkla, işçi sınıfından yani yaşamak için çalışmak zorunda olan milyonlardan birisin.

Parası olan biri parasını bir işe veya sektöre yatırabilir. Yatırımını yapar ve kârı üzerinden yaşar. Ama senin paran yok. Sadece çalışabilme kabiliyetin var, sadece emeğinin gücü var.

Bir zamanlar her işçi kendisi için çalışırdı. O zamanlarda fabrikalar ve büyük sanayiler yoktu. İşçinin kendine ait aletleri, kendi küçük atölyesi vardı hatta ihtiyacı olan hammaddeleri kendisi satın alıyordu. Kendisi için çalışıyor ve ona usta veya zanaatkâr deniyordu.

Ardından fabrikalar ve büyük atölyeler geldi. Yavaş yavaş bağımsız işçiyi yani zanaatkârı dışarıda bıraktılar, çünkü işleri fabrika kadar ucuza yapamadı ve büyük üreticiyle rekabet edemedi. Bu yüzden zanaatkâr, küçük atölyesinden vazgeçip çalışmak için fabrikaya gitmek zorunda kaldı.

Fabrikalarda ve büyük tesislerde işler büyük ölçekte üretildi. O kadar büyük ölçekli üretime sanayicilik denir. Bu, işverenleri ve imalatçıları çok zenginleştirdi, böylece sanayinin ve ticaretin efendileri çok fazla para ve sermaye biriktirdi. O sisteme kapitalizm (sermayecilik) dendi. Bugün hepimiz kapitalist sistem içinde yaşıyoruz.

Kapitalist sistemde işçi, eski günlerdeki gibi kendisi için çalışamaz. Büyük üreticilerle rekabet edemez. Eğer çalışabilecek biriysen kendine bir işveren bulman gerekir. Onun için çalışırsın; yani ona emeğini, saatlerini, günlerini ve haftalarını verirsin, o da sana ödeme yapar. Sen ona emeğini satarsın, o da sana maaş öder.

Kapitalist sistemde tüm işçi sınıfı, emek gücünü işveren sınıfına satar. İşçiler fabrikaları inşa eder; makineleri, aletleri yapar ve ürünü üretir. İşverenler de fabrikaları, makineleri, aletleri ve ürünleri kendilerine kâr olarak saklarlar. İşçilerin aldığı tek şey ise maaştır.

Bu düzenlemeye maaş sistemi denir.

Bilgili insanlar işçinin maaşı olarak, ürettiklerinin yalnızca onda birini aldığını saptadılar. Diğer onda dokuzu mülk sahibi, imalatçı, demiryolu şirketi, toptancı, işveren ve diğer aracılar arasında bölünmüştür.

Bu şu anlama gelir:

Fabrikaları bir sınıf olarak işçiler inşa etmiş olsalar da bu fabrikaları kullanma ayrıcalığı için günlük emeklerinden bir dilim alınır. Mülk sahibinin kârı budur.

İşçiler aletleri ve makineleri kendileri yapmış olsalar da bu alet ve makineleri kullanma ayrıcalığı için günlük emeklerinden bir dilim daha alınır. İmalatçının kârı budur.

İşçiler demiryollarını inşa edip işletiyor olsalar da kendi ürettikleri malların taşınması için günlük emeklerinden bir dilim daha alınır. Demiryolu şirketinin kârı budur.

Tıpkı bunun gibi, imalatçıya başkalarının parasını ödünç veren bankacı, toptancı ve diğer aracılar da dahil olmak üzere, hepsi işçilerin emeğinden payını alır.

O halde geriye kalan- işçinin emeğinin gerçek değerinin onda biri – ise onun payıdır, maaşıdır.

Bilge Proudhon'un zenginlerin mallarının neden çalıntı mallar olduğunu söylediğini şimdi anlıyor musun? Üretenden çalınıyor, işçiden çalınıyor.

Böyle bir şeye izin verilmesi tuhaf görünüyor değil mi?

Evet, gerçekten çok tuhaf, en tuhafıysa tüm dünyanın bunu görmesi ve hiçbir şey yapmamasıdır. Daha da kötüsü, işçilerin kendileri bu konuda hiçbir şey yapmıyor. Neden birçoğu her şeyin yolunda olduğunu ve kapitalist sistemin iyi olduğunu düşünüyor?

Çünkü işçiler başlarına gelenin ne olduğunu görmüyor. Hâlihazırda soyulduklarının farkında değiller. Dünyanın geri kalanı da bu konudan çok az şey anlıyor ve dürüst bir insan onlara durumu anlatmaya çalıştığında, ona "anarşist!" diye bağırıp onu ya susturuyorlar ya da hapse atıyorlar.

Kapitalistler, kapitalist sistemden tabi ki çok memnunlar. Niye olmasınlar ki? Onları zenginleştiriyor. Bu yüzden onlardan, sistemin iyi olmadığını söylemelerini bekleyemezsin.

Orta sınıflar da kapitalistlerin yardımcılarıdır ve aynı zamanda işçi sınıfının emeği ile geçinenlerdir, öyleyse neden itiraz etsinler? Elbette, orada burada orta sınıftan bir erkek ya da kadının ayağa kalktığını ve tüm mesele hakkında gerçeği söylediğini görebilirsin. Ancak bu tür kişiler hızla susturulur; onlar "halkın düşmanı" çılgın, rahatsız edici ve anarşist olarak damgalanır.

Kapitalist sisteme ilk itiraz edenlerin işçiler olması gerektiğini düşünüyorsun, çünkü onlar soyulanlar ve en çok zarar görenlerdir.

Evet, öyle olmalı. Ama durum öyle değil, ki bu çok üzücü.

İşçiler zarların hileli olduğunu zaten biliyorlar. İşçiler hayatları boyunca olabildiğince fazla emek verdiklerinin ve karşılığında aldıklarının, çoğu zaman sadece hayatta kalmaya yetecek kadar olduğunu hatta bazen yetmediğini biliyorlar. Kendi eşlerinin parası patiska bir elbiseye zar zor yeterken; işverenlerinin, boynunda elmasları ve sırtlarında pahalı elbiseleriyle gezen eşleri ile birlikte pahalı otomobiller sürdüklerini ve en büyük lüksler içinde yaşadıklarını görüyorlar. İşçiler daha iyi maaş almaya çalışarak koşullarını iyileştirmeye çalışıyorlar. Sanki gece evimde uyanıp bir hırsızın tüm eşyalarımı topladığını ve kaçmak üzere olduğunu fark etmişim gibi. Farz et ki, onu durdurmak yerine ona şunu söylüyorum: ‘Lütfen Bay Hırsız, giyecek bir şeyim olsun diye bana en azından bir takım elbise bırakın' ve sonra benden çaldığı şeylerin onuncu parçasını bana geri verirse teşekkür ediyorum.

Hikâyeyi çok hızlı ilerletiyorum. İşçiye dönersek durumunu nasıl iyileştirmeye çalıştığını ve bunda ne kadar az başarılı olduğunu göreceğiz. Şimdi sana işçinin neden hırsızı boynundan tutup dışarı atmadığını açıklamak istiyorum; yani kapitaliste biraz daha fazla ekmek ya da maaş için neden yalvardığını ve onu neden sırtından tamamen atmadığını.

Bunun nedeni, işçinin de dünyanın geri kalanı gibi her şeyin yolunda olduğuna ve olduğu gibi kalması gerektiğine inandırılmış olmasıdır; birkaç şey olması gerektiği gibi değilse bunun nedeni "insanların kötü olmasıdır" ve bir şekilde her şey eninde sonunda düzelecektir.

Bunun kendin için geçerli olup olmadığına bak. Çocukken evde çok fazla soru sorduğunda sana "çünkü öyle", "öyle olduğu için" ya da "Allah öyle yaratmış" dediler ve her şey yoluna girdi.

Onların kendi annelerine ve babalarına inandıkları gibi, sen de annene ve babana inandın; bu yüzden şimdi tıpkı büyükbaban gibi düşünüyorsun.

Daha sonra okulda da sana aynı şeyler söylendi. Tanrı'nın dünyayı yarattığı ve her şeyin yolunda olduğu öğretildi. Zengin ve fakir ayrımının olması gerektiğini, zenginlere saygı duyman ve haline şükretmen gerektiği öğretildi. Sana ülkenin, adaletin koruyucusu olduğu ve kurallara uyman gerektiği söylendi. Öğretmen, rahip ve vaiz, kaderinin Tanrı tarafından çizildiği ve "O'nun gerçekleşeceği" fikrini sana dayattı. Ve zavallı bir adamın hapishaneye sürüklendiğini gördüğünde, onun kötü olduğunu çünkü bir şey çaldığını ve bunun çok büyük bir suç olduğunu söylediler.

Ama ne evde ne okulda ne de başka bir yerde zenginin, işçinin emeğini çalmasının bir suç olduğu ya da kapitalistlerin emeğin yarattığı zenginliğe sahip oldukları için zengin oldukları söylenmedi.

Hayır, sana bu asla söylenmedi, okulda ya da kilisede kimse bunu duymadı. O halde işçilerin bunu bilmesini nasıl bekleyebilirsin?

Aksine, zihnin- çocukken ve daha sonra- yalan yanlış fikirlerle o kadar dolduruldu ki, yalın gerçeği duyduğunda bunun mümkün olup olmadığını merak ediyorsun.

Belki şimdi, işçilerin yarattıkları servetin kendilerinden çalındığını ve her gün çalınmasına rağmen neden anlamadıklarını kavrayabilirsin.

"Ama yasa" diye soruyorsun, "devlet- böyle bir soyguna izin mi veriyor? Hırsızlık kanunen yasak değil mi?"

Çeviren: Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #3  
Alt 01-02-2021, 10:31
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (3): Yasa ve Devlet – Alexander Berkman
06/09/2020 18:24

3.BÖLÜM: YASA VE DEVLET
Evet haklısın: Yasa hırsızlığı yasaklıyor.

Senden bir şey çalacak olursam bir polisi arayabilir ve beni tutuklatabilirsin. Yasa hırsızı cezalandıracak ve devlet çalınan mülkü sana -mümkünse- iade edecek, çünkü yasa hırsızlığı yasaklıyor. Yasa kimsenin rızan olmadan senden bir şey almaya hakkı olmadığını söylüyor.

Ama işverenin senin ürettiğini senden alıyor. Emeğin ürettiği tüm servet, kapitalistler tarafından alınır ve onların mülkü olarak tutulur.

Yasa, işvereninin senden hiçbir şey çalmadığını söylüyor, çünkü bu senin rızanla yapılıyor. Patronun için belirli bir ücret karşılığında çalışmayı kabul ettin, o ise ürettiğin her şeye sahip olmayı kabul etti. Buna razı olduğun için, yasa onun senden hiçbir şey çalmadığını söylüyor.

Ama gerçekten rıza gösterdin mi?

Bir otostopçu silahını kafana dayarsa eşyalarını ona verirsin. Evet, "rıza" gösterirsin, bunu yaparsın çünkü yardıma muhtaçsın, çünkü onun silahı sana başka şans bırakmaz.

Bir işveren için çalışmaya mecbur değil misin? Tıpkı otostopçunun silahı gibi sana başka şans bırakmaz. Yaşamak zorundasın, eşin ve çocukların da öyle. Kendin için çalışamazsın; kapitalist endüstriyel sistem altında bir işveren için çalışmalısın. Burada fabrikalar, makineler ve aletler, işveren sınıfa aittir ve sen çalışıp yaşamak için kendini o sınıfa kiralamak zorundasın. Ne üzerinde çalışırsan çalış, işverenin kim olursa olsun, hepsi aynı kapıya çıkar: Onun için çalışmalısın. Yardıma muhtaçsın. Mecbursun.

Bu şekilde tüm işçi sınıfı, kapitalist sınıf için çalışmaya mecbur bırakılır. Bu şekilde işçiler ürettikleri tüm servetten vazgeçmeye zorlanır. İşverenler bu serveti kârları olarak korurken işçi sadece yaşamaya devam edebilecek kadar bir maaş alır, böylece işvereni için daha fazla servet üretmeye devam edebilir. Bu hile değil midir, soygun değil midir?

Yasa, bunun "özgür bir anlaşma" olduğunu söylüyor. Tıpkı otostopçunun, eşyalarını vermeyi "kabul ettiğini" söylemesi gibi. Tek fark, otostopçununkine hırsızlık ve soygun deniyor, kanunen yasak. Kapitalistinkine ise endüstri deniyor, kâr etme deniyor ve yasalarca korunuyor.

Ama ister otostopçununki gibi ister kapitalistinki gibi olsun; soyulduğunu anlarsın.

Tüm kapitalist sistem böyle bir soyguna dayanmaktadır.

Yasa ve devlet bu soygunu destekler ve haklı çıkarır.

Kapitalizm denen şeyin düzeni budur, yasa ve devlet de bu düzeni korumak için oradadır.

Kapitalistin, işverenin ve bu düzenden kazanç elde eden herkesin neden "yasa ve düzen" yandaşı olduğunu merak etmiyor musun?

Ama sen bu sistemin neresindesin? Bu tür bir "yasa ve düzen"in sana ne gibi bir faydası var? Bu "yasa ve düzen" seni sadece soyuyor, kandırıyor ve köleleştiriyor; görmüyor musun?

"Beni köleleştirmek mi?" diye şaşırıyorsun. "Neden, ben özgür bir vatandaşım!"

Gerçekten özgür müsün? Ne yapmak için özgürsün? İstediğin gibi yaşamak için mi? İstediğini yapabilmek için mi?

Bakalım. Nasıl yaşıyorsun? Özgürlüğünün miktarı ne?

Maaşın ya da ücretin için işverenine bel bağlıyorsun, değil mi? Maaşın da nasıl yaşadığını belirliyor, değil mi? Yaşam koşullarının hepsi -ne yiyip içtiğin, nereye gittiğin, ilişki kurduğun kişiler bile- maaşına bağlı.

Hayır, sen özgür biri değilsin. Sen işverenine ve maaşına bağımlısın. Sen ücretli bir kölesin.

Kapitalist sistem altında işçi sınıfının tamamı kapitalist sınıfa bağımlıdır. İşçiler de ücretli kölelerdir.

Peki, özgürlüğüne ne oldu? Onunla ne yapabilirsin? Maaşının izin verdiğinden daha fazlasını kullanabilir misin?

Elindeki tek özgürlüğün maaşın olduğunu görmüyor musun? Özgürlüğünün, hürriyetinin aldığın maaştan bir adım ilerde olmadığını görmüyor musun?

Hukuk kitapları ve anayasalarda yazılı olan, kâğıt üstündeki özgürlüğün sana bir yararı yok. Böyle bir özgürlük sadece bazı şeyleri yapmaya hakkın olduğunu ifade eder. Ama bu, yapabileceğin anlamına gelmez. Yapabilmek için fırsatının, şansının olması gerekir. Günde üç kere güzel yemek yeme hakkın varsa ama imkânın yoksa, o yemekleri yiyebilme ihtimalin yoksa hakkının olması neye yarar?

Yani özgürlük, ihtiyaçlarını ve isteklerini gerçekten karşılama imkânı demektir. Özgürlüğün sana bu fırsatı vermiyorsa sana bir faydası yoktur. Gerçek özgürlük imkân ve huzur demektir. Eğer bunları içermiyorsa onun hiçbir anlamı yoktur.

Görüyorsun, bütün mesele şuna geliyor:

Kapitalizm seni soyuyor ve seni ücretli bir köle haline getiriyor.

Yasa soyguncuyu koruyor ve kolluyor.

Devlet seni özgür ve bağımsız olduğun konusunda kandırıyor.

Böylece hayatının her günü kandırılıyor ve soyuluyorsun.

Peki nasıl oldu da bunu fark edemedin? Nasıl oluyor da diğer insanlar da bunu göremiyorlar?

Çünkü sana ve diğerlerine çocukluğunuzdan beri yalan söylendi.

Hayatın boyunca soyulurken sana dürüst olman söyleniyor.

Yasa seni soyan kapitalisti savunurken yasaya uyman emrediliyor.

Devlet insanları asarken, elektrikle öldürüp savaşta katlederken öldürmenin yanlış olduğu öğretiliyor.

Yasa ve devlet soygunun, cinayetin tarafında olsa da yasalara ve devlete uyman söyleniyor.

Hayatın boyunca sana yalan söyleniyor, aldatılıyorsun ve kandırılıyorsun; böylece senden kâr elde etmek, seni sömürmek kolaylaşıyor.

Çünkü senden kâr sağlayanlar sadece işverenler ve kapitalistler değil. Devlet, kilise ve okul – hepsi senin emeğinle yaşıyor. Hepsini destekliyorsun. İşte bu yüzden hepsi sana kendi payından memnun olmayı ve şükretmeyi öğretiyor.

"Hepsini desteklediğim gerçekten doğru mu?" diye hayretle soruyorsun.

Bir bakalım. Yerler, içerler ve giyinirler, keyfini sürdükleri lükslerden bahsetmiyorum bile. Kullandıkları ve tükettikleri şeyleri kendileri mi yaptılar, ekinleri mi biçtiler, oturdukları binaları onlar mı inşa etti?

Arkadaşın "Ama bunlar için para ödüyorlar" diye itiraz ediyor.

Evet, ödüyorlar. Bir arkadaşının senden elli dolar çaldığını ve onunla gidip kendisi için bir takım elbise aldığını varsayalım. Bu takım elbise onun mu? Parasını ödemedi mi? Tıpkı hiçbir şey üretmeyen veya işe yaramayan insanların bir şeyler için para ödemesi gibi. Onların parası, kendilerinin veya ebeveynlerinin senden, işçilerin iliğini sömürerek elde ettikleri kârlarıdır.

"O halde beni destekleyen patronum değil. Tam tersi, değil mi?"

Elbette. Sana bir iş veriyor; daha doğrusu kendisi tarafından değil de senin gibi diğer işçiler tarafından inşa edilen fabrika veya değirmende çalışma izni veriyor. Ve bu izin için, hayatının geri kalanında veya onun için çalıştığın sürece ona destek olmaya devam ediyorsun. Onu öylesine cömertçe destekliyorsun ki kendisine şehirde bir malikane ve kırsalda bir yazlık, hatta birkaç tane -kendisinin ve ailesinin istekleri ayrıca arkadaşlarının eğlencesi için hazırda bekleyen- hizmetçi, at ve tekne yarışları ya da yüzlerce farklı şey daha alabiliyor. Bu kadar cömert olduğun tek kişi o da değil. Emeğiniz dışında, doğrudan ve dolaylı vergilendirme yoluyla yerel, eyalet ve ulusal olmak üzere bütün devlet, okul ve kiliseler, işi kârları korumak ve sizi kandırmak olan diğer bütün kurumlar destekleniyor. Sen ve işçi arkadaşların bir bütün olarak çalışıyor, hepsini destekliyorsunuz. Hepsinin sana her şeyin yolunda olduğunu, şükretmen ve sessiz kalman gerektiğini söylemesine şaşırıyor musun?

Sessiz kalman onlar için iyidir, çünkü gözlerin bir kez açılsaydı ve sana nelerin olduğunu görseydin seni soymaya ve aldatmaya devam edemezlerdi.

Hepsi bu yüzden kapitalist sistemin ve "yasa ve düzen"in yanındalar.

Ama bu sistem senin için iyi mi? Doğru ve adil olduğunu mu düşünüyorsun? Değilse neden buna katlanıyorsun? Neden destekliyorsun? "Ne yapabilirim?" diyorsun; "Ben yalnızım."

Gerçekten yalnız mısın? Binlerce, milyonlarca kişiden sadece biri değil misin, hepsi senin gibi sömürülüp köleleştirilmedi mi? Sadece onlar bunu bilmiyor. Bunu bilselerdi, buna katlanamazlardı. Bu kesin. Yani önemli olan bunu onların bilmesini sağlamaktır.

Şehrindeki her işçi, ülkendeki her işçi, her ülkedeki ve tüm dünyadaki her emekçi senin gibi sömürülür ve köleleştirilir.

Sadece işçiler de değil. Çiftçiler de aynı şekilde soyulur ve kandırılır.

Çiftçi de tıpkı işçi gibi kapitalist sınıfa bağımlıdır. Tüm hayatı boyunca emek verir ama emeğinin çoğu tröstlere ve arazi tekellerine gider. Ay üzerinde ne kadar hakları varsa, bu araziler üzerinde de o kadar hakları vardır.

Çiftçi, tüm dünya için besin üretir. Hepimizi besler. Ama ürünlerini bize teslim etmeden önce, başkalarının ürettikleriyle yaşayan ve kâr elde eden kapitalist sınıfa haraç öder. Çiftçi tıpkı işçi gibi kendi ürününün büyük bir kısmından mahrum bırakılır. Arazi ve ipotek sahibi, çelik tröstü ve demiryolu şirketi tarafından mahrum bırakılır. Bankacı, komisyoncu, perakendeci ve bir grup başka aracı, yemeğini size getirmesine izin vermeden önce kârlarını çiftçiden alırlar.

Yasa ve devlet kimsenin üretmediği ama mülk sahibine ait olan toprağı; işçiler tarafından inşa edilen ama demiryolu kodamanlarına ait olan demiryolunu; işçiler tarafından dikilen ama kapitalistlere ait olan depoları, tahıl asansörlerini yöneterek bu soyguna izin verir ve yardımcı olur. Bütün bu tekeller ve kapitalistler, çiftçi demiryolunu veya diğer tesisleri kullandığı için yemeğini sana ulaştırmasından önce ondan kârlarını alırlar.

O zaman çiftçinin büyük sermaye ve iş dünyası tarafından nasıl soyulduğunu ve yasanın, tıpkı işçideki gibi, bu soyguna nasıl yardımcı olduğunu görebilirsin.

Ancak sömürülen ve ürünlerinin büyük bir kısmını kapitalistlere yani toprağı, demiryollarını, fabrikaları, makineleri ve tüm doğal varlıkları tekelinde tutanlara bırakmaya zorlananlar yalnızca işçiler ve çiftçiler değildir. Tüm ülke, tüm dünya finans ve endüstri krallarına haraç ödüyor.

Küçük iş insanı toptancıya bağlıdır; toptancı imalatçıya, imalatçı, endüstrisinin kodaman patronlarına; hepsi kredileri sebebiyle para babalarına ve bankalara bağlıdır. Büyük bankacılar ve finansçılar, herhangi bir insanı sadece kredilerini ondan geri çekerek işsiz bırakabilirler. Herhangi birini işten çıkarmak istediklerinde bunu yaparlar. İş insanı tamamen onların insafına kalmış durumda. Oyunu istendiği gibi, onların çıkarlarına göre, oynamazsa onu oyundan çıkarırlar.

Böylece tüm insanlık, dünyanın neredeyse tüm servetini tekeline almış ancak kendileri hiçbir zaman hiçbir şey yaratmamış olan bir avuç insana bağımlıdır ve köleleştirilmiştir.

"Ama bu insanlar çok çalışıyor." diyorsun.

Bazıları hiç çalışmıyor. Bazıları, işleri başkaları tarafından yönetilen aylaklar. Bazılarıysa sadece yapıyor. Ama ne tür işler yapıyorlar? İşçi ve çiftçinin yaptığı gibi bir şey üretiyorlar mı? Hayır, işe yarasalar bile hiçbir şey üretmezler. İnsanları mahrum bırakmak, onlardan kâr elde etmek için çalışıyorlar. Çalışmaları sana fayda sağlıyor mu? Haydut da çok çalışıyor ve soygun yapmak için büyük riskler alıyor. Onun "işi", tıpkı kapitalistlerinki gibi, avukatlara, gardiyanlara ve diğer avantacılara -ki bu insanların hepsi senin emeğinle geçiniyor- istihdam sağlıyor.

Bütün dünyanın bir avuç tekelcinin çıkarı için köle olması, herkesin hakları ve yaşama fırsatı için onlara bağımlı olması gerçekten saçma görünüyor. Ama gerçek bu. Ve tüm serveti tek başına yaratan işçiler ve çiftçilerin, toplumdaki diğer tüm sınıfların en bağımlısı ve en sefili olduğunu düşündüğünüzde durum daha da saçma bir hâl alıyor.

Bu durum gerçekten vahşice ve çok üzücü. Elbette sağduyun sana böyle bir durumun çılgınlıktan başka bir şey olmadığını söylüyordur. Büyük insan yığınları, dünyanın her yerindeki milyonlarca insan nasıl kandırıldıklarını, sömürüldüklerini ve köleleştirildiklerini görseler -tıpkı senin şimdi gördüğün gibi- bu tür olayları destekler miydi? Tabi ki yapmazlardı!

Kapitalistler onların bunu desteklemeyeceklerini biliyor. Bu nedenle, kapitalist sistemi korumak ve soygun yöntemlerini yasallaştırmak için devlete ihtiyaçları var.

Devletlerin de tam da bu yüzden kapitalizmi korumak için yasalara, polislere ve askerlere, mahkemelere ve hapishanelere ihtiyacı var.

Ama kapitalistleri size, halka karşı koruyan polis ve askerler kimlerdir?

Kendileri eğer kapitalist olsalardı, o zaman çaldıkları serveti koruma isteklerinin ve onlara insanları soyma ayrıcalığını veren sistemi zorla bile olsa sürdürmeye çalışmalarının bir nedeni olabilirdi.

Ama "yasa ve düzenin" savunucuları olan polis ve askerler kapitalist sınıftan değildir. Onlar halkın saflarından insanlar, kendilerini fakir tutan sistemi maaş karşılığında koruyan yoksullardır. İnanılmaz, değil mi? İnanılmaz ama doğru. Şu sonuç çıkıyor: Bazı köleler efendilerini, diğerlerini de kölelikte tutmak için koruyor. Aynı şekilde Büyük Britanya, Hindistan'daki Hinduları, yerlilerin yani bizzat Hinduların polis gücüne tabi tutuyor. Veya Belçika'nın Kongo'da siyahlarla yaptığı gibi. Veya herhangi bir devletin boyun eğdirilmiş insanlarla yaptığı gibi.

Aynı sistem.

Bunun anlamı şudur: Kapitalizm bütün insanları soyuyor ve sömürüyor; yasalar bu kapitalist soygunu yasallaştırıyor ve destekliyor; Devlet halkın bir kısmını, tüm halkı soymak ve kapitalistlere yardım edip onları korumak için kullanıyor. Halkı kapitalizmin iyi olduğuna, yasanın adil olduğuna ve devlete itaat edilmesi gerektiğine inanacak şekilde eğiterek her şeyi devam ettiriyor. Oyunu şimdi görüyor musun?

Çeviren: Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #4  
Alt 01-02-2021, 10:34
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (4): Sistem Nasıl Çalışır – Alexander Berkman
14/09/2020 15:55

BÖLÜM 4: SİSTEM NASIL ÇALIŞIR
Daha yakından bak ve sistemin nasıl "çalıştığını" gör.

Hayatın ve onun gerçek anlamının nasıl altüst ve karmakarışık olduğunu bir düşün. Kendi varoluşunun saçma sapan bir anlaşmayla nasıl zehirlendiğini ve perişan edildiğini gör.

Hayatının amacı ne, neşesi nerede?

Dünya zengin ve güzeldir, parlak güneş ışığı kalbini memnun etmelidir. İnsanın dehası ve emeği doğanın güçlerini çözümledi, şimşek ve havayı insanlığın hizmetine kullandı. Bilim ve teknik, insan endüstrisi ve emek inanılamayacak bir zenginlik üretti. Kıyısız ve uzak denizleri aştık, buhar motoruyla mesafeyi ortadan kaldırdık, elektrikli kıvılcım ve benzinli motor insanı yeryüzünden uzaklaştırdı, isteklerimize karşılık bulmak için atmosfere bile ulaştık. Uzayı da keşfettik ve dünyanın en uzak köşeleri birbirine yaklaştırıldı. İnsan sesi şimdi yarımküreleri çevreliyor ve oradaki masmavi filo, insanlığın selamını dünyanın tüm halklarına taşıyor.

Yine de insanlar ağır yükler altında inliyor ve kalplerinde neşe yok. Hayatları sefaletle dolu, ruhları istek ve ihtiyaçtan soluklaşıyor. Yoksulluk ve suç her yeri dolduruyor; binlerce kişi hastalığın ve deliliğin kıyısında, savaş milyonları katlediyor, yaşayanlara zulüm ve baskı getiriyor.

Bu kadar zengin ve güzel bir dünyada neden bu kadar sefalet ve cinayet var? Doğanın cömertliği ve güneş ışığı ile dolu yeryüzündeki tüm acı ve keder neden?

Kilise "Tanrı'nın isteğidir" diyor.

Yasa koyucu "İnsanlar kötüdür" diyor.

Budala "Böyle olmak zorunda" diyor.

Bu doğru mu? Gerçekten böyle olmak zorunda mı?

Sen, ben ve her birimiz, hepimiz yaşamak istiyoruz. Tek bir hayatımız var ve bunu haklı olarak en iyi şekilde yaşamak istiyoruz. Yaşarken biraz neşe ve güneş ışığı istiyoruz. Öldüğümüzde bize ne olacağını bilmiyoruz. Kimse bilmiyor. Yüksek ihtimal, öldüğümüzde ölü olarak kalacağız. Öyle olsun ya da olmasın, yaşarken neşe ve kahkaha, günışığı ve mutluluk için açlık duyuyoruz. Doğa bizi böyle şekillendirdi. Senin, benim ve bizim gibi milyonlarca insanın yaşamı ve neşeyi özlemesini sağladı. Bunlardan yoksun bırakılmak, sonsuza dek bize ve yaşama hükmeden bir avuç insanın kölesi olarak kalmak hak mıdır, adil midir?

Kilisenin sana söylediği gibi bu "Tanrı'nın isteği" olabilir mi?

Eğer bir Tanrı varsa o adil olmalıdır. O, aldatılmamıza, hayattan ve hayatın zevklerinden mahrum edilmemize izin verir mi? Bir Tanrı varsa o bizim babamız ve herkes onun çocukları olmalıdır. İyi bir baba çocuklarının bir kısmının aç ve perişan olmasına izin verirken diğerlerinin ne yapacaklarını bilmedikleri kadar çok şeyinin olmasına izin verir mi? Sırf bir kralın ihtişamı ya da kapitalistin kârı için binlerce, hatta milyonlarca çocuğunun öldürülmesinden ve katledilmesinden acı duymaz mı? Adaletsizliği, öfkeyi ve cinayeti onaylar mı? Hayır dostum, iyi bir babaya, adil bir Tanrı'ya inanamazsın. İnsanlar sana Tanrı'nın böyle şeyler istediğini söylüyorlarsa sana yalan söylüyorlardır.

Belki Tanrı'nın iyi olduğunu ve kötü olanın insanlar olduğunu söylüyorsun, dünyada işlerin bu kadar yanlış gitmesinin sebebi budur diyorsun.

Ama insanlar kötüyse onları kim böyle yaptı? Elbette, Tanrı'nın insanları kötü yaptığına inanmıyorsunuz, çünkü bu durumda bundan kendisi sorumlu olacaktı. O zaman, eğer insanlar kötüyse onları başka bir şeyin kötü yaptığı anlamına gelir. Olabilir, bakalım.

İnsanların nasıl olduklarına, ne olduklarına ve nasıl yaşadıklarına bakalım. Senin nasıl yaşadığına bir bakalım.

En küçük yaşından itibaren başarılı olman, "para kazanman" gerektiği sana dayatıldı. Para; güvenlik ve güç demekti. Kim olduğunun bir önemi yoktu, banka hesabının büyüklüğü kadar "değerliydin". Yani sana da diğer herkese öğretilen şeyler öğretildi. Herkesin hayatının neden para için, dolar için bir kovalamaca haline geldiğini, tüm varoluşunun sahip olma ve servet mücadelesine dönüştüğünü merak ediyor musun?

Paraya olan açlık, kişinin tükettikleriyle orantılıdır. Zavallı kişi bir parça rahatlık için, yaşamak için mücadele eder. Varlıklı kişi, kendi güvenliğini sağlamak ve yarının korkusundan korunmak için daha fazla zenginlik ister. Ve o büyük bir bankacı olduğunda çabalarını gevşetmemeli, yarışı başka birine kaptırma korkusuyla rakiplerine keskin bir gözle bakmalıdır.

Bu yüzden herkes bu vahşi kovalamacaya katılmaya mecburdur ve sahip olma açlığı insan güçlendikçe daha da güçlenir. Hayatın en önemli parçası haline gelir; her düşünce parayla ilgilidir, tüm çaba zengin olmaya yönelmiştir ve şu anda servete olan susuzluk bir çılgınlığa, servete sahip olanları da olmayanları da ele geçiren bir çılgınlığa dönüşür.

Böylece hayat, sevinç ve güzelliğin yegâne anlamını yitirdi; Varoluş, altın buzağı etrafında mantıksız, vahşi bir dans, Tanrı Mamon'a1 çılgınca tapınılması haline geldi. O dansta ve o ibadette insan, yüreğinin ve ruhunun tüm ince niteliklerini (nezaket ve adalet, şeref ve onur, başkalarına duyduğu merhamet ve sempati) feda etmiştir.

"Her koyun kendi bacağından asılır" sözünün bu koşullar altında çoğu insanın prensibi ve dürtüsü haline gelmesi gerekir. Bu çılgın para kovalamacasında neden insanın en kötü özelliklerinin (açgözlülük, kıskançlık, nefret ve en alçak tutkuların) yükseltildiğine şaşırmaya gerek var mı? İnsan -bu koşullar altında- yozlaşır ve kötüleşir; kaba ve adaletsiz hale gelir; aldatmaya, hırsızlığa ve cinayete başvurur.

Kendine daha yakından bak ve şehrinde, ülkende, genel olarak dünyada para, mülk, mülkiyet uğruna ne kadar fazla yanlış olduğunu ve suçun işlendiğini gör. Dünyanın yoksulluk ve sefaletle ne kadar dolu olduğunu gör; binlerce insanın hastalıklara ve deliliğe, aptallığa ve öfkeye, intihara ve cinayete kurban gittiğini gör. Bunların hepsi içinde yaşadığımız insanlık dışı ve acımasız koşullar yüzünden.

Gerçekten bilge olan kişi, paranın tüm kötülüklerin kaynağı olduğunu söylemişti. Nereye bakarsan bak, paranın, sahip olmanın, ele geçirmenin ve elinde tutmanın çılgınlığının yozlaştırıcı ve aşağılayıcı etkilerini göreceksin. Her bir kişi kaşıkla ya da kepçeyle almak, bugünden zevk alıp kendini yarından korumak ve biriktirebildiği kadar biriktirmek için vahşileşir.

Bu nedenle bu kişinin kötü olduğunu söyleyebilir misin? Varoluş koşullarıyla, içinde yaşadığımız çılgın sistemde para peşinde koşmaya mecbur değil mi? Çünkü başka seçeneğin yok- yarışa girmeli ya da düşmelisin.

Öyleyse hayatın seni böyle olmaya zorlaması senin hatan mı? Kardeşinin, komşunun veya başka birinin suçu mu? Daha ziyade, hepimizin bu çılgınca planın içine doğmuş olmamız ve uyum sağlamamız gerekmiyor mu?

Bizi böyle davranmaya iten planın kendisi yanlış değil mi? Bir düşün ve kalbinde hiç kötülük olmadığını göreceksin, ancak bu koşullar seni genellikle yanlış olduğunu bildiğin şeyleri yapmaya zorluyor. Onları yapmamayı tercih edersin. Başkalarına karşı elinden geldiğince nazik olmayı ve onlara yardım etmeyi istersin. Ancak bu yöndeki eğilimlerini takip edersen, kendi çıkarlarını ihmal edersin ve kısa süre sonra kendine muhtaç kalırsın.

Bu yüzden varoluş koşulları içimizdeki nezaketi ve insani içgüdüleri bastırır, boğar ve bizi hemcinslerimizin ihtiyacı ve sefaletine karşı sertleştirir.

Bunu varoluşun her aşamasında, tüm insan ilişkilerinde, tüm sosyal hayatımızda göreceksin. Elbette, çıkarlarımız aynı olsaydı, herhangi birinin diğerinden yararlanmasına gerek kalmazdı. Çünkü Jack için iyi olan şey Jim için de iyi olurdu. Elbette, insanlığın çocukları olarak gerçekte aynı çıkarlara sahibiz. Fakat aptalca ve suça iten bir toplumsal düzenlemenin -günümüz kapitalist sisteminin- üyeleri olarak, çıkarlarımız hiç de aynı değil. Aslında toplumdaki farklı sınıfların çıkarları birbirine zıttır; önceki bölümlerde işaret ettiğim gibi, bu çıkarlar düşmanca ve uzlaşmazdır.

Bu nedenle insanların çıkarlarına uygun olduğu ve bundan kâr elde edebilecekleri zaman birbirlerinden yararlandıklarını görüyorsunuz. İş hayatında, ticarette, işveren ve çalışan arasındaki ilişkilerde, her yerde bu prensibi göreceksin. Her biri diğerinin önüne geçmeye çalışıyor. Rekabet milyarder bankacı, büyük üretici ve sanayinin efendisinden başlayıp fabrikadaki son işçiye kadar toplumsal ve maddi ölçekte kapitalist yaşamın ruhu haline geliyor. Çünkü işçiler bile iş ve daha iyi ücret için birbirleriyle rekabet etmek zorunda kalıyor.

Bu şekilde tüm hayatımız insanın insana, sınıfın sınıfa karşı mücadelesine dönüşüyor. Bu mücadelede başarıya ulaşmak, rakibi alt etmek ve mümkün olan her şekilde onun önüne geçmek için her yöntem kullanılıyor.

Bu tür koşulların insanın en kötü niteliklerini geliştireceği ve yükselteceği açıktır. Yasanın güç ve nüfuz sahibi olanları, zenginleri ve varlık sahiplerini, nasıl zengin olurlarsa olsunlar koruyacağı da bir o kadar açıktır. Zavallı kişi, bu koşullar altında kaçınılmaz olarak en kötüsü olmalıdır. Zenginin yaptığı gibi yapmaya çalışacaktır. Ancak menfaatlerini hukukun koruması altında ilerletmek için aynı fırsata sahip olmadığından, bunu genellikle yasanın dışında yapmaya kalkışacak ve yasanın kodesine düşecektir. Zenginden farklı bir şey yapmasa da -birinden yararlandı, birini aldattı- bunu "yasadışı" yaptı ve sen ona suçlu diyorsun.

Şu sokak köşesindeki zavallı çocuğa bak mesela. Yırtık pırtık, solgun ve yarı aç. Varlıklı birinin oğlu olan başka bir oğlana bakıyor ve o çocuk güzel kıyafetler giyip iyi beslenirken zavallı çocukla oynamaya bile tenezzül etmiyor. Yırtık pırtık çocuk zengin çocuğa kızıyor, içerliyor ve ondan nefret ediyor. Ve zavallı çocuk gittiği her yerde aynı şeyi yaşıyor; görmezden geliniyor ve küçümseniyor, sık sık tekmeleniyor, her zaman saygılı davrandığı insanların onun zengin çocuk kadar iyi olmadığını düşündüklerini düşünüyor. Zavallı çocuk küser. Ve büyüdüğünde yine aynı şeyi görür: Zenginlere hayranlık ve saygı duyuluyor, fakirler ise tekmeleniyor ve hor görülüyor. Böylece zavallı çocuk yoksulluğundan nefret eder ve nasıl zengin olabileceğini, para kazanabileceğini düşünür, başkalarının her zaman ondan yararlandığı gibi, başkalarından yararlanarak zenginliği bir şekilde (aldatarak, yalan söyleyerek ve hatta bazen suç işleyerek) elde etmeye çalışır.

Sonra onun ‘kötü' olduğunu söylüyorsun. Onu kötü yapan şeyi görmüyor musun? Tüm hayatının, koşullarının onu şimdiki haline getirdiğini görmüyor musun? Ve bu koşulları sağlayan sistemin küçük bir hırsızdan çok daha büyük bir suçlu olduğunu görmüyor musun? Yasa devreye girecek ve onu cezalandıracak, ancak bu kötü koşulların var olmasına izin veren ve onu suçluya dönüştüren sistemi destekleyen aynı yasa değil mi?

Bir düşün, insanları kendilerini kötüleştiren koşullarda yaşamaya zorlayarak suçu var edenin, devlet ve yasanın ta kendisi olup olmadığına bak. Yasanın ve devletin tüm suçların kökenini, en büyük suçu yani kapitalist maaş sistemini nasıl koruduğunu ve ardından zavallı suçluyu cezalandırmaya nasıl devam ettiğini gör.

Düşün, bir yanlışı yasalar tarafından korunurken yapman ile bu yanlışı yasadışı bir şekilde yapman arasında bir fark var mı? Hepsi aynı kapıya çıkar. Hatta yasal yanlış yapmak daha büyük bir kötülüktür çünkü yasadışı yanlıştan daha fazla sefalet ve adaletsizliğe neden olur. Yasal suç her zaman devam eder; cezalandırılamaz ve sistem tarafından kolaylaştırılır. Yasadışı suçsa çok sık işlenmezken kapsamı ve etkisi daha sınırlıdır.

Kim daha çok sefalete neden oluyor: Zengin imalatçının, kârını artırmak için binlerce işçinin ücretlerini düşürmesi mi, yoksa işsizin açlıktan ölmemek için bir şeyler çalması mı?

Kim daha büyük yanlış yapıyor: Süs köpeği için gümüş bir kayışa bin dolar harcayan kodamanın eşi mi, yoksa bazı ıvır zıvırları cebine atma arzusuna karşı koyamayan ve aynı kodamanın mağazasında düşük ücretle çalışan genç kadın mı?

Kim daha büyük suçlu: Buğday piyasasını köşeye sıkıştıran ve fakirin ekmeğinin fiyatını yükselterek milyon dolarlık kâr elde eden spekülatör mü yoksa hırsızlık yapan evsiz serseri mi?

İnsanın en büyük düşmanı kimdir: Kötü havalandırılan, tehlikeli madenlerde insan hayatını feda etmekten sorumlu olan açgözlü kömür baronu mu yoksa saldırı ve soygundan suçlu gariban mı?

Dünyadaki en büyük kötülüğe neden olan yanlışlar ve suçlar, yasayla cezalandırılanlar değildir. Yeryüzünü sefalet, istek, arzu, çatışma, katliam ve yıkımla dolduranlar; yasa ve devlet tarafından korunan, meşrulaştırılan yasal yanlışlar ve cezalandırılamaz suçlardır.

Suç ve suçlular, hırsızlık ve soygun, kişiye ve mülke karşı işlenen suçlar hakkında çok şey duyuyoruz. Günlük basının köşeleri bu tür haberler ile dolu. Günün "haberi" olarak kabul ediliyorlar.

Peki kapitalist endüstrinin ve iş dünyasının suçları hakkında çok şey duyuyor musun? Gazeteler sana -göstergeleri düşük ücretler ve yüksek fiyatlar olan- sürekli soygun ve hırsızlık hakkında bir şey söylüyor mu? Gazeteler pazar spekülasyonlarının, gıdanın bozulmasının, sahtekarlığın, gaspın ve ticaretin gelişmesini sağlayan tefeciliğin sebep olduğu yaygın sefalet ile ilgili de bir şeyler söylüyorlar mı? Onlar sana, kapitalist sistemin yarattığı sürekli ve düzenli çaresizliklerden, intihardan, hastalıklardan, erken ölümlerden, kırık ve parçalanmış kalplerden, yanlışlardan ve kötülüklerden söz ediyorlar mı?

İşten atılan ve ölümleri veya yaşamları kimsenin umurunda olmayan binlerce kişinin acısını ve endişesini anlatıyorlar mı? Sana endüstrimizdeki kadınlara ve kız çocuklarına ödenen açlık maaşlarından, birçoğunu hayatlarını idame ettirmek için bedenlerini satmaya doğrudan zorlayan acımasızlıklardan bahsediyorlar mı? İşsizler ordusundan ve daha iyi ücret almak için greve gidildiğinde kapitalizmin, ekmeklerini ağızlarından alacağı işçilerden bahsediyorlar mı? Sana tüm yürek acısıyla ve sefaletle birlikte işsizliğin doğrudan kapitalist sistemden kaynaklandığını söylüyorlar mı? Ücretli kölenin emeğinin ve terinin kapitalist için nasıl kâr haline getirildiğini anlatıyorlar mı? İşçinin sağlığı, zihni ve bedeni sanayi kodamanlarının açgözlülüğüne nasıl feda ediliyor, aptal kapitalist rekabet ve plansız üretimde emek ve hayat nasıl boşa harcanıyor, sana bunlardan bahsediyorlar mı?

Gerçekten de sana suçlar ve suçlular hakkında, insanın özellikle de işçilerin "aşağı" sınıflarının "kötülüğü" ve ‘"şeytaniliği" hakkında çok şey anlatıyorlar. Ama sana kapitalist koşulların kötülüklerimizin ve suçlarımızın çoğunu ürettiğini, kapitalizmin kendisinin en büyük suç olduğunu ve sadece bir günde bütün katillerin toplamından daha fazla can aldığını söylemiyorlar. İnsan hayatının başlamasından bu yana tüm dünyada suçluların neden olduğu cana ve mülke zarar verme, on milyonlarca ölü ve yirmi milyon yaralıyla tek bir kapitalist olay olan Dünya Savaşı'nın yarattığı hesaplanamaz tahribat ve sefaletle karşılaştırıldığında sadece çocuk oyuncağıdır. Bu devasa katliam, kapitalizmin meşru çocuğuydu, çünkü tüm fetih ve kazanç savaşları, uluslararası burjuvazinin çatışan mali ve ticari çıkarlarının sonucudur. Daha sonra Woodrow Wilson ve sınıfının bile itiraf ettiği gibi, bu bir kâr savaşıydı.

Gördüğün gibi yine kâr. İnsanın etini ve kanını kâra dönüştürmek için vatanseverlik kullanılıyor.

Karşı çıkıyorsun; "Vatanseverlik!" "Bu haklı ve asil bir neden!"

Arkadaşın soruyor "Ve işsizlik, bundan da mı kapitalizm sorumlu? Bana uygun bir işinin olmaması patronumun mu suçu? "

Çeviren: Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #5  
Alt 01-02-2021, 10:37
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (5): İşsizlik – Alexander Berkman
20/09/2020 17:58

BÖLÜM 5: İŞSİZLİK
Arkadaşının bu soruyu sormasına sevindim, çünkü her işçi bu işsizlik meselesinin kendisi için ne kadar önemli olduğunun farkında. İşsiz kaldığında hayatının nasıl olduğunu ve bir işin varken de onu kaybetme korkusunun seni nasıl sarmaladığını bilirsin. Daha iyi koşullar için greve çıktığında işsizler ordusunun senin için ne kadar büyük bir tehlike olduğunun da farkındasın. Grev kırıcıların, grevini kırmaya yardımcı olmak için kapitalizmin her zaman elinde tuttuğu işsizler arasından seçildiğini biliyorsun.

"Kapitalizm işsizleri nasıl elinde tutuyor?" diye soruyorsun.

Seni en yüksek miktarı üretmen için uzun saatler çalışmaya ve mümkün olduğunca sıkı çalışmaya zorlayarak. Tüm modern "verimlilik" planları, Taylor ve diğer "ekonomi" ve "rasyonalizasyon" sistemleri yalnızca işçiden daha fazla kâr elde etmeye hizmet eder. Sadece işverenin yararına bir ekonomi. Ama bu "ekonomi" senin çabanın ve enerjinin devasa boyutlarda israfı, canlılığının solması anlamına gelir.

Bu ekonomi işverenin senin gücünü ve yeteneğini en uç noktada kullanması içindir. Doğru, bu durum sağlığını ve sinir sistemini bozar, seni hastalık ve salgınların odağı haline getirir (işçi sınıfına özgü hastalıklar bile var), seni sakat bırakır ve erkenden mezara götürür- peki patronunun umurunda mı? Sakatlandığın veya öldüğün anda işini devralmaya hazır binlerce işsiz yok mu?

Bu nedenle, bir işsizler ordusunu hazırda bulundurmak kapitalistin çıkarına olacaktır. Maaş sisteminin ayrılmaz bir parçasıdır, onun zorunlu ve kaçınılmaz bir özelliğidir.

Hiç işsiz olmaması -herkesin çalışma ve hayatını kazanma fırsatına sahip olması- halkın yararınadır. Herkesin yeteneklerine ve gücüne göre zenginliği artırmaya yardımcı olması gerekir, böylece herkes bundan daha büyük bir pay alabilir.

Ancak kapitalizm halkın refahıyla ilgilenmez. Kapitalizm, daha önce de gösterdiğim gibi, yalnızca kârla ilgilenir. Daha az insan istihdam ederek ve onları uzun saatler boyunca çalıştırarak daha kısa saatlerde daha fazla insana iş vermeye göre daha büyük karlar elde edilebilir. Bu nedenle, örneğin günde 5 saatten 200 kişi çalıştırmaktansa günde 100 kişinin 10 saat çalışması işvereninin yararına olacaktır. 200 kişi için 100 kişiden daha fazla alana ihtiyacı olacak- daha büyük bir fabrika, daha fazla alet ve makine vb.- Yani, daha fazla sermaye yatırımı gerektirecektir. Daha az saatte daha büyük bir gücün çalıştırılması daha az kar getirecektir ve bu nedenle patron, fabrikasını veya dükkanını böyle bir şekilde yönetmeyecektir. Bu, kâr sağlama sisteminin insanlık ve işçilerin refahı ile uyumlu olmadığı anlamına gelir. Aksine ne kadar sıkı ve "verimli" çalışırsan, işte ne kadar uzun süre kalırsan işverenin için o kadar iyi ve kâr o kadar büyük olur.

Kapitalizmin isteyen ve çalışabilen herkesi istihdam etmekle ilgilenmediğini artık görebilirsin. Aksine minimum "el" ve maksimum çaba, kapitalist sistemin ilkesi ve kârıdır. Bu, tüm "rasyonalizasyon" planlarının sırrıdır. İşte bu yüzden her kapitalist ülkede çalışmaya istekli ve endişeli ancak iş bulamayan binlerce insan göreceksin. Bu işsizler ordusu, yaşam standartların için sürekli bir tehdittir. Daha düşük ücretle senin yerini almaya hazırlar çünkü sistem onları buna zorluyor. Bu, patron için elbette çok avantajlıdır: Elinde sürekli olarak sana karşı tuttuğu bir kırbaçtır, bu yüzden onun için sıkı bir köle olacak ve kendini "evcilleştireceksin".

Sistemin diğer kötülüklerinden bahsetmeye şimdilik gerek yok, böyle bir durumun işçi için ne kadar tehlikeli ve aşağılayıcı olduğunu kendin görebilirsin.

"O zaman neden işsizlik ortadan kaldırılmıyor?" diye soruyorsun.

Evet, ortadan kaldırmak iyi olurdu. Ancak bu, kapitalist sistem ve onun ücretli köleliği ortadan kaldırılarak başarılabilirdi. Kapitalizmi -ya da başka herhangi bir emek sömürüsü ve kar etme sistemini- sırtından atmadığın sürece işsiz kalacaksın. Kapitalizm işsizlik olmadan var olamaz: Maaş sisteminin doğasında bu vardır. Başarılı kapitalist üretimin temel koşulu işsizliktir.

"Neden?"

Çünkü kapitalist endüstriyel sistem, halkın ihtiyaçları için üretmez; kâr için üretir. Üreticiler, malları insanlar istedikleri için ve insanlara gerektiği kadar üretmezler. Satmayı beklediklerini üretirler ve kâr için satarlar.

Mantıklı bir sistemimiz olsaydı insanların istediği şeyleri ihtiyaç duydukları miktarda üretirdik. Belli bir bölgede yaşayanların 1.000 çift ayakkabıya ihtiyaç duyduğunu varsayalım ve bu iş için 50 ayakkabıcımızın olduğunu varsayalım. Böylece 20 saat içinde bu ayakkabıcılar topluluğumuzun ihtiyacı olan ayakkabıları üretirlerdi.

Ancak bugünün ayakkabıcısı kaç çift ayakkabının gerekli olduğunu bilmiyor ve bunu umursamıyor. Şehrinde binlerce insan yeni ayakkabılara ihtiyaç duyabilir ancak almaya gücü yetmeyebilir. Bu koşullarda üreticinin ayakkabıya kimlerin ihtiyacı olduğunu bilmesi ne işe yarar? Bilmek istediği şey, yaptığı ayakkabıları kimin satın alabileceği ve kaç ayakkabıyı kârla satabileceğidir.

Sonrasında ne mi olurdu? Satabileceğini düşündüğü kadar çok ayakkabı üretirdi. İyi bir kâr elde etmek için, onları en ucuza üretmek ve elinden geldiğince pahalıya satmak için her şeyi yapardı. Bu nedenle istediği ayakkabı miktarını üretmek için olabildiğince az işçiyi -zorlayabileceği kadar "verimli" ve sıkı bir şekilde- çalıştırırdı.

Kâr amaçlı üretimin, kullanım amaçlı üretimde olacağından daha uzun saatler çalışma ve daha az istihdam anlamına geldiğini görüyorsun.

Kapitalizm kâr amaçlı üretim sistemidir ve bu nedenle kapitalizmde her zaman işsizler olmalıdır.

Ama kâr amaçlı üretim sistemine daha yakından bakarsan, onun kötülüğünün diğer yüzlerce kötülükte de nasıl işlediğini göreceksin.

Şehrinin ayakkabı üreticisine dönelim. Daha önce de belirttiğim gibi, ayakkabılarını kimin alacağını veya alamayacağını bilmesinin bir yolu yok. Kaba bir hesap yapıyor, "tahmin ediyor" ve diyelim ki 50.000 çift üretmeye karar veriyor. Sonra ürününü piyasaya sürüyor. Yani toptancı, işveren ve mağaza sahibi onları satışa çıkarıyor.

Yalnızca 30.000 çiftin satıldığını varsayalım, 20.000 çift elde kalır. Üreticimiz kalan ürünleri kendi şehrinde satamaz, onu ülkenin başka bir yerinde elden çıkarmaya çalışacaktır. Ancak oradaki ayakkabı üreticileri de aynı deneyimi yaşamıştır. Ayrıca ürettikleri her şeyi satamazlar çünkü ayakkabı arzı onlara olan talepten daha fazladır. Üretimi azaltmak zorundadırlar. Bu, çalışanlarından bazılarının işten çıkarılması, böylece işsizler ordusunun kalabalıklaşması anlamına gelir.

Buna "aşırı üretim" denir. Ama gerçekte aşırı üretim değildir. Bunun adı "az tüketim"dir çünkü yeni ayakkabılara ihtiyaç duyan ancak onları almaya gücü yetmeyen birçok insan var.

Sonuç? Depolar insanların istediği ancak satın alamadığı ayakkabılarla doldu, mağazalar ve fabrikalar "aşırı arz" nedeniyle kapandı. Aynı şeyler başka sektörlerde de oldu. Size de bir "kriz" olduğu ve maaşlarınızın düşürülmesi gerektiği söylendi.

Maaşın düşürüldü ve yarı zamanlı çalışmaya başladın veya işini tamamen kaybettin. Binlerce kadın ve erkek bu şekilde işten atılıyor. Maaşları ödenmiyor, ihtiyaçları olan yiyecekleri ve diğer şeyleri alamıyorlar. Bunlar sahip olunamayacak şeyler mi? Hayır, aksine depolar ve mağazalar onlarla dolu, çok fazla var; "aşırı üretim" var.

Öyleyse kâr için üretim sistemi olan kapitalizm, şu çılgınlıklarla sonuçlanır:

İnsanlar açlıktan ölmek zorundalar -yeterli yiyecek olmadığı için değil, çok fazla olduğu için; ihtiyaç duydukları şeyler olmadan yaşamak zorundalar çünkü o şeylerden çok fazla var.
Çok fazla şey olduğu için üretim kesilir, binlerce kişi işsiz kalır.
İşsiz kaldığı ve dolayısıyla kazanamadığı için binlerce insan satın alma kapasitesini kaybeder. Bunun sonucunda bakkal, kasap, terzi acı çeker. Bu da her yerde artan işsizlik anlamına gelir ve kriz daha da kötüleşir.
Kapitalizmde bu, her sektörde olur.

Kâr amaçlı üretim sisteminde bu tür krizler kaçınılmazdır. Zaman zaman gelirler; periyodik olarak geri dönerler, her zaman daha da kötüleşirler. Yoksulluğa, sıkıntıya ve tariflenemez bir sefalete neden olan bu krizler, binlerce ve yüz binlerce kişiyi işsiz bırakırlar. İflas ve icraya neden olurlar, bu da işçinin "refah" zamanında biriktirdiği ne varsa onu eritir. İsteklerin ve ihtiyaçların insanları umutsuzluğa ve suça, intihara ve deliliğe sürüklemesine sebep olurlar.

Kâr amaçlı üretimin sonuçları, kapitalist sistemin meyveleri bunlardır.

Ancak hepsi bunlarla sınırlı değil. Sistemin diğer bütün sonuçlarının toplamından daha kötü bir sonucu var.

Savaş.

Çeviren: Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #6  
Alt 01-02-2021, 10:39
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (6): Savaş – Alexander Berkman
29/09/2020 13:15

BÖLÜM 6: SAVAŞ?
Savaş! Ne anlama geldiğini biliyor musun? Dilimizde bundan daha korkunç bir kelime var mı? Aklına katliam ve kan dökme, cinayet, yağma ve yıkım görüntülerini getirmiyor mu? Topun gümbürtüsünü, ölülerin ve yaralıların çığlıklarını duyamıyor musun? Cesetlerle dolu savaş alanını göremiyor musun? Yaşayan insanlar paramparça olmuş, kanları ve beyinleri etrafa dağılmış, hayat dolu insanlar aniden leşe dönmüş. Ve orada, evde, her saniye keder içinde yaşayan binlerce baba, anne, eş ve sevgili, sevdiklerinin başına bir talihsizlik gelmesin diye korkuyor ve asla geri dönmeyeceklerin dönüşünü bekliyor.

Savaşın ne demek olduğunu biliyorsun. Kendin hiç cephede bulunmamış olsan bile milyonlarca ölüsü ve sakatı, sayısız insan fedakarlığı, kırık hayatları, mahvolmuş evleri, tarif edilemez gönül acısı ve sefaleti ile savaştan daha büyük bir lanet olmadığını biliyorsun.

"Korkunç", kabul ediyorsun, "ama yapacak bir şey yok". Savaşın kaçınılmaz olduğu zamanlar geldiğinde tehlike anında ülkeni savunman gerektiğini düşünüyorsun.

Öyleyse savaşa katıldığında ülkeni gerçekten savunup savunmadığına bakalım. Savaşa neyin sebep olduğunu ve üniformanı giyip katliama gitmenin ülkenin yararına olup olmadığına bakalım.

Savaşta kimi ve neyi savunduğunu bir düşünelim. Savaşla kim ilgileniyor ve kim bundan fayda sağlıyor?

Üreticimize geri dönelim. Ürününü kendi ülkesinde belli bir kârla satamayınca, o (ve aynı şekilde diğer malların üreticiler) bazı yabancı topraklarda pazar arar. İngiltere'ye, Almanya'ya, Fransa'ya ya da başka bir ülkeye gider ve orada "aşırı üretimini", "fazlalığını" elden çıkarmaya çalışır.

Ancak orada kendi ülkesindeki koşulların aynısını bulur. Orada da "aşırı üretim" var; yani işçiler, ürettikleri malları satın alamayacakları kadar sömürülüyor ve düşük ücret alıyorlar. Bu nedenle İngiltere, Almanya, Fransa vb. ülkelerdeki üreticiler de tıpkı Amerikalı üretici gibi başka pazarlar arıyor.

Amerika'daki belli bir sanayi kolunun üreticileri kendilerini büyük bir birlik halinde örgütlüyorlar, diğer ülkelerin sanayi kodamanları da aynı şeyi yapıyor ve ulusal birlikler birbirleriyle rekabet etmeye başlıyor. Her ülkenin kapitalistleri en iyi pazarları -özellikle yeni pazarları- ele geçirmeye çalışıyor. Henüz kendi endüstrisini geliştirememiş olan Çin, Japonya, Hindistan ve benzeri ülkelerde yeni pazarlar buluyorlar. Her ülke kendi sanayisini geliştirdiğinde artık yabancı pazar kalmayacak ve o zaman bazı güçlü kapitalist gruplar tüm dünyada uluslararası tröstlere dönüşecektir. Ama şimdi çeşitli sanayi ülkelerinin kapitalistleri dış pazarlar için savaşıyor ve orada birbirleriyle rekabet ediyor. Daha zayıf bir ülkeyi kendilerine özel ayrıcalıklar vermeye zorluyorlar; rakiplerinin hırslarını uyandırıyorlar, tavizler ve kâr kaynakları konusunda başlarını belaya sokuyorlar ve kendi hükümetlerini çıkarlarını savunmaya çağırıyorlar. Amerikan kapitalisti, "Amerikan" çıkarlarını korumak için hükümetine başvuruyor. Fransa, Almanya ve İngiltere kapitalistleri de aynı şeyi yapıyor: Hükümetlerini kârlarını korumaya çağırıyor. Sonra çeşitli hükümetler de halklarını "ülkelerini savunmaya" çağırıyor.

Oyunun nasıl oynandığını görüyor musun? Sana, seni yabancı bir ülkedeki bazı Amerikan kapitalistlerinin ayrıcalıklarını ve varlıklarını korumak için çağırdıkları söylenmiyor. Bunu sana söylerlerse onlara güleceğini ve plütokratların kârını artırmak için vurulmayı reddedeceğini biliyorlar. Ama sen ve senin gibiler olmadan savaşamazlar! Böylece ‘Ülkeni koru! Bayrağına hakaret ediliyor!" deniyor. Bazen ülkenin bayrağına yabancı bir ülkede hakaret etmek için parayla haydutlar tutuyorlar ya da orada bazı Amerikan mallarını yok ettiriyorlar; böylece evdeki insanların çılgına dönmesinden, ordu ve donanmaya katılmak için acele edeceklerinden emin oluyorlar.

Abarttığımı sanma. Amerikan kapitalistlerinin, orada daha "dostane" bir hükümet kurmak ve böylece istedikleri tavizleri güvence altına almak için yabancı ülkelerde (özellikle Güney Amerika'da) devrimlere bile neden oldukları bilinmektedir.

Ancak genellikle bu kadar ileri gitmelerine gerek kalmaz. Tek yapmaları gereken, "vatanseverliğine" hitap etmek, seni biraz gururlandırmak, "tüm dünyaya bedel olduğunu" söylemek ve seni asker üniformasını giymeye, emirleri yerine getirmeye hazır hale getirmek.

Vatanseverliğin, memleket sevgin bunun için kullanılıyor. Büyük İngiliz düşünür Carlyle şunları yazmıştı:

"Gayri resmi bir dille konuşursak, savaşın net anlamı ve sonucu nedir? Bildiğim kadarıyla örneğin, Britanya'nın Dumdrudge köyünde genellikle beş yüz kadar ruh yaşıyor ve çalışıyor. Fransız savaşı sırasında, bunların içerisinden sırasıyla Fransızların "doğal düşmanları" olan otuz sağlam gövdeli adam seçildi. Dumdrudge, masrafları kendisine ait olmak üzere onlara baktı ve besledi; O, zorluk çekmeden ve hayıflanmadan onları erkek olana kadar besledi ve hatta onları el sanatları konusunda eğitti, böylece birisi dokuyabilirdi, başka birisi inşa edebilirdi, başka birisi çekiç kullanabilirdi ve en zayıf olanları ise 240 kg taşıyabilirdi. Yine de çok fazla ağlayış ve küfürden sonra; hepsine kırmızı giydirildi ve kamu görevlisi olarak iki bin mil kadar gittiler yani İspanya'nın güneyine gönderildiler ve orada geri çağrılana kadar ihtiyaçları giderildi.

Ve şimdi, İspanya'nın güneyindeki aynı noktaya, Fransa Dumdrudge'dan gelen otuz tane Fransız zanaatkar var, tıpkı diğerleri gibi bunlar da sonsuz çaba ve emekle getirildi. İki taraf ta otuza otuz ve her birinin elinde silahla karşı karşıya geldiler.

‘Ateş' kelimesi ağızdan çıktı ve birbirlerinin ruhlarını uçurdular, artık altmış canlı kanlı işe yarar zanaatkar yerine yakılması ve arkasından ağıt yakılması gereken altmış leş vardı. Bu adamların herhangi bir kavgası var mıydı? Aralarında en ufak bir husumet bile yoktu! Birbirlerinden yeterince uzakta yaşadılar ve birbirlerine tamamen yabancılardı, bu kadar geniş evrende kendilerinin bile haberi olmadan ticaret yoluyla birbirlerine yardım ettiler. O zaman nasıl? Yöneticileri birbirine düşmüştü ve birbirlerini vurmak yerine, bu zavallı mankafaları birbirlerine ateş ettirecek kadar kurnazlardı."

Savaşa girdiğinde ülken için savaşmazsın. Valilerin, yöneticilerin, kapitalist efendilerin için savaşırsın.

Ne ülken ne de insanlık ne sen ne de sınıfın -işçiler- savaşla bir şey kazanamaz. Bundan kâr sağlayanlar yalnızca büyük finansörler ve kapitalistlerdir.

Savaş senin için kötüdür. İşçiler için kötüdür. İşçilerin kaybedecek her şeyleri var fakat kazanacak hiçbir şeyleri yok. Şan bile büyük generallere ve mareşallere gittiği için onu dahi kazanamazlar.

Savaşta sen ne kazanırsın? Kötüleşirsin, vurulursun, sana gaz verilir, sakatlanırsın veya öldürülürsün. Bu, herhangi bir ülkedeki tüm işçilerin savaştan çıkması için yeter.

Savaş ülken için kötü, insanlık için kötü; katliam ve yıkım demek. Savaşın yok ettiği her şey -köprüler ve limanlar, şehirler ve gemiler, tarlalar ve fabrikalar- hepsi yeniden inşa edilmelidir. Bu, halkın inşa için doğrudan ve dolaylı olarak vergilendirildiği anlamına gelir. Çünkü son tahlilde her şey insanların cebinden çıkar. Dolayısıyla savaşın genel olarak insanlık üzerindeki acımasız etkisinden bahsetmesek bile, savaş onlar için maddi olarak da kötüdür. Ve savaşta öldürülen, kör edilen veya sakatlanan her 1000 kişiden 999'unun işçi sınıfı, işçilerin ve çiftçilerin oğulları olduğunu unutmayın.

Modern savaşta galip yoktur, çünkü kazanan taraf neredeyse mağlup olan kadar kaybeder. Bazen daha da fazlasını, geçen seferdeki Fransa gibi. Fransa bugün Almanya'dan daha fakir. Her iki ülkenin işçileri de savaşta uğradığı kayıpları telafi etmek için açlıktan ölme derecesinde vergilendiriliyor. Dünya Savaşı'na katılan Avrupa ülkelerinde işgücü ücretleri ve yaşam koşulları büyük felaketten öncekine göre çok daha düşük.

"Ama Birleşik Devletler savaş sayesinde zengin oldu" diye itiraz ediyorsun.

Bir avuç insanın milyonlar kazandığını ve büyük kapitalistlerin büyük karlar elde ettiğinden bahsediyorsun. Elbette başardılar. Büyük finansörler, Avrupa'ya yüksek faiz oranlarıyla borç vererek, savaş malzemesi ve mühimmat tedarik ederek başardılar. Peki sen bunun neresindesin?

Avrupa'nın Amerika'ya olan mali borcunu ya da faizini nasıl ödediğini bir düşün. Bunu, eskiye göre işçilerin emeğini daha fazla sömürerek ve onlar üzerinden elde ettiği kârı arttırarak yapar. Avrupalı üreticiler, daha düşük ücretler ödeyerek ve malları daha ucuza üreterek Amerikalı rakiplerinden daha düşük fiyata satabilir ve bu nedenle Amerikalı üretici de daha düşük maliyetle üretim yapmak zorunda kalır. İşte bu noktada ‘ekonomi' ve ‘rasyonalizasyonu' devreye giriyor. Sonuç olarak ya daha çok çalışmalı ya maaşın düşürülmeli ya da tamamen işten atılmalısın. Avrupa'daki düşük ücretlerin senin durumunu nasıl doğrudan etkilediğini görüyor musun? Amerikalı bir işçi olarak Avrupa kredilerinin faizini ödemek için Amerikan bankacılarına yardım ettiğini biliyor musun?

Savaşın fiziksel cesareti geliştirdiği için iyi olduğunu iddia eden insanlar var. Fikirleri aptalca. Sadece kendileri hiç savaşmamış olanlar ve savaşları başkaları tarafından yapılanlar böyle bir fikri düşünebilir. Fakir aptalları zenginlerin çıkarları için savaşmaya ikna etmek amaçlı uydurulmuş bir argümandır. Gerçekte savaşmış insanlar size modern savaşın kişisel cesaretle ilgisi olmadığını söyleyecektir. Düşmandan çok uzakta geçen kitlesel bir savaştır. Daha iyi kişinin kazanabileceği kişisel karşılaşmalar oldukça nadirdir. Modern savaşta düşmanlarınızı görmezsin. Bir makine gibi körü körüne savaşırsın. Savaşa ölümüne korkarak giriyorsun, sonraki dakika paramparça olabileceğinden korkuyorsun. Savaşa sadece reddetmeye cesaretin olmadığı için gidiyorsun.

Haklı olduğunu bildiği zaman gündelik baskıya -arkadaşları ve ülkesiyle ters düşse dahi- karşı çıkabilen, bu yüzden cezalandırılabilen, hapse girebilen, sabırlı kalabilen ve kendisi üzerinde otorite sahibi olanlara meydan okuyabilen işte cesur kişi budur. Katile dönüşmeyi reddettiği için "tembel" olarak alay ettiğiniz kişi, işte onun cesarete ihtiyacı var. Öte yandan sadece emirlere uymak, sana söylenenleri yapmak ve diğer binlerce kişiyle aynı çizgide olmak ve "Yıldız Süslü Sancak" uğruna onunki kadar çok cesarete ihtiyacınız var mı?

Savaş cesaretini yok eder ve yiğitliğini ezer. Ölüme mahkûm olan yüz bin kişi tıpkı senin gibi, "düşünmek ve nedenini anlamak size düşmez, size düşen yapmak ve ölmektir" fikriyle yaşananlardan sorumlu olmadıkları duygusuyla alçalırlar ve şaşkına dönerler. Savaş körü körüne itaat, düşüncesiz aptallık, acımasız duygusuzluk, ahlaksız yıkım ve sorumsuz cinayet demektir.

Savaşın çok fazla insanı öldürdüğü ve böylece hayatta kalanlar için daha fazla istihdam oluşturduğunu ve bu yüzden savaşın iyi bir şey olduğunu söyleyen insanlarla tanıştım.

Bunun mevcut sistem için ne kadar korkunç bir iddia olduğunu düşün. Bir topluluktaki insanların bir kısmının topluluğun geri kalanı rahat yaşasın diye ölmesinin iyi olduğunu düşün! Bu şimdiye kadarki en kötü sistem, en büyük yamyamlık olmaz mıydı?

İşte kapitalizm tam da budur: Bir insanın diğerini yediği ya da diğeri tarafından yendiği bir yamyamlık sistemi. Bu, kapitalizm için savaşta olduğu gibi barış zamanında da geçerlidir ancak savaşta gerçek karakterinin maskesi düşmüştür ve karakteri daha belirgindir.

Mantıklı, insancıl bir toplumda bu böyle olamazdı. Aksine, belirli bir topluluğun nüfusunun fazla olması herkesin yararına olur çünkü insanların işi o zaman daha da hafifler.

Bir topluluk -bu açıdan- aileden farksızdır. Her ailenin isteklerinin karşılanması için belli bir miktar emeğe ihtiyacı vardır. Eğer ailede gerekli işi yapacak ne kadar çok insan olursa işler herkes için o kadar kolaylaşır ve herkesin yükü o derecede azalır.

Aynı şey, yalnızca ailenin büyük ölçekteki hali olan bir topluluk veya bir ülke için de geçerlidir. Topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli işi yapacak ne kadar çok insan varsa, her üyenin görevi o kadar kolay olur.

Bugünkü toplumumuzda durum tam tersi ise bu durum sadece koşulların yanlış, barbarca ve sapkın olduğunu kanıtlar. Dahası kapitalist sistem sadece insanların katledilmesiyle gelişebiliyorsa bu durum toplumun suçlu olduğunu gösterir.

Öyleyse işçiler için savaşın yalnızca daha büyük yükler, daha fazla vergi, daha zor iş ve yaşam koşullarının kötüleşmesi anlamına geldiği açıktır.

Ancak kapitalist toplumda savaşın kendileri için iyi olduğu yalnızca bir kesim vardır. Savaştan para çıkaran, senin "vatanseverliğin" ve özverin ile zenginleşen kesim. Bu kesim mühimmat üreticileri, gıda ve diğer ürünlerin spekülatörleri, savaş gemisi üreticileridir. Kısacası savaştan fayda sağlayanlar finans, endüstri ve ticaretin büyük efendileridir.

Bunlar için savaşlar nimettir. Çok yönlü bir nimet. Çünkü savaş aynı zamanda emekçi kitlelerin dikkatini gündelik sefaletinden uzaklaştırmaya ve bunu "yüksek siyasete" yani insan katliamına dönüştürmeye hizmet eder. Hükümetler ve yöneticiler genellikle bir savaş düzenleyerek halk ayaklanması ve halk devriminden kaçınmaya çalıştılar. Tarih bu tür örneklerle doludur. Elbette savaş iki ucu keskin bir kılıçtır. Çoğu zaman da isyana yol açar. Ancak bu, Rus Devrimi'ne geldiğimizde geri döneceğimiz başka bir hikâye.

Şimdiye kadar beni dinlediysen, savaşın normal mali ve endüstriyel krizler kadar kapitalist sistemin doğrudan bir sonucu ve kaçınılmaz etkisi olduğunu anlamış olman lazım.

Kriz, işsizliği ve zorlukları ile -anlattığım şekilde- geldiği zaman sana bunun kimsenin hatası olmadığı, "kötü zamanlar" olduğu, "aşırı üretimin" sonucu olduğu ve benzeri saçmalıklar söylendi. Ve kâr için kapitalist rekabet bir savaş durumunu ortaya çıkardığında, kapitalistler ve onların ahlaksızları -politikacılar ve basın- seni sahte vatanseverlikle doldurmak ve onlar için savaşmalarını sağlamak için "Ülkenizi kurtarın!" diye haykırdılar.

Vatanseverlik adına sana dürüst ve kendin olmayı bırakman, kendi kararlarını askıya alarak hayatından vazgeçmen emredilir; öldürme, yağma ve yok etme emrine körü körüne itaat ederek öldürücü bir makinede iradesiz bir dişli olmak yani babandan annenden, karından, çocuğundan ve sevdiğin her şeyden vazgeçmen ve sana asla zarar vermeyenleri -senin gibi efendilerinin talihsiz ve aldatılmış kurbanları olan kardeşlerini- katletmeye devam etmen emredilir.

Carlyle'nin dediği gibi, gerçekten de "vatanseverlik, alçakların sığınağıdır".

Nasıl kandırıldığını ve aldatıldığını görmüyor musun?

Örneğin Dünya Savaşı'nı ele alalım. Amerika halkının katılım için nasıl kandırıldığını bir düşün. Avrupa'nın meselelerine karışmak istemediler. Onlar hakkında çok az şey biliyorlardı ve ölümcül kavgalara sürüklenmek istemiyorlardı. Woodrow Wilson'ı "bizi savaşın dışında tuttu" sloganıyla seçtiler.

Ancak Amerikan plütokrasisi (yönetme erkinin maddi açıdan üstün kişilerce paylaşılmasını öngören oligarşik bir yönetim biçimi - ŞD), savaşta büyük servetler kazanılabileceğini gördü. Avrupalı savaşçılara cephane ve diğer malzemeleri satarak elde ettikleri milyonlardan memnun değillerdi; Amerika Birleşik Devletleri gibi 100 milyonu aşan nüfusu ile büyük bir ülkeyi savaşa sokarak ölçülemeyecek boyutlarda ek kâr elde edilebilirdi. Başkan Wilson onların baskılarına dayanamadı. Ne de olsa hükümet ekonomik güçlerin hizmetçisidir; onların emirlerini yerine getirmek için oradadır.

Ama halkı açıkça buna karşıyken Amerika nasıl savaşa girebilirdi? Wilson'u ülkeyi savaştan uzak tutma sözü üzerine başkan olarak seçmemişler miydi?

Eski günlerde mutlak hükümdarlar altında, tebaalar sadece kralın emrine itaat etmek zorunda kalıyorlardı. Ancak bu durum genellikle direniş ve isyan tehlikesini içeriyordu. Modern zamanlarda, insanları yöneticilerinin çıkarlarına hizmet etmesini sağlamanın daha emin ve daha güvenli yolları vardır. Gerekli olan tek şey, onları efendilerinin onlardan yapmalarını istediklerini kendilerinin de istediğine inanmaya ikna etmektir. Yani kendi çıkarları için, ülkeleri için ve insanlık için iyi olduğuna inandırmaktır. Bu şekilde insanın asil ve samimi içgüdüleri, kapitalist üst sınıfın kirli işini yapmak, insanlığın utanç ve incinmesine yol açmak için kullanılır.

Modern keşifler bu oyunu nispeten kolaylaştırır. Matbaa, telgraf, telefon ve radyo bu konudaki temel yardımcılarıdır. Bu harika şeyleri üreten insan dehası, Mammon (maddiyat tanrısı) ve Mars'ın (savaş tanrısı) çıkarları için sömürülür ve aşağılanır.

Başkan Wilson, Amerikan halkını sermaye yararına savaşa sokmak için yeni bir şey keşfetti. Eski heyet başkanı Woodrow Wilson, "demokrasi için savaş" ve "bütün savaşları bitirecek savaş" kavramlarını keşfetti. Bu ikiyüzlü sloganla ülke çapında bir kampanya başlatıldı ve Amerikalıların kalplerinde en iğrenç hoşgörüsüzlük, zulüm ve cinayet eğilimleri uyandırıldı; dürüst ve bağımsız bir görüş dile getirme cesaretine sahip olan herkese karşı zehirle ve nefretle dolduruldular; kapitalist bir kâr savaşı olduğunu söylemeye cesaret edenler dövüldü, hapsedildi ve sınır dışı edildi. Cana kastetmeyi reddeden vicdani retçiler acımasızca "tembel" olarak nitelendirildi, kötü muameleye tabi tutuldu ve uzun hapis cezalarına mahkûm edildi; Hristiyan insanlara Nasıralı'nın "Öldürmeyeceksin" emrini hatırlatan erkekler ve kadınlar korkak olarak damgalandı ve hapishaneye kapatıldılar. Savaşın yalnızca kapitalizmin çıkarına olduğunu ilan eden radikaller, "kısır yabancılar" ve "düşman casusları" olarak muamele gördüler. Bütün özgür görüşleri bastırmak için özel yasalar aceleye getirildi. Vicdani retçilerin hepsine ağır cezalar verildi. Atlantik'ten Pasifik'e cani vatanseverlikle sarhoş olan aşırı milliyetçiler terör estirdi. Bütün ülke şovenizm ile çıldırdı. Ülke çapındaki militarist propaganda sonunda Amerikan halkını katliam alanına sürükledi.

Wilson "savaşmak için fazla gururluydu", ancak başkalarını mali destekçileri için savaşmaya göndermeyecek kadar da gururlu değildi. O, "savaşmak için fazla gururluydu", ancak Amerikan plütokrasisinin Avrupa savaş alanlarında ölü bırakılan yetmiş bin Amerikalının hayatlarından altın elde etmesine yardımcı olmayacak kadar da gururlu değildi.

"Demokrasi için savaş", "bütün savaşları bitirecek savaş" tarihteki en büyük sahtekarlığı kanıtladı. Nitekim hala sona ermemiş yeni bir savaşlar zinciri başlattı. O zamandan beri, Wilson tarafından bile, savaşın sermaye için muazzam karlar elde etmekten başka hiçbir amaca hizmet etmediği kabul edildi. Avrupa ilişkilerinde daha önce hiç olmadığı kadar karışıklık yarattı. Almanya ve Fransa'yı yoksullaştırdı ve onları iflasın eşiğine getirdi. Avrupa halklarına muazzam borçlar ve işçi sınıflarına dayanılmaz bedeller yükledi. Her ülkenin varlıkları eridi. Bilim yeni yıkım tesisleri tarafından geliştirildi. Hristiyanlığın öngörüsü cinayetin katlanmasıyla kanıtlandı ("Şiddet şiddeti doğurur" anlayışındaki Hristiyan öngörüsü.) ve antlaşmalar insan kanıyla imzalandı.

Dünya Savaşı finansın efendileri için büyük kazançlar sağladı, işçiler için de mezarlar inşa etti.

Ve bugün? Bugün, son katliamdan çok daha büyük ve daha korkunç olan yeni bir savaşın eşiğindeyiz. Her hükümet buna hazırlanıyor ve yaklaşan katliam için işçilerin milyonlarca dolarlık terini ve kanını kullanıyor.

Bunu bir düşün dostum, sermaye ve devletin sana neler yaptığını gör.

Yakında seni "ülkeni savunmaya" tekrar çağıracaklar!

Barış zamanlarında tarlada ve fabrikada köle olursun, savaşta top yemi olarak hizmet edersin- hepsi efendilerinin daha fazla şan kazanması için.

Yine de sana "her şeyin yolunda olduğu", "Tanrı'nın iradesi olduğu", "böyle olması gerektiği" söylendi.

Bunun Tanrı'nın isteği olmadığını, sadece sermayenin ve devletin işi olduğunu görmüyor musun? Bunun böyle olmasının ve "böyle olması gerektiğinin" tek sebebinin siyasi ve endüstriyel efendilerinin kendileri senin emeğin ve gözyaşlarının üzerinden rahat ve lüks içinde yaşarken seni "avam" halk, "alt sınıf" olarak görüp sadece köle olarak kullanmasına, seni kandırmalarına ve aptal yerine koymalarına izin vermen olduğunu görmüyor musun?

"Her zaman böyleydi," diyorsun uysalca.

Çev. Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)

Konu Şüpheci Dinsiz tarafından (02-02-2021 Saat 00:31 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #7  
Alt 01-02-2021, 10:41
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (7): Kilise ve Okul – Alexander Berkman
04/10/2020 20:58

BÖLÜM 7: KİLİSE VE OKUL
Evet dostum, hep böyleydi. Yani yasa ve devlet her zaman efendilerin tarafındaydı. Zenginler ve güçlüler, kilisenin ve okulun yardımıyla sizi her zaman "Tanrı'nın iradesi" ile uyuşturdu.

Peki her zaman böyle olmak zorunda mı?

Eskiden halk bazı tiranların -bir çarın ya da başka bir otokratın- kölesi olduğunda, kilise (her din ve mezhepten) köleliğin ‘Tanrı'nın iradesi' ile var olduğunu, bunun iyi ve gerekli olduğunu öğretti. Başka türlü olamazdı ve Tanrı'nın iradesine karşı olan herkes inançsız, kafir ve günahkardı.

Okul, bunun doğru ve adil olduğunu, tiranın "Tanrı'nın lütfuyla" yönettiğini, otoritesinin sorgulanmayacağını ve kendisine hizmet edilip itaat edilmesi gerektiğini öğretti.

Halk buna inandı ve köle olarak kaldı.

Ama yavaş yavaş köleliğin yanlış olduğu sonucuna varan bazı kişiler ortaya çıktı: Bir insanın bütün bir halka boyun eğdirmesi, halkın hayatının ve emeğinin efendisi olması doğru değildi. Ve insanların arasına karışıp onlara ne düşündüklerini söylediler.

Sonra tiranın hükümeti bu insanlara saldırdı. Ülkenin yasalarını çiğnemekle suçlandılar; huzur bozanlar, suçlular ve halk düşmanları olarak adlandırıldılar. Öldürüldüler; kilise ve okul, Tanrı'nın ve insanın yasalarına karşı isyancılar olarak ölümü zaten hak ettiklerini söyledi. Ve köleler de buna inandı.

Ancak gerçek, sonsuza kadar bastırılamaz. Giderek daha fazla insan, öldürülen "kışkırtıcıların" haklı olduğunu görmeye başladı. Köleliğin onlar için yanlış ve kötü olduğunu anlamaya başladılar ve sayıları her gün daha da arttı. Tiran onları bastırmak için sert yasalar çıkardı; devlet onları ve onların "korkunç planlarını" durdurmak için her şeyi yaptı. Kilise ve okul bu insanları kınadı. Yakalandılar, zulme uğradılar ve idam edildiler.

Bazen çarmıha gerilir, çivilenir ya da kafaları bir balta ile kesilirdi. Bazen de boğularak öldürülürler, kazıkta yakılırlar, dörde bölünürler veya atlara bağlanıp yavaşça parçalanırlardı.

Bunlar çeşitli ülkelerde kilise, okul ve yasa, hatta çoğu zaman kandırılmış güruh tarafından yapılırdı ve bugün müzelerde hala insanlara gerçeği söylemeyi deneyenleri cezalandırmak için kullanılan işkence ve cinayet aletlerini görebilirsiniz.

Ancak işkence ve cinayete rağmen; yasaya ve devlete rağmen; kiliseye, okula ve basına rağmen; insanların "Her zaman böyleydi ve öyle kalması gerekiyor." diye ısrar etmelerine rağmen sonunda kölelik kaldırıldı.

Daha sonra, serflik günlerinde, soylular insanlar üzerinde hükmettiklerinde, kilise ve okul tekrardan hükümdarların ve zenginlerin yanında yer aldı. Halkı isyankâr olmaya cesaret ederlerse, efendilerine itaat etmeyi reddederlerse Tanrı'nın gazabına uğrayacaklarını söyleyerek tehdit ettiler. Yasaya meydan okumaya cüret eden ve daha büyük özgürlük, refah müjdesini dile getiren "rahatsız edici" ve sapkınların başlarına en büyük kötülükleri getirdiler. Bu "halk düşmanları" yine takip edildi, zulme uğradı ve öldürüldü ancak günü gelince serflik de kaldırıldı.

Serflik (derebeylik düzeninde toprakla birlikte alınıp satılabilen köle - ŞD) yerini ücretli köleliğiyle kapitalizme bıraktı, kilise ve okulun tekrardan efendinin yanında olduğunu görüyorsun. Yine halkın özgür ve mutlu olmasını dileyen dinsizlere, "kâfirlere" karşı gürlüyorlar. Yine kilise ve okul sana "Tanrı'nın iradesi" hakkında vaaz veriyor: Kapitalizm iyi ve gereklidir, efendilere karşı itaatkâr olunmalıdır çünkü zengin ve fakir olmak "Tanrı'nın isteğidir" ve ona karşı çıkan kişi günahkâr, uyumsuz, anarşisttir.

Görüyorsun ki kilise ve okul geçmişte olduğu gibi hala kölelere karşı efendilerle birlikte. Renklerini bukalemun gibi değiştirebilirler ama doğalarını asla değiştiremezler. Hâlâ fakirlere karşı zenginlerden, zayıflara karşı güçlülerden, özgürlük ve adalete karşı "yasa ve düzen"den yanalar.

Şimdi -tıpkı eskiden olduğu gibi- insanlara efendilerine saygı duymayı ve itaat etmeyi öğretiyorlar. Tiranın kral olduğu zamanda kilise ve okul, kralın "yasa ve düzenine" karşı saygıyı ve itaat etmeyi öğretti. Kral lağvedilip cumhuriyet kurulduğunda, kilise ve okul cumhuriyetçi "kanun ve düzen"e karşı saygıyı ve itaat etmeyi öğretti. İTAAT ET! Bu, tiran ne kadar aşağılık olursa olsun, onun "yasası ve adaleti" ne kadar baskıcı ve adaletsiz olursa olsun, kilisenin ve okulun her zamanki mottosudur.

İTAAT ET! Çünkü otoriteye itaat etmeyi bırakırsan kendini düşünmeye başlayabilirsin! Bu, kilise ve okulun başına gelen en büyük talihsizlik "yasa ve düzen" için de en büyük tehlike olacaktır. O zaman sana öğrettikleri her şeyin bir yalan olduğunu; çalışmaya, acı çekmeye ve sessiz kalmaya devam etmen için seni zihninle ve bedeninle köleleştirmek amacıyla öğretildiğini anlarsın.

Bu senin açından bir uyanış, efendi için, kilise ve okul için de en büyük felaket olacaktır.

Ama benimle buraya kadar geldiysen, kendini düşünmeye şimdi başladıysan, kapitalizmin seni soyduğunu anlarsan ve devletin "yasa ve düzen" ile ona yardım etmek için orada olduğunu anlarsan; kurumsallaşmış din ve eğitimin seni yalnızca kandırmaya ve esaret altında tutmaya hizmet ettiğini anlarsan, haklı olarak öfkeli hissedebilir ve "Dünyada adalet yok mu?" diye bağırabilirsin.

Çev. Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)

Konu Şüpheci Dinsiz tarafından (02-02-2021 Saat 01:01 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #8  
Alt 01-02-2021, 10:43
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (8.1): Adalet – Alexander Berkman
08/11/2020 18:13

BÖLÜM 8.1: ADALET
Hayır dostum, itiraf etmek ne kadar zor olsa da dünyada adalet yok.

Daha da kötüsü: Bir kişinin diğerinin ihtiyacından yararlanmasını, onu kendi çıkarına çevirmesini ve kendi türünü sömürmesini sağlayan koşullar altında yaşadığımız sürece adalet var olamaz.

Herhangi biri bir başkası tarafından yönetildiği sürece adalet var olamaz; kişi diğerini kendi iradesine karşı zorlayacak yetki ve güce sahip olduğu sürece adalet var olamaz.

Efendi ile kölesi arasında adalet var olamaz.

Eşitlik de olamaz.

Adalet ve eşitlik ancak eşitler arasında olabilir. Sokakları temizleyen fakir erkek işçi toplumsal olarak Morgan'la eşit midir? Temizlikçi kadın işçi Lady Astor ile eşit mi?

Temizlikçi kadın işçi ve Lady Astor'un özel veya halka açık herhangi bir yere girdiğini düşünelim. Eşit şekilde karşılanacak ve muamele görecekler mi? Kendi kıyafetleri, yerlerini belirleyecektir. Çünkü kıyafetleri bile mevcut koşullar altında toplumsal konumlarındaki, yaşamsal konumlarındaki, nüfuzlarındaki ve zenginliklerindeki farklılığı gösteriyor.

Temizlikçi kadın işçi hayatı boyunca çok çalışmış olabilir, toplumun en çalışkan ve yararlı üyelerinden biri olabilir. Hanımefendi ise asla tek bir iş bile yapmamış olabilir, topluma en ufak bir faydası bile dokunmamış olabilir. Bunlara rağmen tercih edilecek ve iyi bir şekilde karşılanacak kişi zengin hanımefendidir.

Bu çirkin örneği seçtim çünkü bu durum, toplumumuzun ve uygarlığımızın özünü gösteriyor.

Dünyada en önemli olan şeyler para ve paradan kaynaklanan güç ve otoritedir.

Adaleti değil mülkiyeti var eder.

Bu örneği kendi hayatını kapsayacak şekilde genişlet, adalet ve eşitliğin yalnızca ucuz laflar ve sana öğretilen yalanlar olduğunu, para ve gücün ise tek gerçek şey olduğunu fark edeceksin.

Yine de insanlıkta köklü bir adalet duygusu vardır ve herhangi birine adaletsizlik yapıldığını gördüğünde buna her zaman hislenirsin. Öfkeli hissedersin ve buna kızarsın: Çünkü hepimiz diğer insanlara karşı içgüdüsel bir sempati duyuyoruz, çünkü doğamız ve alışkanlıklarımız gereği sosyal varlıklarız. Ancak çıkarların veya güvenliğin söz konusu olursa farklı davranırsın; hatta farklı hissedersin.

Diyelim ki kardeşinin bir yabancıya yanlış yaptığını gördün. Onu uyarır ve bunun için azarlarsın.

Patronunun bir işçiye haksızlık yaptığını gördüğünde buna kızarsın ve için isyanla dolar. Ancak muhtemelen işini kaybedebileceğin veya patronunla kötü bir ilişki kurabileceğin için duygularını ifade etmekten kaçınacaksın.

Kişisel çıkarların senin doğanın daha iyi tarafını bastırıyor. Patrona bağımlılığın ve onun senin üzerindeki ekonomik gücü davranışını etkiliyor.

Farz et ki John, yerdeki Bill'i dövüyor ve tekmeliyor. İkisi de senin için yabancı olabilir ancak John'dan korkmuyorsan yere düşen bir adamı tekmelemeyi bırakmasını söyleyeceksin.

Ancak polisin birine aynı şeyi yaptığını gördüğünde müdahale etmeden önce iki kez düşüneceksin çünkü o da seni döverek tutuklayabilir. Çünkü otoritesi var.

Yetkisi olmayan ve adaletsiz davrandığında birinin müdahale edebileceğini bilen John, ne yapacağına oldukça dikkat edecektir.

Otoriteye sahip olan ve kendisine herhangi birinin müdahale etme şansının çok az olduğunu bilen polisin adaletsiz davranma olasılığı ise daha yüksektir.

Bu basit örnekte bile, otoritenin ona sahip olan ve onu uygulayanlar üzerindeki etkisini gözlemleyebilirsin. Otorite, sahibini adaletsiz ve keyfi davrandırtabilme eğilimindedir; kurbanlarınıysa yanlış, itaatkâr ve köle olarak kabul ettirir. Otorite sahibini yozlaştırır ve kurbanlarını küçük düşürür.

Bu, varoluşun en basit ilişkileri için doğruysa endüstriyel, politik ve toplumsal yaşamımızın daha geniş alanında kim bilir ne ölçüde doğrudur?

Patronuna olan ekonomik bağımlılığının eylemlerini nasıl etkileyeceğini gördük. Benzer şekilde, ona ve onun niyetine bağımlı olanları da etkileyecektir. Dolayısıyla, açıkça farkında olmasalar bile, çıkarları onların eylemlerini de yönlendirecektir.

Ya patron? O da kendi çıkarlarından etkilenmez mi? Onun tavırları, tutumu ve davranışı kişisel çıkarlarının bir sonucu olmayacak mı?

Gerçek şu ki herkes esas olarak kendi çıkarları tarafından kontrol ediliyor. Duygularımız, düşüncelerimiz, eylemlerimiz, tüm hayatımız bilinçli ve bilinçsiz olarak çıkarlarımız tarafından şekilleniyor.

Sıradan insan doğasından, ortalama bir insandan bahsediyorum. İstisna gibi görünen durumlar bulabilirsin. Örneğin büyük bir fikir veya ideal, bir insanı öylesine ele geçirebilir ki o insan kendisini tamamen ona adayabilir ve hatta bazen onun için hayatını feda edebilir. Böyle bir durumda, o kişi kendi çıkarlarına aykırı hareket etmiş gibi görünebilir. Ama böyle düşünmek hatadır. Çünkü gerçekte, insanın uğruna yaşadığı, hatta uğruna yaşamını verdiği fikir ya da ideal onun asıl çıkarıydı. Tek fark idealist, asıl çıkarını bir fikir için yaşamakta bulurken ortalama bir insanın en güçlü çıkarı ise dünyaya ayak uydurmak, rahat ve huzur içinde yaşamaktır. Ancak her iki insan da asıl çıkarları tarafından kontrol edilir.

İnsanların çıkarları farklılık gösterir ancak hepimiz birbirimize benziyoruz. Çünkü her birimiz kendi özel çıkarlarımıza göre hissediyor, düşünüyor ve hareket ediyoruz.

O halde patronunun çıkarlarına aykırı davranmasını bekleyebilir misin? Kapitalistin, çalışanlarının çıkarları tarafından yönlendirilmesini bekleyebilir misin? Maden sahibinin işini madencilerin çıkarları için yürütmesini bekleyebilir misin?

Patronun ve işçilerin çıkarlarının farklı olduğunu gördük; o kadar farklı ki birbirlerine karşıtlar.

Aralarında adalet olabilir mi? Adalet, herkesin hakkını alması anlamına gelir. Kapitalist toplumda işçi, hakkını ya da adaleti elde edebilir mi?

Öyle olsaydı, kapitalizm var olamazdı: Çünkü o zaman işveren işinden herhangi bir kar elde edemezdi. Eğer işçi hakkını alırsa -yani ürettiği şeyler ya da eşdeğerleri- kapitalistin karı nereden gelir? Emek, ürettiği servete sahip olsaydı kapitalizm var olmazdı.

Bu, işçinin ürettiklerini alamayacağı, kendi hakkı olanı alamayacağı ve bu nedenle ücretli kölelik varken adaleti sağlayamayacağı anlamına gelir.

"Eğer durum buysa," diyorsun, "hukuka, mahkemelere başvurabilir."

Mahkeme nedir? Hangi amaca hizmet eder? Yasayı korumak için vardır. Birisi paltonu çaldıysa ve bunu kanıtlayabilirsen mahkemeler senin lehine karar verir. Sanık zenginse veya zeki bir avukatı varsa her şeyin bir yanlış anlaşılma olduğu veya bunun bir sapkınlık olduğu sonucuna varılabilir ve hırsız büyük olasılıkla serbest kalabilir.

Fakat patronunu, emeğinin büyük bir kısmını çalmakla, seni kişisel menfaati ve karı için kullanmakla suçlarsan hakkını mahkemelerde alabilir misin? Hakim, davayı reddedecektir çünkü patronunun senin emeğin üzerinden kar elde etmesi yasalara aykırı değildir. Bunu yasaklayacak bir kanun yok. Adalete bu şekilde ulaşamayacaksın.

"Adaletin gözü kördür" deniyor. Bununla kastedilen statü, güç, ırk, inanç veya renk ayrımını tanımamasıdır.

Bu önermenin tamamen yanlış olduğunun görülmesi gerekir. Çünkü adalet insanlar, yargıçlar ve jüriler tarafından idare edilir ve her insanın kendi çıkarları vardır; kişisel duyguları, görüşleri, beğenileri, hoşlanmadıkları ve önyargılarından yalnızca yargıç cübbesi giyerek ve bankta (jürilerin oturduğu bank) oturarak kurtulamazlar. Yargıcın tutumu -herkes gibi- eğitimi ve yetiştirilmesi, yaşadığı çevre, duyguları ve düşünceleri ve özellikle çıkarları ve ait olduğu toplumsal grubun çıkarları tarafından bilinçli veya bilinçsiz olarak belirlenecektir.

Yukarıdakileri göz önünde bulundurduğunda mahkemelerin iddia edilen tarafsızlığının gerçekte psikolojik olarak imkânsız olduğunu anlamalısın. Böyle bir şey yoktur ve olamaz. En iyi ihtimalle yargıç ne duygularının ne de çıkarlarının -bir birey veya belirli bir sosyal grubun üyesi olarak- herhangi bir şekilde ilgili olduğu durumlarda nispeten tarafsız olabilir. Bu gibi durumlarda adalet elde edebilirsin. Ancak bunlar genellikle düşük öneme sahiptir ve adaletin genel idaresinde çok önemsiz bir rol oynarlar.

Bir örnek düşünelim. İki iş adamının, politik veya toplumsal bir önemi olmayan bir mülkün sahipliği konusunda tartıştığını varsayalım. Böyle bir durumda, konuyla ilgili hiçbir kişisel duygusu veya ilgisi olmayan yargıç davanın esasına göre karar verebilir. O zaman bile tutumu büyük ölçüde sağlık durumuna ve sindirim sistemine, evi terk ettiği ruh haline, eşiyle olası bir tartışmaya, görünüşte önemsiz ve ilgisiz ancak çok belirleyici diğer insan faktörlerine bağlı olacaktır.

Ya da iki işçinin bir tavuk kümesinin mülkiyeti nedeniyle mahkemede olduğunu varsayalım. Yargıç, böyle bir durumda adil bir şekilde karar verebilir çünkü davacılardan birinin veya diğerinin lehine verilen bir karar yargıcın konumunu, duygularını veya çıkarlarını hiçbir şekilde etkilemez.

Ama önündeki davanın, ev sahibiyle veya patronuyla davalık olan bir işçinin davası olduğunu varsayalım. Bu tür durumlarda, hakimin karakter ve kişiliği kararını etkileyecektir. Sonuç mutlaka adaletsiz olacak değil. Bahsetmeye çalıştığım nokta bu değil. Dikkatinizi çekmek istediğim şey söz konusu davada yargıcın tavrının tarafsız olamayacağı ve olmayacağıdır. İşçilere yönelik duyguları, toprak ağaları veya işverenlerle ilgili kişisel görüşü ve toplumsal görüşleri yargılarını -hatta bazen kendisinin farkında olamayacağı şekilde- etkileyecektir. Kararı adil olabilir veya olmayabilir; koşullar ne olursa olsun karar yalnızca kanıta dayalı olmayacaktır. Kişisel duyguları, emek ve sermaye ile ilgili görüşlerinden etkilenecektir. Tutumu genel olarak arkadaş çevresi ve toplumsal grubu ile ilgili olacak ve bu konudaki görüşleri o grubun çıkarlarına uygun olacaktır. Hatta kendisi bir ev sahibi olabilir veya emek sömüren bir şirkette hisse sahibi olabilir. Duruşmada verilen delillere yönelik bilinçli veya bilinçsiz görüşü, kendi duyguları ve önyargılarıyla biçimlenecek, kararı bunun bir sonucu olacaktır.

Ayrıca iki davacının görünüşü, konuşma ve davranış tarzları, özellikle zeki bir avukat çalıştırma yetenekleri yargıcın izlenimleri ve dolayısıyla kararı üzerinde çok önemli bir etkiye sahip olacaktır.

Bu nedenle bu tür durumlarda kararın, davanın esasından ziyade belirli bir yargıcın zihniyetine ve sınıf bilincine bağlı olacağı açıktır.

Bu deneyim o kadar geneldir ki toplum kendini "yoksullar zenginlerin karşısında adalet bulamaz" duygusuyla ifade etmiştir. Arada sırada istisnalar olabilir ancak bu durum genellikle doğrudur ve toplum farklı çıkarlara sahip farklı sınıflara bölündüğü sürece başka türlü olamaz. Durum böyle olduğu sürece adalet tek taraflı, sınıf adaleti olacaktır; yani bir sınıf lehinedir ve diğerine karşı adaletsizlik anlamına gelir.

Belirli sınıf meselelerini, sınıf mücadelesi vakalarını içeren davalarda bu durum daha net bir şekilde görünür.

Örneğin bir şirkete veya zengin bir patrona karşı işçilerin grevini ele alalım. Yargıçları, mahkemeleri hangi tarafın yanında bulacaksın? Yasa ve devlet kimin çıkarlarını koruyacak? İşçiler daha iyi yaşam koşulları için grev yapıyorlar; evlerinde, uğurlarına yarattıkları servetten biraz daha büyük bir pay almaya çalıştıkları eşleri ve çocukları var. Yasa ve devlet bu değerli amaç için onlara yardım ediyor mu?

Gerçekte ne olur? Devletin her kolu, emeğe karşı sermayenin yardımına koşar. Mahkemeler grevciler hakkında tedbir kararı çıkaracak, grevcilerin insanları sömürülmemeye ikna etmelerine izin vermeyerek grevcileri yasaklayacak veya etkisiz hale getirecek, polis grev gözcüsünü dövecek ve tutuklayacak, hakimler para cezalarını dayatacak ve onları hapse atacak. Devletin tüm mekanizması grevi kırmak, mümkünse sendikayı parçalamak ve işçilere boyun eğdirmek için kapitalistlerin hizmetinde olacaktır. Eyalet valisi bazen milisleri bile çağırır, başkan ise orduya görev emrini -sırf emeğe karşı kapitalistleri desteklemek için- verir.

Bu arada grevin gerçekleştiği vakıf veya şirket, çalışanlarına şirket lojmanlarını boşaltmalarını emredecek. Onları ve ailelerini soğukta dışarı atacak ve fabrika, maden veya atölyedeki yerlerini senin emeğin ve vergilerin ile finansa edilen polisin, mahkemelerin ve devletin koruması altındaki grev kırıcılarla dolduracak.

Böyle durumlarda adaletten bahsedebilir misin? Yoksulların zenginlere, emeğin sermayeye karşı mücadelesinde adaletin mümkün olduğuna inanacak kadar saf olabilir misin? Bunun acı bir mücadele, karşıt çıkarların mücadelesi, iki sınıflı bir savaş olduğunu görmüyor musun? Savaşta adalet bekleyebilir misin?

Gerçekte kapitalist sınıf, bunun bir savaş olduğunu bilir ve emeği yenmek için kullanabileceği her yolu kullanır. Ancak işçiler maalesef durumu efendileri kadar net görmüyorlar ve bu yüzden hala "adalet", "kanun önünde eşitlik" ve "özgürlük" konusunda gevezelik ediyorlar.

İşçilerin bu tür masallara inanması kapitalist sınıf için faydalıdır. Efendilerin hâkimiyetinin devamını garantiler. Bu nedenle bu inancı devam ettirmek için her türlü çabayı gösterirler. Kapitalist basın, politikacı, konuşmacı, hukukun adalet anlamına geldiğini, herkesin hukuk önünde eşit olduğunu, herkesin özgürlüğün tadını çıkarması ve hayatta herkesin diğeriyle aynı fırsata sahip olması konusunda seni etkileme fırsatını asla kaçırmazlar. Bütün yasa ve düzen, kapitalizm ve devlet mekanizması, tüm uygarlığımız bu devasa yalana dayanmaktadır. Bu yalanın okul, kilise ve basın tarafından yapılan sürekli propagandası koşulları olduğu gibi tutmak, ücretli köleliğinin ‘kutsal kurumlarını' korumak, seni yasalara ve otoriteye itaatkâr kılmak içindir.

Halka her yöntemle bu ‘adalet', ‘özgürlük' ve ‘eşitlik' yalanını aşılamaya çalışırlar, tüm güçlerinin ve statülerinin bu inanca dayandığını gayet iyi bilirler. Her uygun ve uygunsuz durumda seni bu saçmalıkla doldururlar; bu dersi sana daha vurgulu bir şekilde vermek için özel günler bile yarattılar. Onların büyücüleri 4 Temmuz'da seni bu şeylerle doldurur, sefaletini ve tatminsizliğini havai fişeklerle atmana, büyük gürültü ve kargaşada ücretli köleliğini unutmana izin verilir. Bu büyük olayın -III. George'un zulmünü ortadan kaldıran ve Amerikan Kolonileri'ni bağımsız bir cumhuriyet haline getiren Amerikan Devrim Savaşı'nın- görkemli hatırasına ne kadar da büyük bir hakaret! Şimdi o olayın yıldönümü, işçilerin ne özgürlüğe ne de bağımsızlığına sahip olduğu ülkedeki köleliğini maskelemek için kullanılıyor. Yaralarına tuz basmak için, sahip olmadığın şeyler için dindar bir şükran sunabileceğin bir Şükran Günü bile verdiler!

Efendilerinin güvencesi -senin aptallığın sayesinde- o kadar büyük ki böyle şeyler yapmaya cesaret edebiliyorlar. Seni bu kadar aldatılmış olarak bırakıp ve doğal olarak isyankâr ruhunun gözlerini açıp öfkeli bir şekilde meydan okuyarak, yüreğinden çığlıklar atarak asla izin vermeyeceğin türden iğrenç bir ‘yasa ve düzen' ibadetine sıkıştırdıklarında kendilerini güvende hissederler.

İsyanının en ufak bir belirtisi bile başına devletin, yasanın ve düzenin polis copundan başlayan hapishane ve darağacıyla veya elektrikli sandalyeyle biten tüm ağırlığını çeker. Bütün kapitalizm ve devlet sistemi, her tatminsizlik ve isyan belirtisini ezmek için seferber edilmiştir; evet, bir işçi olarak koşullarını iyileştirme girişimlerini bile. Çünkü efendilerin durumu çok iyi anlıyor ve davanın gerçeklerini, köle olduğun gerçeğini fark etmenin tehlikesini tam olarak biliyorlar. Kendi çıkarlarının ve sınıflarının çıkarlarının farkındadırlar. İşçiler karmakarışık ve kafası karışmış haldeyken onlar sınıf bilincindeler.

Sanayi lordları, seni örgütsüz ve düzensiz tutmanın veya sendikaların güçlü ve militan olduklarında onları dağıtmanın kendileri için iyi olduğunu bilirler. Sınıf bilinçli bir işçi olarak her ilerlemene karşı çıkmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Emeğin koşullarını iyileştirmek için yapılan her hareketten nefret ediyorlar, buna karşı sertçe savaşıyorlar. Bir işçi olarak koşullarını iyileştirmek yerine kendi kurallarının sürdürülmesine hizmet eden eğitim ve propagandaya milyonlar harcıyorlar. Kârlarını azaltabilecek veya üzerindeki hakimiyetlerini tehdit edebilecek herhangi bir düşünceyi veya fikri bastırmak için ne masraftan ne de çabadan kaçınıyorlar.

Bu nedenle daha iyi koşullar için emeğin bütün arzusunu ezmeye çalışıyorlar. Örneğin günde sekiz saat hareketini düşün. Nispeten yakın bir tarih ve muhtemelen patronların emeğin bu çabasına karşı ne kadar sert ve kararlı olduğunu hatırlıyorsun. Amerika'daki bazı endüstrilerde ve çoğu Avrupa ülkesinde mücadele hala devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri'nde 1886'da başladı ve patronlar işçileri eski koşullarda fabrikalara geri götürmek için vahşetle saldırdı. Lokavtlara başvurdular, binlerce kişiyi işsiz bıraktılar; işçi meclislerine, işçi meclislerinin aktif üyelerine karşı kiralık haydutlar ve Pinkertonlar (1850 yılında Allan Pinkerton tarafından kurulan özel bir ABD güvenlik ve dedektiflik şirketi) tarafından uygulanan şiddete, sendika genel merkezlerinin ve toplantı yerlerinin yıkılmasına başvurdular.

‘Yasa ve düzen' neredeydi? Devlet mücadelenin hangi tarafındaydı? Mahkemeler ve hakimler ne yaptı? Adalet neredeydi?

Yerel, eyalet ve federal otoriteler patronlara yardım etmek için emirlerindeki tüm teçhizatı ve gücü kullandılar. Cinayetten çekinmediler bile. Hareketin en aktif ve yeteneklileri, işçilerin çalışma saatlerini azaltma girişimlerinin bedelini hayatlarıyla ödemek zorunda kaldı.

Çev. Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #9  
Alt 01-02-2021, 10:44
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (8.2): Adalet – Alexander Berkman
21/11/2020 20:52

BÖLÜM 8.2: ADALET
Bu mücadele üzerine pek çok kitap yazıldı, bu yüzden detaylara girmeme gerek kalmadı. Ancak bu olayların kısa bir özeti okuyucunun hafızasını tazeleyecektir.

Günde sekiz saat hareketi 1 Mayıs 1886'da Chicago'da başladı ve yavaş yavaş ülke geneline yayıldı. Başlangıcı, büyük sanayi merkezlerinin çoğunda ilan edilen grevlerle oldu. Yirmi beş bin işçi grevin ilk gününde Chicago'da işlerini bıraktı ve iki gün içinde sayıları ikiye katlandı. 4 Mayıs'ta kentteki sendikalı işçilerin neredeyse tümü greve dahil oldu.

Yasanın silahlı yumruğu derhal patronların yardımına koştu. Kapitalist basın grevcilere şiddetle karşı çıktı ve onlara karşı silah kullanılması çağrısında bulundu. Grevlerin hemen ardından polisin saldırıları gerçekleşti. En acımasız saldırı McCormick fabrikasında gerçekleşti, burada çalışma koşulları o kadar dayanılmazdı ki işçiler Şubat ayında greve gitmek zorunda kaldılar. Burada polis ve Pinkertonlar, toplanan işçilere kasıtlı olarak yaylım ateşi açtı, dördünü öldürdü ve çok sayıda işçiyi yaraladı.

Saldırılara karşı 4 Mayıs 1886'da Haymarket Meydanı'na eylem çağrısı yapıldı.

O eylem, Chicago'da her gün gerçekleşen sıradan eylemlerden biriydi. Şehrin Belediye Başkanı Carter Harrison oradaydı; Birkaç konuşmayı dinledi ve sonra -mahkemede verdiği yeminli ifadesine göre- eylemin sorunsuz geçtiğini Emniyet Müdürü'ne bildirmek için Emniyet Müdürlüğü'ne geri döndü. Geç oluyordu; akşam saat on civarıydı. Ağır bulutlar gökyüzünü kaplıyor, yağmur yağacak gibi görünüyordu. Sadece iki yüz kişi kalana kadar eylemciler dağıldı. Sonra aniden Polis Müfettişi Bonfield komutasındaki yüz polislik bir ekip olay yerine koştu. Samuel Fielden'in eylemcilerin arta kalanına hitap ettiği arabayı durdurdular. Müfettiş, eylemin dağılmasını emretti. Fielden cevapladı: "Bu barışçıl bir eylem." Polis -daha fazla uyarı yapmadan- sopalarla acımasızca insanlara saldırdı. O anda havada bir şey vızıldadı. Bomba gibi bir patlama oldu. Yedi polis öldü ve yaklaşık altmış kişi yaralandı.

Bombayı kimin attığı bugüne dek hala tespit edilemedi.

Polis ve Pinkertonlar grevcilere karşı o kadar gaddarlaşmıştı ki birisinin karşı çıkışını böyle bir eylemle ifade etmesi şaşırtıcı değildi. O kimdi? Chicago'nun sanayi patronları bu ayrıntıyla ilgilenmiyorlardı. Asi emeği ezmekte, günde sekiz saat hareketini durdurmakta ve işçilerin sözcülerinin sesini bastırmakta kararlıydılar. "İşçilere dersini verme" kararlılıklarını ilan ettiler.

O dönemde işçi hareketinin en zeki, aktif ve öne çıkanları arasında, ataları Amerikan Devrimi'nde savaşan eski bir Amerikan soyundan gelen Albert Parsons vardı. August Spies, Adolf Fischer, George Engel ve Louis Lingg günde sekiz saat çalışma için ajitasyonda onunlaydılar. Chicago'nun ve Illinois Eyaleti'nin parasal çıkarları onları "almaya" karar verdi. Amaçları, en sadık ve bilinenlerini öldürerek emeği cezalandırmak ve terörize etmekti. Bu insanların yargılanması, emeğe karşı sermayenin Amerika tarihindeki en dehşetli komplosuydu. Sahte delil, rüşvet verilen jüri üyeleri ve polisin intikamı bir araya gelerek sonlarını getirdi.

Parsons, Spies, Fischer, Engel ve Lingg ölüme mahkum edildi, Lingg hapishanede intihar etti. Samuel Fielden ve Michael Schwab ömür boyu hapse mahkum edilirken Oscar Neebe 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. "Chicago Anarşistleri" olarak bilinen bu insanların yargılanmasından daha büyük bir adalet suçu asla görülmedi.

Daha sonra Illinois Valisi olan John P. Altgeld duruşma işlemlerini dikkatlice gözden geçirdi. İdam edilen ve hapsedilen insanların sanayicilerin, polisin ve mahkemelerin komplosunun kurbanı olduğunu ilan etmesi, kararın ne kadar büyük bir yasal rezalet olduğunu gösterdi. O yargının cinayetlerini geri alamadı ama hâlâ tutuklu olan anarşistleri, gücünün yettiği ölçüde -cesurca- özgürleştirdi.

Sömürücülerin intikamı o kadar ileri gitti ki cesur tavrı nedeniyle Altgeld'i Amerika'nın siyasi yaşamından çıkararak cezalandırdılar.

Haymarket trajedisi emeğin efendilerden bekleyebileceği "adaletin" çarpıcı bir örneğidir. Bu, sınıf karakterinin, sermayenin ve devletin işçileri ezmek için başvuracağı araçların bir göstergesidir.

Amerikan işçi hareketinin tarihi bu tür örneklerle doludur. Bunların hepsini gözden geçirmek bu kitabın kapsamında değildir. Okuyucuyu Amerikan proletaryasının Golgota'yla (İncil‘deki anlatımlara göre Kudüs surlarının hemen dışında yer alan ve İsa'nın çarmıha gerildiği tepe) daha yakından tanışması için yönlendirdiğim sayısız kitap ve yayında ele alınmaktadır. Chicago yargı cinayetleri her emek mücadelesinde daha küçük ölçekte tekrarlanıyor. Colorado Eyaleti'nde Eyalet Milisleri'nin kasıtlı olarak işçilerin -birçok erkek, kadın ve çocuğun kaldığı- çadırlarına ateş açtığı 1913 yazında; Kaliforniya, Wheatland'ın tarlalarında grevcilerin öldürülmesinde; 1916'da Everett, Washington'da; Tulsa, Oklahoma'da; Virginia ve Kansas'ta; Montana'daki bakır madenlerinde ve ülkenin birçok yerindeki cinayetlerde tekrarlanıyor.

Efendilerin nefretini ve dehşetini hiçbir şey kurbanlarının gerçeğin farkına vardırılma çabası kadar uyandırmaz. Bu, kölelik ve serflik zamanlarında olduğu gibi bugün de doğrudur. Kilisenin, onu eleştirenlere nasıl zulmettiğini, öldürdüğünü, otoritesine ve nüfuzuna bir tehdit olarak gördüğü bilimin her ilerleyişiyle nasıl savaştığını gördük. Benzer şekilde her despot her zaman isyanın sesini bastırmaya çalıştı. Sermaye ve devlet, güçlerinin ve çıkarlarının temellerini sarsmaya cesaret eden herkesin peşine -aynı ruhla- öfkeyle düştü ve onları parçalara ayırdı.

Otorite ve mülkiyetin bu hiç değişmeyen tutumunun örnekleri olarak son iki vakayı ele alalım: Mooney-Billings vakası, Sacco ve Vanzetti vakası. Biri Doğu'da, diğeri Batı'da, ikisi birbirinden on yıl ve kıtanın tüm genişliği kadar uzaktaydı. Yine de tam olarak aynılardı, bu da efendilerin kölelerine muamelesinde Doğu, Batı ya da herhangi bir zaman ve yer farkı olmadığını kanıtlıyordu.

Mooney ve Billings Kaliforniya'da ömür boyu hapiste. Neden? Sadece birkaç kelimeyle cevap verecek olsaydım, mükemmel bir gerçek ve bütünlükle şunu söylerdim: Çünkü onlar, işçileri gerçeğin farkına vardırmaya ve koşullarını iyileştirmeye çalışan zeki sendikacılardı.

Onları mahkum eden başka bir sebep yoktu, sebep sadece buydu. Kaliforniya'nın para gücü San Francisco Ticaret Odası, bu kadar enerjik ve militan iki insanın faaliyetlerine tahammül edemedi. San Francisco'daki emek huzursuz hale geliyordu, grevler yapılıyordu ve emekçiler ürettikleri servetten daha büyük bir pay alma taleplerini dile getiriyordu.

Kıyıdaki sanayi kodamanları, örgütlü emeğe savaş ilan etti. "Açık dükkan"ı ve sendikaları parçalamakta kararlıydılar. Bu, işçileri çaresiz bir duruma sokmanın ve ardından ücretlerin düşürülmesinin ilk adımıydı. Nefretleri ve zulümleri her şeyden önce emek hareketinin en aktiflerine yönelikti.

Tom Mooney, araba şirketinin onu affedemeyeceği bir suç işlemiş, San Francisco'daki arabacıları örgütlemişti. Mooney, Warren Billings ve diğer işçilerle birlikte bir dizi grevde de aktif rol almıştı. Sendika davasına olan bağlılıklarıyla biliniyor ve takdir ediliyorlardı. Bu, işverenlerin ve San Francisco Ticaret Odası'nın onları yoldan çekmeye çalışması için yeterliydi. Birkaç kez, otomobil şirketileri ve diğer şirketler tarafından komplo suçlamalarıyla tutuklanmışlardı. Ancak onlara karşı açılan davalar o kadar dayanaksızdı ki mecburen reddediliyordu. Ticaret Odası -tuttukları insanların açıkça yapmakla tehdit ettiği gibi- bu iki işçiyi ‘alma' fırsatını bekledi.

Fırsat, 22 Temmuz 1916'da San Francisco'daki Hazırlık Geçit Töreni sırasındaki patlamayla geldi. Şehrin işçi sendikaları, geçit törenine katılmamaya karar vermişlerdi, çünkü sonradan anlaşıldığı üzere Kaliforniya sermayesinin örgütlü emeğe karşı bir güç gösterisiydi.

Geçit töreni sırasında patlayan cehennem makinesini kimin yerleştirdiği hiçbir zaman tespit edilemedi çünkü San Francisco polisi sorumlu taraf veya tarafları bulmak için hiçbir zaman ciddi bir çaba göstermedi. Trajik olayın hemen ardından Thomas Mooney ve eşi Rena, makinist sendikası üyesi Warren Billings, Edward D. Nolan ve jitney(paylaşımlı taksi) şoförleri sendikasından I. Weinberg tutuklandı.

Billings ve Mooney'in davası, Amerikan mahkemeleri tarihindeki en kötü skandallardan biriydi.

Devletin tanıkları yalancı şahitlerdi, polis tarafından sahte ifade vermeleri için rüşvet verildi, tehdit edildiler. Mooney ve Billings'in masumiyetini gösteren tüm kanıtlar göz ardı edildi. Mooney, patlama yerinden yaklaşık bir buçuk mil uzakta bir evin çatısına arkadaşlarıyla birlikte olduğu sırada korkunç makineyi yerleştirmekle suçlandı. Geçit töreni sırasında bir film şirketi tarafından yapılan gösterinin fotoğrafı, çatıda Mooney'yi açıkça gösteriyordu ve arka planda 14:02'yi gösteren bir sokak saati vardı. Patlama ise 14:06'da meydana gelmişti. Mooney'nin fiziksel olarak aynı anda iki yerde birden olması imkansızdı.

Ama bu bir kanıt, suçluluk ya da masumiyet meselesi değildi. Tom Mooney, San Francisco'nun sahip olduğu çıkarlardan şiddetle nefret ediyordu. Yoldan çekilmesi gerekiyordu. Mooney ve Billings mahkum edildi; ilki ölüm cezasına, ikincisi ise ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.

Duruşmanın çirkin bir şekilde yürütülmesi, devlet tanıklarının açık yalancı şahitliği ve sanayicilerin savcıları açıkça ellerinde tutması tüm ülkeyi uyandırdı. Mesele nihayetinde Kongre'de gündeme geldi. Sonrasında Çalışma Bakanlığı'na davayı soruşturma emrini veren bir karar alındı. Bu amaçla San Francisco'ya gönderilen Komiser John B. Densmore'un raporu, Kaliforniya'daki örgütlü emeği yok etmek için Ticaret Odası'nın yöntemlerinden biri olan Mooney'i asma komplosunu ortaya çıkardı.

O zamandan beri, kendilerine söz verilen rüşveti alamayan Eyalet tanıklarının çoğu, o zaman San Francisco Bölge Savcısı ve Ticaret Odası'nın açıktan kuklası olan Charles M. Fickert'in kışkırtmasıyla yalan söylediklerini itiraf etti. Şehrin polis memurları Draper Hand ve RW Smith, Mooney ve Billings aleyhindeki delillerin baştan sona Bölge Savcısı ve onun rüşvet verilmiş -toplumun en yoksul kesimlerinden seçilmiş- tanıkları tarafından üretildiğini yeminli beyanlarla açıkladılar.

Mooney-Billings davası ulusal, hatta uluslararası ilgi gördü. Başkan Wilson, davanın tekrar görülmesini isteyerek Kaliforniya Valisi'ne iki kez telgraf çekmek zorunda kaldı. Mooney'nin ölüm cezası ömür boyu hapis cezasına çevrildi, ancak yeni bir duruşma için hiçbir çaba sarf edilmedi. Kaliforniya'nın para gücü Mooney ve Billings'i hapishanede tutmaya meyilliydi. Ticaret Odası'na itaat eden Eyalet Yüksek Mahkemesi, duruşma ifadesini gözden geçirmeyi teknik gerekçelerle kararlı bir şekilde reddetti.

O zamandan beri hayatta kalan tüm jüri üyeleri, duruşma sırasında davanın gerçeklerini bilselerdi Mooney'yi asla mahkum etmeyeceklerini söylediler. Duruşmaya başkanlık eden Yargıç Fraser bile benzer gerekçelerle Mooney'nin affını istedi.

Yine de hem Tom Mooney hem de Warren Billings hala hapishanede. Kaliforniya Ticaret Odası onları orada tutmaya kararlı, Ticaret Odası'nın yetkileri mahkemeler ve devletin üzerindedir.

Hala adaletten bahsedebilir misin? Kapitalizmin hükümdarlığı altında emek için adaletin mümkün olduğunu düşünüyor musun?

Chicago Anarşistleri'nin adli cinayetleri yıllar önce, 1887'de gerçekleşti. Mooney-Billings davasından bu yana da (1916-1917) önemli bir zaman geçti. Ayrıca Pasifik Kıyısı'nda, savaş histerisi zamanında çok uzakta gerçekleşti. "Bu seviyede bir adaletsizlik ancak o günlerde olabilirdi." diyebilirsin, "Bugün neredeyse hiç tekrarlanamaz." da diyebilirsin.

Öyleyse sahneyi günümüze, Amerika'nın tam kalbine, kültürün gururlu merkezine; Boston, Massachusetts'e kaydıralım.

Biri fakir bir ayakkabıcı diğeri ise balık satıcısı olan, dünyanın her uygar ülkesinde isimleri anılan ve onurlandırılan iki proleteri, Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti'yi hatırlamak için Boston'dan bahsetmek yeterlidir.

Özgürleşmiş ve kurtulmuş bir işçi sınıfı idealine bağlılıkları nedeniyle, insanlığa bağlılıkları nedeniyle hayatlarından vazgeçen -eğer öyle bir şey varsa insanlık şehitleri- iki adam. Yedi uzun yıl boyunca cesurca işkencelere dayanan ve -tüm zamanların en büyük şehitlerinin nadiren hissedebileceği bir iç huzurla -korkunç bir şekilde- ölen iki masum adam.

Devlet var olduğu sürece unutulmayacak ve affedilmeyecek olan Massachusetts suçu, onurlu iki kişinin yargı yoluyla öldürülmesinin öyküsü, herkesin hafızasında burada özetlemeye ihtiyaç duyulmayacak kadar çok taze.

Ama Sacco ve Vanzetti neden ölmek zorunda kaldı? Bu soru son derece önemlidir; doğrudan bahsettiğimiz konulara dayanır.

Sacco ve Vanzetti sadece bir çift suçlu olsaydı, tüm dünyanın isteği, dayanışması ve eylemleri karşısında savcılığın onları infaz etmek için böylesine acımasız bir kararlılıkta olacağını düşünüyor musun?

Ya da onlar plütokrat olsaydı, başka hiçbir mesele olmaksızın, gerçekten cinayetten suçlu olsalardı, idam edilecekler miydi? Devletin yüksek mahkemelerinde temyize izin verilmez miydi? Federal Yüksek Mahkeme davayı incelemeyi reddeder miydi?

Zengin birinin bir insanı öldürdüğünü ya da zengin ebeveynlerin birinci dereceden cinayetten suçlu bulunan oğullarını sık sık duymuşsundur. Ama Amerika Birleşik Devletleri'nde idam edilmiş bir tanesinin adını söyleyebilir misin? Birçoğunu hapishanede bulabilir misin? Yasa, suçtan hüküm giymiş zenginlerin davalarında her zaman ‘zihinsel bunalım', ‘akıl şaşması', ‘yasal sorumsuzluk' bahanelerini bulmaz mı?

Ama Sacco ve Vanzetti ölüme mahkum edilmiş sıradan suçlular olsaydı, toplumun neredeyse her kesiminden gelen temyiz başvuruları, yüzbinlerce arkadaş ve sempatizan onlara merhamet edilmesini sağlamaz mıydı? En yüksek yasal otoriteler tarafından ifade edilen suçlarından şüphe duyulması, yeni bir yargılama, eski ifadenin revizyonu ve onlar adına yeni delillerin değerlendirilmesiyle sonuçlanmaz mıydı?

Sacco ve Vanzetti için bütün bunlar neden reddedildi? Yerel polis ve federal dedektiflerden başlayarak -kendilerinin de kabul ettiği şekilde- önyargılı yargıçlar, Eyalet Yüksek Mahkemesi, Vali ve Federal Yüksek Mahkeme ile biten ‘yasa ve düzen' neden onları elektrikli sandalyeye göndermek için böyle bir kararlılık gösterdi?

Çünkü Sacco ve Vanzetti, sermayenin çıkarları için tehlikeliydi. Onlar, işçilerin kölelik durumlarından duydukları memnuniyetsizliği dile getirdiler. İşçilerin çoğunlukla farkında olmadan hissettiklerini açıkça dillendirdiler. Kapitalizmin güvenliği için, sınıfsal farkındalığa sahip anarşistler olarak, sınıf mücadelesinin gerçek amaçlarının farkında olmayan bütün bir grev ordusundan daha büyük bir tehdit oluşturuyorlardı. Efendiler, o ordu grev yaptığında yalnızca daha yüksek ücret veya daha kısa çalışma saatleri talep edildiğini bilir. Ancak emeğin sermayeye karşı mücadelesi çok daha ciddi bir konudur; ücret sisteminin tamamen ortadan kaldırılması ve emeğin sermayenin egemenliğinden kurtarılması anlamına gelir. O zaman efendilerin, Sacco ve Vanzetti gibi insanlarda, neden kapitalizmdeki koşulların iyileştirilmesi için yapılan en büyük grevden daha büyük bir tehlike gördüklerini kolayca anlayabilirsin.

Sacco ve Vanzetti kapitalizmin ve devletin tüm yapısını tehdit etti. Birey olarak bu iki fakir proleter olarak tehdit etmediler. Hayır; daha ziyade bu iki işçi temsil ettikleri şey -mevcut sömürü ve baskı koşullarına karşı bilinçli isyan ruhu- olarak tehdit ettiler.

O,sermaye ve devletin bu insanlarda öldürmek istedikleri ruhtu. Sacco ve Vanzetti gibi düşünen ve hisseden herkesin kalbine korku salarak bu ruhu ve emeğin özgürleşmesi için olan hareketi öldürmekti asıl amaç; işçileri sindirmek ve onları emek hareketinden uzak tutup bu iki işçiden bir örnek yaratmaktı.

Bu, mahkemelerin de Massachusetts Eyaleti'nin de Sacco ve Vanzetti'ye yeni bir duruşma hakkı vermemesinin nedenidir. Kamuoyunda uyandırılan bir adalet duygusu ortamında beraat etmeleri tehlikesi vardı; onları öldürme planının açığa çıkması korkusu vardı. Bu nedenle, Federal Yüksek Mahkeme Yargıçları -tıpkı Massachusetts Eyaleti Yüksek Mahkemesi yargıçlarının önemli yeni delillere rağmen yeni bir duruşmayı reddetmesi gibi- davayı dinlemeyi reddetti. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri Başkanı da -yasal görevinin gerektirdiğinden daha az ahlaki olmasa da- konuya müdahale etmedi. Ahlaki göreviydi çünkü o herkese -Sacco ve Vanzetti'nin yararlanamadığı- adil yargılamayı garanti eden Anayasa'yı desteklemeye yemin etmişti.

Başkan Coolidge adalet adına müdahale etmek için özellikle Mooney davasındaki Woodrow Wilson gibi yeterli örneklere sahipti. Ancak Coolidge ‘büyük çıkarlar'a tamamen boyun eğdiği için bunu yapacak cesareti yoktu. Hiç şüphe yok ki Sacco ve Vanzetti vakası Mooney'den daha büyük bir ilgiye ve sınıfsal öneme sahipti. Hem sermaye hem de devlet -ne pahasına olursa olsun- Massachusetts mahkemelerini koruma, Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti'yi feda etme kararlılığında hemfikirdi.

Efendiler, ‘mahkemelerde adalet' efsanesini sürdürmekte kararlıydılar çünkü tüm güçleri böyle bir adalete olan halk inancına dayanıyordu. Yargıçlar için yanılmazlık iddia edilmiyordu. Eğer tutum bu olsaydı, bir yargıcın kararına itiraz olmazdı ne istinaf mahkemeleri ne de yüksek mahkemeler olurdu. Adaletin yanılma payı kabul edilmişti. Ancak mahkemeler ve tüm devlet kurumlarının sadece emek kölelerinin üzerindeki efendilerin üstünlüğünü desteklediği ve onların adaletinin bir sınıf adaleti olduğu, bir an için bile olsa kabul edilemezdi. Çünkü insanlar bunu öğrenirse kapitalizm ve devlet mahvolurdu. İşte tam da bu nedenle Sacco ve Vanzetti davasındaki delillerin tarafsız bir şekilde incelenmesine izin verilemezdi, onlara yeni bir dava açılamazdı. Çünkü böyle bir işlem, kovuşturmalarının nedenlerini ve amaçlarını açığa çıkarırdı.

Bu nedenle herhangi bir temyiz ya da yeni duruşma yoktu. Yalnızca baskın sınıfa bağlılıkları şüphesiz olan insanlar tarafından Vali Konağı'ndaki kapalı kapılar ardında gerçekleştirilen bir yıldız odası oturumu (politik ve toplumsal güçlerin keyfi kullanımının olduğu durum, Lat. Camera Stellata) vardı. Bu insanlar aldıkları eğitimle, gelenekleri ve çıkarlarıyla mahkemelerin devamlılığını sağlamak zorundaydılar. Sacco ve Vanzetti'nin sınıf adaletinin kararlarına uymaları gerektiği konusunda nettiler. Bu sebeple Sacco ve Vanzetti ölmeliydi.

Massachusetts Valisi Fuller, yok oluşlarının son sözünü söyledi. Vali'nin bu soğukkanlı cinayeti işlemekten çekineceğini -son ana kadar- ümit eden binlerce kişi vardı. Ancak yıllar önce, 1919'da, aynı Fuller'ın Kongre'de "Her radikal, sosyalist, IWW üyesi veya anarşistin yok edilmesi gerekir!" dediğini bilmiyorlardı veya unutmuşlardı; yani özgür emeğin peşinde olanlar öldürülmeliydi. Böyle bir adamın iki anarşiste, Sacco ve Vanzetti'ye adil davranmasını bekleyebilir misiniz?

Vali Fuller, egemen sınıfın bir üyesi olarak, tamamen sınıfının tavrı ve çıkarları doğrultusunda, kendi duygularına göre hareket etti. Yargıç Thayer ve savcılığa dahil olan herkes gibi, Fuller tarafından gizli oturumda davayı ‘incelemek' için atanan Komisyon'un ‘saygın beyleri' de benzer biçimde hareket etti. Hepsi sınıf bilincine sahipti; yaşadıkları ve kâr ettikleri ‘yasa ve düzeni' korumak için sadece kapitalist ‘adaleti' sürdürmekle ilgileniyorlardı.

Kapitalizm ve devlet düzeninde emek için adalet var mı? Mevcut sistem var olduğu sürece böyle bir şey olabilir mi? Kendin karar ver.

Bahsettiğim davalar, Amerikan emeğinin sermayeye karşı sayısız mücadelesinden sadece birkaçı. Aynı şey her ülkede var. Bu, açıkça gösteriyor ki:

Sermayenin emeğe karşı savaşında yalnızca sermaye sınıfının adaleti vardır; kapitalizmde emek için adalet olamaz.
Yasa ve devletin yanı sıra diğer tüm kapitalist kurumlar (basın, okul, kilise, polis ve mahkemeler) -herhangi bir davanın esası ne olursa olsun- emeğe karşı daima sermayenin hizmetindedir. Sermaye ve devlet tek bir ortak çıkarı olan ikizlerdir.
Sermaye ve devlet, proletaryaya boyun eğdirmek için her yolu kullanacaktır; işçi sınıfını terörize edecek, en zeki ve sadık üyelerini acımasızca öldürecektir.
Aksi olamaz çünkü sermaye ile emek arasında bir ölüm kalım mücadelesi vardır.

Bu sermaye ve onun hizmetkarı olan yasa, Chicago Anarşistleri gibi insanları her asışlarında veya Sacco ve Vanzettileri elektrikle her öldürüşlerinde "toplumu bir tehditten kurtardıklarını" ilan ediyorlar. İnfaz edilenlerin senin düşmanların, toplumun düşmanları olduğuna inanmanı istiyorlar. Ayrıca ölümlerinin meseleyi çözdüğüne, kapitalist adaletin haklı çıktığına, "yasa ve düzenin" zafer kazandığına inanmanı istiyorlar. Ancak mesele çözülmedi ve efendilerin zaferi sadece geçicidir.

Mücadele, insanlık tarihi boyunca devam ettiği gibi, emek ve özgürlük yürüyüşü boyunca da devam etmektedir. Doğru çözülmedikçe bu mesele çözülmez. Devletler terör ve cinayete ne kadar çok başvurursa başvursun, insan kalbinin özgürlük ve refah için duyduğu doğal özlemi bastıramaz. Daha iyi koşullar için emekçinin talebini engelleyemez. Yasa, devlet ve sermayenin yapabileceği her şeye rağmen mücadele sürüyor ve sürecek.

Ancak işçiler, enerjilerini ve çabalarını yanlış yönde harcamayabilirler. Mahkemeler, yasa ve devletten adalet ummanın, efendilerinin ücretli köleliği kaldıracağını ummaktan farkının olmadığını anlamalılar.

"O zaman ne yapmalı?" soruyorsun. "İşçiler adaleti nasıl sağlayacak?"

Çev. Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #10  
Alt 01-02-2021, 10:46
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.586
Standart

Meydan gazetesi

Anarşizm Nedir? (9): Kilise Sana Yardım Edebilir mi? – Alexander Berkman
29/11/2020 19:07

Ne yapılmalı?

Yoksulluk, baskı ve zorbalık nasıl ortadan kaldırılır? Kötülük, adaletsizlik, yolsuzluk nasıl yok edilir? Suç ve cinayete nasıl son verilir? Ücretli kölelik nasıl ortadan kalkar? Herkes için özgürlük ve mutluluk, neşe ve güneş ışığı nasıl temin edilir?

Kilise "Tanrı'ya dönün." diye buyurur: "Dünyayı yalnızca bir Hristiyan hayatı kurtarabilir."

Reformcu "Yeni bir yasa çıkaralım." der: "İnsan, iyi olmaya mecbur edilmelidir."

Politikacı "Bana oy verin!" der: "Çıkarlarınızı gözeteceğim."

"Sendika" işçi arkadaşına tavsiyede bulunur: "Burası senin umudun."

Sosyalist "Yalnızca sosyalizm kapitalizmi ve ücretli köleliği ortadan kaldırabilir." diye ısrar eder.

Bir başkası "Ben bir Bolşevikim." der: "Yalnızca proletarya diktatörlüğü işçileri özgürleştirecektir."

Anarşist "Yöneticilerimiz ve efendilerimiz olduğu sürece köle olarak kalacağız." diyor: "Yalnızca özgürlük bizi özgür kılabilir!"

Korumacılar1 ve Serbest Piyasacılar, Tek Vergiciler2, Fabiancılar, Tolstoycular ve Karşılıkçılar ve diğer toplumsal doktorlar, toplumun hastalıklarını iyileştirmek için kendi özel ilaçlarını reçete olarak veriyorlar. Kimin haklı olduğunu, gerçek çözümün ne olduğunu merak ediyor olabilirsin.

Bu reçetelerden birini –benimki de dahil- körü körüne kabul etmekten daha büyük bir hata yapamazsın. Yanlış yapacağından emin olabilirsin.

Doğru yolun ne olduğuna yalnızca kendi aklın ve deneyimin ile karar verebilirsin. Çeşitli önerileri incele ve kendi sağduyunla hangisinin en mantıklı ve pratik olduğunu belirle. Ancak o zaman kendin için, işçiler ve insanlık için neyin en iyisi olduğunu bilebilirsin.

Öyleyse farklı planlara bakalım.

Kilise sana yardım edebilir mi?

Belki bir Hristiyansın veya başka bir dinin üyesisin: Yahudi, Mormon, Müslüman, Budist vs…

Fark etmez. Bir insan neye isterse ona inanmakta özgür olmalıdır. Önemli olan dini inancının ne olduğu değil dinin yaşadığımız kötülükleri ortadan kaldırıp kaldırmayacağıdır.

Daha önce de söylediğim gibi, bu dünyada yaşayacak tek bir hayatımız var ve bundan en iyi şekilde yararlanmak istiyoruz. Öldükten sonra bize ne olacağını bilmiyoruz ve büyük ihtimalle asla bilemeyeceğiz. Bu yüzden buna kafa yormanın kimseye bir faydası yok.

Buradaki soru ölümle değil yaşamla ilgilidir. Bizim ilgilendiğimiz yaşamdır; seninle, benimle ve kendimiz gibi başkalarıyla. Dünya yaşamamız için daha iyi bir yer haline getirilebilir mi? Bilmek istediğimiz bu. Din bunu yapabilir mi?

Hristiyanlık yaklaşık 2.000 yaşında. Herhangi bir kötülüğü ortadan kaldırdı mı? Suçu ve cinayeti ortadan kaldırdı mı? Bizi yoksulluktan ve sefaletten, despotluk ve zorbalıktan kurtardı mı?

Dahası: Kilise, kayzerlerin ve kralların savaşlarının toplamından bile daha fazla acıya ve kan dökülmesine sebep oldu. Din, insanlığı karşıt inançlara böldü ve en kanlı savaşlar dini farklılıklar bahanesiyle yapıldı. Kilise fikirleri nedeniyle insanlara zulmetti, onları hapse attı ve öldürdü. Katolik Engizisyonu tüm dünyayı terörize etti, sözde kafirlere işkence yaptı ve onları diri diri yaktı. Diğer kiliseler de güce sahip olduklarında aynı şeyi yaptılar. İnsanları her zaman cehalet ve karanlıkta tutmak için köleleştirmeye ve sömürmeye çalıştılar. İnsanın zihnini geliştirmek, durumunu iyileştirmek için gösterdiği her türlü çabasını suç ilan ettiler. Bilimi lanetlediler ve bilgiye susamış insanları susturdular. Bugüne kadar kurumsallaşmış din, sözde Kurtarıcı'nın Yahuda'sıdır. O cinayeti ve savaşı, ücretli köleliği ve kapitalist soygunu onaylar; her zaman Nasıralı'yı (İsa) çarmıha geren "yasa ve düzen"i temsil eder.

Düşün: İsa bütün insanların kardeş olmasını, barış ve iyi niyet içinde yaşamasını istedi. Kilise ise eşitsizliği, halk kavgalarını ve savaşı destekliyor.

isa zenginleri, fakirlerin kanini emen engerekler ve onlara zulmeden zalimler olarak adlandırd. Kilise ise zenginlerin önünde eğilir ve servetine servet katar.

Nasıralı bir ahırda doğdu ve hayatı boyunca yoksul kaldı. Yeryüzündeki sözde temsilcileri ve sözcüleri ise şimdi saraylarda yaşıyor.

İsa uysallığı vaaz etti. Kilise Prensleri'yse kibirli ve cüzdanlarıyla gurur duyuyorlar.

Mesih "Çocuklara yaptıklarınızı bana yapmış sayılırsınız." dedi. Kilise, küçük çocukları köleleştiren ve onları erkenden mezara götüren kapitalist sistemi destekliyor.

Nasıralı "Öldürmeyeceksin!" diye emretti. Kilise ise infazları ve savaşı onaylıyor.

Hristiyanlık, kayıt altına alınmış en büyük ikiyüzlülüktür. Ne Hristiyan milletler ne de Hristiyan bireyler İsa'nın hükümlerini uygulamazlar. İlk Hristiyanlar onu takip etti ve çarmıha gerildiler, kazığa bağlandılar ya da Roma arenasındaki vahşi hayvanların önüne atıldılar. Daha sonra Hristiyan Kilisesi iktidardakilerle uzlaştı; halka karşı zorbaların yanında yer alarak para ve nüfuz kazandı. Mesih'in kınadığı her şeyi onayladı, bu sayede kralların ve efendilerin iyi niyetini ve desteğini kazandı. Bugünün kralı, efendisi ve rahibi bir üçlüdür. İsa'yı her gün çarmıha geriyorlar; onu sözle yüceltiyorlar ve gümüş parçalar için ona ihanet ediyorlar. İsmini övüyorlar ve ruhunu öldürüyorlar.

Hristiyanlığın insanlığın en büyük uydurması ve utancı olduğu açıktır. Hristiyanlığın vaazının kendisi bir yalan olduğu için tam bir başarısızlıktır. Kiliseler vaaz ettiklerini uygulamazlar. Dahası, onlar sana uyamayacağını bildikleri bir müjdeyi vaaz ediyorlar; sana bunu yapma şansı vermeden senden "daha iyi bir insan" olmanı istiyorlar. Yani kiliseler seni "kötü" yapan koşulları savunurken "iyi" olmanı emrederler. Mevcut rejimden maddi olarak faydalanırlar ve finansal olarak onu sürdürmekle ilgilenirler. Katolik Kilisesi, Protestan, Anglikan, Hristiyan Bilimi, Mormon ve diğer mezhepler, günümüzde hepsi dünyanın en zengin örgütleri arasındadır. Sahip oldukları mallar, işçilerin kanını ve etini temsil ediyor. Etkileri, insanların nasıl kandırıldığının kanıtı oluyor. Din peygamberleri öldü ve unutuldu; geriye sadece kâr kaldı.

"Ama gerçekten Hristiyan bir yaşam sürecek olsaydık, dünya farklı olurdu." diyorsun.

Haklısın dostum ama mevcut koşullarda Hristiyan bir hayat yaşayabilir misin? Kapitalizm böyle bir yaşam sürmene izin veriyor mu? Devlet bunu yapmana izin verecek mi? Kilise bile sana Hristiyan bir yaşam sürmen için bir şans verecek mi?

Sadece bir gün dene ve başına neler geleceğini gör.

Sabah evinden ayrılırken o gün Hristiyan olmaya karar ver ve sadece gerçeği söyle. Köşedeki polisin yanından geçerken, ona Mesih'i ve O'nun emirlerini hatırlat. Ona ‘düşmanını kendisi gibi sevmesini' söyle, sopasını ve silahını atmaya ikna et.

Ve sokakta askerle karşılaştığında, İsa'nın "Öldürmeyeceksin!" dediğini ona anlat.

Dükkanında veya ofisinde patronuna gerçeği anlat. Nasıralı'nın uyarısını ona anlat. "Bütün dünyayı kazanmak için ruhunu ve onun kurtuluşunu kaybetmen sana ne kazandıracak?" Son ekmeğimizi fakirlerle paylaşmamızı emrettiğinden bahset çünkü o, zenginin cennete gitme şansının, devenin iğne deliğinden geçebilme ihtimalinden daha fazla olmadığını söyledi.

İyi Hristiyanların huzurunu bozmaktan mahkemeye getirildiğinde yargıca şunu hatırlat: "Yargılama ki yargılanmayasın!"

Aptal ya da deli ilan edileceksin. Seni bir tımarhaneye ya da hapishaneye kapatacaklar.

Artık gökyüzü pilotunun (Papa) sana Hristiyan yaşamını vaaz etmesinin nasıl bir ikiyüzlülük olduğunu görebilirsin. Kapitalizm ve devlet altında Hristiyan yaşamı sürmenin bir ‘devenin iğne deliğinden geçmesinden' daha fazla ihtimali olmadığını senin kadar o da biliyor. Hristiyan gibi davranan tüm bu iyi insanlar, Hristiyan bir yaşam sürmen için sana herhangi bir fırsat vermeyen, uygulanamayacak şeyleri vaaz eden münafıklardır. Hayır, palavra ve yalan söylemeden, sahtekârlık ve hilekârlık olmadan, normal olarak düzgün ve dürüst bir hayat sürmene bile fırsat vermezler.

Nasıralı'nın emirleri takip edilseydi buranın yaşamak için farklı bir dünya olacağı doğrudur. O zaman ne cinayet ne de savaş olurdu; hile yapmak, yalan söylemek ve kar etmek olmazdı. Ne köle ne de efendi olurdu ve hepimiz kardeşler gibi barış ve uyum içinde yaşardık. Ne fakir ne de zengin, ne suç ne de hapishane olurdu ama kilisenin istediği bu değil. Anarşistlerin istediği şey bu ve bunu daha sonra tartışacağız.

Öyleyse dostum, Hristiyan Kilisesi'nden veya herhangi bir kiliseden bekleyeceğin hiçbir şey yok. Dünyadaki tüm ilerleme ve gelişmeler, kilisenin iradesine ve isteklerine aykırıdır. Dilediğin dine inanabilirsin ancak kiliseden toplumsal gelişme bekleyemezsin.

Şimdi reformcunun veya politikacının bize yardım edip edemeyeceğine bakalım.

1: Korumacılık veya himayecilik, ithal ürünlere koyulan gümrük vergileri, kısıtlayıcı kotalar ve çeşitli diğer hükûmet düzenlemeleri gibi yöntemler yoluyla ithal ve yerli ürünler/hizmetler arasındaki adil rekabeti sağlamak için devletler arasındaki ticareti kısıtlayan ekonomi politikasıdır.

2: Tek bir vergi olmasını destekleyenler. Şu ana kadar hiçbir yerde uygulanmamıştır.

Çev. Burak Aktaş

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Etiket
anarşizm nedir


Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 23:26 .