Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Bilim > Biyoloji > Evrim

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #1  
Alt 15-07-2008, 01:36
dilaver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
dilaver dilaver isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Sep 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 12.080

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart Adem ile Havva'nın Uzun Yürüyüşü

İnsanın tarihini anlamanın yeni ve kesin yolu:
Genlerimize bakmak


Hücrelerimizde genler bulunur. Genler, tırnaklarımızdan piyano çalma yeteneğimize kadar kim olduğumuzu belirleyen şerit benzeri bir hayat kodundan, DNA’dan oluşur. Genleri inceleyerek, atalarımızın izledikleri coğrafik yolun başlangıcının Afrika’ya, türlerimizin şafağına kadar uzandığını görebiliriz. Sonra iki kişiyi ele alıp genlerini karşılaştırdığımızda,onların daha yakın zamanlı muhtemelen Afrika’nın dışında yaşamış bir ortak ataya sahip olduğunu görebiliriz. Dahası, artık bu ataların nerede yaşadıkları ve anayurtlarını ne zaman terk ettikleri de kanıtlanabilir. Bu dikkate değer kanıtlar, birçok insanın çığır açan çalışmalarının sonucu olarak, sadece geçtiğimiz on yılda mümkün olabilmiştir.

İçimizden birçoğu bir zaman makinesi icat edip atalarımızın yaşadıkları zamana yolculuk yaptığımızda neler bulabileceğimizi merak etmiştir. Bu makine bizi nereye götürecekti? Kendimizi herhangi bir ünlü ve saygıdeğer insanla uzaktan akraba bulabilecek miydik? İlk insanlara ulaşmak için kaç kuşak geçmemiz gerekecekti? Darwin’in iddia ettiği gibi soyağacımız maymunlara ve onun da ötesinde solucanlara ve tekhücreli varlıklara mı uzanıyordu? Okuldaki biyoloji derslerinden bunun böyle olması gerektiğini biliyoruz, ama tıpkı öldükten sonra ne olacağımız konusu gibi, bu konuyu da tam anlamıyla kavramak güç.

Teknolojik gelişmelerde atılan adımlara o kadar alıştık ki, her yeni adımda kafamızdaki acaba soruları azalıyor. Çok yakın bir tarihe kadar, genetik bilimciler, bizim dünyayı nasıl fethettiğimizin ayrıntılı tarihini çizmek için genlerden faydalanmayı ancak rüyalarında görebilirlerdi. Onların kötümser olmalarının nedeni, inceledikleri genlerin büyük kısmının her kuşakta birbirine karışması ve toplumların çoğunda ortak olarak görülmesiydi. Onlarıngörevleri daha önce oynanmış bir iskambil oyununu, karıştırıldıktan sonraki haliyle bir kâğıt destesinden yeniden yaratmaya çalışmaktı. Dolayısıyla değil türlerimizin başladığı zamana, birkaç yüzyıl öncesine giden bir genetik soyağacını doğru bir şekilde çıkarmak bile neredeyse imkânsızdı. İnsanların çoğu derilerinin altında birbirine çok benziyordu,o zaman nereden başlanabilirdi?

Adem ile Havva genetik soyağacı

Adem ile Havva kolları diye adlandırılan cinslere özgü genetik kolların kullanımı, geçtiğimiz on yılda her şeyi değiştirdi. Bütün diğer genlerden farklı olarak, mitokondriyal DNA (hücre çekirdeğinin dışındaki bir gen koleksiyonu) bize sadece annelerimizden kalır, Y kromozomu da sadece erkeklerden. Bu iki cinse bağlı gen seti hiçbir karışma olmadan kuşaktan kuşağa değişmeden aktarılır ve böylece atalarımıza, ilk primatlara kadar izlenebilir. Böylece biri annelerimizden biri de babalarımızdan olmak üzere iki ailevi genetik soyağacı kurabiliriz. Sonuç olarak, herhangi bir toplulukta, bu topluluk ne kadar geniş olursa olsun, bu iki genetik soyağacı yoluyla herhangi iki bireyi izleyip ağaçtaki en yakın ortak atalarına ulaşabiliriz. Bu ata 1500 ya da 150 binyıl önce yaşamış olabilir ama, bütün atalara bu yeni kurulmuş Adem ve Havva genetik soyağacında bir yer ayrılabilir. Bunlar, modern insanın genetik kollarının gerçek dalları olan gerçek ailevi soyağaçlarıdır.

Her ağaçtaki dalların her biri tarihlenebilir (Her ne kadar bu tarihlerin doğruluğu tam olarak kesinlik kazanamamış olsa da). Birçok bölgesel insan soyağacı, belli açık sınır işaretleri kullanarak kenarların birleştirilmesi yoluyla tıpkı bir yapboz gibi birbirine uyumlu hale getirilmiştir. Böylece Afrika’dan dünyanın her köşesine yayılan bir Adem ile Havva genetik dalları resminin parçaları geçtiğimiz on yılda bir araya getirilmiştir. Sonunda bütün yapının parçaları arasında bir bağ oluşup anlam kazanmaya başladığında, tıpkı yapbozda olduğu gibi tatmin edici bir görünüm elde ediliyor; kalan parçalar ne kadar çok olursa olsun, artık ağacın ve haritanın üzerine giderek artan bir kolaylık ve hızla yerleştirilebiliyor. Bütün dallarıyla ağaç artık dünya haritasının üzerine yayılıp, atalarımız ve onların genetik kollarının dünyayı fethederken nerelerden geçtiklerini gösterebilir.

Elde edilen yeni bilgiler, son 150 binyılın kültürel ve biyolojik öyküsündeki
çelişkilerin bazılarını çözmüştür. Öyle ki, o dönemin bölgesel insan fosili kalıntılarını bile hayatın genetik ağacında doğru yerlere yerleştirebiliriz.

Birçok sorunun yanıtı bulunmuştur.Elde edilen sonuca göre, dünyanın
yoğun ileri geri prehistorik hareketler ve karışmalarla ortak bir genetik döküm potası olması şöyle dursun, modern insan yayılımında rol alan insanların çoğu tutucu bir şekilde ilk defa atalarının kurduğu kolonilere sıkışıp kaldılar. Bu yerlerde Son Buzul Çağı’nın öncesinden beri ikamet etmektedirler. Ayrıca son 80 binyılın spesifik göçlerinin tarihlerini de belirleyebiliriz.

Hepimizin kökeni Afrika

Uzun süredir uğraşılan başka birçok arkeolojik sorun, yeni genetik soyağaçlarıyla çözülmüştür. Bunlardan biri “Afrika-kökenlilik” (Out of Africa) ile “Çok-bölgelilik” (Multiregional) teorileri arasındaki çatışmadır.

Afrika-kökenlilik görüşünü destekleyenler, Afrika dışındaki bütün modern insanların 100.000 yıl önce Afrika’dan yayılan bir göçten geldikleri kanaatindedir. Bu büyük göçün sonucunda dünyadaki daha eski bütün insan tipleri yeryüzünden silinmiştir. Çok-bölgelilik teorisini savunanlar ise, Avrupa’daki Neanderthaller ve Uzakdoğu’daki Homo Erectuslar gibi eski insan tiplerinin şimdi bütün dünyada gördüğümüz yerel ırklara doğru evrim geçirdiklerini öne sürer.

Şimdi yarışmayı kazananın Afrika-kökenlilik görüşü olduğu anlaşılmıştır;
çünkü yeni genetik soyağaçları son 100.000 yıl içinde doğrudan Afrika’ya uzanmaktadır. Daha eski insan türlerinden kalan Adem ile Havva genetik kollarının hiçbiri bizim genetik soyağacımızda bulunmuyor,elbette bizim Neanderthaller’den farkımızı ölçebileceğimiz ağacın kökeni hariç. Neanderthaller’in eski mitokondriyal DNA kullandıkları tespit edilmiş, genetik açıdan öyle sınıflandırılmışlardır ve görünen o ki, bizim atalarımızdan ziyade kuzenlerimizdirler. Onlarla bir başka ortak atayı paylaşıyoruz: Homo helmei.

Kimi Afrika-kökenlilik teorisi taraftarları ise, Avustralyalılar, Asyalılar
ve Avrupalıların ayrı Homo sapiens göçleri halinde Afrika’dan yayıldıklarını iddia etmişlerdir. Oysa durum böyle değildir: Eril ve dişil genetik soyağaçları Afrika’dan yayılan sadece bir tek dalı gösteriyor. Modern insanların Afrika’dan dışarı sadece bir tek büyük göçü olmuştu;her cinsel dalın, Afrikalı olmayan bütün herkesin annesi ve babası olan bir tek ortak genetik atası vardı.

“Üstün Avrupalı” tezi çürütüldü

Başka önyargılar da oluşmuştu. Bazı Avrupalı arkeolog ve antropologlar,
Avrupalılar’ın sanki büyük bir biyolojik gelişme göstermişler gibi, resim yapmayı, oymayı, karmaşık bir kültür geliştirmeyi ve hatta konuşmayı ilk öğrenenler olduklarını iddia ettiler. Genetik soyağacının yapısı bu görüşü çürütüyor. Avustralyalı Aborjinler Avrupalılar’la akrabadır ve 85.000 yıl önce Afrika’dan göçün hemen ardından ulaşılan Yemen’e kadar ortak bir ataya sahiptirler. Ondan sonra Hint Okyanusu’nun kıyı çizgisi boyunca sürekli ilerlediler, adadan adaya atlayarak Avustralya’ya gelip orada tamamen izole bir halde kendi özel ve karmaşık sanatsal kültürlerini geliştirdiler. Avustralya’daki ilk kaya sanatının tarihi ilk Avrupa sanatı kadar eskidir.

Bir başka arkeolojik tartışma Neolitik kültürün 8000 yıl önce Avrupa’ya
Türkiye’den yayılmasıyla ilgilidir. Yakındoğu’nun çiftçileri Avrupalı avcıları yok edip yerlerini mi aldılar, yoksa yeni fikirler daha barışçıl bir şekilde yayılıp daha önceki Paleolitik avcı-toplayıcı toplumları dönüştürdü mü? Genetik yanıt çok açıktır: Modern Avrupalılar’ın yüzde 80’i eski avcı-toplayıcı gen tiplerinden ve sadece yüzde 20’si Yakındoğulu çiftçilerden türemiştir.

Sonunda, dünyanın öbür ucuna gittiğimizde, Polinezyalılar’ın kökeni konusunda da renkli tartışmalar yaşanmıştır. Geçtiğimiz 15 yıl boyunca arkeologlar Polinezyalılar’ın Tayvan’dan geldiklerini düşündüler. Genetik soyağacı bu düşünceyi çürütüyor. Muhteşem kanoları sürenlerin atalarının soyu daha öteye, Doğu Endonezya’ya dayanıyor.

Hepimizin bu genetik hikâyenin bir parçası olduğunu unutmamalıyız;
nitekim eski genetik soyağacımızın yeniden oluşturulma çalışmasının yüzde 99’u bugün dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan insanların gönüllü olarak verdikleri modern DNA’larla gerçekleştirilmiştir. Bu hepimizle ilgili bir hikâyedir.

Not : Bilim ve Gelecek Dergisi'nin 48. sayısında yer alan bu uzun dosyayı kaynak olması açısından makalelere bölerek buraya alıyorum.

Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var
Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz...

Nazım Hikmet

www.dilaverkom.blogcu.com
Alıntı ile Cevapla
  #2  
Alt 15-07-2008, 01:37
dilaver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
dilaver dilaver isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Sep 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 12.080

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart

Genetikten arkeolojiye ve antropolojiye katkı

Artık birçok antropolog bizim Afrika’dan geldiğimizi iddia ediyor, ama bunu nereden biliyorlar? Eğer bizim orada bir tek kökenimiz varsa, neden birbirinden farklı insan ırkları var? Bu ırklar birbiriyle ne kadar yakın akraba? Hepimiz bir tek ailenin parçası mıyız, yoksa Afrikalılar, Avustralyalı Aborjinler, Avrupalılar ve Doğu Asyalılar, farklı paralel kökenlerden mi geliştiler? Evrim hikâyemizde ağaçları terk eden maymunlardan gelenlerin Afrika savanlarında yürümelerini ve birkaç milyon yılda Ay’a kadar gitmelerini sağlayan anahtar güçler nelerdi?

DNA analizleri modern insanların bölgesel biyolojik tarihi konusundaki
anlayışımızda olağanüstü bir ilerlemeye neden oldu. Adem ile Havva adı takılmış genler, zaman ve mekânda ilerleyip, 200.000 yıl boyunca insan ailesini önce Afrika ve sonra yeryüzündeki yolculuklarında takip etmemizi sağlıyor.

Geçmiş 2,5 milyon yılın insan tarihinin çoğu fosil kemiklerinin ve geçmişteki iklim koşullarının incelemeleriyle oluşturuldu. Biri hariç bütün insan türleri yok oldu, bazıları çok uzun zaman önce; dolayısıyla onları inceleyecek canlı genlerine sahip değiliz.

Bununla birlikte, geçmiş insan türlerinden kalan hiçbir genin bulunmadığını söylemek gerçeği yansıtmıyor. Bizim çekirdek genlerimizin çoğu neredeyse eksiksiz olarak eski insanlar ve maymunlardan gelmektedir. Bazı insan genleri, Homo sapiensler dünyada ortaya çıkmadan çok önce birbirinden ayrılmış çeşitli formlarda bulunabilir. Bilim insanları ayrıca Neanderthal kemiklerinden küçük parçalar halinde kısa mitokondriyal DNA örnekleri çıkardılar; şu anda bizim onlarla ne derece yakın akraba olduğumuz ve modern insan topluluklarında onlardan kalan genlerin bulunup bulunmadığı sorularına yanıt verebilecek durumdalar.

Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var
Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz...

Nazım Hikmet

www.dilaverkom.blogcu.com
Alıntı ile Cevapla
  #3  
Alt 15-07-2008, 01:39
dilaver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
dilaver dilaver isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Sep 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 12.080

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart

Üzgün ifadeli, uyanık bir yüz, yassı bir burun ve özellikle hızla büyüyen bir beyinle, Homo erectus, boynundan aşağısında tıpkı bizim gibiydi. Taş aletleri vardı. Başta basitçe rötuşlanmış taşlar, ama sonra daha sofistike el baltaları. Onların Afrikalı atası Homo ergaster Afrika’yı 1,95 milyon yıl önce terk eden ilk insandı, Asya’da Homo erectus adını aldı. Bu sonuncusu bizden biraz daha kısa boyluydu ve Ortadoğu’ya, Rusya’ya, Hindistan’a, Uzakdoğu’ya ve güneydoğu Asya’ya, beraberlerinde “taş-alet” teknolojisini de götürerek hızla yayıldı.

Bazı tartışmalı iddialar, ağaçtaki daha kısa boylu ata Homo habilis’in de aynı anda bu adımı attığı yönündedir. Bununla birlikte, bütün birbirini izleyen insan türlerinin buzul çağları arasındaki ilk elverişli ılık dönemde Afrika’nın dışına yayıldığına dair daha güçlü kanıtlar vardır. Homo erectus tipleri sonradan neredeyse bir milyon yıl boyunca dünyada egemen oldular. Ta ki bir milyon yıl önce yeni bir korkunç buzul çağı serisi Afrika’nın çoğunu kurutup, yeni ve daha özel bir ailenin doğuşuna neden olana dek. Bu yeni modelin ilk Afrikalı temsilcisi Homo rhodesiensis’ti. Bizimle aynı boyda, 1250 cm3 beyin hacmiyle, Acheulian adı verilen, ismini ilk bulundukları Fransız köyünden alan daha sofistike aletler kullandılar. Acheulian aletleri gözyaşı şekli oluşturacak biçimde uçları olan iki tarafı yontulmuş geniş yassı taşlardan uçları olan el baltalarından oluşuyordu. Bu yeni gelenler yaklaşık bir milyon yıl önce kısa süreli bir ılık dönemde, önce Afrika’dan Avrupa’ya muhtemelen Çin’e kadar ulaştılar ve Acheulean teknolojisini beraberinde taşıdılar.

Sonra 350.000 yıl önce, bir başka çetin Buzul Çağı yaşandı ve belki yeni bir geniş beyinli insan tipini 300.000 yıl önce Afrika sahnesine çıkardı. Kimileri
bunları arkaik Homo sapiensler, kimileri de Homo helmei olarak adlandırır. Karışıklığı önlemek için ikinci ismi kullanalım. Sarkık kaşlı, bizimle aynı boyda ve

Diğer insan türleri de Afrika kökenli

Bununla birlikte, insanın genetik prehistoryasının anlaşılmasındaki gerçek devrim son 200.000 yılı kapsıyor, burada bizi ilgilendiren de budur. Bu dönem için, yeni genetik bulgular, daha önce Avrupa ve Afrika’dan taş aletlerin ve birkaç yanlış tarihlendirilmiş iskelet kalıntısının egemen olduğu tartışmalı bir alanda, güçlü bir ışık gibi parlamıştır.

Vücudumuzun her bir hücresinde inanılmaz uzunlukta DNA şeritlerimiz vardır. Bu, genlerin maddesidir. Bütün kendimize özgü karakteristik özelliklerimizi, genetik mirasımızı depolar, kopyalar ve aktarır. Bu DNA şeritleri vücutlarımızın
yapıtaşları olan proteinler için örnek kodları barındırır. Kodlar, vücutlarımızın yapısı hakkında bütün bilgileri sağlayan (A, G, C ve T harfleriyle temsil edilen) dört farklı kimyasalın kombinasyonları halinde “yazılmıştır”. Ebeveynlerimizin
her birinden bize DNA miras kalır ve ikisinin kendimize has bir karışımını elde ettiğimizden dolayı, her birimizin diğer herkesten farklı DNA şeritleri vardır. Kendi DNA’mız moleküler bir parmak izi gibidir.

a ACTTTCAATGGGTGTATCCTAGGGTGTACATATTTACT
b ACTTTCAATGAGTGTATCCTAGGGTGTACATATTTACT
c ACTTTCAATGGGTGTATCCTAGGGTGTATATATTTACT
d ACTTTCAATGAGTGTATCCTAGGGTGTACATACTTACT


İnsanların üremesi sırasında, ebeveynlerin DNA’ları eşit oranlarda kopyalanıp aktarılır. Şunu bilmek gerekir: Her ne kadar her ebeveynden gelen DNA’nın çoğu üreme sırasında dikkatle tasnif edilse de, onların karşılıklı ufak katkıları her kuşakta birbirine karışıp kaynaşmıştır. Bu yapışma ve kaynaşma teknik
olarak yeniden birleşme diye bilinir ve bu genlerde genetik prehistoryamızın
izini sürmemizi daha da zorlaştırır. Ne mutlu ki, genetik araştırmacıların
yararına, DNA’mızın yeniden karışmayan iki küçük kısmı vardır. Bilgiler kuşaktan kuşağa aktarılırken bozulmadıkları için bu karışmamış DNA’nın geçmiş haritasını
çıkarmak daha kolaydır. Bu iki kısım, mitokondriyal DNA (mtDNA) ile Y kromozomunun karışmayan kısmı olarak bilinir.

bizimkinden hafifçe daha geniş olan 1400 cm3’lük ortalama beyin hacmine sahiptiler. Orta Paleolitik adı verilen en önemli devrimlerden birini aşlatmışlardı.
Bazıları bu kalın kaşlı varlıkların, eğer modern bir ailede doğsalardı bizim toplumumuza uyum sağlayabileceklerini iddia edecek kadar ileri gittiler.

Bir ılık dönem boyunca, daha büyük çapta ve daha uzun süren bir Afrika dışı hareket, Homo helmei’nin 250.000 yıl önce Avrasya’da yayılmasına neden oldu.
Homo helmei Avrupa’da ve Asya’da Homo neanderthalensis’in doğmasına neden olmuş olabilir ve belki aynı dönemde Hindistan’da ve Çin’de akrabaları bulunuyordu. Bizim atalarımızı içeren ana insan ailesi ise Afrika’da kaldı, zamanla Avrupa’daki Neanderthal kuzenlerinden fiziksel açıdan ayrıldı.

Bizim türümüz Homo sapiens, 170.000 yıldan daha uzun bir süre önce doğdu ve sonra buzul çağlarının en büyüklerinin birinde, nüfusu 10.000’e düşüp nesli yok olma noktasına geldi. Her ne kadar Homo sapiensler gerektiği gibi bir sonraki ılık dönemde Afrika’dan çıkıp Doğu Akdeniz’e gittilerse de, genetik kanıtlar sonraki Buzul Çağı’nda soylarından gelenlerin orada halef bırakmadan öldüklerini gösteriyor. Sonunda 70.000-80.000 yıl önce modern insan türleri Afrika’nın dışına yayıldığında, Avrasya’da hâlâ diğer insan türlerinden örnekler bulunuyordu. Avrupalı Neanderthaller ve muhtemelen Güneydoğu Asyalı Homo erectus, yaklaşık 30.000 yıl öncesine kadar yaşam savaşı verdiler ama,
onların hiçbir genetik izi yaşayan insanlara kalmadı.

Yandaki diyagram tek mutasyonlu gen soyağaçlarını gösteriyor. I = mutasyon

3,5 milyon yıl önce

Australopithecus afarensis Afrika’da yaşadı, iki ayak üstünde durup yürüdü, ama çoğunlukla ağaçlarda yaşadığı düşünülüyor.

2 milyon yıl önce

Paranthropus boisei Afrika’da yaşadı, bizimkinden dört kat daha geniş dişleri sert bitkileri yemelerine olanak tanıyordu.

2 milyon yıl önce

Afrika’da 2 milyon yıl önce Homo habilis de yaşadı. Zeki leşçiller ve alet yapıcılardı. Modern insanların muhtemel atalarıydılar.

1,5 milyon yıl önce

Homo ergaster 1,5 milyon yıl önce Afrika’da yaşadı. Daha önceki hominidlere nazaran daha geniş beyinleri vardı ve daha yetenekli alet yapıcı ve avcılardı. İnsanların muhtemel atalarıdır. Asya’ya yayılıp orada Homo erectus olarak bilindiler.

500.000 yıl önce

Homo heidelbergensis 500.000 önce Avrupa’da yaşadı. Sofistike alet yapıcılar ve sert avcılardı. Modern insanın değil ama, Neanderthaller’in muhtemel atalarıdır.

200.000 yıl önce

Homo neanderthalensis 200.000 ila 30.000 yılları arasında yaşadı. Geçtiğimiz Buzul Çağı’nın büyük bölümünde Avrupa’da egemen hominid türüydü. Modern insan Homo sapiensler tarafından sürüldüler.

Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var
Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz...

Nazım Hikmet

www.dilaverkom.blogcu.com
Alıntı ile Cevapla
  #4  
Alt 15-07-2008, 01:40
dilaver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
dilaver dilaver isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Sep 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 12.080

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart Mitokondriyal DNA: Havva geni

Mitokondriyal DNA: Havva geni

Genlerimizin yarısını annemizden yarısını da babamızdan aldığımız tamamıyla doğru değildir. DNA’mızın küçücük bir kısmı, sadece anne tarafından iner. Buna
mitokondriyal DNA denir. Çünkü bu, mitokondriya adı verilen küçük tüp şeklindeki paketlerin içinde tek bir dairesel şerit halinde bulunur. Bunlar hücre sitoplazmasında pil işlevi görürler. Bazı moleküler biyologlar, ölçülemeyecek kadar uzun süre önce, mitokondriyonların kendi DNA’larını içeren yaşayan
organizmalar olduklarını ve enerji üretmenin sırrına sahip olduklarını söylüyor. Bunlar tekhücre çekirdekli organizmaları istila ettiler ve o zamandan beri orada kaldılar ve maya gibi ortadan ikiye bölündüler. Erkekler, her ne kadar annelerinin mitokondriyal DNA’larını alıp kullansalar da, bunları çocuklarına
geçiremezler. Spermin vajinadan yumurtaya uzun yolculuğunu gerçekleştiren
kendi mitokondriyası vardır, ama yumurtaya girişte, eril mitokondriya bozulur ve ölür. Bu bir erkeğin silahlarını kapıda bırakmak zorunda kalması gibidir.

Dolayısıyla her birimiz annemizden kendi mtDNA’mızı alırız, o da kendi tDNA’sını annesinden almıştır ve kuşaklar boyunca böyle sürüp gitmiştir, bu nedenle
mtDNA’nın popüler ismi “Havva geni”dir. Nihayetinde, bugün yaşayan herkes kendi mitokondriyal DNA’sını yaklaşık 200.000 yıl önce tek bir büyük büyük büyük büyük ... büyükanneden almıştır. Bu mtDNA, DNA mirasının devamlı yer
değiştiren kumları arasında ender bir sabit nokta gibidir. Bununla birlikte,
şayet bugün dünyada bulunan Havva kromozomları, orijinal Havva mtDNA’sının eksiksiz kopyasıysa,o zaman hepsinin açıkça birbirinin aynı olması gerekirdi. Bu bir mucize olurdu, ama bu, ayrıca mtDNA’nın bize prehistoryamız hakkında yeterli bilgi veremeyeceği anlamına gelirdi. Bütün kadınların tek bir ortak
Havva’ya dayanıyor olabileceği fikri heyecan uyandırıcı, ama kızlarının
değişik hayatlarını takip etmemiz için bize ayrıntılı bilgi vermiyor. Bize çeşitliliği olan bir şeyler lazım.

DNA noktası değişiklikleri burada devreye giriyor. MtDNA annemizden bize geçerken, ntDNA kodunun bir veya daha fazla “harfinde” bir değişiklik veya mutasyon olmaktadır. Her bin kuşakta bir değişiklik. Nokta mutasyonu (point
mutation) adı verilen yeni harf, sonraki kızlara aktarılmış olacaktır. Her ne kadar tek bir aile dalında mutasyon olması ender rastlanan bir olay olsa da, annelerin kız çocuk sayısıyla doğru orantılı olarak mutasyon olması ihtimali de o kadar artmaktadır.Dolayısıyla bir kuşakta, bir milyon annenin her birinin, geri kalandan farklı yeni bir mutasyon geçirmiş binden fazla kızı olabilir. Bu
nedenle 10.000 yıldan önce ortak bir anne ataya sahip olmadıkça,etrafımızdaki
herkesten farklı olan bir kodumuz vardır.

Bir ağacı oluşturmak için mutasyonlardan faydalanmak

Neredeyse 200.000 yıl süren bir dönem boyunca, bir sürü küçük rasgele mutasyon, bütün dünyadaki Havva kızlarına geçmiş olan farklı insan mtDNA moleküllerinde toplanmıştır. Her birimiz için, bu, kendi kişisel Havva kaydımızda 7 ila 15 mutasyon bulunduğu anlamına gelir. Mutasyonlar böylece, kendi
maternel prehistoryamız hakkındaki bilgiyi toplayan birer dosyadırlar. DNA’nın ana görevi kendini her yeni kuşağa kopyalamaktır. Bu mutasyonları mtDNA’nın genetik bir soyağacını oluşturmak için kullanabiliriz, çünkü müstakbel annenin
yumurtasındaki her yeni mtDNA mutasyonu dişil soy boyunca sürekli olarak bütün haleflerine taşınacaktır. Böylece her dişil soy, hem yeni mutasyonlar hem de eski mutasyonlarla tanımlanmıştır. Sonuç olarak, dünyadaki bütün yaşayan kadınların değişik mutasyon kombinasyonlarını bildiğimizde, ilk annemize kadar uzanan bir aile ağacını doğal olarak oluşturabiliriz.

Her ne kadar, bir zarfın arkasında sadece birkaç mutasyonla yakın tarihli bir mtDNA ağacı çizmek kolay olsa da, binlerce mutasyon geçiren bütün insan ırkı söz konusu olduğunda sorun daha karmaşık bir hal alıyor. Dolayısıyla yeniden
ağacı oluşturmak için bilgisayarlar kullanılmaktadır. Biyologlar soy çizgisini, bugün yaşayan insan örneklerinin DNA kodlarına bakarak ve kuşaktan kuşağa aktarılırken bu kodun uğradığı değişiklikleri bir araya toplayarak, uzaktaki ortak bir ataya kadar uzatabilmektedirler. MtDNA’yı sadece anneden aldığımıza
göre, bu soy çizgisi insan türlerindeki dişil jenealojinin (soybilim) bir resmidir. Sadece ağacı yeniden çizebilmekle kalmıyoruz, örnek alınan insanların nereden geldiklerine bakarak, bazı mutasyonların nerede gerçekleştiğini bulabiliyoruz
- Örneğin Avrupa veya Asya veya Afrika. Üstelik değişiklikler (her ne kadar rasgele olsa da) statik olarak tutarlı bir oranda meydana geldiğinden,
bunların oldukları zamanı az çok tahmin edebiliriz. Böylece 90’ların sonu ve yeni yüzyılda bizim için, geçmişteki antropologların ancak hayal edebildikleri bir şeyi yapmak mümkün olmuştur: Artık modern insanların yerküremizdeki göçünün izlerini sürebiliyoruz. Elde edilen sonuca göre, mtDNA’mızda en eski değişiklikler Afrika’da 150-190.000 yıl önce gerçekleşmiştir. Sonra yeni mutasyonlar Asya’da yaklaşık 60-80.000 yıl önce görülmeye başlanmıştır. Bu bize modern
insanların Afrika’da geliştiklerini ve bazılarımızın 80.000 yıl öncesinde Afrika’dan Asya’ya göç ettiğini gösteriyor.

Bunun farkına varmak önemlidir, çünkü bireysel mutasyonların rasgele luşundan dolayı, tarihler ancak yaklaşık olarak bulunmaktadır. İnsanların göçlerini tarihlendirmenin, başarı oranı değişen bir şekilde denenmiş çeşitli matematiksel
yolları vardır; ama sadece 1996’da uygulanan bir yöntem zaman testini kazanmıştır. Bu yöntem, genlerin her dalını bu dalın dişil tiplerindeki yeni mutasyon sayısının ortalamasını alarak tarihlendirmektedir.


DNA ağacındaki moleküllerin tarihinin izini sürme konusunda “Phylogeography” adlı bu yeni yaklaşımı, on yıllar boyunca kullanılan ve klasik toplum genetiği (population genetics) olarak bilinen insan toplumlarının tarihinin matematiksel
incelemesinden ayırt etmek önemlidir. Bu iki bilim dalı aynı Mendel biyolojik ilkeleri üzerine kuruludur, ama oldukça farklı amaç ve tahminleri vardır ve bu fark, birçok yanlış anlamanın ve tartışmanın kaynağıdır. Bunu açıklamanın en kolay yolu şudur: Phylogeography bireysel DNA moleküllerinin prehistoryasını inceler, toplum genetiği ise toplumların prehistoryasını. Başka bir yolla ifade
edilirse, her insan toplumu herhangi bir özel DNA molekülünün birçok versiyonunu içerir, bunların her birinin kendi tarihi ve farklı bir kökeni vardır. Her ne kadar insan prehistoryasına bu iki yaklaşım tamamen aynı şeyi temsil edemese de, onların ortak amacı insanların göçlerinin izini sürmektir. Taşıdığımız bireysel moleküllerin izini sürmek, bir bütün halinde grupların izini sürmeye çalışmaktan çok daha kolaydır.

Genlerimizin yarısını annemizden yarısını da babamızdan aldığımız tamamıyla doğru değildir. DNA’mızın küçücük bir kısmı, sadece anne tarafından iner. Buna
mitokondriyal DNA denir. Çünkü bu, mitokondriya adı verilen küçük tüp şeklindeki paketlerin içinde tek bir dairesel şerit halinde bulunur. Bunlar hücre sitoplazmasında pil işlevi görürler. Bazı moleküler biyologlar, ölçülemeyecek kadar uzun süre önce, mitokondriyonların kendi DNA’larını içeren yaşayan
organizmalar olduklarını ve enerji üretmenin sırrına sahip olduklarını söylüyor. Bunlar tekhücre çekirdekli organizmaları istila ettiler ve o zamandan beri orada kaldılar ve maya gibi ortadan ikiye bölündüler. Erkekler, her ne kadar annelerinin mitokondriyal DNA’larını alıp kullansalar da, bunları çocuklarına
geçiremezler. Spermin vajinadan yumurtaya uzun yolculuğunu gerçekleştiren
kendi mitokondriyası vardır, ama yumurtaya girişte, eril mitokondriya bozulur ve ölür. Bu bir erkeğin silahlarını kapıda bırakmak zorunda kalması gibidir.

Dolayısıyla her birimiz annemizden kendi mtDNA’mızı alırız, o da kendi tDNA’sını annesinden almıştır ve kuşaklar boyunca böyle sürüp gitmiştir, bu nedenle
mtDNA’nın popüler ismi “Havva geni”dir. Nihayetinde, bugün yaşayan herkes kendi mitokondriyal DNA’sını yaklaşık 200.000 yıl önce tek bir büyük büyük büyük büyük ... büyükanneden almıştır. Bu mtDNA, DNA mirasının devamlı yer
değiştiren kumları arasında ender bir sabit nokta gibidir. Bununla birlikte,
şayet bugün dünyada bulunan Havva kromozomları, orijinal Havva mtDNA’sının eksiksiz kopyasıysa,o zaman hepsinin açıkça birbirinin aynı olması gerekirdi. Bu bir mucize olurdu, ama bu, ayrıca mtDNA’nın bize prehistoryamız hakkında yeterli bilgi veremeyeceği anlamına gelirdi. Bütün kadınların tek bir ortak
Havva’ya dayanıyor olabileceği fikri heyecan uyandırıcı, ama kızlarının
değişik hayatlarını takip etmemiz için bize ayrıntılı bilgi vermiyor. Bize çeşitliliği olan bir şeyler lazım.

DNA noktası değişiklikleri burada devreye giriyor. MtDNA annemizden bize geçerken, ntDNA kodunun bir veya daha fazla “harfinde” bir değişiklik veya mutasyon olmaktadır. Her bin kuşakta bir değişiklik. Nokta mutasyonu (point
mutation) adı verilen yeni harf, sonraki kızlara aktarılmış olacaktır. Her ne kadar tek bir aile dalında mutasyon olması ender rastlanan bir olay olsa da, annelerin kız çocuk sayısıyla doğru orantılı olarak mutasyon olması ihtimali de o kadar artmaktadır.Dolayısıyla bir kuşakta, bir milyon annenin her birinin, geri kalandan farklı yeni bir mutasyon geçirmiş binden fazla kızı olabilir. Bu
nedenle 10.000 yıldan önce ortak bir anne ataya sahip olmadıkça,etrafımızdaki
herkesten farklı olan bir kodumuz vardır.

Bir ağacı oluşturmak için mutasyonlardan faydalanmak

Neredeyse 200.000 yıl süren bir dönem boyunca, bir sürü küçük rasgele mutasyon, bütün dünyadaki Havva kızlarına geçmiş olan farklı insan mtDNA moleküllerinde toplanmıştır. Her birimiz için, bu, kendi kişisel Havva kaydımızda 7 ila 15 mutasyon bulunduğu anlamına gelir. Mutasyonlar böylece, kendi
maternel prehistoryamız hakkındaki bilgiyi toplayan birer dosyadırlar. DNA’nın ana görevi kendini her yeni kuşağa kopyalamaktır. Bu mutasyonları mtDNA’nın genetik bir soyağacını oluşturmak için kullanabiliriz, çünkü müstakbel annenin
yumurtasındaki her yeni mtDNA mutasyonu dişil soy boyunca sürekli olarak bütün haleflerine taşınacaktır. Böylece her dişil soy, hem yeni mutasyonlar hem de eski mutasyonlarla tanımlanmıştır. Sonuç olarak, dünyadaki bütün yaşayan kadınların değişik mutasyon kombinasyonlarını bildiğimizde, ilk annemize kadar uzanan bir aile ağacını doğal olarak oluşturabiliriz.

Her ne kadar, bir zarfın arkasında sadece birkaç mutasyonla yakın tarihli bir mtDNA ağacı çizmek kolay olsa da, binlerce mutasyon geçiren bütün insan ırkı söz konusu olduğunda sorun daha karmaşık bir hal alıyor. Dolayısıyla yeniden
ağacı oluşturmak için bilgisayarlar kullanılmaktadır. Biyologlar soy çizgisini, bugün yaşayan insan örneklerinin DNA kodlarına bakarak ve kuşaktan kuşağa aktarılırken bu kodun uğradığı değişiklikleri bir araya toplayarak, uzaktaki ortak bir ataya kadar uzatabilmektedirler. MtDNA’yı sadece anneden aldığımıza
göre, bu soy çizgisi insan türlerindeki dişil jenealojinin (soybilim) bir resmidir. Sadece ağacı yeniden çizebilmekle kalmıyoruz, örnek alınan insanların nereden geldiklerine bakarak, bazı mutasyonların nerede gerçekleştiğini bulabiliyoruz
- Örneğin Avrupa veya Asya veya Afrika. Üstelik değişiklikler (her ne kadar rasgele olsa da) statik olarak tutarlı bir oranda meydana geldiğinden,
bunların oldukları zamanı az çok tahmin edebiliriz. Böylece 90’ların sonu ve yeni yüzyılda bizim için, geçmişteki antropologların ancak hayal edebildikleri bir şeyi yapmak mümkün olmuştur: Artık modern insanların yerküremizdeki göçünün izlerini sürebiliyoruz. Elde edilen sonuca göre, mtDNA’mızda en eski değişiklikler Afrika’da 150-190.000 yıl önce gerçekleşmiştir. Sonra yeni mutasyonlar Asya’da yaklaşık 60-80.000 yıl önce görülmeye başlanmıştır. Bu bize modern
insanların Afrika’da geliştiklerini ve bazılarımızın 80.000 yıl öncesinde Afrika’dan Asya’ya göç ettiğini gösteriyor.

Bunun farkına varmak önemlidir, çünkü bireysel mutasyonların rasgele luşundan dolayı, tarihler ancak yaklaşık olarak bulunmaktadır. İnsanların göçlerini tarihlendirmenin, başarı oranı değişen bir şekilde denenmiş çeşitli matematiksel
yolları vardır; ama sadece 1996’da uygulanan bir yöntem zaman testini kazanmıştır. Bu yöntem, genlerin her dalını bu dalın dişil tiplerindeki yeni mutasyon sayısının ortalamasını alarak tarihlendirmektedir.


DNA ağacındaki moleküllerin tarihinin izini sürme konusunda “Phylogeography” adlı bu yeni yaklaşımı, on yıllar boyunca kullanılan ve klasik toplum genetiği (population genetics) olarak bilinen insan toplumlarının tarihinin matematiksel
incelemesinden ayırt etmek önemlidir. Bu iki bilim dalı aynı Mendel biyolojik ilkeleri üzerine kuruludur, ama oldukça farklı amaç ve tahminleri vardır ve bu fark, birçok yanlış anlamanın ve tartışmanın kaynağıdır. Bunu açıklamanın en kolay yolu şudur: Phylogeography bireysel DNA moleküllerinin prehistoryasını inceler, toplum genetiği ise toplumların prehistoryasını. Başka bir yolla ifade
edilirse, her insan toplumu herhangi bir özel DNA molekülünün birçok versiyonunu içerir, bunların her birinin kendi tarihi ve farklı bir kökeni vardır. Her ne kadar insan prehistoryasına bu iki yaklaşım tamamen aynı şeyi temsil edemese de, onların ortak amacı insanların göçlerinin izini sürmektir. Taşıdığımız bireysel moleküllerin izini sürmek, bir bütün halinde grupların izini sürmeye çalışmaktan çok daha kolaydır.

Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var
Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz...

Nazım Hikmet

www.dilaverkom.blogcu.com
Alıntı ile Cevapla
  #5  
Alt 15-07-2008, 01:41
dilaver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
dilaver dilaver isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Sep 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 12.080

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart Y kromozomu: Adem geni

Y kromozomu: Adem geni

Hücre çekirdeğimizin dışında bulunan anne tarafından geçmiş mtDNA’ya benzer olarak, çekirdeğin içinde paketlenmiş olarak bulunan sadece erkek tarafından
geçen bir gen seti vardır. Erkekliği tanımlayan kromozom olan Y kromozomu. Küçük bir segment hariç, Y kromozomu, diğer kromozomların yaptıkları
rasgele DNA değişimlerinde hiçbir rol oynamamaktadır. Dolayısıyla tıpkı mtDNA gibi, Y kromozomunun yeniden karışmayan tarafı, kuşaktan kuşağa aktarılırken
bozulmadan kalıyor ve orijinal eril kökenimize kırılmayan bir çizgi halinde uzanıyor.

Y kromozomları mtDNA’lara nazaran daha kısa süreli olarak soyağaçlarını oluşturmada kullanılmıştır ve onların zaman derinliklerini tahmin etmekte daha fazla sorunla karşılaşılmıştır. Bu sorunlar çözüldüğünde, NRY metodu (Y kromozomunun izini sürmek), hem uzak hem de yakın geçmiş için zaman ve coğrafi çözünürlük konusunda daha etkili olabilir. Çünkü NRY, mtDNA’dan daha geniştir ve sonuç olarak daha fazla çeşitlilik potansiyeli taşımaktadır.

Zaten Y kromozomları, mtDNA haritasına paralel olarak bir genetik harita çıkarılmasına yardımcı olmuşlardır. Büyük coğrafi kollarda, mtDNA’nın anlattığı
hikâyeyi desteklemektedirler: Bütün modern insanlar için Afrika’daki ortak bir atayı işaret ederler ve Afrikalı olmayanlar için Asya’daki daha yakın bir atayı.

Buna ek olarak, erkeklerin davranışları bazı anahtar noktalardan kadınlarınkinden farklı olduğu için, Adem genlerinin anlattığı hikâyeye ilgi
çekici ayrıntılar eklenmektedir. Farklardan biri, erkeklerin çocuk sayısı konusunda kadınlara nazaran daha fazla çeşitlilik göstermesidir: Birkaç adam, geri kalan adamlara nazaran daha fazla çocuğa babalık etmektedir. Tersine kadınlar, sahip oldukları çocuk sayısında aynı düzeyde, “eşit” kalma eğilimi taşımaktadır. Bunun sonucu olarak eril kolların birçoğu dişil kollara nazaran daha hızlı yok olarak, birkaç dominant eril genetik kol bırakmıştır.

Bir başka fark genetik hareketliliktedir. Nitekim kadınlar genellikle kocalarının köyüne taşındığından, onların genlerinin daha hareketli oldukları düşünülmektedir. Paradoksal olarak, bir kültürel bölgede bu doğruyken, mtDNA’nın sadece bu kültürel bölgede hızlı karışım ve yayılımı sonucunu doğuruyor. Bölgeler arası seyahatlerde veya uzun mesafeli kıtalar arası
göçlerde, çocuklara bakma sorumluluğu kadınların hareketliliğini kısıtlamış olabilir. Akın eden yağmacı gruplar çoğunlukla erkek egemenliğindedir, bunun sonucunda da Y kromozomunun hareketliliği artmıştır.


Hücre çekirdeğimizin dışında bulunan anne tarafından geçmiş mtDNA’ya benzer olarak, çekirdeğin içinde paketlenmiş olarak bulunan sadece erkek tarafından
geçen bir gen seti vardır. Erkekliği tanımlayan kromozom olan Y kromozomu. Küçük bir segment hariç, Y kromozomu, diğer kromozomların yaptıkları
rasgele DNA değişimlerinde hiçbir rol oynamamaktadır. Dolayısıyla tıpkı mtDNA gibi, Y kromozomunun yeniden karışmayan tarafı, kuşaktan kuşağa aktarılırken
bozulmadan kalıyor ve orijinal eril kökenimize kırılmayan bir çizgi halinde uzanıyor.

Y kromozomları mtDNA’lara nazaran daha kısa süreli olarak soyağaçlarını oluşturmada kullanılmıştır ve onların zaman derinliklerini tahmin etmekte daha fazla sorunla karşılaşılmıştır. Bu sorunlar çözüldüğünde, NRY metodu (Y kromozomunun izini sürmek), hem uzak hem de yakın geçmiş için zaman ve coğrafi çözünürlük konusunda daha etkili olabilir. Çünkü NRY, mtDNA’dan daha geniştir ve sonuç olarak daha fazla çeşitlilik potansiyeli taşımaktadır.

Zaten Y kromozomları, mtDNA haritasına paralel olarak bir genetik harita çıkarılmasına yardımcı olmuşlardır. Büyük coğrafi kollarda, mtDNA’nın anlattığı
hikâyeyi desteklemektedirler: Bütün modern insanlar için Afrika’daki ortak bir atayı işaret ederler ve Afrikalı olmayanlar için Asya’daki daha yakın bir atayı.

Buna ek olarak, erkeklerin davranışları bazı anahtar noktalardan kadınlarınkinden farklı olduğu için, Adem genlerinin anlattığı hikâyeye ilgi
çekici ayrıntılar eklenmektedir. Farklardan biri, erkeklerin çocuk sayısı konusunda kadınlara nazaran daha fazla çeşitlilik göstermesidir: Birkaç adam, geri kalan adamlara nazaran daha fazla çocuğa babalık etmektedir. Tersine kadınlar, sahip oldukları çocuk sayısında aynı düzeyde, “eşit” kalma eğilimi taşımaktadır. Bunun sonucu olarak eril kolların birçoğu dişil kollara nazaran daha hızlı yok olarak, birkaç dominant eril genetik kol bırakmıştır.

Bir başka fark genetik hareketliliktedir. Nitekim kadınlar genellikle kocalarının köyüne taşındığından, onların genlerinin daha hareketli oldukları düşünülmektedir. Paradoksal olarak, bir kültürel bölgede bu doğruyken, mtDNA’nın sadece bu kültürel bölgede hızlı karışım ve yayılımı sonucunu doğuruyor. Bölgeler arası seyahatlerde veya uzun mesafeli kıtalar arası
göçlerde, çocuklara bakma sorumluluğu kadınların hareketliliğini kısıtlamış olabilir. Akın eden yağmacı gruplar çoğunlukla erkek egemenliğindedir, bunun sonucunda da Y kromozomunun hareketliliği artmıştır.

Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var
Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz...

Nazım Hikmet

www.dilaverkom.blogcu.com
Alıntı ile Cevapla
  #6  
Alt 15-07-2008, 01:42
dilaver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
dilaver dilaver isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Sep 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 12.080

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart Buzul- buzul arası döngüleri

160.000 – 135.000yıl önce
Buzul- buzul arası döngüleri

Son iki milyon yılda, buzullar 20’den fazla kez ilerledi ve çekildi. 140.000 yıl önce havalar bugün olduğundan 6 0C daha soğuktu. Buzların yayılması deniz seviyesini doğrudan etkiledi; bunun da ilk atalarımızın gittikleri yollar üzerinde etkisi oldu.

Dünyanın iklimi belki de dünyanın yörüngesindeki sapmalardan kaynaklanan bir dizi dramatik değişikliğe uğradı. Bunların en iyi bilineni Buzul Çağı’dır ki (Pleistosen) aslında bir dizi soğuk ve ılık fazlardan oluşmuş ve 2 milyon yıl önce başlamıştır. Bu soğuk fazlarda buzların nasıl hareket ettiğine dair en çarpıcı kanıt, kuzey enlemlerde bulunan V şeklindeki vadilerdir. Daha az belli ama aynı oranda önemli kanıtlar da kaya, balçık, rüzgârda uçuşan toz topraktır -buzun temizleyici etkisinden dolayı oluşan süprüntüler-,bunlar kuzey Amerika’da, kuzey Avrupa’da ve Uzakdoğu’da örneğin Çin’de bulunabilir. İklimsel değişikliğin dramatik etkileri sadece dünyanın görünüşüne değil, ama aynı zamanda deniz seviyesine, bitkilere ve hayvanlara da oldu. Örneğin Britanya, bir dönemde şimdiki Afrikalı hayvanları barındırırken, başka bir dönemde kutup hayvanlarını barındırıyordu.

Okyanus yataklarından alınan çeşitli çökeltiler incelendiğinde, iklim değişikliklerinin oldukça karmaşık olduğu ve soğuk “buzlu” dönemlerle daha ılık “buzul-arası” dönemlerin birbirini izlediği görülmüştür. Buzul-arası dönemlerin bazıları bugünkünden daha sıcaktı. Okyanus çökeltileri, iklimsel değişiklikleri kara temelli tortulardan daha etkili biçimde gösteriyor, çünkü okyanus yatağı çok fazla erozyona uğramamıştır. Her buzul döneminin, buzların ne kadar güneyde yayıldığına, bunun ne kadar uzun sürdüğüne ve oradaki arazi yapısını, bitki ve hayvanların hayatını ne kadar belirlediğine bağlı olarak farklı bir etkisi oldu. Her büyük buzul çağı kapsamında daha küçük çapta ılık ve soğuk dönemler bulunuyordu.

Her ne kadar kuzey ve güney enlemlerinde daha çarpıcı olsa da, bu iklimsel değişiklikler tropik bölgelerde de etkili oldu. Buz kütleleri ilerledikçe büyük miktarda suyu hapsedip yağmur veya kar olarak düşebilecek atmosfer nemini azalttılar. Buzul yerleştikçe sonuç olarak yağmur oranı düştü. Tropikal ve sub-tropikal enlemlerde artan kuraklık çöllerin yayılmasına neden oldu. Benzer olarak, buz eridikçe daha fazla su kullanılabilir hale geldi ve yağmur oranı yükseldi. Bu değişiklikler dramatik biçimde değişen kıyı çizgilerinde görülebilir. Buzullar büyük miktarda suyu hapsedince, ortalama su seviyesi düştü ve bugün deniz altında kalan toprak parçalarını açığa çıkardı. Buzul arası dönemlerde su seviyesi bugünkünden daha fazla yükseldi ve sahillerin bugünkü deniz seviyesinden daha yüksekte olmasına neden oldu.

Bu değişen iklimin prehistorya insanının yaşam alanına da büyük etkisi oldu. Geniş buz çarşafları derin vadileri kesti, kalın tortular halinde kaya, balçık ve rüzgârda uçuşan toz toprağı göz önüne serdi ve nehirlerin yollarını değiştirdi. Üstelik suyun ve yağmurun miktarındaki değişiklik, hayvan sürülerinin otlanma bölgelerini ve prehistorya insanının ihtiyaç duyduğu bitkilerin yetişmesi için elverişli toprak miktarını etkiledi. Coğrafyadaki değişiklikler göç yollarını da etkiledi. Örneğin Avrupa’da Fransa’dan İngiltere’ye yürümek mümkündü, Doğu Asya’da hem Japonya hem de Java anakaraya dahil olmuştu, Sibirya ile Alaska birbirine bağlıydı. Değişen iklimin ayrıca bitki ve hayvan hayatına derin etkileri olmuştu. Buzun ilerlemesiyle kutuplarda yaşayan türler güneye göç etmiş, havalar ılıklaşınca gene kuzeye çekilmişlerdi. Soğuk fazlarda Britanya’da yabani sıçanlar, rengeyikleri, mamutlar ve tüylü rinoceroslar yaşardı; ılık dönemlerdeyse filler, hipopotamlar ve aslanlar bulunabilirdi. Öte yandan, tropikal yağmur ormanları çok az değişiklik gösterdi, aynı hayvan ve bitki türleri orada yaşadı; her ne kadar bunların mesken tuttukları alanlar daralıp genişlese de.

Bütün çevre değişiklikleriyle iyi baş edebilmiş gibi görünen tek varlık, prehistorya insanıdır. Onu Afrika’nın otlaklarında, güneydoğu Asya’nın tropikal yağmur ormanlarında ve güney Avrupa’nın daha ılık bölgelerinde yaşarken görebiliriz; uygun koşullar oluştuğunda buralardan daha kuzey bölgelere de yayılmıştır. Bitki ve hayvan hayatındaki bu değişiklikler prehistorya topluluklarının beslenme düzenini de etkilemiştir, ama diğer türler taşınır veya yok olurken insanların hayatta kalabilmelerini sağlayan şey, farklı çevrelerle baş edebilmek için geliştirmiş oldukları teknolojidir. İklimsel değişiklikler insanın kendi gelişimi açısından da önemli olabilir. Buzul çağlarının daha sert koşulları yaşamını sürdürebilmek için insan zekâsını hayati önemde kılmış, daha geniş beyinleri, daha yaratıcı ve esnek davranışları, ileriyi hesaplama becerisini ve konuşma yoluyla daha iyi bir iletişimi sağlamıştır. Prehistorya topluluklarında böyle değişiklikler birçok kuşak boyunca sürmüştür ve taş aletlerin, yerleşim organizasyonunun, sığınak yapımının ve kıyafet kullanımının hepsi bu gelişimi yansıtmaktadır.

Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var
Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz...

Nazım Hikmet

www.dilaverkom.blogcu.com
Alıntı ile Cevapla
  #7  
Alt 15-07-2008, 01:43
dilaver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
dilaver dilaver isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Sep 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 12.080

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart Okyanus tortuları iklim değişikliklerinin izini taşıyor

Okyanus tortuları iklim değişikliklerinin izini taşıyor

Buzul Çağı’nın (Pleistosen) iklim değişikliğinin dokümantasyonunu çıkarmak karmaşık bir sorundur, çünkü buz kütlelerinin ilerleme ve gerilemesinin kaydı eksiktir. Bu, kısmen erozyonun ve Pleistosen sonrası dönemde kanıtların gömülmesinin ama daha dramatik olarak buzların her ilerleyişinin daha önceki buzların tortularının üzerilerinden geçerek bunları temizlemesinin sonucudur

Bilim insanları uzun süre sadece beş adet soğuk, buzul dönemin var olduğuna ve bu dönemlerin sadece buz kütlelerinin ilerleme ve gerilemelerinden ibaret olduğuna inanıyorlardı. Okyanus yataklarında derin delikler açılınca farklı bir tablo gösteren uzun tortu kütleleri görüldü. Derin deniz yüzeyinin tortuları genelde kesinti olmadan toplanıyor ve orada karada olduğundan daha yüksek bir çözünürlük derecesi gösteriyor.

Bu tortular ölmüş deniz yaratıklarının döküntülerinden oluşmaktadır; kalsiyum karbonat iskeletleri olan mikroskobik planktonlar (coccolithler) buzul çağlarının incelenmesinde özel bir öneme sahiptir. Böyle tortular eğer sığ tropikal denizlerde yeterince uzun süre bırakılırsa tebeşire dönüşebilir. Deniz sularının yüzeyinde yaşamış olan coccolithlerin bileşimi üzerine yapılan incelemeler, sıkışıp kalmış deniz tortularının radyometrik yolla tarihlenmesiyle bize belli zamanlardaki hava sıcaklığı dereceleri hakkında bilgi verebilir. Bu veriler daha sonra zaman içinde hava sıcaklığı derecelerindeki iniş çıkışların bir şemasını çıkarmakta kullanılır.

Tortuların tarihlenmesi dünyanın manyetik alanının ters dönmesine dair kanıtlarla karşılaştırılabilir. Nitekim bunlar da başarılı şekilde tarihlenmiş ve deniz tortularında belli olmuştur. Coccolithlerin ve vücutlarındaki
iki oksijen izotopunun oranının incelenmesi bize oldukça doğru bir şekilde deniz sıcaklığının değişimi hakkında bilgi veriyor; ayrıca herhangi belli bir zamanda hazır bulunan buz kütlesinin hacmi hakkında da; çünkü buz genellikle oksijen izotoplarından ağır olanını hapseder

Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var
Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz...

Nazım Hikmet

www.dilaverkom.blogcu.com
Alıntı ile Cevapla
  #8  
Alt 15-07-2008, 01:44
dilaver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
dilaver dilaver isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Sep 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 12.080

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart Herto Adamı

Herto Adamı

Etiyopya’da, Herto Köyü’nde bulunan üç kafatası, henüz ortaya çıkarılmış en yaşlı insanlar olarak tanımlandı. 160.000 yaşındaki bulgular,türümüzün ilk ortaya çıktığı zamanlara dair fosil kayıtlarındaki önemli bir boşluğu doldurmakta ve Homo sapiens’in kökeninin sadece Afrika’da olduğunu desteklemektedir. 160.000 yaşındaki bu insan, kendi alt türlerinin adıyla, Homo sapiens idaltu olarak adlandırıldı.

Kafataslarını bulan ekibin başındaki, Berkeley Kaliforniya Üniversitesi’nden
Tim White, Afrika kayıtlarının çok kabataslak ve üstünkörü olduğunu söyledi. Şunları ekledi: “100.000 yıl öncesinden kalan iyi insan fosilleri var ama, o zamandan 300.000 yıl öncesine kadar olan dönemden kalanlar ya çok parçalanmış, ya da kötü tarihlendirilmiş. Hatta bazen her ikisi de.”

Aksine, bu yeni bulunan kafataslarının yaşları, fosillerle birlikte bulunan
volkanik kaya kalıntıları sayesinde, kesin olarak saptanmaktadır. Kayalar
soğuduğunda, potasyum izotopunun bozunmasından argon gazı birikmeye
başlar. Bu gazın analiziyle kayaların yaşı hesaplanmaktadır, bu durum için, 154.000 yıl-160.000 yıl yaşında olduğu belirlenmiştir.

Fosillerin bulunması 1997’de, Tim White’ın fosilleşmiş bir hipopotam kafatasına rastlamasıyla başladı. Ekip birçok taş alet ve hayvan fosilleriyle birlikte 10 değişik insana ait kafatası parçalarını elden geçirdi. Bulunan çocuk kafatası 200’den fazla parçaya bölünmüştü ve yüzlerce metre uzağa dağılan parçaları toplayıp bir araya getirmek yaklaşık 2 yılı almıştı. Çocuk kafatası işaretlendi ve kırık parçalar temizlendi. Fosil parçalarının incelemesi, White’a göre, kafatasının ölümden sonra bir yere taşındığını ve muhtemelen bir atalara tapınma ritüelinin parçası olarak, ovularak temizlendiğini ortaya koymakta. Bu, ölen kimsenin kemiklerinin nesiller boyunca korunduğunun en eski kanıtı ve bu bakımdan kültürel gelişimin ileri bir seviyesini gösteriyor.

Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var
Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz...

Nazım Hikmet

www.dilaverkom.blogcu.com
Alıntı ile Cevapla
  #9  
Alt 15-07-2008, 01:45
dilaver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
dilaver dilaver isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Sep 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 12.080

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart Afrika’dan İlk Çıkış

135.000 – 115.000 yıl önce
Afrika’dan İlk Çıkış

İnsanların en sonunda primat akrabaları gibi Afrika’dan çıkmaları gerekti, ancak zamanlama ve rota her zaman olduğu gibi iklim devreleri tarafından belirlendi. Afrika dışına kuzeyde ve güneyde olmak üzere iki potansiyel rota vardı ve belirli bir zamanda hangisinin açık olacağını havanın durumu belirledi. Ve böylece açık olan kapı, kâşifleri gidecekleri yol konusunda yönlendirdi.
Kuzey mi yoksa doğu mu? Modern insanlar Afrika’yı ilk defa 120.000 yıl önce kuzeydeki açık bir kapıdan terk ettiler. Bu ilk adım facia ile sonuçlandı. İkinci mükemmel girişimleri onları atalarının da çok aşındırdığı Asya yolu boyunca güneye ve doğuya yönelmeleri konusunda teşvik etti. Avrupa 50.000 yıl öncesine kadar ihmal edildi ve oraya hiç uğranmadı.

Sahra Çölü’ne özgü emsalsiz büyük ova ve ormanları ile Afrika, iki çevresel kapısı ve geçitleri ile dünyanın geri kalanından ayrıldı. Son iki milyon yıldır bu geçitler açık ve kapalı olan birçok giriş ile çiftlik hayvanlarının dev ağılları gibi işlev görmüşlerdir. Bir kapı takımı açık olduğunda diğeri genellikle kapalı
olmuştur. Bir kapı Sahra’dan doğu Akdeniz ülkeleri ve Avrupa’ya uzanan kuzey yoluna çıkarken, diğeri Kızıl Deniz ağzı boyunca doğuya, Yemen, Umman ve Hindistan’a açılmıştır. Hangi kapının açık olduğu, buzul döngüye bağlıydı ve bu durum insanların ve diğer memelilerin Afrika’dan çıkıp kuzey boyunca Avrupa’ya mı, yoksa doğu boyunca Asya’ya mı göç edeceğini belirledi.

Bugün Afrika, Avrasya kıtasına fiziksel olarak bu geçitlerden sadece biri ile bağlıdır o da kuzey deki Sina Yarımadası’dır. Normalde Sahra ve Sina boyunca dünyanın geri kalan kısmına açılan ve potansiyel rota olan acımasız kurak çöl, sadece dünya yörüngesindeki değişimler ve kutup ekseninin eğimi bir ısınma dönemi yarattığı zamanlarda aynı bilimkurgu literatüründeki yıldız kapıları gibi açılır. Jeolojik zamanda bu kısa süreli olay her 100.000 yılda sadece bir kere güneş ısısının kutupsal erimeye neden oluşunu sıcak ve nemli küresel iklimin takip etmesi ile meydana gelir. Kısa jeolojik bahar döneminde Sahra’da, Sina’da ve Avustralya çöllerinde göller, yeşillikler ve çiçekler meydana çıkar. Ancak bu sıcak ara dönem çok kısa olduğundan kuzey Afrika mevsim kapısı göçmenler için ölümcül bir tuzak olabilir.

Gezegenimizin yüzeyinin cennet kapılarını açan kısa ve belirgin ısınışı yerbilimciler tarafından “buzul arası optimum” olarak bilinir. Bu kısa ve bereketli süreler normal olarak soğuk ve Kuru Buzul Pleistosen koşullarına ters düşmektedir. Biz modern insanların yeryüzündeki zamanımız boyunca bu anlık cennet belirtisini sadece iki kez görme şansı olmuştur. En yeni buzul arası optimum sadece 8.000 önce idi ve onun sonbahara özgü kızıllığının etkilerini hâlâ yaşıyor olmaktan dolayı şanslı sayılırız. Belki yaklaşık 2.000 yıl içerisinde Sahra çayır haline gelebilir ve güneye özgü koşullar kuzey Afrika ve doğu Akdeniz ülkeleri boyunca yayılır. İronik olarak, günümüzün küresel ısınması aslında yerküre üzerindeki zamanımızın çoğunu karakterize etmiş olan soğuk, kuru ve daha az sabit olan koşullara kaçınılmaz dönüşümüzü geçici olarak atlatmamıza yardım etmektedir.

Kendimize gerçeği göstermemiz için arkeoloji ve iklim değişimine dair bir dolu bilimsel bulguya ihtiyacımız yoktur. Bugün Sahra alanı içinde kalan Nijer’de bulunan 8.000 yıllık kalıntılarda, nesli tükenmiş olan bufaloların, fillerin, gergedanların, hipopotamların, zürafaların ve antilopların kaya çizimleri bulunmuştur. Bu renkli tarihsel geçmiş aralıklı olarak yakın zamanlara kadar
devam etmiştir. Sonraki çizimler bu dönemin yaklaşık 5.000 yıl önce ortadan kalktığını, yerini develerin devraldığını göstermektedir.

Önceki buzul arası, bilim insanları tarafından “Eemian” ya da “Ipswichian”
olarak biliniyor olup 125.000 yıl önce, yani insan familyasının doğumundan hemen sonraki dönemdir. İlk modern insanların Afrika’daki Sahra Çölü’nün güneyinden kuzey Afrika’ya ve doğu Akdeniz ülkelerine çok erken bir devirde göç ettiklerini biliyoruz, buralarda kemikleri bulundu. Aslında, modern insanın Afrika dışındaki en erken belirtilerine -90.000 ila 120.000 yıl önce-doğu Akdeniz ülkelerinde rastlanmıştır.Temel soru bu insanların orada kalıcı etki yapıp yapmadığıdır. Genetik kayıtlardan elde edilen bilgi bu etkinin olmadığı yönündedir.

Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var
Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz...

Nazım Hikmet

www.dilaverkom.blogcu.com
Alıntı ile Cevapla
  #10  
Alt 15-07-2008, 01:46
dilaver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
dilaver dilaver isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Sep 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 12.080

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart Yeniden oluşturulmuş Havva

Yeniden oluşturulmuş Havva

Afrika dışındaki Havva’nın tasvirleri doğu Akdeniz ülkelerinden kalan en iyi saklanmış kafataslarından biri ile yeniden oluşturulmuş olup; özellikleri o dönem için çok karakteristik olan güçlü yapıyı, göreceli dar bir kafatasını ve uzunlamasına bir suratı yansıtmaktadır. Bu özellikleri, komşularından -Neanderthal- farklılık göstermektedir.

İlk modern insanların doğu Akdeniz ülkeleri, komşu Avrupa bölgeleri ve batı Asya yerleşkelerine adapte olmada başarısız oldukları hipotezi ilgimizi Orta Yontmataş Çağı ile Yeni Yontmataş Çağı arasındaki farklılıklara çekmektedir. Afrika dışına doğru yönelmeyi etkin olarak engelleyen doğu Akdeniz ülkelerindeki yerleşik Neanderthal toplulukların varlığı, kuzeydoğu Afrika “sınırı” boyunca modern insanların Yeni Yontmataş Çağı’na uyumlarının gelişmesinin önündeki temel engel olmuş olabilir.

Neanderthal insanı ve Avrupa’ya modern insanın yerleşmesi

Avrupa ve batı Asya’daki Neanderthal topluluklarının kaderi gizemle örtülüdür ancak örtü yavaş yavaş aralanmaktadır. Kuzeydoğu Avrasya’nın buzul iklimlerine en az 200.000 yıl süren adaptasyon sonrası yaklaşık 30.000 - 40.000 yıl arası öncesi aniden ortadan kalkmışlar, yerlerini modern insanlar doldurmuştur.

Son on yılda genetik biliminin ortaya çıkışı soruna ışık tutmuştur. Neanderthal’lerin mevcut iskelet bulgularından elde edilen mitokondriyal DNA dizilişleri bugün bilinen tüm topluluklarınkinden büyük ölçüde farklı olup yerel Neanderthal’ler ile Avrupa’daki davetsiz modern topluluklar arasında çok az üreme olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Modern insanın primat atalarından tam olarak nasıl ve ne zaman ayrıldığı sorusu evrimsel biyolojinin de en fazla üzerinde tartıştığı sorulardan biridir. Parça halinde fosiller ve düzensiz genetik veriler, temel anlayışı sergiler ancak kilit bir soruya cevap bulamaz: Modern ve antik insan türleri direkt temasa geçmişler midir? Karşılaşmış olmasalar da antik insan akrabalarımız istenmeyen bir yan etki getirmişlerdir: saç bitleri!

Parazitler temel verilerden bağımsız olarak evrimsel tarihi açıklamada emsalsiz işaretlerdir. Burada, kökeni modern insandan önceye dayanan modern insan saç bitinin, Pediculus humanus, iki antik soya dayandığını (1,18 milyon yıl) göstermeye çalışacağız. İki soydan birinin dünya çapında dağılımı vardır. Filogenetik ve popülasyon genetik verilerine göre sadece yeni dünyada bulunan diğer soy, son 1,18 milyon yıldır dünya çapında olan soydan izoledir. Bu iki bit arasındaki antik farklılık erken insan türleri ile eşzamanlı olup analizler iki bit soyunun nesli tükenmiş insan türleri ile birlikte farklılaşmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu bitler 1,18 milyon yıl önce evleri ile birlikte farklılık göstermişlerse, modern insan üzerinde antik insan türünden modern insan türüne ev geçişinin açıklanması gereklidir. Bu tarz bir ev geçişi, modern ve antik insan formları arasında fiziksel irtibat gerektirir.

Ancak üremenin tüm genetik izleri sonradan Avrupa gen havuzundan silinmiştir. mtDNA’ya göre Neanderthal’lerin popülasyonlardan -genetik olarak modern popülasyonlara hız vermiş olan- ilk evrimsel ayrımı en az 300.000 yıl öncesine dayanır. Bu Afrika’daki ve Avrupa’daki fosiller ile kanıtlanmaktadır.

Genetik gibi tanımlama için kullanılan diğer bir önemli araç da, Avrupa boyunca yayılımı başlayan modern toplulukların kültürel ve teknolojik düzeyinin çalışılmasıdır. Günümüzden 40 ila 35.000 yıl öncesi arasına denk gelen bu zamana ‘Aurignacian’ ya da Yeni Yontmataş Devri denmektedir. Karışık ve dikkatlice şekillenmiş kemiğin, boynuz ve fildişi araçlarının, uzak yollar görmüş denizkabuklarının, kişisel takıların ve hem soyut hem figürsel taş sanatının açığa çıkardığı modern kültürel davranışın çiçeklenmesinin müjdecisi olmuştur. Bu Aurignacian görüntü, bariz olarak bölgenin orta yontma Taş Devri Neanderthal topluluklarında yoktu. Bu, onların, modern insan popülasyonları ile ilişki kurmasının önündeki önemli bir arkeolojik engeldir.

Ancak, Aurignacian teknolojisi kullanan modern insanların iskeletlerinin ayırt edici örneklerini tanımlayabilir miyiz? Evet: Romanya’daki Pestera cu Oase Mağarası (35.000 yıl öncesi), Lübnan’da Ksar Akil (40.000 yıl öncesi), Devon’da Kent İni (31.000 yıl öncesi), batı Fransa’da Les Rois (32.000 yıl öncesi) ve Çek Cumhuriyeti’nde Mladec (35.000 yıl öncesi). Dolayısıyla anatomik olarak tamamen modern topluluklar Aurignatian Dönem’de Avrupa’da ve Yakındoğu’da yaklaşık 30.000 yıl önce mevcuttu. Genetik çalışmalar, Avrupa boyunca günümüzden 50.000 yıl öncesine kadar modern insan (Afrika kaynaklı) dağılımını göstermektedir.

Arkeolojik araştırmalar, modern toplulukların Avrupa’ya yayılımının iki değişik rota izlediğini gösterir.

1) “Aurignac”: Batı, orta ve güneydoğu Avrupa ve yakındoğuda. Kazıyıcı, kılıç, boynuz mızrağı. ‘Klasik’ Aurignacian olarak bilinir. Ana alanlar: Bulgaristan-Bacho Kiro ve Temnata/Lübnan-Ksar Akil

2) “Akdeniz”: Avrupa’nın Akdeniz kıyısı boyunca kuzeydoğu İtalya’dan kuzey İspanya’nın Atlantik kıyısına.Proto Aurignacian olarak bilinir. Değişik teknoloji şekilleri: Mızraklar ve oklar için dikkatlice şekillendirilmiş küçük bıçaklar. Her iki rota da en erken tarımsal Neolitik toplumların habercisi olmuştur.

Peki ya etkileşim?

Olgular, modern insanın genişleyen nüfusu ile Avrupa boyunca yerli Neanderthal toplulukları ile kaçınılmaz biçimde sayısız iletişim ve etkileşimini göstermektedir. Son Neanderthal topluluklar arasında Aurignacian teknolojinin sayısız modern özellikleri görünmektedir. Etnik iletişimin varlığı, iki popülasyonun kültürel ve bilişsel kapasitelerinden bağımsız olarak bu davranışsal etkileşimi ve teknolojik transferi onaylamaktadır. Peki bu Neanderthal’lerin aynı beyin kapasitesine sahip oldukları anlamına mı geliyor? Bu hâlâ tartışmaya açıktır ve daha fazla araştırma gerektirmektedir.
Etkileşime rağmen, kuvvetle muhtemel senaryo bu iki popülasyon arasında yerleşim alanı ve kaynaklar için bir yarışma olduğudur. Yeni teknolojiyi kullanışımız ve örgütsel yeteneklerimiz -karışık dilbilimsel ve sembolik iletişim sayesinde- özellikle iklim ani dalgalanmalar yaşıyor iken avantajlı olmuştur.

Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var
Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz...

Nazım Hikmet

www.dilaverkom.blogcu.com
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Başlık Düzenleme Araçları
Stil

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 09:31 .