Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Bilim > Fizik

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #271  
Alt 11-02-2012, 19:49
Natan Natan isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üyeliğini Sonlandırmış
 
Üyelik tarihi: 18 Sep 2006
Bulunduğu yer: usa
Mesajlar: 4.841
Standart

Alzheimer’in gelişimine ve tedavisine dönük ipuçları



Beyinde biriken protein kümeleri Alzheimer hastalığının en olası sorumluları. Yeni yayınlanan bir çalışma kümelenen bu proteinlerin beyinde nasıl yayıldığını gösterirken, bir diğer çalışma, bu kümeleri temizleyen bir tedavinin hastalığın etkilerini nasıl azaltabileceğini gösterdi.

Detay
Alıntı ile Cevapla
  #272  
Alt 06-03-2012, 21:47
Natan Natan isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üyeliğini Sonlandırmış
 
Üyelik tarihi: 18 Sep 2006
Bulunduğu yer: usa
Mesajlar: 4.841
Standart

DNA zincirleri eşlerini nasıl buluyor?



DNA'nın yapısının 50 yıl önce açıklanmasına rağmen bir DNA zincirindeki "harf"lerin milyonlarca "harf" arasından eşini nasıl bulduğu bugüne kadar açıklanamamıştı. Yeni yayınlanan bir çalışmada moleküler genetikçiler bu mekanizmaya dair önemli bulgular elde ettiler.

Detay
Alıntı ile Cevapla
  #273  
Alt 04-11-2012, 12:55
istatistik - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
istatistik istatistik isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 08 Mar 2010
Bulunduğu yer: Antalya
Mesajlar: 3.058
Standart

Radyokarbon Tarihleme: Yeni Karşılaştırma Cetveli

Japonya’daki bir gölün dibi, arkeolojik buluntuların daha kesin bir şekilde tarihlendirilmesine izin verecek. Adeta ağaç halkaları kadar ince tabakalı tortullar sayesinde son derece kesin radyo karbon tarihlendirilmesi yapılabilecek. Japon sahilindeki Suigetsu gölünden alınan dört karot örneği bu olanağı veriyor. Eldeki sonuçlar, radyo karbon tarihleme yöntemi için bir standart oluşturacak. Tabakalar 11.200-52.800 yıl öncesini kapsıyor, bu nedenle de şimdiye kadar var olan referans değerler cetveli 40.000 yıl kadar aşağı çekiliyor diyor Oxford Üniversitesi’nden Christopher Bronk Ramsey, Science dergisinde.

Kısaca C14 olarak da adlandırılan radyokarbon tarihleme yöntemi ile, organik malzemeden oluşan bir örnek veya fosilin yaşı belirlenebiliyor. Yöntemde, ender olan radyoaktif karbon atomu C14 ve normal karbon C12 arasındaki oran farkı ölçülüyor. C14 üst atmosfer tabakalarında oluşur ve bir C14 atomuna karşılık bir milyar C12 karbon atomu bulunur. Yine bu oranla bitki ve hayvanlarca alınır ve özümlenir. Bir canlı öldüğünde karbon alışverişi durur ve C14 parçalanmaya başlar. Parçalanma hızı bilindiği için de bilim insanları örnekteki C14’e göre yaklaşık ölüm zamanını hesaplayabiliyor.

Atmosferdeki C14 miktarını değiştiren faktörler de var. Bu nedenle araştırmacıların olabildiğince kesin bir tarihleme için kesin yaşın bilindiği referans değerlere ihtiyaçları var. Bu amaçta genelde ağaç halkaları kullanılır, çünkü ağaç halkalarında C14 değeri yıllara göre sınıflandırılabiliyor. Ne var ki bu doğal arşiv ancak 12.600 yıl öncesine kadar uzanır. Daha eski örnekler için özellikle de deniz diplerinden alınan örnekler değerlendirilir. Fakat bu değerler, deniz suyunun bir tür tampon görevini görerek C14 oluşumunu yavaşlattığı için başka şekillerde de etkilediği için çok kesin olmaz. Suigetsu gölündeki karot örnekleri ilginç bir alternatif oluşturmakta. Her ilkbahar ve her yaz buraya açık renkli diatom yosunlarından bir tabaka oluşur. Sonbaharda bu tabakanın üzeri yaprak ve küçük dallardan oluşan organik malzemeyle kaplanır. Göldeki su sakin olduğu ve çok az oksijen içerdiği için tortullar on bin yıllarca burada bozulmadan kalabiliyor. Bu şekilde zamanla çok ince bir tabaka yapısı oluşuyor ve bunlar ağaç halkaları gibi sayılabiliyor.

KAYNAK: Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji

Dinler çoğunluğun korkusu ve azınlığın kurnazlığı üzerine kuruludur. (Stendhal)

SERBEST KALEM
Alıntı ile Cevapla
  #274  
Alt 10-06-2013, 23:17
Ahlaksız - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Ahlaksız Ahlaksız isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 07 Jul 2012
Mesajlar: 8.493
Standart Opportunity Mars’ta içilebilir su izi buldu

Mars'taki emektar keşif aracı Opportunity, gezegende bir zamanlar içilebilecek kalitede su olduğuna ilişkin deliller buldu.

Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi NASA'nın Opportunity adlı robotunun, Mars'ta bugüne kadarki en önemli keşiflerinden birini yaptığı bildirildi.

NASA uzmanları, dokuz yaşındaki robotun topladığı bir taşın, kil mineraller taşıdığını açıkladı.

Bu minerallerin varlığı Esperance olarak adlandırılan taşın su ile uzun süre temas halinde bulunmuş olabileceğine işaret ediyor.

Uzmanlar, Opportunity'nin kil içeren başka taşlar daha bulduğunu ancak bu son örneğin, bu konuda en net bilgi veren örnek olduğunu söylüyor.

Robotun bulgularını araştıran en yetkili isim olan Steve Squyres, "2004 yılından beridir Mars'ta su varlığına dair delil topluyoruz. Şimdiye kadar ki örneklerde bulunan su, son derece düşük pH seviyesine sahipti. Bu nedenle de asit olarak kategorize ediliyordu." dedi.

Squyres'a göre bugüne kadar ki bulguların çoğunda suyun varlığına işaret eden şeyin aslında sülfürik asit olduğunu da belirtti.

Ancak, kil mineralleri nötr pH seviyelerine yakın düzeylerde oluşuyor, Squyres'a göre.

"Bu da içebileceğiniz bir su" diyen NASA uzmanı "Bu suyun kimyası, yaşamın oluşumuna izin verebilecek bir kimya" şeklinde konuştu.

Alüminyum açısından zengin olan killerin mineralojik düzenleri Opportunity'nin tarama teknolojisi ile tespit edilemiyor ancak taşlardaki atomik elementlerin tespiti yapılabiliyor.

Tespit edilen kil oluşumu, Mars'ın milyarlarca yıl önce daha sıcak ve nemli bir yer olduğuna dair bir işaret olarak görülüyor.

Bu bilgiler, NASA'nın yeni robotu Curiosity'nin bulgularıyla da örtüşüyor.

Opportunity adlı robot önceden belirlenen kullanım süresini aştığı halde kullanılmaya devam ediliyor.

Robot, 2004 yılında Mars'a indiğinde robotun, en azından 90 Mars günü boyunca görev yapabilmesi umuluyordu.

Ancak Opportunity, 3,300 Mars gününün ardından çalışmalarına devam ediyor.
http://www.hurriyet.com.tr/planet/23473700.asp
Alıntı ile Cevapla
  #275  
Alt 29-06-2013, 00:01
Ahlaksız - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Ahlaksız Ahlaksız isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 07 Jul 2012
Mesajlar: 8.493
Standart Tarihin en eski genomu 700 bin yıllık

Bilim insanları, tarihin bilinen en eski ve eksiksiz DNA dizilimini oluşturmayı başardı. DNA dizilimi, 700 bin yaşındaki bir atın genomundan elde edildi.

Avrupalı bilim insanları, antik zamanlardan kalma bir genomdan bilinen en eski DNA dizilimini oluşturdu.

Danimarka'nın Kopenhag Üniversitesi araştırmacıları, Kanada'nın kuzeybatı bölgesindeki donmuş toprakta bulunan bir at kemiği üzerinde yaptıkları araştırmada, 700 bin yıl öncesine ait genetik bilgilerden eksiksiz DNA dizilimi elde etti. 2003 yılında keşfedilen kemiğin öncesinde elde edilen en eski ve eksiksiz genom, 110 bin yıllık bir kutup ayısının kalıntılarına aitti.

Bilim insanları, yüz binlerce yıılın fazlasıyla yıprattığı DNA kalıntılarını düzene sokabilmek için yeni teknikler kullandı.

Nature dergisine yayımlanan araştırmaya göre, küçük veri parçalarından elde edilen bilgilerle ağır hesaplamalar yapan bilim insanları, aynı zamanda fosili işgal eden bakterilerin DNA'larını fosile özgü DNA'dan ayrıştırmak için zahmetli bir çalışma gösterdi.

Danimarkalı araştırmacılar, elde ettikleri genomu Moğolistan'da yaşayan Prezewalski yaban atından, eşeklere kadar birçok türle karşılaştırdı. Sonuçlar, at, eşek ve zebraları içeren Equus familyasının ortak atalarının 4 veya 4,5 milyar yıl öncesine uzandığına işaret etti.
http://www.ntvmsnbc.com/id/25451712/
Alıntı ile Cevapla
  #276  
Alt 29-06-2013, 02:08
Bayrak Bayrak isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Yasaklandı
 
Üyelik tarihi: 05 Sep 2012
Mesajlar: 327
Standart

Yaz ortasında bile klimayı fazla açarak hastalandığınızda enfeksiyon kapmanıza neden olan onca bakterinin nerede yuvalandığını hiç merak ettiniz mi? Kanalizasyon şebekesi, çöp dağları ve elbette bitkilerin tarlalarda yetişmesini sağlayan humuslu toprağın bakterilerin doğal yuvası olduğunu biliyoruz. Ancak, bilim adamları uzun yıllardır kuşkulandıkları bir gerçeği yüksek irtifa uçuşlarıyla kanıtlamayı başardılar: Yeryüzünden 10 kilometre yüksekte, troposfer tabakasının hemen üzerinde, bakterilerden oluşan dev koloni bulutları Dünya’yı kuşatıyor. Bazı bakteri türleri yıldan yıla farklılık gösteren mevsimsel değişikliklerle yeryüzüne iniyor ve dünyada beklenmedik soğuk algınlığı salgınları başlatıyor.


Yerden ısıtmalı gezegen
Dünya yerden ısıtmalı bir gezegendir. Güneş ışınları topraktan havaya yansıyor ve kızılötesi ışınlar atmosferdeki su buharı tarafından tutularak dünyaya geri yansıtılıyor (termal radyasyon). Dünya’nın en etkili sera gazı olan su buharı aynı zamanda küresel ısınmayı da hızlandırıyor!
Oysa Dünya’nın sıcak bir çekirdeği olmasaydı, sera gazı etkisine rağmen, Güneş ışınları Dünya’yı bugünkü kadar ısıtmaya yeterli olmayacak ve ortalama sıcaklığı asla 0 dereceyi aşmayan Yeryüzü büyük ölçüde buzlarla kaplı bir gezegene dönüşecekti (asla sona ermeyen bir buzul çağı da diyebiliriz).


Dünya’yı saran bakteri köpüğü
Şansımıza Dünya’nın katı kabuğunun altında erimiş bir magma denizi ve magma tabakasının altında da dışı sıvı, içi katı olan bir çekirdek bulunuyor. Dünya’nın sıcak iç kesimlerinden yüzeye doğru çıkan ısı dalgalar halinde karalarla deniz tabanına yayılıyor ve sera gazının etkisini güçlendirerek gezegenimizi alttan alta ısıtıyor. Lakin Dünya’nın bir “kaloriferi” daha var:
Dünyanın ağır metaller ve radyoaktif elementler bakımından zengin bir gezegen olması, karaların daha fazla ısınmasına yol açıyor: Radyoaktif bozunmanın milyarlarca yıl içinde açığa çıkardığı yüksek ısı, saydığımız diğer faktörlerle birleşerek, gezegenin ortalama sıcaklığının 15 dereceye ulaşmasını sağlıyor.


Size bu küçük özeti yapmamın konumuz açısından önemi var: Dünyamız alttan ısıtmalı bir gezegen olmasaydı, troposfer tabakasının hemen üstü (10 km irtifa) asla haberimize konu olan bakterilerin yaşamasına izin verecek kadar sıcak olmayacaktı. Evet, +8800 metrelik Everest Dağının zirvesi insanların donma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına yol açacak kadar soğuk olabilir ama bakteriler söz konusu olduğunda, Dünya 10-11 km’ye kadar hayata elverişli bir ortam içeriyor.




Yüksek irtifada hayat
İlk bakışta 10 km irtifanın canlılara uygun olmadığını düşünebilirsiniz. Yükseklerde hava sıcaklığı sıfırın altında seyrediyor ve ozon tabakası 10 ila 50 km irtifada yer aldığı için, troposferin üst sınırı canlılara son derece zararlı olan morötesi ışınlara (UV) maruz kalıyor… Ancak, bilim adamları daha 80’lerin başında grip virüsünün bile atmosferin üst katmanlarından deniz seviyesine dalgalar halinde indiğini tahmin ediyorlardı. Yeryüzündeki salgın hastalıkların nedeni yükseklerde yaşayan bakteriler ve virüsler olabilirdi. Bu konu henüz kesinleşmiş değil.

Öte yandan, Georgia Teknoloji Enstitüsü bilim adamları geçen kış yüksek irtifada bakteri avına çıktılar ve 10 km yükseklikte dev bakteri bulutları keşfettiler. NASA’nın sağladığı uçaklarla taradıkları bu yükseklikte Dünya’yı saran toz bulutunun yüzde 20’si canlıydı ve bakterilerden oluşuyordu. Biyologlar uçağa yerleştirilen özel emici sistemlerle havadaki tozları topladılar ve örnekleri analiz ettiklerinde bildik bakterilere rastladılar. Bunlar arasında mantar hücreleri, E. coli ve Streptococcus vardı. Koli basili de olarak adlandırılan E. Coli’nin bazı türleri ishale ve idrar yolu hastalıklarına yol açabiliyor. Peki, bakteriler o kadar yüksekte ne arıyor?


GDO’lu bakterilerle çöllere yağmur
Georgia Üniversitesi’nde çevrebilim ve mikrobiyoloji alanında uzmanlaşan Kostas Konstantinidis göre, yüksek irtifa bakterileri, tıpkı humuslu toprakta olduğu besleyici maddelerin döngüsünden ve geri dönüşümünden sorumlu olabilir. Bakteriler, atmosferdeki toz partikülleri gibi davranarak yağmur bulutlarının oluşmasını sağlayabilir. Bu da bakterilerin Dünya’daki hava olaylarını, yani hava durumunu bile etkileyebildiği anlamına geliyor.
Konstantinidis; fırtınalar, kasırgalar ve hortumların yeryüzündeki bakterileri havaya kaldırdığını ve bu hafif canlıların tekrar yere inene kadar yüksek irtifada yaşadığını düşünüyor. Bakterilerin havada bölünerek çoğalıp çoğalmadığı belli değil, ama fırtınaların bu bakterileri tekrar yeryüzüne taşıması mümkün.
Oregon Üniversitesi’nden Ann Womack ise daha kapsamlı ve iddialı düşünüyor: Bakteriler bulut oluşumunu kolaylaştırıyorsa, GDO’lu bakteriler kullanarak Dünya’nın iklimini kontrol edebilir ve belki de çöllere yağmur yağmasını sağlayabiliriz. GDO’lu bakteriler (genetiği değiştirilmiş canlılar), atmosferdeki zehirli sera gazlarının moleküllerini parçalayarak küresel ısınmayı da yavaşlatabilir. Neler yapabileceğimize bakacağız.


http://khosann.com/dunyayi-kusatan-b...bir-bulut-var/
Alıntı ile Cevapla
  #277  
Alt 29-06-2013, 02:10
Bayrak Bayrak isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Yasaklandı
 
Üyelik tarihi: 05 Sep 2012
Mesajlar: 327
Standart

Mars’a gönderilen Spirit, Opportunity ve Curiosity araçları, Kızıl Gezegende 4 milyar yıl önce bol oksijen ve engin okyanuslar olduğunu açığa çıkardı. Dünya atmosferinde oksijenin 2,5 milyar yıl önce fotosentez yapan bakteriler yoluyla ortaya çıktığını düşündüğümüzde, Kızıl Gezegenin Dünya’dan çok daha önce hayata elverişli olduğu anlaşılıyor. Öyleyse hayat Dünya’dan önce Mars’ta ortaya çıkmış olabilir mi? Bugüne kadar Dünya’yı hayatın beşiği olarak kabul ediyorduk. Oysa hayat Mars’ta geliştiyse, Dünya’daki canlıların kökeni de Kızıl Gezegen olabilir. Belki de Dünya’ya hayatı ve ilk bakterileri Mars’tan gelen göktaşları taşıdı. Belki de Kızıl Gezegen 4 milyar yıl önce resimdeki gibi hayat dolu bir yerdi.



Dünya’yı yerinden eden keşif
Kopernik 1500’lerde Dünya’nın evrenin merkezi olmadığını gösterdi. Zamanla Güneş’in de evrenin merkezi olmadığını öğrendik ve 1930’larda Gökbilimci Hubble’ın yaptığı gözlemlerle, içinde yaşadığımız galaksinin, yani Samanyolu’nun uzaydaki milyarlarca sıradan galaksiden biri olduğunu anladık.
Buna rağmen evrende ayrıcalıklı bir yeri olduğunu düşünen insanoğlunun son bir kalesi vardı. En azından hayatın beşiğinin Dünya olduğunu düşünüyorduk. Ancak Mars’tan gelen son bilgiler, hayatın bile Dünya’dan önce başka bir gezegende ortaya çıkmış olabileceğini gösteriyor.


Mars’ın okyanusları
NASA Jet İtki Laboratuarı’nda üretilen ve ünlü astronom Carl Sagan’ın katkılarıyla Mars’a gönderilen Viking 1 ve Viking 2 sondaları 1976 yılında gezegene iniş yaptığında, bilim adamları “Mars’ta su var mı?” diye sormuşlardı. Bu sorunun cevabını 2008 yılında aldılar: NASA’nın Phoenix kutup sondası 2008’de Mars’a indi ve toprağın hemen altında su buzu buldu ama bu daha başlangıçtı.5
NASA’nın 2003 yılından beri arka arkaya gönderdiği sondalar, Kızıl Gezegende eskiden okyanuslar, denizler ve nehirler olduğunu gösteren çok sayıda kanıt buldu. Kurumuş nehir yatakları, taşkın vadileri, kayalarda su izleri, çakıl taşları, kil tabakaları ve su buzu içeren kutup bölgeleri derken “Mars’ta su var!” haberleri büyük ölçüde önemini kaybetti.


Mars’ta su var, peki hayat var mı?
Mars kayalarının altında su buzu olduğunu biliyor, hatta yeraltı su kaynakları olabileceğini düşünüyoruz ve Mars’ta insanlı araştırma üsleri kurarak, kutuplardaki buz şapkalarından su çıkarmanın yollarını araştırıyoruz. Bununla birlikte “Mars’ta hayat olup olmadığı” ayrı bir konu…
İnsanların nefes alamayacağı kadar incecik atmosferi ve bir damla bile su bulunmayan kurak yüzeyiyle Mars’ta hayat olduğunu düşünmek bile saçma diyebilirsiniz. Gerçekten de bugüne kadar Mars’ta bir tek canlı bulabilmiş değiliz.
Gerçi Mars’ta hayat bulamadık ama çok daha ilginç bir keşif yaptık: Dünya atmosferinde serbest oksijen bulunmadığı çağlarda, Dünya atmosferinin büyük oranda karbondioksit ile karbonmonoksit gazından oluştuğu yıllarda (bildiğiniz baca ve egzoz gazı) Mars atmosferinde oksijen olduğunu keşfettik. 4 milyar önce, Dünya’da hayat ortaya çıkmadan evvel2, Mars çoktan hayata elverişli bir gezegendi.


Mars kayalarında oksijen izleri
Mars’ta oksijen olmak zorundaydı. Bugün Mars’ı kızıl gezegen olarak adlandırmamızın sebebi gezegenin demir oksit tozuyla, yani bildiğiniz pasla kaplanmış olmasıdır. Mars’a Roma savaş tanrısının adını veren kızıl kan renginin nedeni bu ve su ile oksijen olmadan pas da olmaz. İşte bu yüzden, Mars’ta okyanusların bulunduğu dönemde oksijen olduğunu da keşfetmemiz an meselesiydi. Buna rağmen, temkinli bilim dünyası Mars’ta hayat izleri aramadan önce işleri ağırdan alıyordu; fakat NASA’nın Spirit adlı tekerlekli araştırma aracı ezberi bozdu (Türkçe ismiyle Araştırma Ruhu).
2004-2010 yılları arasında Mars’ta dolaşarak kaya örneklerini inceleyen Spirit, Mars taşlarında oksijen izleri olduğunu gösterdi. Spirit’in sağladığı sonuçlar şu anda Mars’ı araştıran diğer meraklı robotun, Curiosity’nin topladığı verilerle örtüşüyor: Curiosity; Mars toprağında sülfür, nitrojen, hidrojen, oksijen, fosfor ve karbon elementlerinin izlerine rastlamıştı.


Kil katmanları ve sulak araziler
Sülfürlü bileşikler Dünya’daki bakteriler için çok önemli. Gezegenimizdeki mikroplar sülfat ve sülfitleri enerji kaynağı olarak kullanıyor. Nitekim Curiosity’nin SAM ve CheMin deney aygıtlarından gelen veriyi değerlendiren bilim adamları, gezici sondanın bu buluşu yaparken eski bir nehir yatağında olduğu veya eskiden yazın kuruyan bir göl tabanında bulunduğu sonucuna vardılar (Tıpkı Afrika savanlarının geçici gölleri gibi).
Eski su yatağı aşırı asitli veya aşırı tuzlu değildi, üstelik yüzde 20 oranında kil içeriyordu. Bu da eski akarsu yataklarını kaplayan kil tabakasının Mars toprağındaki minerallerle karıştığını gösteriyordu. Zengin mineraller içeren bu karışım, Mars’ta milyarlarca yıl önce yaşamış olan mikropları besliyor olabilirdi.


Hayatın kaynağı Mars göktaşları mı?
Yine de bilim adamları Curiosity’nin daha Mart ayında sağladığı bu sonuçlardan emin olamadılar. Çünkü Mars’ın eskiden hayata elverişli olması, günümüzde veya geçmişte Mars’ta hayat olduğu anlamına gelmiyor. Bunun için daha fazla kanıta ihtiyacımız var ve şu anda elimizde olan en güçlü kanıtı Spirit sağlamış bulunuyor.
Oxford Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren jeologlar1, Spirit’in verilerini analiz ettiler ve 3,7 milyar yıl yaşındaki Mars kayalarında oksijen izleri saptadılar. Spirit’ten elde edilen sonuçlardan emin olmak isteyen yerbilimciler, bu verileri Mars’tan Dünya’ya gelen 180 milyon ila 1,4 milyar yıl yaşındaki göktaşlarıyla karşılaştırmayı da ihmal etmediler. Amaçları Mars’taki oksijenin kaynağını bulmaktı.

Oksijen nereden geldi?
Eski Mars atmosferindeki oksijenin kaynağı, bir zamanlar Mars’ta yaşayan ve fotosentez yapan bakteriler olabilirdi. Bu durumda Mars’ta eskiden hayat olduğu kesinleşecekti. Öte yandan, kayalardaki oksijenin kaynağı volkanik etkinlikler de olabilirdi. Atmosferdeki oksijen sadece yanardağlar ve gayzerlerin havaya püskürttüğü gazlardan kaynaklanıyorsa, Mars’ın eskiden hayata elverişli olmakla birlikte, 4 milyar yıl önce hayat barındırmadığı ortaya çıkacaktı.

Bu sorunu çözmeyi amaçlayan jeologlar, Dünya’daki laboratuarlarda saklanan Mars göktaşları ile Spirit’in Mars’taki Gusev Kraterinde incelediği yüzey kayalarını karşılaştırmaya karar verdiler.

Mars göktaşları Tharsis Yaylasının volkanik açıdan aktif olduğu dönemlerde görülen yanardağ püskürmeleriyle ya da bölgede yaşanan asteroit çarpışmalarının etkisiyle uzaya savrulmuş olabilirdi. Sonuç olarak, Mars’ta yerçekiminin Dünya’nın yaklaşık üçte biri gücünde olması (yüzde 38), gökyüzüne fırlayan kayaların Kızıl Gezegenin çekiminden kurtulmasını kolaylaştırıyordu.


Genç kayalar, yaşlı kayalar
Mars’ta hayat (varsa) en geç 3,7 milyar yıl önce sona erdi. Bu araştırmaya konu olan en eski Mars göktaşı ise sadece 1,4 milyar yıl yaşında ve o zaman Mars atmosferinde oksijen yoktu. Buna rağmen Mars göktaşlarında az miktarda oksijen bulunuyor. Peki neden?
Mars göktaşları Mars’ın kısmen erimiş magmadan oluşan iç kesimlerinden geliyor. En genci 180 milyon yıl yaşındaki bu kayalar, volkanik etkinliklerle yüzeye çıkan lav akıntılarının katılaşmasıyla meydana gelmiş olmalı. Öte yandan, Mars yüzeyi milyarlarca yıl önceki göktaşı çarpışmalarıyla eridiğinde, eski atmosferdeki oksijen az miktarda da olsa magma tabakasına karışmış olabilir. Bu da yerin derinliklerinden gelen lavlardan oluşan yeni kayaların bile az miktarda oksijen içerdiği anlamına geliyor.


Oksijenin kaynağı Mars bakterileri mi?
Bilim adamları eski Mars atmosferindeki oksijenin Mars bakterilerinden kaynaklandığını kanıtlayabilirlerse, Kızıl Gezegende Dünya’dan önce hayat olduğunu da kanıtlamış olacaklar. Asıl bomba bu, ancak bu teoriyi kanıtlamak kolay değil.
Her ne kadar Gusev Kraterindeki kayalarda bulunan yüksek miktardaki oksijenin en makul açıklaması muhtemel Mars bakterileri olsa da Mars bizim için yabancı bir gezegen. Mars’ın içini dışını Dünya gibi bilmiyoruz ve Kızıl Gezegende iyi anlaşılmamış olan bazı kimyasal süreçler, eski Mars atmosferindeki oksijenin gerçek kaynağı olabilir. Mars’ta en azından mikrop fosilleri bulana kadar (bakterilerin kayalarda bıraktığı mikroskobik çukurlar) eski Mars atmosferindeki oksijenin biyolojik kökenli olduğunu söyleyemeyiz.


Yoksa Mars göktaşlarında çoktan hayat izleri bulduk mu?
Amerikalı meteor avcıları 1984 yılında Mars’tan gelen bir göktaşı buldular ve ANSMET meteor avı programı çerçevesinde Güney Kutbundaki Antarktika kıtasında keşfettikleri bu göktaşını ALH 84001 olarak adlandırdılar. ALH 84001 göktaşı, 4 ila 3,9 milyar yıl önce, Mars’ta oksijen ve okyanus olan bir dönemde oluşmuştu. Bu dönemlerde bir asteroit çarpışmasıyla parçalanarak dönüşüm geçiren kaya, 15 milyon yıl önceki ikinci bir asteroit çarpışmasının ardından uzaya fırlamış ve yaklaşık 13 bin yıl önce Dünya’ya düşmüştü.3


ALH 84001 üzerinde yapılan analizler, bu kayanın Mars’ta 18 derece sıcaklıktaki suyla temas ettiğini ve atmosferden karbondioksit çektiğini gösteriyordu. Kayadaki karbonat bileşikleri üzerinde yapılan izotop testleri, göktaşını ıslatan suyun, Mars yüzeyinin hemen altında yer alan ve yeni açılan bir çatlaktan yüzeye sızarak hızla buharlaşan doğal bir yeraltı su deposundan kaynaklandığına işaret ediyordu.
ALH 84001 üzerinde 1996 yılında yapılan elektron mikroskobu taramaları, kaya parçasında bakteriye benzeyen fosiller olduğunu gösterdi. Bu doğruysa Mars’ta dünyadan önce hayat vardı ve belki de Dünya’daki bakterilerin ataları Mars’ta ortaya çıkarak, göktaşlarıyla birlikte gezegenimize taşınmıştı. ALH 84001’deki mikroskobik izlerin gerçekten bakterilere ait olup olmadığı kanıtlanamadı. Bazı jeologlar bu şekillerin doğal jeolojik süreçlerle de oluşabileceğini ve gerçek bakterilerden kaynaklanmadığını söylüyor.


Mars okyanuslarını ve atmosferini nasıl kaybetti?
Her halükarda, 4 milyar yıl önce Mars’ın hayata elverişli olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Öyleyse Mars neden bugün hayata elverişli değil? Okyanuslar kurumuş, atmosferde serbest oksijen yok, Mars yüzeyinde bir damla bile su bulunmuyor… Oysa her şeye rağmen Kızıl Gezegenin atmosferinde bir zamanlar oksijen olduğunu biliyoruz: Adı üstünde, koca bir gezegenin pas tutup kızıla dönüşmesi için oksijen ve su gerekiyor. Bu gezegen atmosferini ve suyunu nasıl kaybetti?
Dünya’nın yarısı büyüklüğünde bir gezegen olduğu için, Mars’ın demir-nikel-sülfürden oluşan küçük ve hafif çekirdeği çabuk soğudu. Özellikle 4,1 ila 3,8 milyar yıl önce gerçekleşen son büyük asteroit çarpışmaları, Mars’ta ağır yaralar açtı ve gezegenin kabuğunun kısmen erimesine neden oldu. Bilim adamları bu sürecin Mars’ın manyetik alanını öldürdüğünü düşünüyor.


Bir gezegenin atmosferini koruması için manyetik alan şart
Dünya ve Mars gibi kayalık gezegenlerin merkezinde erimiş bir demir çekirdek bulunuyor (Dünya’da dış çekirdek). Bu sıcak çekirdek kayaları eriterek, çekirdeğin hemen üstünde kalın bir magma tabakası oluşturuyor. Gezegenin içindeki ısı yavaşça uzaya kaçarken “taşınım hareketlerine” yol açıyor (konveksiyon).

Taşınım hareketleri, erimiş demir çekirdek yüzeyinin sivilce gibi kabarmasına ve magmanın içinden yüzeye doğru biraz yükseldikten sonra tekrar derinlere batmasına yol açıyor. Bu hareket bütün gezegeni etkileyen güçlü bir elektrik akımı meydana getiriyor.
Aynı zamanda gezegen kendi etrafında dönüyor, ancak demir çekirdek daha ağır olduğu için, gezegenin merkezi magma tabakasından farklı bir hızda dönüyor. Bu dönme hareketi de gezegenin atmosferini Güneş Rüzgarından koruyan bir manyetik alan oluşturuyor.


Mars’ın kötü talihi
Mars küçük bir dünya olduğu için, gezegenin magma tabakası ve çekirdeği daha çabuk soğudu. Ayrıca Mars’ın Dünya gibi büyük bir uydusu da yoktu. Ay Dünya’yı büyük asteroit çarpışmalarından koruyordu, ama Mars’ın asteroitleri kütleçekim kuvvetiyle üstüne çekecek böyle bir uydusu bulunmuyordu.
Sonuçta art arda gelen dev asteroitler, Mars yüzeyine kısa aralıklarla çarptı ve magma tabakasının tekrar tekrar erimesine yol açtı. Oysa taşınım hareketinin sürmesi için magma tabakasının üst kesimlerinin soğuk olması gerekiyordu: Sıcak çekirdeğin yaydığı ısı, ancak merkezden soğuk dış katmanlara doğru akabilirdi. Bu yüzden, dış magma katmanlarının ısınması taşınım hareketini durdurdu ve 3,9 milyar önce Mars’ın manyetik alanı yok oldu.4 Gerçi değişen pek fazla bir şey yok: Mars’ta eskiden hayat olsa bile, gezegenin kabuğunu eriten şiddetli çarpışmalar bütün canlıları öldürecekti.


Toronto Üniversitesi’nden Jafar Arkani-Hamed ve meslektaşlarının geliştirdiği teoriye göre, manyetik alandan yoksun kalan Mars atmosferi Güneş Rüzgarlarına karşı korumasızdı. Güneş’in üflediği yüklü parçacıklardan oluşan plazma rüzgarları, Mars atmosferinin üst katmanlarındaki su moleküllerini radyoliz yoluyla parçalayarak, suyu oksijen ve hidrojen atomlarına ayırdı. Hafif hidrojen, Mars’ın zayıf çekiminden kurtularak uzaya kaçtı.
Güneş’e Dünya’dan ortalama 50 milyon km daha uzak olmasına karşın, Mars’ı sera gazı etkisiyle ısıtan su buharının ortadan kalkması, okyanusların hızla donmasına ve havadaki su buharının tümüyle tükenmesine yol açtı. Böylece Mars atmosferini kaybetti, su kutup buzullarında ya da yeraltında hapsoldu ve gezegen bütünüyle kuruyarak, bildiğimiz anlamda hayata elverişli olmayan bir yer haline geldi.


Dünya’da hayatın kökeni
Hayat kompleks bir olgu. Dünya’ya hayat Mars’tan gelmiş olabilir, hayat tümüyle Dünya’ya özgü olabilir veya Dünya’daki hayata ek olarak bazı bakteriler de Mars’tan gelmiş olabilir. Şimdilik bu soruların yanıtını bilmiyoruz, ama şu anda revaçta olan bir teoriye göre hayatın yapıtaşları; yani aminoasit denilen organik moleküller, Güneş Sisteminde oluşan asteroitlerde ve kuyrukluyıldızlarda ortaya çıktı.
Yine popüler bir başka teoriye göre, Dünya okyanuslarındaki suyu gezegenimize çarpan kuyrukluyıldızlarla asteroitlere borçluyuz. Bu asteroitler hayatın temeli olan aminoasitleri de Dünya’ya getirmiş olabilir. Üstelik Carl Sagan’ın dediği gibi, Dünya’yı ve Güneş Sistemini oluşturan gaz ve toz bulutu da milyarlarca yıl önce patlayan yıldızların kalıntılarından oluşuyor. Demek ki hepimiz yıldız tozuyuz, yıldız çocuklarıyız.

Topraktan gelip toprağa döneceksek eğer gezegenimize iyi bakmamız, çevre kirliliğini ve küresel ısınmayı önlememiz gerekiyor. Hayat Dünya’da ortaya çıkmış olsun olmasın, asla değiştiremeyeceğimiz bir gerçek var: Bugün hayata elverişli olduğunu bildiğimiz tek gezegen Dünya’dır.
Elimizde başka gezegenlere gidecek uzay gemileri olmadığına göre, uzaydaki diğer yıldızlarda gezegen aramak için ışıktan hızlı gitmemizi sağlayacak fütüristik Uzay Yolu veya Yıldız Savaşları motorlarına sahip olmadığımıza göre gerçekten Dünyamıza iyi bakmamız gerek. Türümüzün geleceği buna bağlı.

Mars eskiden hayata elverişli bir gezegendi


http://khosann.com/dunyadaki-hayatin...ari-mi-tasidi/
Alıntı ile Cevapla
  #278  
Alt 18-09-2013, 01:22
Ahlaksız - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Ahlaksız Ahlaksız isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 07 Jul 2012
Mesajlar: 8.493
Standart Hayatın yapı taşları buzun içinde bulundu

Bilim insanları, gezegenlerarası çarpışmaların simülasyonlarını oluşturmalarını sağlayacak amino asitleri laboratuvar ortamında başarıyla geliştirdiklerini açıkladı. Araştırmacılar, kuyrukluyıldız ve diğer gök cisimlerinin sakladığı temel yapı taşlarının şiddetli kozmik çarpışmalarla taşındığını kanıtlamak istiyor.
DEVAMI...
Alıntı ile Cevapla
  #279  
Alt 07-11-2013, 16:11
Ahlaksız - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Ahlaksız Ahlaksız isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 07 Jul 2012
Mesajlar: 8.493
Standart Gen mühendisliğinde yeni bir milat: Crispr

Bilim insanları HIV'den Down Sendromu'na kadar tedavisi olmayan birçok hastalığın tarihe karışmasını sağlayabilecek ve "tıp bilimini kökünden değiştirecek" yeni bir genom modifikasyonu yöntemi keşfettiklerini açıkladı.
http://www.hurriyet.com.tr/planet/25063715.asp
Müthiş bir gelişme..
Alıntı ile Cevapla
  #280  
Alt 01-12-2013, 00:48
Natan Natan isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üyeliğini Sonlandırmış
 
Üyelik tarihi: 18 Sep 2006
Bulunduğu yer: usa
Mesajlar: 4.841
Standart

‘İnsanlar tek bir türden evrim geçirdi’


Gürcistan’da bulunan 1.8 milyon yıllık kafatası, eski insanların evrim süreci hakkında yeni ve önemli bir iddia doğurdu. Kafatası üzerindeki analizler, atalarımızın Afrika’dan birçok tür değil, tek bir tür olarak dünyaya yayıldığını öne sürdü.




Kafataslarının ait olduğu Homo erectus, 2 milyon yıl ile 143 bin yıl öncesi dönemde yaşarken, Afrika, İspanya, Endonezya, Çin ve Cava adasında yaşadı. Modern insan Homo sapiens’in atası ise yaklaşık 195 bin yıl önce ortaya çıktı.



NTV Bilim
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Etiket
bilim, bilim haberleri, buluşlar, çevre, en son araştırmalar, icatlar, keşifler, sağlık, teknoloji, uzay, yenilikler

Başlık Düzenleme Araçları
Stil

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 03:30 .