Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Genel Forumlar > Politika

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #21  
Alt 01-10-2022, 15:06
Khaos Khaos isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 12 Jun 2009
Mesajlar: 5.552
Standart

https://marksist.net/elif-cagli/marx...lini-okumak-12

Marx'ın Kapital'ini Okumak /12

Elif Çağlı
30 Kasım 2019


4. Manifaktür İçinde İşbölümü ve Toplum İçinde İşbölümü
Marx, manüfaktürdeki işbölümü ile, her türlü meta üretiminin temelini oluşturan toplumsal işbölümü arasındaki ilişkiye kısaca değineceğini belirtir. Yalnızca işin kendisi göz önünde tutulduğunda, toplumsal üretimin tarım, sanayi vb. gibi büyük türlere ayrılmasını genel işbölümü diye adlandırır. Tarım, sanayi gibi üretim türlerinin tiplere ve alt-tiplere ayrılmasını özel işbölümü diye niteler. Bir atölyenin içinde meydana gelen işbölümünü ise tekil işbölümü diye isimlendirir. Toplum içindeki işbölümünü ve buna uygun olarak bireylerin belli özel meslek alanlarına bağlanmalarını anlamak için tarihe bakmak gerekir.

"Bir aile içinde ve daha sonraki bir gelişme aşamasında bir klan içinde, cins ve yaş farklılıklarına, yani sırf fizyolojik bir temele dayanan doğal bir iş bölümü meydana gelir; bu iş bölümü, topluluğun genişlemesi, nüfusun artması ve özellikle farklı klanlar arasındaki çatışmaların artması ve bir klanın bir diğeri tarafından boyunduruk altına alınması olaylarının çoğalması ile birlikte alanını genişletir." Öte yandan "ürün mübadelesi, farklı ailelerin, klanların ve toplulukların birbirleriyle karşılaştıkları noktalarda kendini gösterir; çünkü uygarlığın başlangıç döneminde birbirlerinin karşısına bağımsız olarak çıkanlar, özel kişiler değil, aileler, klanlar vb.'dir. Farklı topluluklar kendi doğal çevrelerinde farklı üretim araçları ve farklı geçim araçları bulur. Bu nedenle bunların üretim biçimleri, yaşayış biçimleri ve ürünleri farklı olur. Toplulukların birbirleriyle karşılaştıkları temas noktalarında ürünlerini karşılıklı olarak değiştirmelerine ve dolayısıyla da bu ürünlerin yavaş yavaş metaya dönüşmesine yol açan, işte bu doğal farklılıktır. Üretim alanları arasındaki farklılıkları yaratan mübadele değildir; zaten farklılaşmış bulunan alanlar arasında mübadele ile ilişki kurulur ve böylece bunlar toplumsal toplam üretimin az çok birbirine bağlı dalları haline gelirler."

İşte toplumsal işbölümü, ortaya çıkışları farklılıklara bağlı olan ve birbirinden bağımsız üretim alanları arasındaki ürün mübadelesi ile doğar. "Kent ile kırın ayrılması, her tür gelişkin ve meta mübadelesinin aracılık ettiği iş bölümünün temelidir. Toplumun bütün iktisadi tarihinin, bu karşıtlığın hareketinde özetlendiği söylenebilir." Nüfusun büyüklüğü ve yoğunluğu, toplumun içindeki işbölümünün maddi koşulunu oluşturur. Fakat unutulmamalı ki, nüfus yoğunluğu neticede oldukça göreli bir şeydir. Örneğin bir diğerine göre daha az nüfusa sahip bir ülke şayet daha gelişmiş ulaşım araçlarına sahipse, nüfusu fazla olan ülkeye oranla daha yoğun bir nüfusa sahip olur.

Meta üretimi ve meta dolaşımı kapitalist üretim tarzının genel koşuludur. Manifaktür biçimindeki işbölümü, işbölümünün toplum içinde önceden belli bir gelişme derecesine kadar olgunlaşmış bulunmasını gerektirir. Diğer taraftan, manifaktür tipi işbölümü de devraldığı toplumsal işbölümünü geliştirir ve karmaşıklaştırır. Emek araçlarının farklılaşması ile birlikte, bu araçları üreten iş kolları da gittikçe artan ölçüde farklılaşır. Örneğin mekik yapımı Hollanda'da daha 17. yüzyılda özel bir sanayi dalı meydana getirmiştir.

Manifaktür döneminin genel varoluş koşulları arasında yer alan iki önemli unsur vardır. Bunlar, dünya piyasasının büyümesi ve sömürgecilik sistemidir. Bu iki unsur toplum içindeki işbölümüne bol miktarda malzeme sağlamıştır. Önemli bir hususu gözden kaçırmamak gerekir. Toplum içindeki işbölümü ile bir atölye içindeki işbölümü arasında bağlantılar vardır; fakat bunlar birbirlerinden sadece derece bakımından değil temelden farklı şeylerdir. Manifaktürde çok sayıda parça-iş tek bir mekânda topluca görülür. Oysa toplumda çeşitli işler geniş bir alana dağılmıştır. Buna rağmen, toplumsal işbölümünde farklı şeyler üreten üreticilerin bağımsız emekleri arasında bir bağlantı vardır ve bağlantıyı kuran şey, her birinin ürününün bir meta olmasıdır. Manifaktürdeki işbölümünün karakteristik özelliği ise, parça-işçinin meta üretmiyor olmasıdır. "Meta haline gelen şey, ancak, parça-işçilerin ortak ürünüdür."

Toplumdaki işbölümü tarım, sanayi gibi farklı iş kollarının ürünlerinin alınıp satılmalarıyla meydana gelir. Manifaktürdeki parça-işler arasındaki bağlantı ise, farklı emek güçlerinin birleşik emek gücü olarak ürettiği tamamlanmış ürünün kapitaliste satılmasıyla kurulur. Manifaktürdeki işbölümü, üretim araçlarının bir kapitalistin elinde toplanması anlamını taşır; toplumsal işbölümü ise üretim araçlarının birbirinden bağımsız birçok meta üreticisi arasında dağılmış olması demektir. Manifaktürdeki işbölümü, kapitalistin, sahibi bulunduğu toplam bir mekanizmanın parçalarından başka bir şey olmayan parça-işçiler üzerinde kayıtsız ve koşulsuz bir otorite kurmuş olmasını gerektirir. Toplumsal işbölümü ise, hayvanlar âleminde "herkesin herkese karşı savaşının" az çok bütün türlerin varoluş koşullarını içermesine benzer şekilde, rekabetten ve karşılıklı çıkarların yarattığı zorunluluktan başka hiçbir otorite tanımayan bağımsız meta üreticilerini birbirlerinin karşısına çıkarır.

Marx Felsefenin Sefaleti'nde, manifaktür işbölümüyle toplumsal işbölümü arasındaki ilişki hakkında genel bir kural olarak şu söylenebilir der: "İşbölümünün toplumdaki otoritesi ne kadar zayıf olursa, atölyenin içindeki işbölümü o kadar gelişir ve bu işbölümü tek bir bireyin otoritesine o kadar tabi olur. Buna göre, atölyedeki otorite ile toplumdaki otorite arasında, işbölümü bakımından, ters orantılı bir ilişki vardır." Burjuva kafası, manifaktür tipi işbölümünü, işçinin ömrü boyunca tek bir parça-işe bağlanmasını ve parça-işçinin kayıtsız koşulsuz sermayenin hükmü altına alınmasını, emek üretkenliğini yükselten bir iş örgütlenmesi olarak göklere çıkartmıştır. Aynı burjuva kafası, bundan dolayı, toplumsal üretim süreciyle ilgili her toplumsal kontrol ve düzenleme çabasını, dokunulmaz mülkiyet hakkına, özgürlüğe ve bireysel kapitalistin kerameti kendinden menkul "dehası"na bir müdahale diye yerin dibine batırır.

Marx'ın tarihten verdiği bir örnek, eski Hint toplumunda işbölümüne bağlı yapıyı anlamak bakımından çok önemlidir: "Bazıları bugüne kadar ulaşan çok eski ve küçük Hint toplulukları toprağın ortak mülkiyetine, tarım ile zanaatçılığının dolaysız bağına ve yeni bir topluluk kurulurken hazır bir plan ve çerçeve hizmetini gören katılaşmış bir iş bölümüne dayanır. Bu topluluklar, üretim alanları 100 ile birkaç 1000 acre arasında değişen, kendine yeterli üretim bütünleri oluşturur. Ürünlerin büyük kısmı meta olarak değil, topluluğun kendi ihtiyaçları için üretilir ve bundan dolayı Hint toplumunun bütününde, üretimin kendisi, meta mübadelesinin meydana getirdiği iş bölümünden bağımsızdır. Yalnızca ürün fazlası metaya dönüşür; bu da, kısmen, bilinmeyecek kadar eski zamanlardan beri ürünün belirli bir miktarının aynî rant olarak aktarıldığı devletin elinde gerçekleşir. Hindistan'ın farklı kesimlerinde farklı topluluk biçimleri görülür. Bunların en basitinde, topluluk, toprağı birlikte işler ve elde edilen ürün topluluğun üyeleri arasında bölüşülür; aynı zamanda her aile tamamlayıcı bir ev içi üretim faaliyeti olarak iplik eğirme, kumaş dokuma vb. işleri yapar."

"Aynı biçimde çalışan ve aynı işleri yapan bu kitlenin yanı sıra yargıçlık, polislik ve vergi toplayıcılığı görev ve yetkilerini kendisinde toplayan bir "önder kişi"; tarım faaliyeti ile ilgili hesapları tutan ve gerekli her türlü işlem ve kayıtlarla uğraşan bir muhasebeci; yasaya karşı gelenleri izleyip cezalandırılmalarını sağlayan, dışarıdan gelenleri koruyan ve diğer köye kadar onlara eşlik eden bir üçüncü memur; topluluğun sınırlarını komşu topluluklardan koruyan bir sınır bekçisi; suyu, topluluğa ait su depolarından tarlalara dağıtan bir su denetim memuru; din işlerini yöneten bir Brahman; topluluğun çocuklarına kum üzerinde okuyup yazma öğreten bir öğretmen; astrolog olarak ekim, hasat zamanlarını ve tüm diğer tarımsal faaliyetler için iyi ve kötü olan saatleri bildiren takvimci Brahman; her türlü tarım araçlarını yapan ve tamir eden bir demirci ve bir marangoz; köyün ihtiyacı olan her türlü kap kacağı yapan bir çömlekçi; bir berber, elbise ve çamaşırları yıkayan bir çamaşırcı; gümüş işleyen bir kuyumcu; bazı yerlerde de, bazı topluluklarda kuyumcunun, diğer bazı topluluklarda öğretmenin yerine geçen bir şair görülür. Bu bir düzine insana topluluğun bütünü bakar. Nüfus artarsa, ekilmeyen topraklar üzerinde, eski örneğe göre yeni bir topluluk kurulur. Topluluk, faaliyetlerini planlı bir işbölümü içinde yürütür; fakat bunun manifaktür biçiminde bir işbölümü olması imkânsızdır; çünkü demirci, marangoz vb.'nin pazarı aynı kalır ya da en fazla, köylerin büyüklük farkına göre değişmek üzere, bir demirci, bir çömlekçi vb. yerine iki veya üç demirci, çömlekçi vb. olur."

Marx, bu örnekte topluluktaki işbölümünü düzenleyen yasanın, bir doğa yasasının karşı konulmaz otoritesine sahip olduğunu vurgular. Hindistan'da Java'nın tarihini inceleyen bir tarihçiden aktardığı üzere, ülkenin yerlileri, hatırlanmayacak kadar eski zamanlardan beri bu basit biçim altında yaşamışlardır. Köy alanının sınırları ancak ender olarak değişmiştir; köyler, savaşlar, kıtlıklar ve salgın hastalıklar yüzünden zaman zaman perişan olmuş ve hatta baştan sona yakılıp yıkılmış olmakla beraber, aynı isim altında, aynı sınırlar içinde, aynı çıkarlara sahip olarak ve hatta aynı ailelerle kuşaklar boyu var olmaya devam etmiştir. Bu toplumsal yapıda, krallıkların parçalanıp bölünmeleri ahaliyi hiç ilgilendirmez. Köye dokunulmadığı sürece, köyün hangi iktidara bırakıldığı veya hangi hükümdarın eline geçtiği, köy halkının hiç umurunda değildir. Böylece, köyün iç iktisadi yapısı olduğu gibi, hiç değişmeden devam eder.

Marx verdiği tarihsel örnekten sonra, Asyatik yapılarla ilgili son derece önemli bir saptama yapar: "Kendilerini devamlı olarak aynı şekilde yeniden üreten ve tesadüfen dağıtıldıklarında, aynı yerde, aynı isim altında yeniden kurulan bu kendine yeterli kapalı toplulukların basit üretim organizması, Asya devletlerinin durmadan yok olmaları ve yeniden kurulmaları ve ardı arkası kesilmeyen hanedan değişmeleri karşısında bu derece göze batıcı bir tezat oluşturan Asya toplumlarındaki değişmezliğin sırrının çözülmesi konusunda bir anahtar sağlar. Toplumun temel iktisadi unsurlarının yapısı, siyaset bulutlarının yarattığı fırtınalardan etkilenmez."

Neden bazı toplumlarda kapitalizmin geliştiği, bazılarında ise durağan yapının devam ettiği konusunda ise Marx lonca sisteminin etkisi ile tüccar sermayesinin etkisinin farklılığına işaret eder. Bu ikisi arasında bir karşılaştırma yapar. "Daha önce belirtilmiş olduğu gibi lonca yasaları, bir lonca ustasının çalıştırabileceği kalfa ve çırakların sayısını sıkı sıkıya sınırlayarak, onun bir kapitalist haline gelmesini önlüyordu. Ayrıca, lonca ustası, kalfa ve çırakları yalnızca kendisinin ustası olduğu zanaat kolunda çalıştırabilirdi. Loncalar, karşılarında yer alan ve sermayenin biricik serbest biçimi olan tüccar sermayesinin her tür tecavüzüne kıskançlıkla karşı durmuştu. Tüccar her tür metayı satın alabiliyordu, ama meta olarak emek satın alamıyordu. Tüccarın varlığına zanaat ürünlerinin satışına aracılık eden bir kimse olarak göz yumuluyordu. Dış koşullar iş bölümünde daha ileri gelişmelere yol açtıkça, mevcut loncalar kendi içlerinde bölünüp yeni loncalar doğuyor ya da eski loncaların yanında yepyeni loncalar türüyordu; ama bu, çeşitli farklı zanaatların bir atölyede toplanmasına yol açmıyordu. Bundan dolayı, her ne kadar iş kollarını özelleştirerek, yalıtarak ve oluşturarak manifaktür döneminin varlık koşullarını yaratmış olsa bile, lonca sistemi, manifaktür tipi iş bölümünü dışlıyordu. Genel olarak bakıldığında, işçi ile üretim araçları, sümüklü böcekle kabuğu gibi, birbirlerine bağlı kalmışlardı; dolayısıyla, manifaktürün ilk temel koşulu, üretim araçlarının işçi karşısında sermaye olarak bağımsızlaşması gerçekleşmemişti."

Ortaya çıkan sonuç açıktır. Toplumdaki işbölümü meta mübadelesine bağlı olmaksızın çok farklı iktisadi toplumsal biçimlenmelerde görülür; fakat manifaktürdeki işbölümü yalnızca kapitalist üretim tarzının yarattığı tamamıyla özgül bir işbölümüdür.

5. Manifaktürün Kapitalist Karakteri
Daha çok sayıda işçinin aynı sermayenin komutası altında bulunması, genelde elbirliğinde olduğu gibi, manifaktürün de kendiliğinden ortaya çıkan hareket noktasıdır. Fark şu ki, manifaktürdeki işbölümü, çalıştırılan işçi sayısındaki artışı teknik bir zorunluluk haline getirir. Tek başına bir kapitalistin çalıştırmak zorunda olduğu asgari işçi miktarı mevcut işbölümü tarafından belirlenirken, işbölümünü ilerletmenin avantajlarından yararlanmak işçi sayısını daha da arttırmayı gerektirir. Bu durumda kuşkusuz değişen sermaye ile birlikte değişmeyen sermayenin de büyümesi gerekir. Neticede, kullanılan üretim araçları ve hammaddedeki artış işçi sayısındaki artıştan çok daha hızlı olur. Demek oluyor ki, her bireysel kapitalistin elindeki sermayenin asgari miktarının gittikçe artması manifaktürün teknik karakterinden doğan bir yasadır.

Gerçek manifaktür, geçmişte bağımsız olan işçiyi sermayenin komuta ve disiplini altına sokarken, işçilerin kendi aralarında da hiyerarşik bir kademelenme yaratır. Manifaktür, işçinin bir yığın üretken içgüdü ve eğilimini baskı altında tutarak onu bir hilkat garibesine çevirir. Sadece özel parça-işler farklı bireyler arasında dağılmakla kalmaz, bireyin kendisi de bölünür ve işçi bir parça-işin otomatik motoru haline gelir. İşçi başlangıçta, bir metanın üretimi için gerekli maddi araçlara sahip olmadığı bir durumda işgücünü sermayeye satmak zorunda kalıyordu. Oysa manifaktür yaygınlaştıkça onun işgücü sermayeye satılmadığı anda iş görmez hale gelir. Böylece manifaktür işçisi, artık üretici faaliyetini ancak kapitalistin sahibi bulunduğu atölyenin bir eklentisi olarak sürdürür. Marx'ın benzetmesiyle, Jehova'nın malı olduğu nasıl seçilmiş kavmin (Yahudilerin) alnında yazılı ise, işbölümü de manifaktür işçisine sermayenin malı olduğunu gösteren bir damga vurur.

Maddi üretim sürecinin düşünsel güçlerinin, işçilerin karşısında bir yabancının mülkü ve kendilerine hükmeden bir kudret olarak yer alması manifaktür tipi işbölümünün sonucudur. Kafa ve kol gücünün bu şekilde ayrılması basit elbirliği aşamasında başlar, işçiyi parça-işçi şeklinde güdükleştiren manifaktürde gelişir, bilimi bağımsız bir üretim gücü olarak emekten ayıran ve sermayenin hizmetine sokan büyük sanayide tamamlanır. Manifaktürde bir arada çalışan işçilerden oluşan toplam işçinin ve dolayısıyla sermayenin toplumsal üretici güç bakımından zenginleşmesi, işçinin bireysel üretici güç bakımından yoksullaşmasını gerekli kılar.

Manifaktürler en büyük gelişme olanaklarına, akla en az başvurulan ve atölyenin parçaları insanlardan oluşan bir makine gibi ele alınabildiği yerlerde kavuşmuştur. 18. yüzyılın ortalarında bazı manifaktürlerde basit fakat meslek sırrı sayılan belli işlerde tercihen yarı aptal kimseler çalıştırılmıştır. Zaten vaktiyle A. Smith'in belirttiği gibi, bütün ömrünü birkaç basit işi yapmakla tüketen bir kimse aklını kullanma fırsatını bulamaz. Durağan hayatın tekdüzeliği, doğal olarak işçinin aklının atılganlığını bozar. Bu işbölümü, onun vücudunun enerjisine bile zarar verir ve onu bağlanmış olduğu parça-işin dışında gücünü canlı ve azimli bir şekilde kullanma yeteneğinden yoksun bırakır. Böylece, onun kendi parça işindeki becerikliliği, kendisinin zihinsel, sosyal ve mücadeleci özelliklerinin körelmesi pahasına kazanılmış görünür. Ne var ki bu durum, sanayileşmiş ve uygarlaşmış her toplumda, çalışan yoksulların yani nüfusun büyük kitlesinin zorunlu olarak içine yuvarlandığı bir durumdur.

Söz konusu işbölümü yüzünden halk yığınının tümüyle kötürümleşmesinin engellenmesi için, A. Smith, devlet tarafından sağlanacak sınırlı bir halk eğitimini salık vermiştir. Buna karşılık, Birinci Fransız İmparatorluğu döneminde senatörlüğe yükselmiş olan olan Garnier adlı zat, "halk eğitimi işbölümünün temel yasalarına aykırıdır" diye buyurmuştur. Marx, "böyle bir eğitim işbölümü ile birlikte bütün toplumsal sistemimizi ortadan kaldırabilir" diyen Garnier'in, sermayenin halk eğitimine bakışını dile getirdiğini vurgular.

Manifaktür başlangıç dönemlerinde kendiliğinden gelişen bir biçimken, belirli bir derecede kararlılık ve genişlik kazanır kazanmaz kapitalist üretim tarzının bilinçli, planlı ve sistematik biçimi haline gelir. Gerçek manifaktürün tarihi, manifaktüre özgü işbölümünün önce nasıl geçmişten devralınan tecrübeler sayesinde doğal biçimde geliştiğini (örneğin ciltçiliğin manifaktür haline getirilmesi) gözler önüne serer. Fakat bu sayede bir kez bulunmuş çalışma biçimi, tıpkı lonca sistemindeki zanaatlar gibi bazı hallerde yüzyıllarca devam ettirilmiştir. Büyük biçimsel değişiklikler ise ancak devrimsel buluşlar sayesinde gerçekleşmiştir.

Manifaktür tipi işbölümü, üretim sürecinde toplumsal emeğe eskiye oranla daha ileri düzeyde bir örgütlenme kazandırmış ve böylece toplumsal emeğe yeni bir üretici güç sağlamıştır. Manifaktür, toplumsal üretim sürecinin özgül kapitalist biçimi olarak, işçilerin sırtından sermayenin öz değerlenmesinin özel bir yönteminden başka bir şey değildir. Manifaktür, emeğin toplumsal üretici gücünü kapitalist yararına geliştirir ve sermayenin emek üzerindeki egemenliğinin yeni koşullarını üretir. Manifaktür bir yandan toplumun iktisadi oluşum süreci içinde tarihsel bakımdan bir ilerleme ve zorunlu bir gelişme uğrağı olarak görünürken, diğer yandan da uygarlaştırılmış ve inceltilmiş bir sömürü aracı olarak kendini gösterir. Manifaktür döneminde ortaya çıkan ekonomi politik, toplumsal işbölümünü, sadece manifaktür sayesinde aynı emek miktarı ile daha fazla metanın üretilmesini, dolayısıyla da metaların ucuzlatılmasını ve sermaye birikiminin hızlanmasını sağlayan bir araç olarak ele almıştır. Böylece ekonomi politik, toplumsal üretim sürecinde esasen miktarla ve mübadele değeriyle ilgilendiğini ortaya koymuştur.

Oysa klasik Eski Çağların yazarları, yalnızca niteliğe ve kullanım değerine önem vermiştir. Bu yazarların eserlerinde zaman zaman ürün kütlesinin büyüdüğünden söz edilse bile, bu yalnızca kullanım değerlerinin daha fazla bollaşmasıyla ilgili olmuştur. Marx, Antik Yunan düşünürleri için dönemin parlak ülkesi Mısır'ın büyük bir önem taşıdığını vurgular. Nitekim Platon'un Cumhuriyet ideası, devleti esas alan Mısır kast sisteminin Atina'ya özgü bir şekilde idealleştirilmesinden başka bir şey değildir. Mısır'ın Yunanlılar için taşıdığı bu önem Roma İmparatorluğu zamanında da devam etmiştir.

Marx'ın aktardığı gibi, Antik Yunan felsefecilerinden Platon'da da, Ksenefon'da da kullanım değerini esas alan görüş egemendir. Örneğin Platon, toplum içindeki işbölümünü bireylerin ihtiyaçlarının çeşitliliği ve yeteneklerinin sınırlılığı ile açıklar. Görüşünü dayandırdığı temel nokta, işin işçiye değil işçinin işe uyması gerektiğidir. Platon, iş işçiyi beklerse çok kere üretimin kritik anı kaçırılmış, nihai ürün bozulmuş ve iş için doğru olan zaman kaybedilmiş olur der. Marx bu Platoncu düşüncenin, Fabrika Yasası'nın bütün işçiler için belli bir yemek saatini öngören hükmüne karşı çıkan bazı İngiliz atölye sahiplerinin protestosunda hortladığını hatırlatır. Bu patronlar, bütün işçiler için aynı yemek saatinin zorunlu hale getirilmesinin, emek sürecinin tamamlanmamış olması yüzünden değerli malları tehlikeye sokabileceğini ileri sürmüşlerdir. Platon'dan manifaktür çağına ve oradan da günümüz kapitalizmine nice yıllar geçmiş olsa da, günümüzde de kapitalistler için söz konusu "tehlike" doğduğunda ilk fırsatta işçilerin yemek saatine göz dikilmektedir.

Kapitalizmin manifaktür dönemi boyunca, manifaktürün kendine özgü eğilimlerinin tam olarak hayata geçirilmesinin önüne çok yönlü engeller çıkmıştır. Örneğin manifaktür nitelikli ve niteliksiz işçiler ayrımını yaratmıştır, fakat nitelikli işçilerin ağır basan etkisi yüzünden niteliksiz işçilerin sayısındaki artış sınırlı kalmıştır. Keza manifaktür üretim kadınların ve çocukların üretici bir şekilde sömürülmesini zorlarken, bu eğilim alışkanlıklar ve erkek işçilerin direnişi karşısında başarısızlığa uğramıştır. Zor olan parça-işlerin öğrenilmesi için gereken süre uzun olduğundan, eski çıraklık sistemi nitelikli işçiler tarafından kıskançlıkla korunmuştur. Örneğin, yedi yıllık çıraklık süresini öngören yasanın İngiltere'de manifaktür döneminin sonuna kadar yürürlükte kaldığını ve ancak büyük sanayi tarafından bir yana itildiğini görürüz. Ayrıca, zanaatçılık hüneri manifaktürün temelini oluşturduğundan, sermaye sürekli olarak nitelikli işçilerin itaatsizlikleri ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Nitekim dönemin yazarlarından biri, "işçi ne kadar hünerli ise o kadar dik başlı ve başa çıkılması o kadar zor olur ve bunun sonucu olarak dik kafalılığıyla mekanizmanın bütününe büyük zarar verir" diye yazmıştır. Bütün manifaktür dönemi boyunca, işçilerin disiplin tanımadıklarından şikâyet edilmiştir.

Özetle, sermaye manifaktür işçilerinin bütün çalışma zamanının efendisi olmayı başaramamıştır. Manifaktür, toplumsal üretimi ne bütün genişliği içinde kavrayabilmiş ne de kökünden değiştirebilmiştir. Manifaktür, iktisadi bir yapı olarak, şehirlerdeki zanaatlar ile taşradaki ev sanayilerinin birlikte meydana getirdikleri genel temel üzerinde yükselmiştir. Manifaktürün dayandığı kendine özgü bu dar teknik temel, belirli bir gelişme aşamasında, bizzat kendisi tarafından yaratılmış olan üretim ihtiyaçları ile artık çatışır hale gelmiştir. Böylece, kapitalist üretimi geliştirecek olan ve makineleri yaratan büyük devrimsel buluşların damga bastığı sanayileşme çağına geçilmiştir.

Konu Şüpheci Dinsiz tarafından (01-10-2022 Saat 16:47 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #22  
Alt 01-10-2022, 15:07
Khaos Khaos isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 12 Jun 2009
Mesajlar: 5.552
Standart

https://marksist.net/elif-cagli/marx...lini-okumak-13

Marx'ın Kapital'ini Okumak /13

Elif Çağlı
1 Ocak 2020


Bölüm13: Makineler ve Büyük Sanayi
1. Makinelerin Gelişmesi

Mekanik buluşlar insanın günlük yükünü hafifletme potansiyeline sahiptirler. Fakat kapitalizmde makine kullanımı, insanın günlük yükünü hafifletmek gibi bir amaç taşımaz. Kapitalistlerin makine kullanımından muradı, işçinin işgününün karşılığını almadan kapitaliste bıraktığı kısmı (artı-değeri) büyütmektir. Emeğin üretkenliğini arttıran diğer her araç gibi, makineler de metaları ucuzlatan bir etki yaratır ve işgününün gerekli emek-zaman kısmını kısaltırlar. Makineler artı-değer üretmez, işçinin daha fazla artı-değer üretmesine aracılık ederler.

Kapitalizme geçişte üretim tarzındaki köklü değişmenin hareket noktası, önce manifaktür döneminde işgücünün daha yoğun ve verimli şekilde kullanılması olmuştur. Fakat sanayileşme dönemiyle birlikte esas faktör, makinelerin icadı ve onların üretim sürecine sokulmasıdır. Bu nedenle, emek aracının bir alet olmaktan çıkıp nasıl bir makine haline geldiğini veya makinenin bir zanaat aletinden nasıl farklılaştığını incelemek önemlidir. Marx bunun gerekli olduğunu belirtir ve "Burada sadece göze çarpan ve genel özellikler söz konusu edilecektir; çünkü yerkürenin tarihinde olduğu gibi toplum tarihinde de, dönemleri birbirinden ayıran soyut ve kesin sınır çizgileri yoktur" diye ekler.

Matematikçiler, mekanikçiler ve bazı İngiliz iktisatçıları aleti basit bir makine, makineyi ise karmaşık bir alet olarak nitelemişlerdir. Bunlar alet ve makine arasında hiçbir temel fark görmemiş ve hatta kaldıraç, eğik düzlem, vida gibi basit mekanik güçlere makine ismini vermişlerdir. Gerçekte her makine, ne denli şekil değiştirmiş ve karmaşıklaşmış olsa da neticede bu gibi basit güçlerden oluşur. Fakat Marx, ekonomik bakış açısından bu açıklamanın hiçbir işe yaramayacağını, çünkü bu tür açıklamalarda tarihsel unsurun yer almadığını vurgular. Alet ile makine arasındaki farka dair diğer bir açıklama tarzı ise, aletin kullanımında hareket gücünün insandan; oysa makine kullanımında hayvan, su, rüzgâr vb. gibi insan dışındaki bir doğa gücünden geliyor olması şeklindedir. Bu yaklaşım da tarihsel unsuru hesaba katmamaktadır. Çünkü hayvan gücü kullanımı insanlığın en eski buluşlarından biridir ve söz konusu yaklaşım kabul edilseydi, tarihte makineli üretim zanaat üretimini öncelemiş olurdu.

Marx, insanlık tarihi açısından teknoloji tarihinin önemine dikkat çekerken, o dönemde ne yazık ki bu konuda yeterli tarihsel araştırmaların yapılmamış olduğuna esef eder. Oysa "Darwin, ilgimizi doğal teknoloji tarihi, yani bitki ve hayvan organlarının bitki ve hayvan hayatı için üretim araçları olarak oluşumları üzerinde toplamıştır. Toplumsal insanın üretim organlarının, yani her tür toplumsal örgütün maddi temeli olan bu organların oluşum tarihi aynı derecede dikkate değer değil midir?"

Marx'ın teknoloji konusundan hareketle yaptığı açıklama son derece önemlidir: "Teknoloji, insanın doğa ile arasındaki aktif ilişki tarzını, insan yaşamının dolaysız üretim sürecini ve dolayısıyla da aynı zamanda onun toplumsal yaşamının ilişkilerini ve bunlardan kaynaklanan zihinsel tasarımlarını açığa çıkarır. Bu maddi temeli hesaba katmayan her din tarihi de eleştirel olmayan bir tarihtir. Analiz yoluyla dinin puslu varlıklarının bu dünyadaki özlerini bulmak, gerçekte, ters yoldan giderek, yaşamın her zamanki gerçek ilişkilerinden hareketle bunların doğaüstüleştirilmiş biçimlerine ulaşmaktan çok daha kolaydır. Bu ikinci yol, biricik maddeci ve dolayısıyla da bilimsel yöntemdir. Tarihsel süreci dışarıda bırakan soyut doğa bilimleri materyalizminin yetersizliği, bunun sözcülerinin, kendi uzmanlık alanlarının dışına çıkar çıkmaz benimsedikleri soyut ve ideolojik düşüncelerden hemen anlaşılır."

İnsanlık tarihini materyalist tarzda kavramadan, zaman içinde üretim tarzlarındaki değişimlerin genelde insan zihniyetinde ve özelde egemenlerin zihniyetinde nasıl büyük farklılıklar yarattığını anlamak da mümkün olamaz. Kapital, Marx'ın bu konuya açıklık getirmek üzere aktardığı zengin tarihsel örneklerle bezelidir. Bu örneklerden biri olarak, Marx, çok eski dönemler ile Avrupa'da feodal dönem zihniyeti arasındaki farklılığa işaret eder. Eski çağlarda Mısırlı Musa, "Harman döven öküzün ağzını bağlamayacaksın" diye buyurmuştur. Oysa Almanya'daki Hristiyan "insanseverler" tahıl öğüten serflerin boyunlarına, elleriyle ağızlarına un götüremesinler diye büyük bir yuvarlak tahta levha geçirmişlerdir.

Kapitalizmin sanayileşme döneminin incelendiği bu Kapital bölümünde Marx, makinelerin özelliklerine değinir. "Bütün gelişkin makineler, temelden farklı üç kısımdan meydana gelir: hareket makinesi (motor), iletim mekanizması ve son olarak işleme makinesi veya iş makinesi. Hareket makinesi, tüm mekanizmanın hareket ettirici gücü olarak iş görür. Kendi hareket gücünü buhar makinesi, ısıl makine, elektromanyetik makine, vb. örneklerinde olduğu gibi kendisi yaratır ya da itici gücünü, şelalelerdeki su çarkları, rüzgâr değirmenleri vb. örneklerde olduğu gibi, kendisi dışındaki hazır bir doğa gücünden alır. Volanlar, miller, dişli çarklar, kasnaklar, şaftlar, halatlar, kayışlar ve birbirinden son derece farklı küçük çark ve dişlilerden meydana gelen iletim mekanizması, hareketi düzenler, gerektiği hallerde hareketin biçimini değiştirir, örneğin doğrusal hareketi dairesel harekete dönüştürür, onu iş makineleri arasında böler ve bunlara aktarır. Toplam mekanizmanın bu ilk iki kısmı yalnızca iş makinesine hareket sağlamak ve iletmek için mevcuttur; böylece harekete geçirilen iş makinesi, iş nesnesini kavrar ve onu istenen şekilde değiştirir." Marx'ın vurguladığı üzere, 18. yüzyılda Sanayi Devrimini başlatan, makinelerin işte bu kısmı yani iş makinesi olmuştur.

İş makinesinin parçaları (aletleri) başlangıçta büyük ölçüde zanaat veya manifaktür ürünü olarak elde edilmiş ve makine ürünü olarak elde edilen iş makinesinin gövdesine ancak sonradan monte edilmiştir. İngiltere'de 1850'den sonra ise, iş makinelerindeki aletlerin gittikçe artan bir kısmı makinelerle yapılmaya başlanmıştır. "İş makinesi, harekete geçirildikten sonra, kendi aletleri ile daha önce işçinin benzer aletlerle yaptığı aynı işlemleri yapan bir mekanizmadır. Hareketi sağlayan gücün insandan mı yoksa yine bir makineden mi geldiği, konunun özünde herhangi bir değişikliğe yol açmaz. İnsanoğlunun kullandığı bir aracın onun elinden çıkıp bir mekanizma içinde yer almasıyla birlikte sırf alet olan bir şeyin yerine bir makine geçmiş olur. İnsanoğlunun kendisi hâlâ ilk motor olmaya devam etse bile aradaki fark hemen göze çarpar. İnsanın aynı zamanda kullanabildiği emek araçlarının sayısı, onun doğal üretim araçlarının, yani kendi vücudunun organlarının sayısı ile sınırlıdır." Buna karşılık iş makinesinin aynı anda işlettiği aletlerin sayısı, işçinin elle alet kullanmasının dayattığı organik sınırdan kurtulmayı sağlamıştır. Örneğin Jenny (iplik makinesi) doğduğunda bile 12-18 iğle iplik eğiriyor, çorap örme tezgâhı aynı anda birkaç bin iğne ile çalışıyordu.

Daha manifaktür döneminden çok önce, bazı yerlerde ve sınırlı ölçüde olmak üzere, su boşaltan tulumbalar gibi çeşitli araç ve gereçlerin makine haline geldikleri olmuştur; ne var ki üretim tarzı henüz bunlarla kökten bir değişikliğe uğramamıştır. Manifaktür döneminde de, 17. yüzyılın sonunda icat edildiği ve 18. yüzyılın 80'li yıllarının başına kadar korunduğu biçimiyle buhar makinesi bile herhangi bir sanayi devrimine yol açmamıştır. Fakat daha sonra, köklü değişiklik geçirmiş haliyle buhar makinesini gerekli kılan şey iş makinelerinin icadı olmuştur. Böylece "İnsan, bir emek nesnesi üzerinde bir aletle çalışmak yerine, artık bir iş makinesinin hareket gücünü sağlamaktan öteye bir iş yapmaz hale gelir" ve rüzgâr, su, buhar, vb. insan adalesinin yerini alabilir.

Sanayi devriminin başlangıç noktasını oluşturan iş makinesinin boyutlarının büyümesi ve aynı anda işlettiği aletlerin sayısının artması, kendisine insanın sağlayacağından çok daha büyük bir hareket gücünü gerektirmiş ve neticede doğal güçler güç kaynağı olarak insanın yerini almıştır. Bu doğal güçler arasında beygir gücü, kısmen beygirin itaatsizliği ve kısmen de bakımının pahalılığı ve fabrikalarda kullanım alanının sınırlılığı dolayısıyla manifaktür döneminden devralınan büyük güçler arasında en kötüsü olmuştur. Buna rağmen, büyük sanayinin çocukluk çağında beygir geniş ölçüde kullanılmış ve bu durum mekanik güç için beygir gücü ölçü biriminin kullanılmasının da nedeni olmuştur. İlerleyen tarihlerde beygir gücünün yerini rüzgâr veya su gücü almış ve buna bağlı olarak manifaktür döneminde volan gibi, iplik eğirme sistemi gibi büyük sanayinin ilk bilimsel ve teknik unsurları geliştirilmiştir. Rüzgâr gücünün kontrolünde karşılaşılan zorluklar nedeniyle su gücü tercih edilse bile, su gücünün de istenildiği gibi arttırılamaması ve mevsimlere bağlı olması engeller yaratmıştır. Bu engeller modern türbinlerin icadıyla aşılmaya çalışılmıştır.

"Ancak ilk defa olarak Watt'ın ikinci ve «çift etkili» denilen buhar makinesi ile kendi hareket gücünü kömür ve sudan gene kendisi sağlayan, gücü insanın kontrolü altında bulunan, taşınabilir ve taşınmaya araçlık edebilir, su çarkı gibi taşralı değil şehirli olan, üretim araçlarının şehirlerde toplanmasına imkân veren, bunları su çarkının yaptığı gibi taşranın farklı yerlerine dağıtmayan, teknolojik uygulama ve kullanım bakımından her yere yatkın, bulunduğu yerin yerel koşullarının görece az etkisinde kalan bir ilk motor bulunmuş oluyordu" der Marx. Watt'ın dehasının büyüklüğü, 1784 Nisanında aldığı patent belgesinden anlaşılır. Bu belgede buhar makinesi, yalnızca belirli bir amaç için kullanılacak bir buluş olarak değil, makineli sanayiye genel olarak uygulanabilecek bir öğe olarak tarif edilmiştir. Aletlerin, insan elinin kullandığı aletler olmaktan çıkıp mekanik bir cihazın, yani iş makinesinin aletleri haline gelmelerinden sonra, hareket gücü sağlayan makine de bağımsızlık kazanmış ve insan gücünün sınırlılığından tamamıyla kurtulmuştur. "Artık birçok iş makinesini, aynı anda, tek bir hareket makinesi işletebiliyordu. Aynı anda işletilen iş makinelerinin sayısı ile birlikte hareket makinesi büyür ve iletim mekanizması, alanı genişlemiş bir cihaz haline gelir."

Nihai ürünün bütünü aynı iş makinesi tarafından yapılacağı gibi, çok sayıda makinenin işbirliğine dayanan makine sistemiyle üretilen ürünler olduğu da unutulmamalıdır. Marx birincisine örnek verirken, 1862 Londra Sanayi Sergisi'nde sergilenen ve Amerika'dan gelme kese kâğıdı yapma makinesini hatırlatır. Bu makine kâğıdı kesmekte, tutkallayıp yapıştırmakta, katlamakta ve dakikada 300 tanesini tamamlayıp bitirmektedir. Çeşitli işleri yapıp ürünü tamamlayan böyle tek bir iş makinesinden birçoğunun bir araya getirilmesi sistemini, Marx, manifaktürdeki basit işbirliğine benzetir. Ama manifaktüre özgü bu işbirliği şimdi karşımıza aynı türden ve aynı anda çalışan iş makinelerinin (yani parça-işçiler yerine parça-makineler) mekân itibarıyla bir yerde toplanmaları biçiminde çıkar.

Çeşitli parça-işçilerin özgül aletleri şimdi özgülleşmiş iş makinelerinin aletleri haline gelmiştir ve "bu iş makinelerinden her biri, birleşik bir alet mekanizması olan sistemin bütünü içinde belli bir işi gören özel bir organ durumundadır. Makine sisteminin ilk girdiği iş kollarında, genel olarak üretim sürecinin bölünmesinin ve dolayısıyla örgütlenmesinin kendiliğinden temelini bizzat manifaktür sağlar." Bununla beraber, esaslı bir farkın hemen kendini gösterdiğine dikkat çeker Marx. "Toplam süreç artık nesnelleşmiştir ve her bir parça-sürecin nasıl yürütüleceği ve çeşitli parça-süreçler arasındaki bağın nasıl kurulacağı sorunu mekanik, kimya vb. bilimlerinden sağlanan teknik uygulamalar yardımı ile çözülür."

Her bir parça-makine, kendisinden sonra gelen parça makineye ham maddesini sağlar. Parça-makinelerin hepsi aynı anda çalıştıkları için, ürün, bir yandan devamlı olarak toplam üretim sürecinin farklı aşamalarında bulunur ve diğer yandan da devamlı olarak bir üretim evresinden diğerine geçer. Birleşik iş makinesi, tek tek iş makinelerinin ve bunların oluşturduğu grupların meydana getirdiği yapılandırılmış bir sistemdir. Ve "birleşik iş makinesi, yürüttüğü toplam süreç ne kadar sürekli olursa, yani ham madde ilk evreden son evreye ne kadar az kesintiyle ulaşırsa, bir başka deyişle, ham maddenin bir üretim evresinden diğerine aktarılmasında mekanizmanın kendisi insan elinin yerini ne kadar alırsa, o kadar mükemmelleşir."

İster aynı türden iş makinelerinin işbirliğine isterse farklı türden iş makinelerinin birleşimine dayanıyor olsun, bir makine sistemi, kendi kendine hareket eden bir ilk motor tarafından işletilmeye başlar başlamaz, bizzat büyük bir otomat meydana getirir. Böyle bir sistemin bütünü, örneğin bir buhar makinesi tarafından çalıştırılabilir. Marx'ın öngörüleri, günümüz gelişmiş robotlarının da neticede mükemmelleştirilmiş bir iş makinesinden başka bir şey olmadığına ışık tutar. Örneğin Marx yıllar öncesinden şu öngörüde bulunur: "İş makinesi ham maddenin işlenmesi için gerekli bütün hareketleri insanın yardımı olmadan yapabilecek ve insana sırf kontrol bakımından ihtiyaç duyuracak hale gelir gelmez, ayrıntıları gittikçe mükemmelleştirilmeye yatkın bir otomatik makine sistemi elde etmişiz demektir."

Marx'ın belirttiği üzere, hareketini yalnızca iletim makineleri aracılığıyla merkezi bir otomattan alan yapılandırılmış iş makineleri sistemiyle, makineli üretim, en gelişmiş biçimine kavuşur. "Burada tek tek makinelerin yerini, gövdesi bütün fabrika binasını dolduran, azmanlaşmış parçalarının ağır ve ölçülü hareketlerinin başlangıçta gizlediği şeytani gücünü sayısız asıl iş organlarının baş döndüren hızlı hareketleriyle açığa vuran mekanik bir dev alır." Buhar makinesini icat eden Watt ve diğerlerinin buluşlarının uygulanabilmesi, ancak, bunların her birinin, manifaktür döneminin yetiştirdiği önemli miktarda hünerli mekanik işçisini hazır bulmaları sayesinde olmuştur. Buluşların çoğalmasıyla ve yeni bulunan makinelere talebin artmasıyla birlikte, bir yandan makine sanayisinin çeşitli bağımsız kollara ayrılması, diğer yandan makine yapan manifaktürlerin kendi içlerindeki işbölümü giderek daha hızlı bir şekilde gelişmiştir.

Marx gelişmeyi şu şekilde açıklar: "Demek ki, burada, manifaktürde, büyük sanayinin dolaysız teknik temelini görüyoruz. Manifaktür makineleri yapıyor, bunlar da ilk ele geçirdikleri üretim alanlarında zanaat ve manifaktür tipi işletmelerin hayatına son veriyordu. Dolayısıyla, makineli işletme, kendisine uygun olmayan bir maddi temel üzerinde, kendiliğinden bir şekilde yükselmişti. Makineli işletme, belli bir gelişme derecesine gelindiğinde, başlangıçta hazır bulduğu ve arada geçen süre boyunca eski biçimi içinde gelişmeye devam etmiş olan bu temeli kökünden değiştirmek ve kendi üretim tarzına uygun yeni bir temel yaratmak zorunda kaldı." Büyük sanayi, ancak belli bir gelişme aşamasında, kendisinin zanaatlar ve manifaktür tarafından atılmış temeli ile teknik bakımdan da çatışma haline girmiştir. Bu durumu, "Söz gelişi, modern hidrolik pres, modern buharlı dokuma tezgâhı ve modern tarama makinesi gibi makineler manifaktür tarafından sağlanamazlardı" diye örnekler Marx.

Üretim araçlarında sağlanan gelişmeye bağlı olarak üretim tarzında meydana gelen değişim devrimsel bir süreçtir: "Sanayinin bir alanındaki üretim tarzında meydana gelen köklü bir değişiklik, diğer alanlarda da köklü değişiklikleri gerektirir." Bu değişiklikler toplam bir sürecin evreleri olarak birbirine bağlanan sanayi kollarında geçerli olmuştur. Örneğin makineli iplik yapımı, makineli kumaş dokumacılığını ve ikisi birlikte ağartmacılıktaki, baskıcılıktaki ve boyamacılıktaki mekanik-kimyasal devrimi bir zorunluluk haline getirmiştir. Pamuk ipliği yapımında meydana gelen devrim, çekirdeği pamuk lifinden ayırmak için çırçır makinesinin icadına yol açmış ve artık gerekli hale gelen büyük ölçekli pamuk üretimi ancak bu buluş sayesinde mümkün olmuştur. Marx'ın önemle işaret ettiği üzere, sınaî ve tarımsal üretim tarzlarında meydana gelen devrim, özellikle toplumsal üretim sürecinin genel koşullarında, yani haberleşme ve ulaştırma araçlarında da bir devrimi zorunlu kılmıştır.

Marx, haberleşme ve ulaşım araçlarında meydana gelen devrimi, manifaktür döneminde gerçekleşen köklü değişikliklerle karşılaştırarak açıklar. Şöyle ki, manifaktür öncesi dönemin (yan ev sanayisi ile birlikte küçük tarım ve şehir zanaatlarının oluşturduğu bir toplum) haberleşme ve ulaştırma araçları, toplumsal işbölümünü yaygınlaştıran, emek araçlarını ve işçileri bir araya toplayan ve sömürge pazarlarına sahip olan manifaktür döneminin üretim koşulları için tümüyle yetersiz kalmışlardı. İşte bundan dolayı da köklü bir değişikliğe uğratılmışlardı. Tıpkı bunun gibi, "manifaktür döneminden devralınan haberleşme ve ulaştırma araçları da, çok geçmeden, üretimin baş döndürücü bir hız kazandığı, yığınsal bir düzeye ulaştığı, sermaye ve işçi kitlelerinin devamlı biçimde bir alandan çekilip bir başka üretim alanına sokulduğu ve dünya piyasalarında yeni ilişkilerin ortaya çıktığı büyük sanayi için tahammül edilmez ayak bağları olmuştu. Bundan dolayı, baştan sona köklü bir değişikliğe uğramış olan gemi yapımı sanayisi bir yana bırakılırsa, haberleşme ve ulaştırma araçları, nehir vapurlarından, demir yollarından, transatlantiklerden ve telgraflardan meydana gelen bir sistemle yavaş yavaş büyük sanayinin üretim tarzına uyduruldu."

Kapitalizmin tarihinin gözler önüne serdiği üzere, sanayileşme geliştikçe yeni buluşları zorunlu kıldı, örneğin muazzam demir kitlelerine biçim vermek manifaktürün olanaklarıyla üstesinden gelinemeyecek dev boyutlu makineleri gerektirdi. "Dolayısıyla, büyük sanayi, kendi karakteristik üretim aracını, yani makineyi, bizzat ele almak ve makineleri makinelerle üretmek zorunda kaldı. Ancak bunu yaptığında, kendisi için uygun olan teknik temeli yaratmış ve kendi ayakları üzerinde doğrulmuş oldu. 19. yüzyılın ilk on yıllarında makineli üretim yapan işletmelerin artmasıyla birlikte makine, iş makinelerinin üretimi işini yavaş yavaş fiilen eline geçirdi. Ne var ki, ilk motorların üretimi için kullanılan dev makineler, ancak son on yıllarda, muazzam demir yollarının inşası ve transatlantikler sayesinde ortaya çıktı."

Marx burada, makinelerin makinelerle yapımı için temel üretim koşulunun, istenilen miktarda güç sağlayabilen ve aynı zamanda da gücü tam kontrol altında tutulabilen bir makine olduğunu vurgular. Bu koşul buhar makinesi ile zaten sağlanmıştır; ama peşi sıra tek tek makine parçaları için gerekli olan çeşitli geometrik biçimli eklentilerin de makineyle üretilebilmesi gerekmiş ve bu tür ihtiyaçlar da yeni icatlarla giderilmiştir. O dönemin yayınlarında torna tezgâhına yapılan ekin, makinelerin iyileştirilmeleri ve kullanım alanlarının genişlemesi üzerindeki etkisinin Watt'ın buhar makinesinde yaptığı iyileştirmeler kadar büyük ve önemli olduğu ifade edilmiştir. Bu ek ile birlikte, çok geçmeden bütün makinelerin daha mükemmelleştiği ve ucuzladığı görülmüş; böylece yeni icatlar ve düzeltmeler için bir dürtü sağlanmıştır.

Emek aracının makine haline gelmesi, insanlık tarihinin ilerleyişi içinde muazzam bir dönemeç oluşturur. Böylece makine, "insan gücünün yerine doğa güçlerinin ve deneyimlere dayalı alışkanlıkların yerine doğa bilimlerinin bilinçli şekilde kullanımının konmasını gerektiren bir maddi varoluş biçimi kazanır". Toplumsal emek sürecinin manifaktürdeki yapılanmasından farklı olarak, büyük sanayi tamamen nesnel bir üretim organizmasına sahiptir ve işçi bunu, üretimin son biçimini almış maddi koşulu olarak karşısında hazır bulur. Makineler bazı istisnalar dışında, yalnızca ve dolaysız olarak toplumsallaşmış ya da ortaklaşa emekle işletilebilir. "Demek ki, emek sürecinin iş birliğine dayalı karakteri, artık, bizzat emek aracının doğasının dikte ettiği teknik bir zorunluluktur."

2. Makineden Ürüne Aktarılan Değer
Marx, elbirliğinden ve işbölümünden doğan üretici güçlerin, sermaye için bir maliyetinin bulunmadığı hususunun daha önce ele alındığını hatırlatır. Bunlar toplumsal emeğin doğal güçleridir ve aynı şekilde üretim süreçlerine dahil edilen buhar, su gibi doğa güçlerinin de bir maliyeti yoktur. "Ama insanın, nefes almak için nasıl ciğere ihtiyacı varsa, doğa güçlerini üretken bir tarzda tüketebilmek için de «insan elinin eseri olan bir şey»e ihtiyacı vardır. Suyun sağladığı hareket gücünden yararlanmak için bir su çarkının, buharın sahip bulunduğu esneklikten yararlanmak için bir buhar makinesinin varlığı gereklidir."

Marx, doğa güçleri için geçerli olan bu durumun bilim için de geçerli olduğunu belirtir ve örnekler. Diyelim, çevresinden bir elektrik akımı geçirilen bir demirin mıknatıslanacağı yasası, bir kere keşfedilince, bir metelik masrafa bile neden olmaz. Fakat bu yasalardan telgrafçılıkta vb. yararlanmak için çok pahalı ve karmaşık bir cihaza ihtiyaç duyulur. "Makine, görmüş olduğumuz gibi, alet denilen şeyi ortadan kaldırmaz. Alet, insan organizmasının cüce bir aracı olmaktan çıkar, büyüyerek ve çoğalarak insan tarafından yaratılmış bir mekanizmanın aleti haline gelir." Marx burada bir dipnot düşerek çok önemli bir gerçekliğe işaret eder: "Bilimin kapitaliste «hiçbir» maliyeti yoktur; ama bu, onun bilimden yararlanmasını kesinlikle engellemez. «Başkalarının» bilimi de, başkalarının emeği gibi, sermayeye bağlanır. İster bilim isterse maddi zenginlik söz konusu olsun, «kapitalist biçimde» sahip oluşla «kişisel biçimde» sahip oluş birbirinden tamamıyla farklı şeylerdir."

Makineli üretime geçilmesiyle birlikte, sermaye şimdi işçiyi elle kullanılan bir aletle değil, kendi aletini kendisi yönetip işleten bir makine ile çalıştırmaya başlamıştır. Büyük sanayi muazzam doğa güçlerini ve doğa bilimini üretim sürecine katarak emeğin üretkenliğini olağanüstü bir derecede arttırmıştır. Bu husus son derece açıktır ama Marx'ın dikkat çektiği üzere, "bu artmış üretici gücü elde etmek için fazladan bir emek harcaması gerekmediği kesinlikle aynı açıklıkla görülmez". Makineler değişmeyen sermayenin parçasıdırlar ve unutulmamalı ki yeni bir değer yaratmazlar. Ancak, üretimine hizmet ettikleri ürüne değişmeyen sermayenin parçası olarak kendi değerlerini aktarırlar. Makineler zanaatçılık ve manifaktürde kullanılan emek araçlarıyla karşılaştırıldıklarında, kıyaslanamayacak ölçüde daha fazla değer taşırlar ve pahalıdırlar. Fakat makinenin makineyle üretilmesi, makinenin değerini, onun büyüklük ve etkisine oranla azaltır. Makine diğer üretim aletlerine göre çok daha dayanıklı ve uzun ömürlü olduğundan, katıldığı üretim sürecine aktardığı pay neredeyse hazır bulunan doğa güçlerine benzercesine bedava gibi olur. Marx buradan hareketle makinelerle ilgili önemli bir değerlendirme yapar: "İnsanoğlu, geçmişte harcanmış ve nesnelleşmiş bulunan emeğinin ürününe, büyük ölçekli olarak, tıpkı bir doğa gücü gibi bedavaya iş gördürmeyi ancak büyük sanayide öğrenir."

Marx, kapitalistlerin insan emeği yerine makine kullanımına nasıl bir hesapla karar verecekleri hususuna açıklık getirir. Diyelim ki bir makinenin üretilmesi için, bu makinenin üretim sürecinde kullanımı sayesinde tasarruf edilen miktarda emek gerekmektedir. Bu durumda emek yalnızca yer değiştirmiş olur ve neticede bir metanın üretimi için gerekli emeğin toplam miktarında bir azalma olmaz. Fakat makinenin yapımı için gereken emek harcaması ve dolayısıyla makinenin ürüne kattığı değer parçası, işçinin bir aletle ürüne kattığı değerden daha küçük ise o takdirde önemli bir fark ortaya çıkacaktır. "Bundan dolayı, makinenin sağladığı üretkenliğin derecesi, yerini makineye bırakan insan emek gücünün miktarı ile ölçülür."

Makinelere ürünü ucuzlatma aracı olarak bakılırsa, demek ki makine kullanımı için geçerli bir kural vardır: "makinenin yapımı için harcanan emek, bunun kullanımı ile yol verilen emekten daha az olmalıdır." Ayrıca unutulmasın ki, sermayenin karşılığını ödediği şey işgücünün harcadığı emeğin tümü değil yalnızca gerekli-emek kısmıdır. O nedenle sermaye makine kullanımına, makinenin değeri ile makinenin yerine geçtiği işgücünün değeri arasındaki farka bakarak karar verir. Buradan hareketle Marx son derece önemli bir noktaya işaret eder ve bu tür kâr-zarar hesaplarının sona erdiği komünist toplumda makinelerin kullanım alanının burjuva toplumundakinden tümüyle farklı olacağına dikkat çeker.

Kapitalizmin daha erken geliştiği ülkelerde, yalnızca bazı iş kollarında kullanıldıkları zaman bile makineler azımsanmayacak bir işsiz nüfusun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu nedenle ücretler işgücü değerinin altına düşmüş ve bu durum da işçilerden gelen direnişler nedeniyle bir dönem makine kullanımının artmasını önlemiştir. Marx o yıllarda İngiliz yünlü dokuma manifaktürünün bazı dallarında çocukların çalıştırılmasının çok azaldığını, bazı yerlerde ise tamamen ortadan kalktığını vurgular. Bunun nedeni, dönemin "Fabrika Yasası" ile çocukların iki posta halinde çalıştırılması zorunluluğunun getirilmiş olmasıdır. Buna göre bu iki posta, ya biri 6 diğeri 4 saat olarak düzenlenecek ya da her iki posta 5'er saat çalışacaktır. Fakat çocuk işçilerin ebeveynleri half-times'ı (yarı zamanlıları), geçmişte full-times'ı (tam zamanlıları) sattıklarından daha ucuza satmak istemediklerinden direnmişler ve neticede "half-times çocuk işçi çalıştırmanın" yerini makineler almıştır.

Marx'ın o döneme ilişkin aktardığı bir gerçeklik de makine kullanımına ilişkin dikkat çekici bir örnektir: "Kadınların ve (10 yaşın altındaki) çocukların madenlerde çalıştırılmaları yasaklanmadan önce, sermaye çıplak kadınları ve genç kızları pek çok örnekte erkeklerle birlikte kömür madenlerinde ve diğer madenlerde çalıştırmayı kendi ahlak ilkeleriyle ve özellikle de muhasebe defterleriyle öylesine bağdaşır bulmuştu ki, ancak bunun yasaklanmasından sonra makineye el attı." Diğer bir örnek de şudur: Yankee'ler o dönemlerde taş kırma makinelerini icat etmişlerdir fakat İngilizler bunları kullanmamaktadır. Çünkü bu işi yapan "zavallı" tarım işçisi, emeğinin o kadar küçük bir kısmının karşılığını almaktadır ki, makine kullanılması "üretimi" kapitalistler için pahalılaştıracaktır.

Makineler işçilerin yaptığı son derece ağır işlerin yükünü hafifletecekken, sermayenin her şeye kâr-zarar hesabı açısından yaklaştığı açıktır. Nitekim o dönemin İngiltere'sinde sermayenin yarattığı gerçeklik Marx'ın çarpıcı satırlarında ifadesini bulur: "İngiltere'de kanallarda kullanılan tekneleri çekmek vb. işler için zaman zaman hâlâ beygirler yerine kadınlar çalıştırılır, çünkü beygirlerin ve makinelerin üretimleri için gerekli emek miktarı belli bir matematiksel büyüklüktür; oysa surplus-population (artık nüfus) içindeki kadınların ayakta tutulmaları için gereken emek miktarı her türlü hesabın altında kalır. Bundan ötürü, insan gücü, hiçbir yerde, en değersiz işler için, makineler ülkesi İngiltere'de olduğundan daha utanmazca çarçur edilmez."

Konu Şüpheci Dinsiz tarafından (01-10-2022 Saat 16:48 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #23  
Alt 01-10-2022, 15:08
Khaos Khaos isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 12 Jun 2009
Mesajlar: 5.552
Standart

https://marksist.net/elif-cagli/marx...lini-okumak-14

Marx'ın Kapital'ini Okumak /14

Elif Çağlı
31 Ocak 2020


3. Makineye Dayanan Üretim Sisteminin İşçi Üzerindeki İlk Etkileri
Emek aracında meydana gelen devrim, büyük sanayinin hareket noktasını oluşturmuştur. Köklü bir değişikliğe uğrayan emek aracı en gelişmiş biçimine ise, fabrikanın yapılandırılmış makine sisteminde ulaşmıştır. Marx, bir nesnel organizma olarak adlandırdığı bu sisteme insan unsurunun nasıl katıldığını görmeden önce, bu devrimin bizzat işçinin üzerindeki bazı genel etkilerini gözden geçireceğini belirtir.

a. Ek emek güçlerine sermaye tarafından el konulması. Kadınların ve çocukların çalıştırılması
Makineler adale gücünü vazgeçilmez olmaktan çıkardıkları ölçüde, adale gücü olmayan veya vücut gelişmesi tamamlanmamış ama organları daha kolay biçim alabilen işçiler, işe koşulacak araçlar haline gelmiştir. "Bu nedenle, makinelerin kapitalist tarzda kullanımının ilk sonucu, kadın ve çocuk emeğidir!" Bu muazzam yedek emek ve işçi kaynağı, işçi ailelerinin bütün üyelerini, yaş ve cinsiyet farkına bakmaksızın, doğrudan doğruya sermayenin egemenliği altına alarak ücretli işçi sayısını arttırmakta yararlanılan bir araç haline gelmiştir. "Kapitalist için çalışma zorunluluğu, çocukların oyun zamanlarına el koymakla kalmaz; ev içinde, geleneksel sınırlar dahilinde, ailenin kendisi için özgürce harcanabilecek emeğe de el koyar."

Hatırlayalım, işgücünün değeri, yalnızca ailenin çalışan yetişkin erkeğinin ayakta tutulması için değil, fakat işçi ailesinin tümünün ayakta tutulması için gerekli olan emek-zamanla belirleniyordu. Fakat makine işçi ailesinin bütün üyelerini emek piyasasına çıkartarak, yetişkin erkeğin işgücünün değerini işçinin bütün ailesine dağıtır ve dolayısıyla onu değersizleştirir. Diyelim şimdi aynı aileden 4 işgücünün satın alınması, daha önce aile reisinin işgücüne yapılandan daha büyük bir harcama gerektirir. Ancak buna karşın, satın alınan bu 4 işgücü üzerinden kapitalistin elde ettiği artı-değer eskisinden çok büyüktür. "Böylece, makine daha başından itibaren sermayenin asıl sömürü alanı olan beşerî sömürü malzemesini çoğaltmakla kalmaz, aynı zamanda sömürü derecesini de yükseltir."

Nitekim kapitalizm gelişirken, erkek işçilerin yerine gittikçe artan ölçüde kadın işçileri ve her şeyden önce de yetişkin işçilerin yerine çocuk işçileri geçirmiştir. Ailenin belirli işlevleri (örneğin çocukların bakımı ve beslenmeleri vb.), artık kendilerine sermaye tarafından el konulmuş anne durumundaki işçiler tarafından yerine getirilemeyeceğinden, bunların yerini tutacak bazı şeyler bulmak gerekmiştir. Böylece, dikiş, sökük ve yırtık tamiri vb. gibi aile hayatının gerekli kıldığı işlerin yerine hazır metaların konması zorunlu hale gelmiştir. Bunun sonucunda, daha önce evde bu işler için harcanan emek azalırken, evdeki para harcaması artmıştır. Neticede işçi ailesinin üretim masrafları artmış ve bu artış şimdi ailede daha fazla sayıda kişinin çalışmasından kaynaklanan gelir fazlasını alıp götürmüştür.

Marx, makinenin işçi ile kapitalist arasındaki ilişkiyi biçimsel olarak kuran sözleşmeyi de kökünden değiştirdiğine dikkat çeker. Şöyle ki, ailenin erkeği daha önce biçimsel açıdan özgür bir kimse olarak üzerinde tasarrufta bulunduğu kendi emek gücünü satıyordu. Şimdi ise sermayeye karısını ve çocuğunu satmakta ve bir anlamda "köle tüccarı" olmaktadır. Marx buraya düştüğü dipnotta önemli bir bilgi verir. İngiliz fabrikalarında kadın ve çocuk işçilerin çalışma saatlerinin sınırlandırılması, yetişkin erkek işçilerin mücadelesiyle sermayeden koparılmış bir haktır. Fakat buna karşın dönemin raporlarının ortaya koyduğu üzere, işçi ana ve babaların çocuklar üzerindeki bezirgânlıklarında gerçekten dehşet verici ve tümüyle köle ticaretini andıran izlere rastlanmaktadır. Ne var ki yine bu raporlarda görülebileceği üzere, ikiyüzlü kapitalist, bizzat kendisi tarafından yaratılan, devamlı hale getirilen ve yararlanılan ve üstelik yine onun tarafından "çalışma özgürlüğü" diye vaftiz edilen bu canavarlığı, timsah gözyaşları dökerek yermiştir. Nitekim çocuk işçi aranırken verilen ilanlar, çoğu zaman biçimsel olarak da, daha önce zenci köle arayanların Amerikan gazetelerinde görülen ilanlarını andırır. Ayrıca, dönemin Fabrika Yasasının 13 yaşından küçük çocukların günlük çalışma süresini 6 saatle sınırlaması nedeniyle, çocukların yaşları "kapitalistlerin sömürü hırslarına ve ana ve babaların bezirgânca ihtiyaçlarına uygun olarak" büyütülmüştür.

Makinelerin fabrikalarda ve bütün sanayi kollarında sermayenin sömürüsüne tabi kıldığı kadın işçilerin, çocuklarla gençlerin uğradıkları fiziksel bozukluklar ve işçi çocukları arasında hayatlarının ilk yıllarında görülen korkunç yükseklikteki ölüm oranı çarpıcıdır. 1861 yılında yapılan resmî bir sağlık araştırmasının ortaya koyduğuna göre, ölüm oranlarının yüksek olmasının başlıca nedeni, annelerin dışarıda çalışmaları ve bunun neticesinde çocukların yetersiz ve afyonlu mamalar gibi uygun olmayan gıdalarla beslenmeye maruz kalmalarıdır. Ayrıca dönemin vahşi çalışma koşulları anneleri de çürüterek çocuklarına yabancılaştırmış ve bunun sonucunda çocukları bilerek aç bırakma ve zehirleme vakalarının sayısı artmıştır.

Önceleri kırsal kesimde durum daha farklıyken, toprağı işleme biçiminde meydana gelen devrimle birlikte tarıma da sanayi sistemi sokulmuştur. Böylece kapitalizm kırsal kesimde de kadını yozlaştırmış ve çocuğuna yabancılaştırmıştır. Marx, sanayi bölgelerindeki bütün görüntülerin burada da yeniden üretildiğine dikkat çeker ve "üstelik gizli çocuk öldürme ve çocuklara afyon verilmesi burada daha yüksek bir dereceye varmıştır" diye ekler. "İngiliz fabrika bölgelerinde olduğu gibi tarım bölgelerinde de afyon tüketimi, yetişkin erkek ve kadın işçiler arasında günden güne artmıştır. Üstelik afyonlu ilaçların satışını artırmak bazı girişimci toptancı tüccarların büyük amacı haline gelmiştir. Afyonlu ilaçlarla beslenen bebekler, küçücük yaşlı adamlar halinde güdükleşmekte ya da küçük maymunlar gibi buruşup kartlaşmaktadırlar." Kadın ve çocukların kapitalist sömürü elinde uğradıkları ahlâki soysuzlaşma, "İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu" adlı eserinde F. Engels tarafından çıplak bir biçimde gözler önüne serilmiştir. O nedenle, "burada konuyu sadece anmakla yetiniyorum" der Marx.

Çocukları yıkıma sürükleyen bu koşullar o denli ağır bir hal almıştır ki, en sonunda İngiliz parlamentosu Fabrika Yasasına tabi bütün sanayilerde ilköğretimi, 14 yaşından küçük çocukların "üretici" şekilde kullanılmalarının yasal koşulu haline getirmiştir. Fakat kapitalizmde işçi sınıfı lehine yasalar çoğunlukla kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. Nitekim Marx'ın satırlarında bu gerçeklik ifadesini bulur: "Kapitalist üretime egemen olan ruh, fabrika yasalarının «eğitim hükümleri»nin gelişigüzel bir biçimde kaleme alınışlarında, bu öğretim zorunluluğunun büyük ölçüde gene hayalden ibaret bir şey kalmasına yol açan yönetim mekanizması yetersizliğinde, bizzat fabrikatörlerin kendilerinin bu öğretim yasasına karşı gösterdikleri muhalefette ve bunun üstesinden gelmek için pratikte bulup uyguladıkları hile ve hurdada pırıl pırıl parlıyordu."

1844 tarihli yasanın hazırlandığı sırada fabrika müfettişleri, okul denilen yerlerin utanç verici durumlarını yerin dibine batırmışlardır. "Öğretmenin en iyi durumda sefalet düzeyinde olan geçim durumu, tamamen, bir odaya tıkılabilecek olan en fazla sayıda çocuktan alınan penilerin sayısına bağlıdır. Bunlara ek olarak, okullarda pek az eşya vardır; kitaplar ve diğer öğretim malzemesi yetersizdir; kapalı ve pis havanın zavallı çocuklar üzerinde çok zararlı bir etkisi olur ve bu çocuklar resmî istatistiklerde eğitim görmüş (educated) olarak gösterilir." "Bazen çocukların 3 hafta veya tam bir ay okula gittiği görülmez; işlerin gevşek olduğu birkaç gün, işverenin ona tesadüfen ihtiyacı olmadığı bir zamanda birkaç saatliğine tekrar okula gider; böylece, çocuk, 150 saat doluncaya kadar, fabrika ile okul arasında, deyim yerindeyse oradan oraya itilip kakılır."

Makineli üretimle birlikte çalışan işçiler topluluğuna çok büyük sayıda çocuğun ve kadının eklenmesiyle, erkek işçinin sermayenin despotizmine karşı manifaktür döneminde gösterebildiği direnç de nihayetinde kırılmıştır. Pek çok fabrikatör, mekanik dokuma tezgâhlarının başında yalnızca kadın işçi çalıştırmayı tercih etmiştir. Özellikle de ailelerinin geçimine destek olan aile sahibi evli kadınlar tercih edilmiş ve kapitalistler bunların evli olmayan kadın işçilerden çok daha dikkatli ve uysal olduklarını, gerekli geçim araçlarını tedarik edebilmek için güçlerini son zerresine kadar harcamak zorunda kaldıklarını anlatmışlardır. Böylece kadın karakterine özgü erdemler kadınlara zarar vermeye başlamış ve kadın doğasındaki ahlâk ve incelikle ilgili her şey kadının köleleşmesine ve acı çekmesine yol açan araçlar haline getirilmiştir.

b. İşgününün uzatılması
Makine, emeğin üretkenliğini yükseltmenin, yani bir metanın üretimi için gerekli emek-zamanı kısaltmanın en güçlü aracıdır. Bu nedenle, "sermayenin taşıyıcısı olarak, öncelikle doğrudan doğruya el attığı sanayilerde, iş gününü her türlü doğal sınırın ötesine uzatmaya yarayan en güçlü araç haline gelir. Makine, bir yandan sermayeye kendisinin bu sürekli eğiliminin dizginlerini serbest bırakan yeni koşullar yaratırken, diğer yandan da onun başkalarının emeğine duyduğu doymak bilmez iştahı daha da artıran yeni nedenler yaratır."

Makinelerle birlikte emek aracının hareketi ve işleyişi işçiden bağımsızlaşır. Böylece emek aracının kendisi, şayet insan yardımcılarının bedensel zayıflıkları ve dik başlılıkları gibi belirli doğal engellerle karşılaşmazsa, kesintisiz olarak üretimde bulunacak olan bir "sürekli hareketli sanayi makinesi" (otomat) haline gelir. Otomat haline gelen makine, kapitalizmde sermayenin parçası ve dolayısıyla kapitalistin bilinç ve iradesinin taşıyıcısı olarak, beşeri doğal engelleri asgari direnme düzeyine indirme güdüsüyle donanmıştır. "Bu direnme, ayrıca, makine başında çalışmanın görünürdeki kolaylığı ve kadın ve çocuk işçilerin eğilip bükülmeye daha yatkın unsurlar olmaları ile daha da azalır."

Makinenin üretkenliği, hatırlanacağı üzere, nihai ürüne aktardığı değer parçasının büyüklüğü ile ters orantılıdır. Makinenin faaliyet gösterebildiği süre ne kadar uzun olursa, makinenin kattığı değerin dağıldığı ürün kitlesi o kadar büyük, fakat tek bir metaya kattığı değer parçası ise haliyle o kadar küçük olur. Makinenin faal ömrü ise, işgününün uzunluğu ile bunun tekrarlandığı günlerin sayısının çarpımı ile belirlenir. Bir makinenin maddi aşınması iki boyutludur. Birincisi kullanımdan kaynaklı aşınmadır, ikincisi ise kullanılmadan kınında tutulan kılıcın paslanması gibi makinenin kullanılmamasından ileri gelir. Makine bu iki boyutlu maddi aşınmanın yanı sıra, deyim yerindeyse manevi aşınmaya da uğrar. Şöyle ki, bir makine aynı tür makinelerin daha ucuza üretilmeleri ya da daha iyi makinelerin rakip olarak karşısına çıkması ölçüsünde mübadele değerini yitirir. Bu durumda, makine henüz yeni gibi bile olsa, değeri, üretimi sırasında kendisinde nesnelleşmiş bulunan emek-zamanla değil, kendisinden daha iyi makinenin yeniden üretimi için gereken emek-zamanla belirlenir. Bu nedenle az ya da çok değer yitirir. Makine herhangi bir üretim koluna ilk kez girdiğinde, onun yeniden üretimini ucuzlatıcı yeni metotlar ve parçalarıyla birlikte makinenin bütün yapısını etkileyen iyileştirmeler birbirini kovalar.

Kapitalist, yatırım yaptığı makinesi henüz manevi aşınmaya uğramadan ondan istediği verimi elde etmeye bakar. Bu yüzden de kapitalistin işgününü uzatarak, makinesi sayesinde işçiden daha çok artı-değer sızdırma güdüsü, makinenin ömrünün ilk döneminde kendini en şiddetli biçimde hissettirir. Diyelim diğer bütün koşullar aynı kalmak üzere ve işgünü uzatılmadan, sömürülen işçilerin sayısı iki katına çıkartılsın. Böyle bir durumda üretim artsa da değişmeyen sermayenin iki katına çıkartılması gerekirdi. Fakat bu durumdan farklı olarak, bu kez makinelere ve binalara yatırılan sermaye değişmeden kalırken şayet işgünü uzatılacak olsa üretimin hacminde yine bir büyüme olurdu. Açıktır ki, işgünü uzatıldığında artı-değer artmakla kalmaz, aynı zamanda bunun elde edilmesi için gereken harcamalar da azalır.

Üretim sürecinde faal kaldığı sürece çok pahalı makineler sayesinde artı-değer yumurtlatılan işçinin fabrikayı terk etmesi sermaye için büyük bir kayıptır. Marx, İngiliz pamuklu sanayisinin önde gelen patronlarından biri olan Ashworth'un bir söyleminden bu durumu örnekler: "Bir tarım işçisi çapasını elinden bıraktığı zaman, bu süre için 18 penilik bir sermayeyi faydasız bırakmış olur; oysa fabrika işçilerinden biri fabrikayı terk ettiği zaman, 100.000 sterline mal olmuş bir sermayeyi faydasızlaştırır." Sermayenin canını yakan bu gerçeklik, makinenin kullanım alanı genişledikçe işgününün durmadan uzatılmasını "arzu edilir" bir şey haline getirir.

Makine kullanımı sayesinde kapitalistin işçiden daha çok artı-değer elde etmesi, yalnızca işgücünün yeniden üretimi için gerekli metaların ucuzlaması sayesinde işgücü değerinin düşmesiyle olmaz. Aynı zamanda, makinenin ilk kez kullanıma sokulduğu yerde, bu durum emeği potansiyeli daha yüksek emeğe dönüştürür ve dolayısıyla artı-değer artar. Kısacası, makine belirli sayıda işçiyi işinden ederek kapitalisti o işçilerin yaratacağı artı-değerden mahrum etse bile, makine kullanan kapitalistin eskiye oranla daha az sayıda çalıştırdığı işçiden elde ettiği artı-değer büyür. Bundan dolayı, makineli üretimin henüz az sayıda kapitalist tarafından kullanıldığı "geçiş döneminde" olağanüstü kârlar elde edilmiştir. Marx'ın ifadesiyle, "kapitalist, iş gününü mümkün olduğu kadar uzatarak, bu «yeni aşkın ilk dönemi»nden son saniyesine kadar yararlanmaya çalışır. Kârın büyüklüğü, daha çok kâra duyulan doymak bilmez açlığı daha da artırır."

Aynı üretim kolunda makine kullanımının genelleşmesiyle birlikte, makine kullanımının ilk dönemine özgü avantaj son bulur ve kapitalistler bundan böyle makinenin başında çalıştırdıkları işgücünden normal artı-değer elde etmeyi sürdürürler. Hatırlansın, artı-değer sermayenin sadece değişen kısmından elde edilir ve artı-değer kütlesi iki faktörle belirlenir: artı-değer oranı ve aynı anda çalıştırılan işçilerin sayısı. İşgününün uzunluğu verili ise, artı-değer oranı, işgününün artı-emek kısmının gerekli-emek kısmına bölünmesiyle bulunacaktır. Makineli üretim, emeğin üretkenliğinde meydana gelen artış sayesinde artı-emeği gerekli emek aleyhine büyütür ve bu sonucu belli bir sermaye tarafından çalıştırılan işçilerin sayısını azaltarak sağlar. "Makineli üretim, sermayenin daha önce değişir nitelikte olan, yani canlı emek gücüne çevrilmiş bulunan bir bölümünü makineye, yani artık değer üretmeyen değişmez sermayeye dönüştürür." İşçiden daha çok artı-değer sızdırmak için makine kullanılması kendi içinde bir çelişkiyi de barındırır. Şöyle ki, kapitalist, makine sayesinde verimi ne denli arttırmış olsa bile, diyelim eskiden çalıştırdığı 24 işçiden sızdırdığı artı-değeri şimdi sayısı 2'ye inen işçiden sızdıramaz. Çünkü diyelim 24 işçinin her biri 12 saatlik çalışma süresi içinde 1 saat artı-emek sağlasaydı toplamı 24 saat ederdi. Oysa 2 işçinin toplam emek saati 24 saat eder. Marx, işte bu durumun, işçi sayısındaki azalmadan kaynaklanan artı-değer kaybını mutlak artı-değer artışıyla dengelemek için kapitalisti işgününü uzatmaya zorlayan bir dürtü yarattığını vurgular.

Demek oluyor ki, makinenin kapitalist biçimde kullanımı, bir yandan işgününün ölçüsüz bir biçimde uzatılması için güçlü yeni dürtüler yaratır. Diğer yandan, kısmen işçi sınıfının daha önce el atamadığı katmanlarını sermayenin hizmetine sunarak, kısmen de makineyle yerlerinden edilen işçilerin açıkta kalmalarına yol açarak sermayenin yasasına boyun eğmek zorunda bulunan bir artı-işçi nüfusu meydana getirir. Marx, makineyi sadece meta üretim aracı olarak değil, aynı zamanda "ihtiyaç fazlası nüfus" üretim aracı olarak kavramanın, Ricardo'nun büyük hizmetlerinden biri olduğunu belirtir.

Kapitalist üretim kendi içinde çeşitli çelişkiler barındırır. Bunlardan biri de, üretimde emek-zamanı kısaltabilecek en güçlü araç olan makinenin, sermayenin değerlenmesi için işçinin ve ailesinin bütün ömrünü kapitalistin tasarrufu altında bulunan emek-zamana dönüştüren bir araç haline gelmesidir. Bu durum makinelerin kapitalizm altında insanı "kölece" çalışma mecburiyetinden kurtarmadığının ifadesidir. Oysa insanı bu mecburiyetten kurtarma hayali nice yıllar önce Eski Çağ düşünürü Aristo tarafından dile getirilmişti. Aristo, şayet "mekikler kendi kendilerine işleyip kumaş dokusalardı, ne ustaların çıraklara ve ne de efendilerin kölelere ihtiyacı olurdu" demişti. Keza "Çiçero zamanında yaşamış Yunan şairi Antipatros, tahıl öğütmek için icat edilmiş olan su değirmenini, üretim işinde kullanılan bütün makinelerin bu ilk basit biçimini, kadın kölelerin kurtarıcısı ve altın çağın başlatıcısı olarak selamlamıştı!" Marx istihzayla "Ekonomi politikten ve Hristiyanlıktan hiç haberleri yoktu bunların. Başka şeylerin yanında, makinenin, iş gününü uzatmanın en güvenilir aracı olduğunu da anlamamışlardı" der.

c. Çalışmanın yoğunlaşması
Daha önce üzerinde durulduğu gibi, makineler önce kapitalistlerin elinde işgününü ölçüsüz bir biçimde uzatma aracı olarak kullanılmış, fakat sonradan işçilerin direniş ve mücadeleleri neticesinde sınırları yasayla saptanan normal bir işgününe varılmıştır. Normal işgününe ulaşılmasıyla birlikte, emeğin yoğunlaşması büyük bir önem kazanır. Makine kullanımının gelişmesi ve makinelerle çalışan işçilerin deneyimlerinin birikmesiyle, üretimdeki hız ve dolayısıyla emek yoğunluğu kendiliğinden artar. Bu nedenle İngiltere'de yarım yüzyıl boyunca, işgününün uzatılması ile fabrika işinin gittikçe yoğunluk kazanması elele yürümüştür. Fakat nihayetinde işler kaçınılmaz olarak, daha yüksek emek yoğunluğunun ancak işgününün kısalmasıyla bağdaşabileceği bir düğüm noktasına gelip dayanmıştır. Çünkü işçi sınıfının giderek büyüyen başkaldırısı, devleti normal işgününü yasal işgünü haline getirmek zorunda bırakmıştır. Bunun sonucunda, artı-değer üretimini işgününü uzatarak artırmanın yolları tıkanmıştır. Sermaye de o andan itibaren bütün gücüyle ve bilinciyle, makine sisteminin gelişmesini gittikçe daha fazla hızlandırıp nispî artı-değer üretmeye koyulmuştur.

İşte bu noktada Marx, bu gelişmeyle birlikte nispî artı-değerin karakterinde bir değişmenin meydana geldiğini belirtir. Şöyle ki, genel anlamıyla nispî artı-değerin üretilmesi yöntemi, emeğin artan üretkenliği sayesinde işçiyi aynı zaman aralığında aynı miktarda emek harcayarak daha fazla üretimde bulunabilecek hale getirmekten ibaretti. Fakat işgünü yasa zoru ile kısaltılır kısaltılmaz, bir başka gelişme olur. Yeni durum, üretkenliğin geliştirilmesi ve üretim araçlarında tasarruf sağlanması yönünde muazzam bir dürtü sağlar. İşçi, aynı zaman aralığında harcadığı emeği arttırmaya, emek gücünün gerilimini yükseltmeye, emek-zamanın her zerresini işle doldurmaya, yani emeğin yoğunluğunu arttırmaya, kısaltılmış bir işgününde ulaşılabilecek son nokta neyse oraya dek zorlanır. Böylece eskisiyle aynı olan bir zaman aralığına şimdi daha büyük bir emek kitlesi (emek miktarı) yerleştirilmiş olur. Bu nedenle, emek-zamanın uzunluk ölçüsünün (işgünü uzunluğu) yanına, emeğin yoğunluk derecesi ölçüsü de (birim zamana düşen emek miktarı) eklenir. Emeğin yoğunluğunun artması sayesinde, kısalan işgününe rağmen her bir saatte harcanan işgücü miktarı artar. Marx'ın ifadesiyle, "On saatlik bir iş gününün yoğun saatleri şimdi on iki saatlik iş gününün daha az yoğun saatleri kadar ya da bunlardan daha fazla emek, yani harcanmış emek gücü içerir." Böylece, birim zaman içinde kapitalistin işçiden sızdırabileceği artı-değer yükselmiş olur.

"Emek nasıl yoğunlaştırılır?" diye sorar Marx ve öncelikle kısalan işgününün ilk etkisine dikkat çeker. Bu etki açık bir yasaya dayanır: emek gücünün etkinliği, harcandığı sürenin uzunluğu ile ters orantılıdır. Şöyle ki, iş saatleri belirli bir sınırın ötesine uzatıldığında yorgunluk ve dikkat kaybı nedeniyle işçinin verimi düşmektedir. İşte bu nedenle, işgünü kısaltıldığında, kapitalist, işgücünün harcanma süresinin kısalması dolayısıyla uğranılan kaybı işgücünün harcanma derecesindeki artışla telafi edecektir. Bu etki makinenin rolünün önemsiz olduğu manifaktürlerde Fabrika Yasasının uygulanmaya başlamasıyla birlikte çarpıcı biçimde görülmüştür. Fakat işçinin makinenin sürekli ve tek biçimli hareketine bağımlılığı nedeniyle zaten çoktan en sıkı disiplinin yaratılmış olduğu makineli sanayide aynı etkinin doğup doğmayacağı tartışılmıştır.

Örneğin İngiltere'de 1844 yılında işgününün 12 saatin altına indirilmesi sorunu tartışılırken, fabrikatörler işgününün kısaltılmasından emek yoğunluğunu arttırıcı bir sonuç beklemenin abes olacağını hemen hemen oy birliğiyle ilan etmişlerdir. Marx bu iddianın deneylerle çürütüldüğünü vurgular. Nitekim bazı fabrikalarda deney yapılmış ve elde edilen sonuç olumlu olmuştur. 12 saat yerine 11 saatte aynı miktarda ürün aynı maliyetle elde edilmiştir; bu örnekte işçiler de, parça başına ücret aldıklarından, eskiden 12 saatte aldıkları kadar ücret almışlardır. Başka örneklerde ise, tümüyle işçilerin daha büyük bir tek biçimlilikle çalıştırılmaları ve zamandan tasarruf sağlanması sonucunda, 11 saat içinde eskiden 12 saatte üretildiğinden daha fazla ürün elde edilmiştir. İşçiler aynı ücreti alır ve bir saatlik serbest zaman kazanırken, kapitalist de aynı ürün kütlesini elde etmiş fakat üstüne bir de bir saatlik kömür, gaz vb. masrafından tasarruf etmiştir.

Marx işgününün kısalması neticesinde ulaşılan bu sonuçla birlikte makinenin rolünü açıklar: "İlk önce emeğin harcanma yoğunluğunu artırmanın öznel koşulunu, yani işçinin belli bir zaman aralığında daha fazla güç harcama yeteneğini yaratan iş günü kısalması, yasaya dayanan bir zorunluluk haline gelir gelmez, makine, kapitalistin elinde, aynı zaman aralığında sistematik olarak daha fazla emek sızdırmaya yarayan nesnel bir araç haline gelir." Bu, iki biçimde olmaktadır: bir yandan makinelerin hızındaki artışla, diğer yandan aynı işçinin kontrolündeki makinelerin sayısının artması veya işçinin iş alanının genişlemesiyle. "Makinenin yapımının gittikçe iyileştirilmesi, kısmen, işçiyi daha fazla baskı altına alabilmek için gereklidir, kısmen de emek yoğunluğunun artışına kendiliğinden eşlik eder, çünkü iş gününün sınırlandırılması kapitalisti üretim masraflarında en yüksek tasarrufu sağlayacak biçimde hareket etmeye zorlar."

Nitekim İngiltere'de 1844 yılında, Avam Kamarası'nda belgelere dayanan açıklamalar yapan bir Lord şöyle demiştir: "Fabrika süreçlerinde çalıştırılan kimselerin yapmakta oldukları iş, şimdi bu işlemlerin ilk ortaya çıktıkları zamana göre üç katına çıkmış bulunuyor. Makineler, hiç şüphesiz, duyu ve adaleleri ile çalışan milyonlarca insan tarafından yapılabilecek bir işi yapmış bulunmaktadır, ne var ki makine, korkunç hareketi ile hükmü altına aldığı insanların işini de hayret edilecek bir derecede artırmıştır."

On Saat Yasasının İngiliz pamuklu, yünlü, ipekli ve keten dokuma fabrikaları için yürürlüğe girdiği 1847 yılından sonra, makinelerin iyileştirilmeleri neticesinde varılan sonuç, dönemin mühendislerinin raporlarına yansıdığı üzere şöyledir: "Fabrika sistemi hızla gelişmekte, makinelere oranla çalıştırılan işçi sayısı azalmakta, harcanan güçte sağlanan tasarruf ve diğer yöntemler sayesinde buhar makinesi daha büyük bir makine ağırlığını işletmekte ve iş makinelerinde yapılan iyileştirmeler, fabrikasyon yöntemlerinde yapılan değişiklikler, makinelerin hızındaki artışlar ve diğer birçok şeyin sonucu olarak, daha büyük miktarlarda nihai ürün elde edilmektedir." İşgününde yapılan kısaltma sermayede makinelerin iyileştirilmesi doğrultusunda dürtü yaratmış ve nihayetinde kısalan işgününe rağmen elde edilen ürün azalmamış, tersine artmıştır. Fakat bu arada, yeni çalışma koşullarının işçiler üzerindeki tahrip edici etkisi o kadar açıktır ki, dönemin fabrika müfetişleri, işgünündeki kısalmanın çoktandır işçinin sağlığını ve dolayısıyla da bizzat emek gücünün kendisini tahrip eden bir emek yoğunlaşmasına yol açtığını itiraftan geri duramamışlardır.

Marx, işgününü uzatmak yasal açıdan tümüyle olanaksız hale geldiğinde, sermayenin bunu telafi etmek için işin yoğunluğunu sistematik bir biçimde arttırma ve makinelerde yapılan her iyileştirmeyi emek gücünü daha büyük ölçüde emebilmek için daha mükemmel bir araca dönüştürme eğilimine dikkat çeker. Bu nedenle, gelişimin çok geçmeden işgününde yeni bir kısaltmanın kaçınılmaz olacağı bir dönüm noktasına varmak zorunda kalacağı açıktır. Nitekim sekiz saatlik işgünü hareketi 1867 yılında Lancashire'da fabrika işçileri arasında başlamıştır.

Fakat asıl çarpıcı olan şudur: Yıldırım hızıyla gelişen İngiliz sanayisinin, on saatlik işgününün geçerli olduğu dönemdeki gelişme hızı, on iki saatlik işgününün yürürlükte olduğu 1833-1847 dönemindeki gelişme hızını, eski dönemlerle karşılaştırılamayacak ölçüde geride bırakmıştır. Sermayenin egemenliği koşullarında makinelerin gelişmesinden işçi sınıfının payına düşen ise, hareketleri olağanüstü bir hız kazanmış olan makinelerin başında çalışabilmek için gereken yıpratıcı tempo nedeniyle solan yaşamlar, iş kazalarında yitirilen canlar ve ağır hastalıklardan ölümler olmuştur. O dönemin doktor raporlarında, hızlanan makinelerin akciğer hastalıklarından ileri gelen aşırı işçi ölümlerinin nedenlerinden biri olduğunun belirtilmesi gerçekliğin itiraflarından biridir.

Konu Şüpheci Dinsiz tarafından (01-10-2022 Saat 16:50 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #24  
Alt 01-10-2022, 15:09
Khaos Khaos isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 12 Jun 2009
Mesajlar: 5.552
Standart

https://marksist.net/elif-cagli/marx...lini-okumak-15

Marx'ın Kapital'ini Okumak /15

Elif Çağlı
2 Mart 2020


4. Fabrika
Modern fabrika sistemi makinelerin kapitalist biçimde kullanımına dayanır. Bu sistemde makineler, işgününü ölçüsüz bir biçimde genişleterek işçinin bütün ömrüne el koyan, muazzam biçimde artan ürünün gittikçe kısalan sürelerde elde edilmesine olanak tanıyan ve işgücünün gittikçe daha yoğun bir biçimde sömürülmesini sağlayan sistematik araçlardır. Fabrika sisteminde makinelerin egemen oluşu, manifaktürde işbölümünün üzerine kurulduğu teknik temeli ortadan kaldırır. "İş aleti ile birlikte işçinin bunu kullanırken gösterdiği hüner de makineye geçer. Aletin iş yapma yeteneği, beşeri emek gücünün kişisel sınırlarından kurtulur. Böylece, manifaktürdeki iş bölümünün üzerine kurulduğu teknik temel ortadan kalkar." Manifaktürü, uzmanlaşmış işçiler arasındaki hiyerarşi karakterize eder. Otomatik fabrikada ise bu hiyerarşi son bulur ve makinelerin yardımcıları durumuna indirgenmiş işçilerin yapacağı işlerin eşitlenmesi veya aynı düzeye indirilmesi eğilimi hükmünü icra eder. Manifaktürde parça-işçiler arasında hünere göre üretilmiş (yapay) farklılıklar egemenken, fabrika sisteminde bunun yerini özellikle yaş ve cinsiyetten ileri gelen doğal farklılıklar alır.

Otomatik fabrikada işbölümü, artık özel hünerlere göre yapılandırılmış gruplar oluşturmayan işçi kümelerinin fabrikanın her bir ayrı departmanında yan yana dizilmiş iş makinelerinin başında çalışmak üzere dağıtılmaları biçiminde olur. İşçiler arasında yalnızca basit el birliği söz konusudur. Eskiden manifaktürün niteliklerine göre yapılandırılmış işçi grupları, şimdi yerini, baş işçi ile birkaç yardımcısı arasındaki bağlantıya bırakmıştır. Şimdi işçiler arasındaki temel ayrım, fiilen iş makinelerinin başında çalışan işçilerle bu makine işçilerinin çırakları (neredeyse yalnızca çocuklar) arasındaki ayrımdır. "Bu ana sınıfların yanında işleri makinelerin tamamını kontrol etmek ve sürekli olarak bunları onarmak olan mühendisler, teknisyenler, marangozlar vb. gibi sayıca önemsiz bir personel yer alır." Diğer işçilerin dışındaki bu küme, kısmen bilimsel eğitim görmüş kısmen zanaatçı olarak yetişmiş kimselerden oluşur ve Fabrika Yasasına göre kapsam dışı tutulur. Bu işbölümü tümüyle fabrika sistemindeki teknik bir işbölümüdür.

"Makinelerin başında yapılan bütün işler, işçinin kendi hareketini bir otomatın tek biçimli ve sürekli hareketine uydurmayı öğrenmesi için çırak olarak erken yaşlarda işe başlamasını gerektirir. Makine sistemi bir bütün olarak aynı anda ve uyum içinde işleyen çok sayıda makinenin birleşmesiyle oluşan bir sistem olduğu ölçüde, buna dayanan iş birliği de çeşitli işçi gruplarının farklı makineler arasında dağılmalarını gerektirir. Ama ne var ki, makineli üretim, manifaktürde olduğu gibi aynı işçiyi sürekli olarak aynı işleve bağlama yoluyla bu dağılımın sabitlenmesi zorunluluğunu ortadan kaldırır."

Fabrikanın bütün olarak hareketi işçiden değil makineden başlar. Bu nedenle personelin emek sürecinde bir kesinti olmadan, her zaman değiştirilmesi mümkündür. Ayrıca, makine başında yapılan işin küçük yaşlardan itibaren öğrenilmesi nedeniyle, sırf makine işçileri olmak üzere özel bir sınıf işçi yetiştirme zorunluluğu da ortadan kalkar. "Çırakların yaptıkları işlere gelince, fabrikada bunların yerini kısmen makineler alabilir, kısmen de, pek basit işler oldukları için, bu zahmeti yüklenmiş kişileri hızla ve sürekli olarak değiştirmek mümkündür." Manifaktürdeki işbölümü sistemi teknik bakımdan makine tarafından bir yana itilmiştir. Fakat bir süre sonra işgücünü sömürme aracı olarak sermaye tarafından daha iğrenç şekilde biçimlendirilip yerleştirilir ve manifaktürden arta kalan bir gelenek olarak fabrikaya da taşınır. "Aynı parça-aleti ömür boyu kullanma uzmanlığı, aynı parça-makineye ömür boyu hizmet etme uzmanlığı haline gelir. İşçinin kendisini küçük yaşından itibaren bir parça-makinenin parçasına dönüştürmek için makine kötüye kullanılır. Böylece, yalnızca işçinin kendisinin yeniden üretimi için gerekli masraflar önemli miktarda azaltılmış olmaz, aynı zamanda işçinin fabrikanın bütününe, yani kapitaliste, çaresiz bir biçimde tam olarak bağımlı hale gelmesi de sağlanır."

Manifaktürle fabrika sistemi arasındaki fark şudur: "Manifaktürde ve zanaatçılıkta işçi aletten yararlanır, fabrikada ise işçi makineye hizmet eder. İlk ikisinde emek aracının hareketi işçiden başlar; sonuncuda ise, işçi emek aracının hareketini izlemek zorundadır. Manifaktürde işçiler canlı bir mekanizmanın organlarını oluşturur. Fabrikada işçilerden bağımsız bir cansız mekanizma vardır ve işçiler buna canlı eklentiler olarak katılır."

Engels'in belirttiği gibi, tekrar ve tekrar, durmadan aynı mekanik işi yapmanın doğurduğu sonu gelmez acının kahır yüklü tekdüzeliği Sisyphus'un işine benzer. Çünkü sırtlanılan iş yükü, Sisyphus adlı efsanedeki gibi, bitip tükenmiş haldeki işçinin durmadan gerisin geriye üzerine yuvarlanan kayayı andırmaktadır. Nitekim o dönemde çeşitli vesilelerle dile getirildiği üzere, uzun saatler boyunca bir mekanizmanın aynı hareketini gözleme işi zihne de bedene de zarar verir. "Makine işi, sinir sistemini en ölçüsüz bir biçimde zorlarken, aynı zamanda adalelerin farklı şekillerde hareket etmelerini olanaksızlaştırır ve beden ile aklın her tür özgürce etkinliğini ortadan kaldırır." O nedenle, makine sayesinde işin hafiflemesi bile işçi açısından bir tür işkence haline gelir. Fabrika sisteminde işçi emek aracını değil, tersine, emek aracı işçiyi kullanır. Bu durum her türlü kapitalist üretim için ortak bir niteliktir, çünkü bu üretim tarzı yalnızca bir emek süreci olmayıp, aynı zamanda sermayenin değerlenmesi sürecidir. Fakat emek aracının işçiyi kullanması ilk kez makineyle teknik bakımdan somut bir gerçeklik kazanır.

"Emek aracı bir otomat haline gelerek, emek sürecinde işçinin karşısına sermaye olarak, canlı emeğe hükmeden ve onu yutan ölü emek olarak çıkar." Üretim sürecinin zihinsel güçlerinin el emeğinden ayrılması ve bunların sermayenin emek üzerindeki güçleri haline gelmesi, makinelerin oluşturduğu temel üzerinde kurulan büyük sanayide tamamlanır. Yaptığı iş içeriksizleşmiş olan bireysel makine işçisinin özel hüneri, makine sistemine eklemlenen ve bu sistemle birlikte "patron"un kudretini meydana getiren bilim, muazzam doğa güçleri ve yığınsal toplumsal çalışma karşısında küçücük bir yan unsur halinde kaybolur.

"İşçinin teknik bakımdan emek aracının tekdüze işleyişine tabi oluşu ve her iki cinsiyetten ve çeşitli yaşlarda işçilerden meydana gelen işçi organizmasının kendine özgü bileşimi, bir kışla disiplini yaratır; bu disiplin, eksiksiz fabrika rejimine dönüşür." Bu kışla disiplini, manifaktürde el işçileri ile iş gözcüleri arasındaki bölünmeyi, sıradan sanayi erleri ile sanayi astsubayları arasındaki bölünme düzeyine ulaştırır. Marx, "Sermayenin, başka alanlarda burjuvaların pek sevdiği güçler ayrılığı ilkesini ve bundan da fazla sevdikleri temsilî sistemi hiç işe karıştırmadan, özel bir yasa olarak ve kendi keyfine göre formüle ettiği ve çalıştırdığı işçiler üzerindeki otokrasisini kuran fabrika yönetmeliği" diye vurgular. Bu fabrika yönetmeliği, "büyük boyutlu el birliğinin ve emek araçlarının, özellikle makinelerin, ortak kullanımının emek sürecinde gerekli kıldığı toplumsal düzenlemenin kapitalistçe bir karikatüründen başka bir şey değildir." Marx, "köle güdücülerinin kırbaçlarının yerini gözcülerin ceza kitabı aldı" diye devam eder. Bütün cezalar, doğal olarak sonunda para cezaları ve ücret kesintileri biçimini almaktadır. Fakat fabrika yönetmeliği yasa koyuculuktaki ince zekâsı ile cezaları öyle düzenlemektedir ki, sonuçta sermaye için yasaların ihlal edilmesi, bunlara uygun hareket edilmesinden daha da kârlı olmaktadır.

Engels, İngiltere'de emekçi sınıfların durumunu tasvir eden yazılarında fabrika sistemini çarpıcı biçimde dile getirmiştir: "Burjuvazinin proletaryayı içine soktuğu kölelik durumu hiçbir yerde fabrika sisteminde olduğu kadar gün ışığına çıkmaz. Burada bütün özgürlükler hukuken de fiilen de son bulur. İşçi sabahleyin saat 5 buçukta fabrikada olmak zorundadır; birkaç dakika geç kalsa, cezalandırılır, 10 dakika geç gelse, kahvaltı sona erinceye kadar içeriye alınmaz ve günlük ücretinin dörtte birini kaybeder. İşçi emre göre yemek, içmek ve uyumak zorundadır. ... Despot çan, onu yatağından çağırır, kahvaltıdan ve öğle yemeğinden çağırır. Peki, fabrikanın içinde işler nasıl gider? Burada fabrikatör, mutlak yasa koyucudur. Fabrika kurallarını keyfinin istediği gibi saptar; dilediği zaman bunları değiştirir ve kendi yönetmeliğine eklemelerde bulunur; saçmalığını son haddine vardırdığı zaman da mahkemeler işçiye şöyle der: siz bu sözleşmeyi kendi iradenizle yaptığınıza göre, şimdi ona uymak zorundasınız. ... Bu işçiler dokuz yaşından itibaren ölünceye kadar bu ruhsal ve bedensel işkence altında yaşamaya mahkûmdur."

Marx'ın işaret ettiği üzere, fabrika işinde işçilerin bütün duyu organları, yapay olarak yükseltilmiş sıcaklık, hammadde atıklarıyla yüklü hava, sağır edici gürültü vb. yüzünden aynı derecede zarar görür. Çok dar aralıklarla yan yana dizilmiş makinelerin arasında yüz yüze kalınan ölüm ve yaralanma tehlikesininin sonuçları ise, "sınaî savaş alanının ölü ve yaralı listelerinde" görülmektedir.

Marx'ın dipnotta fabrika müfettişlerinin raporlarından aktardığı satırlar, günümüzde de işçi sınıfının yaşamını tehdit eden gerçekliği yansıtmaktadır: "Evet, tehlikeli makinelere karşı korunmayı sağlamak için çıkarılmış olan yasalar olumlu etkiler yaratmıştır. Fakat daha sonra daha önce mevcut olmayan yeni felaket kaynakları ortaya çıkmıştır; bunların en önemlisi, makinelerin yükselmiş olan hızlarıdır. Kazaların çok büyük bir kısmı işçilerin işlerini çabuk bitirme telaşından ileri gelir. Makineleri aralıksız olarak hareket halinde tutmanın, yani iplik ve kumaş üretmenin, fabrikatörler için son derece önemli bir şey olduğunu hatırlamak gerekir. Her bir dakikalık durma, sadece hareket gücünden bir kayıp değil, üretim bakımından da bir kayıptır. Bundan ötürü, bütün derdi elde edilecek ürün miktarı olan iş gözcüsü, işçileri, makineleri hareket halinde tutmaya zorlar; ağırlık ya da parça hesabına göre ücret alan işçiler için makinelerin hareket halinde tutulmaları daha az önemli bir şey değildir." Ve "fabrikaların çoğunda, makinelerin hareket halinde iken temizlenmelerinin resmen yasak olmasına rağmen, bu, genel bir uygulamadır."

Toplumsal üretim araçlarında ilk defa fabrika sisteminde gösterilen özen sayesinde sağlanmış olan tasarruf, sermayenin elinde aynı zamanda sistematik bir soygunculuk haline gelmiştir. "İşçiye çalışırken gerekli olan hayat koşulları üzerinde, yani mekân, hava, ışık ve işçiyi emek sürecinin tehlikelerine veya sağlığa zarar veren etkilerine karşı alınması gereken koruyucu tedbirler üzerinde yapılan bir soygundur bu." Marx, "Fourier fabrikalar için «koşulları hafifletilmiş çalışma kampları» derken haksız mıydı" diye sorarak, fabrika sisteminin gerçek yüzüne dikkat çekmiştir.

5. İşçi ile Makine Arasındaki Mücadele
Kapitalistle ücretli işçi arasındaki mücadele sermaye ilişkisinin kendisiyle başlar. Bütün manifaktür dönemi boyunca olanca şiddetiyle devam eder. Ama işçi, sermayenin maddi varlık biçimi olan emek aracının kendisiyle mücadele etmeye, makinenin ortaya çıkışından sonra başlamıştır. İşçi, bu özel üretim aracı biçimine karşı, bu biçim kapitalist üretim tarzının maddi temeli olduğu için başkaldırmıştır. 17. yüzyıl boyunca hemen hemen bütün Avrupa'da, kurdele ve şerit dokumakta kullanılan bir makine olan kurdele tezgâhına karşı işçi ayaklanmaları olmuştur. 17. yüzyılın ilk üçte birinin sonunda, bir Hollandalının Londra yakınlarında kurduğu rüzgârla işleyen bir bıçkıhane, halkın taşkınlıklarına maruz kalmış ve yıkılmıştır. Everett adlı mucit 1758 yılında su gücü ile işletilen ilk yün kırpma makinesini yaptığı zaman, makine, işlerinden olan 100.000 kişi tarafından ateşe verilmiştir. İngiltere'nin manifaktür bölgelerinde 19. yüzyılın ilk 15 yılında görülen ve özellikle buharla işleyen dokuma tezgâhlarının kullanılmaya başlamasının neden olduğu Luddite hareketi (kitlesel makine yıkıcılığı), dönemin egemenlerine en gerici baskı önlemleri için bahane sunmuştur. Marx, "İşçinin makine ile bunun kapitalistçe kullanımı arasındaki farkı görmesi ve dolayısıyla saldırılarını maddi üretim araçlarının kendilerine değil, bunların toplumsal sömürü aracı olarak kullanılmalarına yöneltmeyi öğrenmesi, zaman ve deneyim gerektirdi" diye vurgular.

Marx'ın işaret ettiği üzere, manifaktürde ücret için yapılan mücadeleler asla manifaktürün varlığına yöneltilmemişti. Manifaktürlerin kuruluşlarına karşı mücadeleler olmuşsa da, bu, ücretli işçilerin değil genelinde lonca ustalarının ve ayrıcalıklı kentlerin işi olmuştu. Bundan dolayı, manifaktür dönemi yazarları, işbölümünü, ağırlıklı olarak işçiyi işinden etmeyen bir araç olarak ele almışlardı. Oysa buharla işleyen dokuma makineleri İngiltere'de 800.000 dokuma işçisini kapı dışarı etmişti.

Manifaktür dönemi boyunca işler parçalanmış olsa da, el işçiliği yine de manifaktür döneminde üretim sürecinde temeli oluşturmaya devam etti. Marx'ın, İngiltere'de manifaktür dönemine geçişte meydana gelen değişimi dile getirdiği satırlar önemlidir. "Yeni sömürge pazarları, Orta Çağdan devralınan görece az sayıdaki şehirli işçilerle sağlanacak üretimle doyurulamazdı ve asıl manifaktür, aynı zamanda, feodalitenin çözülmesiyle topraktan sürülmüş bulunan köylülere yeni üretim alanları açmıştı. Demek ki o zamanlar, iş yerlerindeki iş bölümünün ve el birliğinin olumlu yönü, çalıştırılan işçilerin daha üretken olmalarını sağlayan tarafı ağır basıyordu. Gerçi, iş birliği ve emek araçlarının az sayıda elde toplanması, bu yöntemlerin tarımda uygulandığı birçok ülkede, büyük sanayi döneminden çok önce, üretim tarzında ve dolayısıyla kır halkının yaşam koşullarında ve istihdam araçlarında, büyük, ani ve şiddetli devrimlere yol açmıştı. Ama bu mücadele, başlangıçta, sermaye ile ücretli işçi arasında olmaktan çok, büyük ve küçük toprak sahipleri arasında olur; diğer yandan, işçilerin emek araçları, koyunlar, beygirler vb. tarafından işlerinden ve yerlerinden sürülüp atılmaları ölçüsünde, buradaki zora dayanan dolaysız hareketler, ilk aşamada, sanayi devriminin ön koşulunu oluşturur. İlk olarak işçiler topraklardan sürülüp çıkarılır ve sonra koyunlar gelir. İngiltere'deki biçimiyle büyük çaplı toprak gaspı, büyük boyutlu tarım için gerekli alanın yaratılmasında ilk adım olur. Bundan dolayı, tarımda meydana gelen bu köklü dönüşüm, ilk başladığı zamanlar, daha çok bir politik devrim görünüşünde olur." Engels, Kapital'in dördüncü Almanca basımına eklediği notta, bu durumun Almanya için de geçerli olduğunu belirtir. Almanya'da "bu ancak tarımın büyük boyutlar içinde yapıldığı yerlerde, yani özellikle doğuda, 16. yüzyıldan itibaren, fakat özellikle de 1648'den bu yana, köylülerin «büyük malikaneler»den uzaklaştırılması ile mümkün olabilmiştir" der.

Makinelerin üretim sürecine girişiyle yeni bir dönem başlamıştır. İşçilerin yeni makineler karşısındaki direnişlerinin yarattığı korku nedeniyle, icat edilen dokuma makineleri yasaklanmış, yetkililerin emriyle yakılmış ve hatta bazı örneklerde mucitler boğdurulmuştur. Marx, "Emek aracı makine biçimini alır almaz, işçinin kendisinin rakibi olur" der. Sermayenin makine aracılığıyla kendini değerlendirmesi ile varlık koşullarını yok ettiği işçilerin sayısı doğru orantılıdır. Bütün kapitalist üretim sistemi işçinin emek gücünü meta olarak satmasına dayanır ve makineler nedeniyle işini kaybeden işçiler "dolaşımdan çekilmiş kâğıt para gibi" işgüçlerini satamaz hale gelirler. Makineli üretim böylece, işçi sınıfı içinde bir "fazla nüfus" yaratmıştır. Makinenin, sermayenin kendini değerlendirmesi için hemen gerekli olmayan fazla nüfusa dönüştürdüğü işçi sınıfının bu kısmı, bir bölümüyle eski zanaat ve manifaktür işletmelerinin makineli işletmelere karşı eşitsiz koşullarda yürüttükleri mücadele içinde yok olup gider. Diğer bir bölümü ise, kolay girilebilen sanayi kollarına akarak emek piyasasını doldurur ve dolayısıyla da emek gücünün fiyatını onun değerinin altına düşürür.

"Makine, bir üretim alanını yavaş yavaş ele geçirdiği zaman, onunla rekabet halindeki işçi katmanlarında kronik bir sefalet yaratır. Geçiş hızlı olduğunda, makinenin etkisi kitlesel ve anidir. Dünya tarihi, İngiliz el dokuma işçilerinin yavaş yavaş, on yıllarca devam eden, sonunda 1838 yılında tescil edilen yok olma sürecinden daha korkunç bir dram sunmaz. Bunların pek çoğu açlıktan ölmüş, pek çoğu da aileleriyle birlikte uzun bir süre boyunca günde 2½ peniyle hayatta kalmaya çalışmıştı." Marx bu örneğin yanı sıra, İngiliz pamuk makinelerinin Doğu Hindistan'daki ani etkisine de dikkat çeker. Buranın genel valisi 1834 yılında şunları bildirmiştir: "Buradakine benzer bir sefalete ticaret tarihinde hemen hemen rastlanamaz. Hindistan ovaları, pamuklu dokumacılarının kemikleriyle bembeyaz oldu."

Açıktır ki, "genel olarak kapitalist üretim tarzının, işçinin karşısındaki emek araçlarına ve emek ürününe verdiği bağımsız ve yabancılaşmış biçim, makine ile birlikte tam bir karşıtlık halini" almıştır. Bu nedenle de, ilk kez makine ile birlikte, işçinin emek aracına karşı şiddetle başkaldırdığı görülmüştür. "Emek aracı işçiyi yere serer. İkisi arasındaki bu doğrudan karşıtlık, kuşkusuz, en somut biçimde, kullanıma yeni sokulan makinelerin eskiden kalma zanaatlar ya da manifaktürlerle rekabet ettiği zamanlarda görülür. Ama büyük sanayide de makinelerde yapılan sürekli iyileştirmeler ve otomatik sistemin geliştirilmesi buna benzer bir etki yapar." İngiltere örneği, birikmiş pratik deneyimlerin, el altında bulunan mekanik araçların ve tekniğin sürekli ilerlemesinin sonucu olarak makine sisteminin ne kadar olağanüstü bir esneklik kazandığını ve işgünündeki kısalmanın baskısı altında bu sistemin dev adımlarıyla ilerlediğini göstermiştir. "Ne var ki, Amerikan İç Savaşı'nın dürtüsü ile birbirini izleyen üç yıl içinde makinelerde bu derece hızlı iyileştirmelerin olacağını ve bu gelişmeye uygun olarak el işçilerine aynı ölçüde yol verileceğini, İngiliz pamuklu sanayisinin en parlak yılı olan 1860'da kim düşünebilirdi?" diye sorar Marx. İngiltere'de pamuk bunalımının işçiler için yarattığı "geçici" sefalet, makinelerdeki hızlı ve kalıcı gelişmelerle artmış ve yerleşiklik kazanmıştır.

Marx, makinenin ücretli işçinin karşısına yalnızca onu hep yenen ve "fazlalık"haline getiren aşırı güçlü bir rakip olarak çıkmakla kalmadığını belirtir. Sermaye, makineyi aynı zamanda işçi düşmanı bir güç ilan eder ve bundan kendi çıkarı yönünden yararlanır. Çünkü işçilerin sermayenin otokrasisine karşı belirli aralıklarla giriştikleri ayaklanma, grev vb. hareketlerini ezmekte, makine sermayenin en güçlü savaş aracı olur. 1830'dan sonra, yalnızca işçi ayaklanmalarına karşı sermayenin savaş aracı olarak kullanılmak amacıyla yapılmış makine icatları üzerine koca bir tarih yazmanın mümkün olduğunu vurgular Marx.

6. Makinelerin İşsiz Bıraktığı İşçilerle İlgili Telafi Teorisi
Sermayenin özürcüsü iktisatçılar, zaman içinde çeşitli akla ziyan teoriler ileri sürmüşlerdir. Bu bağlamda Marx'ın verdiği bir örnek çarpıcıdır. "Ricardo hariç bir dizi burjuva iktisatçısı, işçileri işlerinden eden bütün makinelerin aynı zamanda ve zorunlu olarak, işsiz kalan aynı işçileri çalıştırmaya yetecek miktarda bir sermayeyi de serbest bıraktığını ileri sürmüştür." Marx bu iddiaları çeşitli varsayımlarla ilerlettiği bir irdelemeyle çürütür. Örneğin makinelerle işinden edilen işçilere ödenen ücret tutarındaki değişen sermayenin yerini, yeni makinelere ödenen değişmeyen sermaye alabilir ve bu durumda ne sermayenin serbest kalması ne de yeni işçi istihdam edilmesi söz konusu olabilir. Tersine genelde makinelerde meydana gelen her iyileşmeyle birlikte, bunların çalıştırdığı işçilerin sayısı azalır. Bir başka varsayım olarak, diyelim yeni makinelerin yapımı işinde daha fazla sayıda tekniker çalıştırılmaya başlansa, bu durumda yeni makinelerin işsiz bıraktığından daha az işçiye iş sağlanabilir.

Marx bu varsayımlarla iddiaların bir kısmını çürüttükten sonra, aslında söz konusu özürcülerin bir miktar sermayenin serbest kalmasıyla, "serbest" (işsiz) bırakılan işçilerin geçim araçlarını kastettiklerini belirtir. Fakat unutulmasın ki, söz konusu geçim araçları metadır ve bu metalar için alıcı olanlar işten atılan işçilerdir. O halde netice bellidir. Makinelerin bir kısım işçiyi işinden ederek "serbest bırakması"nın anlamı, o işçileri alıcı olmaktan çıkartıp alıcı olmayan kişiler haline sokmasıdır. Bu yüzden bu metalar için talep azalır ve "talepteki bu azalma bir başka taraftaki talep artışıyla telafi edilmezse, bu durumda metaların piyasa fiyatı düşer. Bu, uzun bir süre devam eder ve daha büyük ölçekte gerçekleşirse, bu metaların üretimi için çalıştırılan işçilerin bir kısmına yol verilmesi sonucunu doğurur."

Kısacası Marx'ın vurguladığı üzere, sermaye özürcüsü iktisatçıların iddiaları palavradır ve gerçek durum makinenin "sadece kullanılmaya başladığı üretim kolunda değil, henüz kullanılmadığı üretim kollarında da işçilerin işten atılmasına neden olduğunu kanıtlar." Marx burada, Kapital'in başka bir bölümünde ele aldığı önemli bir hususu hatırlatır. "Makinenin bize burada işçi sınıfı için bir telafiymiş gibi gösterilen bu etkisi, tam tersine, işçinin karşısına en korkunç bir kırbaç olarak çıkar." Bir sanayi kolundan atılan işçiler, bir başka sanayi kolunda iş bulsalar bile, "işçilerin hayal edebilecekleri şeyler o kadar sınırlıdır ki!" Çünkü "İş bölümünün güdükleştirmiş olduğu bu zavallıcıklar, kendi eski işlerinin dışında o kadar düşük değerlidir ki, ancak, aşağı türden ve dolayısıyla her zaman işçi ile dolup taşan ve emeğe değerinin altında ücret ödenen birkaç iş koluna girebilirler." Belli bir sanayi kolunda o zamana kadar çalıştırılmakta olan bir kısım işçiye makine kullanılması yüzünden yol verilir verilmez, yedek durumundaki işçilerin dağılımında da değişiklik meydana gelir. Bunların bir kısmı diğer iş kolları tarafından soğurulur ama bu sırada ilk kurbanların büyük bir kısmı yeni bir iş bulacakları geçiş dönemi boyunca sefil ve perişan olurlar.

Marx'ın dikkat çektiği diğer bir önemli husus ise şudur: "İşçilerle geçim araçları arasındaki bağın kopuşundan aslında makinelerin sorumlu olmadığı, hiç şüphe götürmeyen bir olgudur. Makineler, kullanılmaya başladıkları kolda ürünü ucuzlatır ve artırır." Netice olarak, işten atılmış işçiler için toplumun sahip bulunduğu geçim araçları miktarı daha fazla olur. Evet, ortada fazlalaşan bir şey vardır ama makinenin işsiz bıraktığı işçiler tarafından satın alınamayan ("serbest kalan") bir fazlalıktır bu. İşte sermayenin özürcüsü iktisatçılar akla ziyan iddialarını bu gibi geçersiz noktalara dayandırmaktadırlar. Fakat unutulmasın, ortaya çıkan çelişki ve karşıtlıklar makinenin kendisinden değil, onun kapitalist tarzda kullanımından kaynaklanmaktadır. Kısacası, makinenin "aslında çalışma süresini kısalttığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında iş gününü uzattığı; aslında işi kolaylaştırdığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında emeğin yoğunluğunu artırdığı; aslında insanın doğa güçleri üzerindeki zaferi demek olduğu halde, kapitalist tarzda kullanıldığında insanı doğa güçlerinin boyunduruğuna soktuğu; aslında üreticilerin zenginliğini artırdığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında bunları sefilleştirdiği" açıktır.

Burjuva iktisatçısı ise, makine kullanımının etkilerine ilişkin bütün bu somut çelişkilerin yalnızca o anki bir görünümden ibaret olduğunu ve aslında teoride mevcut olmadıklarını iddia eder. Böylece, başını daha fazla ağrıtmaktan kurtulur ve makinenin kapitalist tarzda kullanımına karşı değil de makinenin kendisine karşı savaşmak gibi bir aptallığın günahını da hasmının sırtına yükler. Dolayısıyla burjuva iktisatçısına göre, her kim ki makinenin kapitalist tarzda kullanımının gerçek yüzünü ortaya koyuyorsa, bunların kullanılmasını hiç istemiyordur ve toplumsal ilerlemenin düşmanıdır! Marx, burjuva iktisatçıların bu akıl yürütmesini İngiltere'deki meşhur cani Bill Sikes'ın mahkemedeki ifadesinden aktararak hicveder: "Jürinin sayın üyeleri, bu gezgin tacirlerin boyunları, şüphesiz, kesilmiş bulunuyor. Ama bu benim suçum değil, bıçağın suçudur. Bu tür geçici münasebetsizlikler oluyor diye bıçak kullanımına son mu verelim? Düşününüz bir kere! Bıçak olmasaydı tarım ve zanaatlar bugün nerede olurdu? Bıçak, anatomide öğretildiği üzere cerrahide de yararlı bir araç değil midir? Ayrıca, neşeli sofraların gönüllü yardımcısı değil midir? Bıçağı ortadan kaldırırsanız, bizi gerisin geriye barbarlığın en derin uçurumlarına yuvarlarsınız."

İşin gerçeğinde, makine kullanılmaya başladığı iş kollarında işçilere zorunlu olarak yol vermekte ama başka iş kollarında belirli bir istihdam artışına yol açabilmektedir. Ama Marx'ın vurguladığı gibi, "bu etkinin telafi teorisi denilen teori ile hiçbir ilişkisi yoktur". Bir sanayi kolunda makineli üretimin yayılmasıyla birlikte, ilk olarak, bu sanayi koluna üretim araçlarını sağlayan diğer sanayi kollarının üretimi artmaktadır. "Çalıştırılan işçi kitlesinin bu yolla ne kadar büyüyeceği, iş gününün uzunluğu ve emeğin yoğunluğu veri ise, kullanılmakta olan sermayenin bileşimine, yani sermayenin değişmez ve değişir unsurlarının oranına bağlıdır. Bu oran, sözü edilen iş kollarına makinenin ne ölçüde girmiş veya girmekte olduğuna bağlı olarak büyük değişiklikler gösterir." Ayrıca, makinelerle birlikte "makine yapımcısı" diye adlandırılan yeni bir işçi tipi ortaya çıkmıştır. Makineli üretim, bizzat makine üretiminin kendisini gittikçe büyüyen bir ölçüde hükmü altına almıştır.

Marx'ın incelemesine konu olan dönemlerde, hammadde üretimindeki gelişmeler de çok önemli sonuçlara yol açmıştır. "Örneğin, pamuk ipliği üretimindeki çok hızlı ilerlemenin, Amerika Birleşik Devletleri'nde pamuk üretiminde çok büyük bir gelişmeye yol açtığına ve bu gelişme ile birlikte kaynağı Afrika olan köle ticaretini sadece muazzam bir biçimde artırmakla kalmayıp aynı zamanda zenci üretimini, sınır köle eyaletleri diye bilinen eyaletlerin başlıca işi haline getirdiğine hiç şüphe yoktur. 1790 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde ilk köle sayımı yapıldığı zaman, kölelerin sayısı 697.000'di; buna karşılık 1861 yılında bu sayı yaklaşık dört milyonu bulmuştu." Keza, İngiltere'de mekanik yünlü dokuma üretiminin büyümesi neticesinde tarım toprakları giderek koyun yetiştirilen meralar haline dönüştürülmüş ve bu durum tarım işçilerinin yığınlar halinde topraktan kovulmalarına ve "fazlalık" durumuna getirilmelerine yol açmıştır.

Bir emek nesnesinin son biçimini alıncaya kadar geçtiği ön ve ara aşamalarda makine kullanılmaya başlandığı zaman ise, makineyle üretilen ürün ne ise onun gerektirdiği iş malzemesine ve bu malzemeyi henüz manifaktür tarzıyla üreten emeğe duyulan talep de artar. Örneğin İngiltere'de Jenny, Throstle ve Mule gibi makinelerin yünlü dokuma sanayisine çekmiş olduğu 800.000 dokuma işçisi en sonunda buharla işleyen dokuma tezgâhının darbesini yiyinceye kadar, bu alana insan akımı devam etmiştir. Makineleşmeyle birlikte toplumsal üretim kolları çeşit ve sayıca artar. "Makineli işletme, girdiği iş kollarının üretici gücünü o zamana kadar görülenlerden çok daha yüksek düzeylere çıkardığı için, toplumsal iş bölümünü manifaktüre göre çok daha ileri noktalara taşır."

Marx'ın vurguladığı üzere, makinelerin doğurduğu diğer bir sonuç da, artı-değeri ve bunu temsil eden ürün kütlesini, haliyle kapitalistler sınıfının tükettiği şeyleri arttırmak ve bu toplum katmanlarını büyütmektir. Bu kimselerin artan zenginliği yeni lüks ihtiyaçlarla birlikte bunların karşılanmalarını sağlayacak yeni araçları da doğurur. Böylece toplumsal ürünün daha büyük bir kısmı artı-ürüne dönüşür ve lüks şeylerin üretimi de artar. "Ürünlerin incelmesi ve çeşitlenmesi, büyük sanayinin dünya piyasasında yarattığı yeni ilişkilerden de ileri gelir. Yerli ürünler karşılığında sadece daha fazla yabancı lüks mallar alınmakla kalmaz, yerli sanayide üretim aracı olarak kullanılmak üzere daha fazla miktarda yabancı ham madde, yarı işlenmiş madde ve diğer çeşitli maddeler alınır. Dünya piyasası ile olan bu ilişkilerin artmasıyla birlikte ulaştırma sanayisinde emek talebi yükselir ve bu sanayinin kendisi sayısız yeni kollara bölünür." "Çalıştırılan işçi sayısında göreli bir azalma olurken üretim ve geçim araçlarının artması, kanallar, doklar, tüneller, köprüler vb. gibi, meyveleri daha ileriki bir zamanda alınacak olan ürünlerin üreticisi olan sanayi dallarındaki işlerin büyümesine yol açar. Ya doğrudan doğruya makinelerin meydana getirdiği temel üzerinde ya da genel sınaî değişmenin gerekli kıldığı bir sonuç olarak, yepyeni üretim kolları ve dolayısıyla yeni iş alanları oluşur. Bununla beraber, bunların toplam üretim içinde işgal etmekte oldukları yer, en gelişmiş ülkelerde bile önemli olmaktan uzaktır."

Büyük sanayinin kollarını meydana getiren alanlardaki olağanüstü üretkenlik artışı, diğer bütün üretim alanlarında da işgücünün hem yoğunluk hem genişlik itibarıyla daha fazla sömürülmesi sonucunu beraberinde getirmiştir. Bu durum, işçi sınıfının gittikçe büyüyen bir kısmının üretken olmayan işlerde kullanılmasına ve böylece, özellikle de eskiden ev işlerini yapan kölelerin (erkek ve kadın hizmetçiler, uşaklar vb.) "hizmetçiler sınıfı" adı altında sürekli olarak büyüyen bir ölçekte yeniden üretimine olanak vermiştir. Kapitalist gelişme hizmetçilerin sayısını arttırırken, Londra'da küçük-burjuva hanımlara hizmet eden ve halk dilinde "little slaves" denilen genç kızlardan oluşan "küçük köleler" ortaya çıkmıştır. Bunların, dönemin öykü ve romanlarına esin kaynağı oluşturduğunu da unutmamak gerekir.

Konu Şüpheci Dinsiz tarafından (01-10-2022 Saat 16:52 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #25  
Alt 01-10-2022, 15:15
Khaos Khaos isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 12 Jun 2009
Mesajlar: 5.552
Standart

https://marksist.net/elif-cagli/marx...lini-okumak-16

Marx'ın Kapital'ini Okumak /16

Elif Çağlı
30 Mart 2020


7. Makineye Dayanan Fabrika Sisteminin Gelişmesiyle İşçilerin İtilmesi ve Çekilmesi.
(Pamuklu Sanayiinin Bunalımları)


Kullanıma yeni sokulan makinelerin, rekabet içine girdikleri eskiden kalma zanaatlardaki ve manifaktürlerdeki işçiler üzerinde veba gibi bir etki yarattığı açıktır. Marx, ekonomi politiğin aklı başında bütün temsilcilerinin bu gerçeği itiraf ettiğini belirtir. Bu tür iktisatçıların hemen hepsi, fabrika işçisinin içine girdiği kölelik durumundan yakınmıştır. Fakat bu timsah gözyaşlarının arkasına sığınan burjuva iktisatçıların asıl derdi, kapitalizmi savunacak özürler yaratmaktır. Bu bağlamda en somut örneklerden biri, ilk başlangıç ve gelişme döneminin dehşeti yatıştıktan sonra, makinelerin uzun dönemde çalıştırılan işçilerin sayısını arttıracağı iddiasıdır. Oysa İngiliz yünlü ve ipekli dokuma fabrikalarında yaşananların örneklediği gibi, makineli sistemin belli bir gelişme aşamasında, çalıştırılan işçi sayısında sadece göreli bir azalma değil mutlak bir azalma gerçekleşmiştir. Dönemin gelişmelerini gözler önüne seren Marx, pamuklu sanayii gibi bazı örneklerde makinenin devreye girmesiyle başlangıçta bu alandaki fabrika işçilerinin sayılarında bir artış görünse de, bu artışın toplamda yalnızca geçici bir görüntü olduğunu belirtir. Çünkü genelde makineli üretime geçemeyen üretim kollarındaki işçilerin büyük çoğunluğu işini kaybederken, ancak bir kısım işçi bu yeni fabrikalara kaydırılmıştır.

Marx, makineli üretimin başarı şansı hakkında şu değerlendirmeyi yapar: "Makineli üretim bir sanayi kolunda eskiden kalma zanaatlar veya manifaktür aleyhine gelişip yayıldığı sürece, makineli üretimin başarıya ulaşacağı, ateşli silâhlarla donatılmış bir ordunun, silâhları ok ve yaydan ibaret olan bir ordu karşısında başarıya ulaşacak oluşu kadar kesindir." Makinenin faaliyet göstereceği bir alanı ilk kez ele geçirdiği dönem, henüz makineleşmeye geçmemiş alanlara oranla olağanüstü kârlar elde edilmesine fırsat verir. Ve bu yüzden bu dönem can alıcı bir önem taşır. Bu kârlar bir yandan hızlandırılmış bir sermaye birikiminin kaynağını oluşturur; diğer yandan durmadan birikmekte olan ve yeni yatırım alanları arayan ek toplumsal sermayenin büyük bir kısmını elverişli üretim alanlarına çeker. Bu ilk atılım döneminin özel avantajları, makinenin yeni girdiği her üretim kolunda kendisini gösterir. Ne var ki makineli üretim belli bir büyüme ve olgunluk derecesine ulaşır ulaşmaz ve özellikle de makinenin kendisi makine ile üretilmeye başlar başlamaz, büyük sanayinin gerekli kıldığı genel üretim koşulları yaratılmış olur. Böylece, makineli üretim biçimi "ham madde ve sürüm pazarları temininden başka hiçbir engelle karşılaşmayan esneklik, ani ve sıçramalı bir yayılma yeteneği kazanır".

Makine, bir yandan diyelim çırçır makinesinin pamuk üretimini arttırmasında olduğu gibi, doğrudan doğruya hammaddeleri çoğaltıcı bir etki yapar. Diğer yandan ise, makine ile elde edilen ürünlerin ucuzluğu ve köklü değişmeler neticesinde ulaştırma ve haberleşme sistemi geliştirilir ve bu geliştirilmiş sistem yabancı piyasaların ele geçirilmesi için kullanılan silâhlar haline gelir. Makineli üretim, diğer ülkelerin el emeğine dayanan üretim sistemlerini yıkar ve bu ülkeleri kendisinin ihtiyaç duyduğu hammaddeleri üreten tarlalar haline getirir. Zor yoluyla dayatılan bu değişim neticesinde örneğin Doğu Hindistan, Büyük Britanya için pamuk, yün, kenevir, jüt vb. üretmek zorunda bırakılmıştır. Büyük sanayi kök saldığı ülkelerde işçi nüfusunu durmadan "fazla nüfus" haline getirir ve bu durum büyük çapta dış göçlere, yabancı ülkelerin sömürgeleştirilmesine yol açar. Sonuçta "bu ülkeler sanayici ülkenin ihtiyaçlarını karşılayan ham madde plantasyonları haline getirilir; örneğin, Avusturalya'nın bir yün plantasyonu haline getirilmesi gibi. Böylece, başlıca modern sanayi merkezlerinin ihtiyaç ve çıkarlarına uygun bir yeni uluslararası iş bölümü doğar; dünyanın bir kısmı, esas itibarıyla sınaî üretim alanı olarak kalan diğer kısmına ham madde sağlamak üzere, esas itibarıyla tarımsal üretim yapan bir alan haline çevrilir. Bu devrim, tarım alanında meydana gelen ve burada üzerlerinde daha fazla durulması gerekmeyen köklü değişikliklerle ilişkilidir."

Marx, ABD'nin iktisadi gelişmesinin Avrupa'nın, özellikle de İngiliz büyük sanayisinin ürünü olduğunu belirtir ve bu noktadan hareketle, 1866'da ABD'yi hâlâ bir Avrupa sömürgesi olarak değerlendirir. Fakat ilerleyen yıllar içinde nice gelişim kaydedilecek ve Engels Kapital'in Almanca dördüncü basımına (1890) bu noktada şu eki yapacaktır: "O zamandan beri ABD, bu gelişme dolayısıyla sömürge karakterini tümüyle kaybetmeksizin, dünyanın ikinci büyük sanayi ülkesi haline gelmiş bulunuyor."

Makineli üretimin başlıca iki özelliği "muazzam bir şekilde ve sıçramalarla yayılma yeteneği" ve "dünya piyasasına olan bağımlılığı"dır; bu özellikler hummalı bir üretim faaliyetine yol açar. Bunun neticesinde pazarlar dolup taşar ve sürüm alanlarının daralmasıyla üretim felce uğrar. Sanayi yaşamı, orta karar canlılık, refah, aşırı üretim, bunalım ve durgunluk gibi birbirini izleyen dönemlerin bir bütünü haline gelir. Sınaî çevrimdeki bu dönemsel değişmeler nedeniyle, makineli üretim işçilerin çalışma ve dolayısıyla da yaşam koşullarında güvensizlik ve kararsızlık durumu oluşturur. Refah dönemleri haricinde kapitalistler piyasada kendilerine bir yer sağlayabilmek için kıyasıya bir rekabet mücadelesine girişirler. Bir kapitalistin piyasada kendisine sağlayabileceği alanın genişliği, ürününün ucuzluğu ile doğru orantılıdır. Bu nedenle, kapitalistler emek gücünün yerine daha iyi makineleri kullanarak ve daha yeni üretim yöntemleri uygulayarak kendi ürünlerini daha ucuza maletme yarışı içindedirler. Fakat bunun dışında da kapitalistler olağanüstü kârlar sağlamak için, ücretleri haddinden fazla düşürerek, yani işçinin en gerekli geçim araçlarını düpedüz gasp ederek sanayinin kötü zamanlarından yararlanırlar.

Sınaî çevrimin gelgitlerine ve eski işçilerin yenileriyle değiştirilmesini gerektiren teknik ilerlemeye bağlı olarak işçiler durmadan işten çıkartılır, tekrar işe alınır, oradan oraya atılır; bu sırada işe alınan kimselerin cinsiyet, yaş ve hünerleri durmadan değişir. Marx, o dönemde fabrika işçilerinin kaderinin en iyi biçimde, İngiliz pamuklu sanayiinin durumunun gözden geçirilmesiyle ortaya konabileceğini belirtir. Dönem incelendiğinde görülür ki, 1770'den 1815'e kadar pamuklu sanayiinde işler sadece beş yıl kötü gitmiştir. Fakat bunun esaslı bir nedeni vardır; çünkü bu 45 yıllık dönem, İngiliz pamuklu sanayii fabrikatörlerinin makine ve dünya piyasasını tekellerinde tuttukları bir dönemdir. Daha sonra gelen 1815-1863 yılları arasındaki 48 yıllık dönemin ise sadece 20 yılı yeniden canlanma ve refah yılı olmuş; geriye kalan 28 yıl depresyon ve durgunlukla geçmiştir. Bu arada belirtmek gerekir ki, 1815-1830 yılları arasında Kıta Avrupasının ve Amerika Birleşik Devletleri'nin rekabeti başlamıştır. 1833 yılından itibaren İngiliz sömürgeciliği Asya pazarlarını, "insan soyunu tahrip ederek" zorla genişletmiştir. 1860 yılında İngiliz pamuklu dokuma sanayisi en parlak noktasındadır ve bu nedenle Hindistan, Avustralya ve diğer pazarlar metayla o kadar dolar ki ardından bunalım gelir. O dönemde İngiltere'de pamuklu dokuma fabrikaları arasında kuşkusuz pek çok küçük fabrika vardır ve bunalım sırasında küçük fabrikatörlerin çoğu batar.

Bunalım dönemi aynı zamanda, kapitalistlerin fırsattan istifade parça başına işçi ücretlerini alabildiğine düşürdükleri bir dönemdir. Öyle ki, işçilerin oturdukları baraka tipi evlerin fabrikatörlere ait olduğu durumlarda, fabrikatörler işçilerin ücretlerinden ev kirası kesmiş ve bu yüzden bazı bölgelerde işçiler arasında açlık humması baş göstermiştir. "Ama" der Marx, "üretim sürecinde işçi aleyhine meydana getirilen köklü değişiklik bunların hepsinden daha karakteristikti. İşçiler, anatomi uzmanlarının deneylerinde kurbağaları kullanmaları gibi, experimenta in corpore vili (üzerlerinde deneyler yapılan değersiz bedenler) haline getirilmişlerdi. Bu deneyler sadece işçinin tüketim araçları üzerinde yapılmakla kalmıyordu. Duyu organlarının beşi de nasiplerini alıyordu." Böylece işçiler çeşitli hastalıkların pençesinde kıvranırken, 1861 yılında pamuk kıtlığı yüzünden işlerini kaybeden kadınlar toplumun dışına atılmış ve genç fahişelerin sayısı son 25 yıl içinde olduğundan daha fazla artmıştır.

8. Büyük Sanayinin Manifaktürde, Zanaatlarda ve Ev Sanayiinde Neden Olduğu Köklü Değişiklikler
a. El işçiliğine ve işbölümüne dayanan elbirliğinin ortadan kaldırılması


Hatırlanacağı üzere, makinenin el işçiliğine dayanan elbirliğini ve el işleri arasındaki işbölümüne dayanan manifaktürü nasıl ortadan kaldırdığı bilinmektedir. Elbirliğinin veya manifaktürün yerini tek bir makine aldığında, bu makine gene henüz el işçiliğinin ağır bastığı atölye-fabrika tipi bir işletmenin temeli olabilir. Fakat böyle bile olsa, makineyi hareket ettirmek için insan adalesi yerine buhar veya su gücü gibi mekanik bir güç kullanılmaya başlanır başlanmaz, bu durum fabrika tipi üretime geçiş sürecidir. Bu süreç İngiltere'de çarpıcı biçimde yaşanmış ve atölye-fabrikalar ile asıl fabrikalar arasındaki mücadele 12 yıl devam etmiştir.

b. Fabrika sisteminin manifaktür ve ev sanayii üzerindeki etkisi

Fabrika sistemi gelişirken tarımda da bu gelişmeye eşlik eden köklü değişiklikler olur. Ayrıca, bütün sanayi kollarında yapılan üretimin sadece boyutları büyümekle kalmaz, aynı zamanda karakteri de değişir. Manifaktürlere peyderpey makine girerken, "manifaktürün eski iş bölümüne dayanan kaskatı yapısı dağılmaya başlar ve sürekli değişmelerin yolu açılmış olur". Bu süreç toplam işçinin bileşiminde de köklü bir değişiklik yaratır ve yeni tip işbölümü, artık mümkün olan her yerde, kadın emeği, her yaştan çocuk emeği, hünersiz işçi emeği (kısacası ucuz emek) kullanımına dayanır. Bu değişim yalnızca büyük boyutlu üretim faaliyetleri için geçerli olmakla kalmaz; aynı zamanda, ister işçinin özel meskeninde ister küçük işyerlerinde yürütülüyor olsun, ev sanayii denilen üretim faaliyetini de kapsamına alır. "Eski tarz ev sanayisi, şimdi fabrikanın, manifaktürün veya meta ve eşya deposunun bir dış departmanı haline gelir. Sermaye, büyük kitleler halinde bir yerde topladığı ve doğrudan doğruya kumandası altında bulundurduğu fabrika işçilerinden, manifaktür işçilerinden ve zanaatçılardan başka, şimdi görünmeyen iplerle bir diğer işçi ordusunu da hareket ettirir: bunlar büyük şehirlerde olanlarla birlikte bütün ülke sathına yayılmış bulunan ev sanayisi işçileridir."

Küçük ve genç yaştaki kişilerle, emek güçleri ucuza satın alınan kişilerin modern manifaktürde sömürülmeleri, kuşkusuz gerçek fabrikada olduğundan daha yüz kızartıcıdır. Çünkü fabrikalarda adale gücünün yerini makine alınca iş görece hafifler, oysa manifaktürde bu hemen hemen hiç söz konusu olmaz. Manifaktürde kadınlar ve küçücük çocuklar, zehirli ve türlü biçimlerde zararlı maddelerin etkileri ile yüz yüze bırakılır ve en vicdansız biçimde harcanırlar. Kadınlar ve küçük çocukların ev sanayiinde uğradıkları sömürü ise manifaktürdekinden daha yüz kızartıcıdır; "çünkü bunlar dağınık oldukları için direnme güçleri zayıftır; çünkü kendileri ile asıl işverenler arasında bir sürü soyguncu asalak yer almış bulunur; çünkü ev sanayisi her zaman ve her yerde makineli üretimle veya en azından aynı üretim kolundaki manifaktürlerle rekabet etmek zorundadır; çünkü yoksulluk ve sefalet işçiyi yer, ışık, havalandırma vb. gibi en gerekli çalışma koşullarından yoksun bırakır; çünkü burada yapılan işle sağlanan istihdam gün geçtikçe düzensizleşir; ve çünkü büyük sanayi ve tarımın «fazlalık» haline getirdiği kimselerin son sığınakları olan bu yerlerde işçiler arası rekabet zorunlu olarak doruğuna ulaşır."

c. Modern manifaktür

Marx, yukarıda belirttiği hususları açıklamak üzere çeşitli manifaktürlerde sağlığa son derece zararlı koşullar altında çalıştırılan işçilerden örnekler verir. Küçük-büyük bütün işçilerini aşırı biçimde çalıştıran bazı Londra gazete ve kitap matbaalarında koşullar o denli berbattır ki, bu yerler çok hak ettikleri uğursuz bir isimle, "mezbaha" diye anılmışlardır. Marx'ın verdiği bir diğer çarpıcı örnek ise şudur: En rezil, en pis ve en düşük ücret ödenen işlerden biri paçavra ayıklamaktır; bu işte tercihen genç kızlar ve kadınlar çalıştırılır. Büyük Britanya kendisine ait çok büyük paçavra stoklarının yanı sıra, bütün dünyadaki paçavra ticaretinin merkezidir. Japonya'dan, Güney Amerika'nın en uzak ülkelerinden ve Kanarya Adaları'ndan Büyük Britanya'ya paçavralar akar. Ama paçavranın ana kaynakları Almanya, Fransa, Rusya, İtalya, Mısır, Türkiye, Belçika ve Hollanda'dır. Paçavra, gübre elde etmekte, yatak içi ve yapay yün yapmakta işe yarar ve kâğıt hammaddesi olarak kullanılır. Paçavra ayıklayıcı kadınlar çiçek ve diğer bulaşıcı hastalıkların taşıyıcı ve yayıcılarıdır; bunların ilk kurbanları da kendileri olur.

Keza manifaktürlerdeki çalışma ortamı o kadar olumsuzdur ki, örneğin dönemin tuğla ve kiremit sanayiinde çalışan çocukların oralardan manevi soysuzlaşmaya uğramadan çıkabilmesinin olanaksız olduğu belirtilmiştir. Sabah saat 5'ten akşam saat 7'ye kadar devam eden uzun işgünlerinde yaşları 6'ya, hatta 4'e kadar inen oğlan ve kız çocuklar çalıştırılır. Yaptıkları iş çok ağırdır; yazın sıcağı, bitkinliği ve yorgunluğu daha da arttırır. İngiltere'nin, genç kadınların ve küçücük çocukların bedenini ve ruhunu mahvederek ilerleyen bu vahşi kapitalizm dönemi, o yılları yansıtan pek çok öykü ve romanın yanı sıra, çarpıcı inceleme ve raporların da konusu olmuştur. Marx'ın buradan hareketle aktardığı üzere, "En narin oldukları yaşlardan itibaren kulaklarını dolduran pek düzeysiz konuşmalar, en küçük bir eğitim ve terbiye görmeden yarı vahşi yaratıklar halinde büyürlerken edindikleri çirkin, adi ve yüz kızartıcı alışkanlıklar, bunları hayatlarının daha sonraki dönemlerine yasa ve nizam tanımaz, ahlâksız, sefih bir serseriler güruhu olarak hazırlar. ... Korkunç bir ahlâksızlaşma kaynağı da buradaki yaşam tarzıdır".

Kiremitçilik manifaktüründe yetişkin erkekler, oğlan ve kız çocuklar küçücük kulübelerde birlikte uyurlar. "Bu kulübelerin pek çoğu gerçek bir düzensizlik, pislik ve toz toprak yuvasıdır. ... Genç kız ve çocukları böylesine bir işte kullanan bu sistemin en büyük fenalığı şuradadır: bu insancıklar çocukluk çağından itibaren daha sonraki bütün hayatları boyunca içinden çıkamayacakları bir sefihler ve ahlâksızlar güruhuna bağlanırlar. Bu kızcağızlar, doğa kendilerine kadın olduklarını öğretmeden önce, kaba, ağzı bozuk oğlan çocukları gibidir. Sırtlarında elbise diye pislik içinde birkaç paçavra vardır; bacakları dizlerinin çok yukarılarına kadar meydandadır; burada her türlü edep ve ar duygusuyla alay etmeyi, bunları hiçe saymayı öğrenirler. Yemek zamanlarında çayırlara sere serpe yatarlar veya yakındaki bir kanalda yüzen oğlanları seyrederler. Günün yorucu işi sonunda tamamlanınca, biraz daha iyi olan elbiselerini giyerler ve erkeklerle birlikte meyhanelere yollanırlar." Marx'ın aktardığı bir başka çarpıcı örnek de kiremit işçilerinin durumunu gözler önüne serer. Kendilerini iflah olmaz bir ümitsizliğe kaptırmış olan kiremit işçilerinden iyice biri yaşadığı bölgenin papaz yardımcısına demiştir ki: "bir kiremitçiyi kötülüklerden sıyırıp iyi bir insan haline getirebildiğiniz zaman, şeytanı da bir kiremitçi olarak düzeltip yüceltmeyi deneyebilirsiniz, efendim!"

d. Modern ev sanayii

Marx, "ev sanayii" ile ilgili olarak "büyük sanayinin gerisinde yer alan bu kapitalist sömürü alanı" nitelemesini yapar ve buradaki durumun dehşet verici olduğunu belirtir. O dönem İngiltere'sinde henüz hiç makine kullanmayan veya fabrika ve manifaktür tipi işletmelerle rekabet etmeyen dantelcilik kolunda, dantel işçisi kadınlar arasında verem artış hızındaki ilerleme dönemin ağır koşullarını gözler önüne sermiştir. Özetle değinilecek olursa, yine yoksul kadınların işlettiği "patroniçe evleri" denilen yerlerde ya da çocukları ile birlikte çalışan dantelci kadınların evlerinde koşullar rezalettir. Bunlar, oturdukları yerin bir kısmını atölye olarak kullanılırlar ve uzun iş saatleri boyunca nefes alınamayacak ölçüde tıkım tıklış odalarda havanın oksijeni, gaz lambaları tarafından yutulur. Yerlerin taş veya tuğla ile döşenmiş olmasına rağmen, dantelleri temiz tutmak için, çocuklar kışın bile ayakkabılarını çıkarmak zorundadır. Küçücük çocuklar insanı hayrette bırakan gergin bir dikkat ve hızla çalışırlar ve bu tam anlamıyla köle çalışmasıdır. Çocukların 12 veya 14 yaşlarına kadar yaşama zevki diye tattıkları şey budur. Yarı aç yarı tok durumdaki ana ve babaların düşündükleri tek şey ise, çocuklarından mümkün olduğu kadar fazla yararlanmaktır. O nedenle, yaşları büyüyünce çocuklar ana ve babalarına, doğal olarak, on paralık ilgi göstermezler ve onları terk ederler. Dönemin raporları, böyle yetişen bir nüfusta cehaletin, ahlâksızlık ve fenalıkların diz boyu olmasının şaşılacak bir şey olmadığını vurgulamıştır.

e. Modern manifaktür ve ev sanayiinden büyük sanayiye geçiş. Fabrika Yasalarının bu işletme biçimlerine uygulanmasıyla söz konusu devrimin hız kazanması.

Kadınları ve çocukları kötü şekillerde kullanarak, her türlü normal çalışma ve yaşama koşulunu ortadan kaldırarak ve aşırı çalıştırma, geceleri çalıştırma vahşetiyle işgücünün ucuzlatılmasının, en sonunda gelip dayanacağı doğal sınırlar vardır. İşler artık aşılması mümkün olmayan bu sınırlara gelip dayandığında, metaların bu temelde ucuzlatılmasının ve kapitalist sömürünün bu şekilde sürdürülebilmesinin de sınırına varılmış olur. Sonunda işler gelip bu noktaya dayandığında, dönüşüm uzun yılları alsa bile, artık makine kullanma ve oraya buraya dağılmış bulunan ev sanayiini (ve hatta manifaktürü) fabrikalı sanayiye dönüştürme saati gelip çatmış demektir. Marx, bu hareketin en muazzam örneğinin giyim eşyası üretimi alanında görüldüğünü belirtir.

Makineleşme öncesinde giyim eşyası üretiminin bir kısmı manifaktür atölyelerinde yapılmış; diğer bir kısmı manifaktürler ve mağazalar için çalışan küçük zanaat ustaları tarafından yürütülmüş; ama üretim büyük oranda bunlara bağlı ev sanayii işçileri tarafından sağlanmıştı. Fakat kullanılan iş malzemesini, hammaddeyi, yarı işlenmiş maddeyi vb. büyük sanayi sağlıyordu. Başlangıçta bu alandaki manifaktürler, talepte herhangi bir hareket olması halinde kapitalistin hemen kullanabileceği donatılmış bir emek ordusunu el altında hazır bulundurma ihtiyacından doğmuştu. Bu manifaktürler, dağınık zanaat işletmeleri ile ev sanayii işletmelerinin geniş bir temel oluşturacak şekilde varlıklarını sürdürmelerine engel olmamıştı. Bu işkollarında sağlanan büyük artı-değer miktarı ve aynı zamanda üretilen nesnelerin fiyatlarında meydana gelen devamlı ucuzlama, esas itibarıyla iki faktör sayesinde mümkün olmuştu: Ancak ölmeyecek kadar yaşamaya yetecek düzeyde alt sınıra düşürülmüş ücretler ve insan olarak artık daha fazlasına dayanılmayacak derecede üst sınıra çıkarılmış çalışma süreleri!

Marx'ın çarpıcı ifadesiyle: "Piyasayı ve bu arada özellikle İngiltere için söz konusu olmak üzere, İngiliz zevk ve alışkanlıklarının hüküm sürdüğü sömürge piyasalarını, şimdiye kadar durmadan genişletmiş ve bugün de genişletmekte bulunan şey, aslında, metaya dönüştürülen insan kanının ve alın terinin fiyatında sağlanmış olan ucuzluktan başka bir şey değildi." Fakat nihayetinde kritik noktaya varıldı. Eski yöntemlerin dayandığı temelin ve insan malzemesinin açıkça ve düpedüz sömürülmesi, büyümekte olan piyasaların ve bundan da hızlı büyüyen kapitalistler arası rekabetin doğurduğu ihtiyaçlara artık cevap veremez oldu. Böylece makinenin günü gelip çattı. Elbisecilik, terzilik, kunduracılık, şapkacılık gibi sayısız üretim alanlarına aynı derecede el atan ve kesin biçimde devrim yaratan bu makine, dikiş makinesiydi. Büyük sanayi döneminde yeni işkollarını ele geçiren diğer bütün makinelerin işçiler üzerindeki etkileri ne idiyse, dikiş makinesinin işçiler üzerindeki dolaysız etkisi de aşağı yukarı o oldu. En küçük çocuklar işten uzaklaştırıldı. Makinelerin kendilerine rakip olduğu görece iyi durumdaki zanaatçıların ücretleri düştü. Makine ile çalışan yeni işçiler yalnızca genç kızlardan ve genç kadınlardan oluştu. Bu işçiler, mekanik güç yardımı sayesinde erkek işçilerin daha ağır işlerdeki tekeline son verdiler ve daha hafif işlerde çalışmakta olan yaşlı kadınların ve küçük yaştaki çocukların yerlerine geçtiler. Çok güçlü rekabet karşısında zanaatçıların en güçsüzleri ezilip perişan oldular. Bu dönem boyunca Londra'da açlıktan ölenlerin sayısındaki korkunç artış, dikişle ilgili işkollarında makine kullanımının yayılmasıyla el ele gitti.

Marx, üretim araçlarındaki değişmenin zorunlu bir sonucu olarak toplumsal işletme biçiminde kendini gösteren değişikliğin bir dizi karmakarışık geçiş biçimleri ile gerçekleştiğini vurgular. İngiltere'de kapitalistlerin çok sayıda dikiş makinesini kendilerine ait binalarda toplamaları, daha önce birbirlerinden ayrı olarak yürütülen işkollarının aynı çatı altında toplanmalarına ve aynı sermayenin kumandası altına girmelerine yol açmıştır. Dikiş makinelerine yatırılan sermayenin durmadan büyümesi üretimi arttırmış ve piyasada tıkanıklık yaratmıştır. Bu gelişme, ev sanayii işçilerinin ellerindeki dikiş makinelerini satışa çıkarmaları için harekete getirici bir işaret olmuştur. "Bizzat bu makinelerin üretiminde meydana gelen aşırı üretim, bunların sürüm zorluğu içinde kıvranan üreticilerini ellerindeki makineleri haftalık sürelerle kiraya vermeye zorlamış ve böylece makine sahibi küçük işletmeciler için öldürücü bir rekabetin doğmasına yol açmıştır." Makinelerin durmadan değişikliğe uğraması ve gittikçe daha ucuza mal edilmesi bu makinelerin eski tiplerinin değerini durmadan düşürmüş ve bu eski tip makineler artık ancak yığınlar halinde ve gülünç denecek fiyatlarla büyük kapitalistlere satılmıştır. Bu örnekte görüldüğü gibi, makineleri öyle ya da böyle kârlı bir biçimde işletebilecek olan kimseler artık sadece büyük kapitalistler olurken, nihayet insanın adele gücünün yerini buhar makinesinin alması dönüşüm sürecinde eski döneme son darbeyi indirmiştir.

Üretimde buhar gücünün kullanılmasıyla birlikte iş makineleri büyük fabrikalarda toplanmış ve bu kendiliğinden başlayıp gelişen sanayi devrimi, Fabrika Yasalarının kadın, genç ve çocuk işçi çalıştırılan bütün sanayi dallarına uygulanmasıyla yapay olarak hızlandırılmıştır. Çünkü işgününün süre, yemek ve dinlenme araları, başlama ve son bulma saatleri açısından yasal bir düzene sokulması, çocuk işçilere uygulanan vardiya sistemi ve belli bir yaşın altındaki çocukların çalıştırılması yasağı daha fazla makine kullanılmasını ve buharın hareket sağlayıcı güç olarak adalenin yerini almasını zorunlu kılar. Bunun yanı sıra, topluca kullanılan üretim araçlarında, yani fırınlarda, binalarda vb. bir genişleme olur. Netice olarak, üretim araçlarında daha büyük bir yoğunlaşma ve buna uygun olarak aynı yerde çalıştırılan işçilerin sayısında bir büyüme meydana gelir.

Fabrika sisteminin varlığının temel koşulu, özellikle işgünü yasayla sınırlandığında, hedeflenen miktarda metanın belli bir zaman aralığında üretilmesidir. İşin kesintilerden zarar görmeden yürütülebilmesi fabrika sisteminde esastır. Bunu sağlamak, yalnızca mekanik bir işin yapıldığı sanayilerde, kimyasal ve fiziksel süreçlerin rol oynadığı sanayilere oranla daha kolaydır. "Sınırsız bir iş gününün ve gece çalışmasının bulunduğu ve insanların serbestçe harap edildiği çalışma koşulları altında, kendiliğinden ortaya çıkan her engel, çok geçmeden üretim için ebedi bir «doğal sınır» haline gelir. Haşaratı yok etmek için kullanılan hiçbir zehir, bu tür «doğal sınır»ların kökünü kazımakta Fabrika Yasası kadar etkili olamaz." İngiltere'de Fabrika yasaları, iş koşullarının eski tip düzenlenmesinden kaynaklanan iş kesintilerini ortadan kaldıran bir zorlayıcı oldu. İş koşullarında yeni düzenlemeleri daha önce "olanaksızlıklar" bahanesiyle reddeden patronlar bu zorlama neticesinde hizaya geldiler ve fabrikalarda daha modern makine ve teçhizat kullanmaya başladılar. İngiliz yasa koyucusu bu tip tecrübelere dayandı ve bir sanayi kolu Fabrika Yasası kapsamına sokulduğu zaman, patronlara değişim için 6 ay ile 18 ay arasında bir süre verildi. Fabrika Yasası, böylece manifaktür tipi işletmelerin fabrika tipi işletmeler haline dönüşmesi için gerekli maddi unsurları yapay olarak olgunlaştırdı. Fakat aynı zamanda da, daha büyük sermaye yatırımlarını zorunlu kılarak, küçük patronların çöküşünü ve sermayenin yoğunlaşmasını hızlandırdı.

Marx, işgününün düzene sokulması çabasının önüne dikilen bir başka engele dikkat çeker: "Tümüyle teknik olan ve teknik yollarla bertaraf edilebilecek engeller bir yana, iş gününün düzene sokulması çabası bizzat işçilerin gelişigüzel alışkanlıklarının neden olduğu güçlüklerle karşılaşır. Bu, özellikle, parça başına ücret ödeme usulünün egemen olduğu, günün ya da haftanın bir kısmında uğranılan zaman kaybının daha sonra normalden fazla çalışılarak veya gece işi ile telafi edilebildiği durumlarda söz konusu olur. Bu, yetişkin işçileri vahşileştiren, karısı ve çocukları için yıkıcı bir yöntemdir."

Kapitalist üretimin karakteri anarşiktir; kapitalizm bir yandan işgücünün sermaye tarafından dizginsiz biçimde sömürülmesine dayanır, diğer yandan üretimin kendisindeki anarşi büyük bir düzensizlik kaynağıdır. Kapitalizm sınaî çevrimler sırasında görülen genel dönemsel değişmeler olmadan yol alamaz. Böylece her sanayi kolu için söz konusu olan özel piyasa dalgalanmalarının yanı sıra, işkolunun özelliğine bağlı olarak mevsimsel ya da sezonsal değişmeler de görülür. 19. yüzyılda demiryolları ve telgraf kullanımının gelişmesiyle birlikte "kısa süreli siparişler" verme alışkanlığı da gelişmiştir. Demiryolu sisteminin genişlemesi, ani siparişler verme alışkanlığını fazlasıyla teşvik etmiştir ve işçiler açısından bunun sonuçları, aşırı yüksek çalışma temposu, yemek saatlerinin ihmal edilmesi ve fazla çalışma olmuştur. Sipariş azaldığı zaman işçiler işten atılır ve böylece burada her zaman kullanıma hazır bir yedek sanayi işçisi ordusu meydana getirilmiş olur; bu ordu yılın bir kısmında en insanlık dışı koşullar altında çalışarak perişan olurken diğer kısmında da işsizlikten kırılır.

İngiltere'de o dönemin iş koşullarına dair raporlar, işgününün bir düzene bağlanmasıyla, bazı sanayilerde daha önce harcanmakta olan emek kütlesinin bütün bir yıla daha eşit bir biçimde dağıtıldığını ortaya koymuştur. İşgününün düzen altına alınması, ayrıca büyük sanayi sistemi ile bağdaşmayan uygulamaları ortadan kaldırmıştır. Fabrikaların yeni binalar, ek makineler vb. ile modernize edilmesi, daha önce kontrol altına alınamayan güçlük ve koşulları silip yok etmiştir. Fakat bizzat o dönemin sermaye temsilcileri tarafından itiraf edildiği üzere, sermayenin kendisini bu tür değişikliklere uydurması patronların kendiliğinden girişimleriyle değil, ancak işgününü zorunlu bir düzene bağlıyan "genel bir yasanın baskısı" ile mümkün olabilmiştir.

Konu Şüpheci Dinsiz tarafından (01-10-2022 Saat 16:54 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #26  
Alt 01-10-2022, 15:15
Khaos Khaos isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 12 Jun 2009
Mesajlar: 5.552
Standart

https://marksist.net/elif-cagli/marx...lini-okumak-17

Marx'ın Kapital'ini Okumak /17

Elif Çağlı
1 Mayıs 2020


9. Fabrika Mevzuatı. (Sağlık ve Eğitim ile İlgili Hükümler) İngiltere'de Bunların Genelleştirilmesi
Fabrika mevzuatı, kendi iç dinamiği temelinde biçimlenen kapitalist üretim sürecine karşı toplumun ilk bilinçli ve yöntemli tepkisidir. Marx, bunun otomatik makineler ve elektrikli telgraf kadar büyük sanayinin zorunlu bir ürünü olduğunu belirtir. İngiliz Fabrika Yasalarının işgünü saatlerini düzenleyen maddelerinin yanı sıra, işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili hükümleri de vardır. Fakat bu hükümler genelde kapitalistlerin denetimden kaçmalarını kolaylaştıran biçimde kaleme alınmışlardır. Fabrikatörler, işçilerinin kollarını ve bacaklarını tehlikelerden korumak için çok küçük bir masrafa katlanma yükümlülüğünü getiren hükme karşı bile fanatik bir mücadele yürütmüşlerdir. Herkesin kendi özel çıkarlarını gözeterek, toplumda sözümona ortak çıkarları destekleyeceği yönündeki serbest ticaret dogmasının bu noktada kendini parıltılı bir tarzda açığa vurduğunu hatırlatır Marx.

Devlet nihayetinde işçi sağlığının korunmasıyla ilgili zorlayıcı yasalar çıkartmasa, kapitalist üretim tarzı bu sorunları hiç de umursamayan bir doğaya sahiptir. İngiliz Fabrika Yasası, getirdiği uygulanması zorunlu hükümlerle küçük işyerlerinin fabrikalara dönüşmesini de dolaylı olarak hızlandırmıştır. Çünkü fabrikaların gücünün yettiği bazı zorunlu uygulamalara küçük işyerlerinin gücü yetmemiştir. Dönemin müfettiş ve komisyon raporlarında ifade edildiğine göre, fabrikalarda işçi başına yeterli hava olması gibi yaşamsal bir zorunluluğa uymayı ise, büyüğüyle küçüğüyle tüm sermaye reddetmiştir. Marx'ın belirttiği gibi, bu durum, işçilerin tutuldukları verem ve diğer göğüs hastalıklarının aslında sermayenin varoluş koşulu olduğunu açığa vurmaktadır. Bu durum aynı zamanda, kapitalist üretim tarzının, özü gereği, belli bir noktanın ötesindeki her tür akılcı iyileştirmeyi dışladığını da gözler önüne serer.

Fabrika Yasasının eğitime ilişkin hükümleri, olması gerekene oranla tüm zavallılığına karşın, yine de çocuk işçilere ilköğretimin sağlanmasını çalışmanın ön şartı olarak ilan etmiştir. İngiliz Fabrika Yasası, ilk eğitim sağlanmadan ebeveynlerin 14 yaşından küçük çocuklarını bu yasaya tâbi fabrikalara gönderemeyeceği hükmünü de getirmiştir. Ayrıca, yasa hükümlerinin yerine getirilmesinden fabrikatörleri sorumlu tutmuştur. İlgili hükme göre, "fabrikanın sağlayacağı eğitim zorunludur ve bu çalışma koşullarından biridir".

Bu hükümlerin başarısı, eğitim ve jimnastiği el işiyle birleştirmenin mümkün olduğunu kanıtlamış olmasıdır. Dönemin fabrika müfettişleri, fabrikalarda çalışan çocukların okula düzenli devam eden çocukların ancak yarısı kadar eğitim aldıkları halde, öğrendiklerinin onlarınkiler düzeyinde ve hatta çoğunlukla daha fazla olduğunu ifade etmişlerdir. Dönemin müfettiş raporlarında bunun nedeni ifade edilmiştir: "Mesele basit. Okulda ancak yarım gün kalan çocuklar, her zaman uyanık ve söylenilenleri kavramaya neredeyse her zaman hazır ve istekli oluyor. Yarım gün çalışma ve yarım gün okulda eğitim görme sisteminde bu işlerden her biri diğerinin verdiği yorgunluk ve bıkkınlığı giderici bir etki yapıyor; bunun sonucu olarak, her iki iş de çocuğa, bunlardan devamlı olarak sadece birini yapmak zorunda olması durumuna göre, çok daha makul geliyor. Sabahleyin erkenden okula gelip oturan bir çocuğun, özellikle sıcak bir havada, işten gelen uyanık ve canlı bir çocukla yarışması olanaksızdır."

Marx bu noktadan hareketle şu önemli değerlendirmeyi yapar: "Robert Owen'ın ayrıntıları ile göstermiş olduğu gibi, gelecekteki eğitimin tohumu fabrika sistemi içinde atıldı ve ilk sürgünlerini vermeye başladı: bu eğitim sisteminde belli bir yaşın üstündeki bütün çocuklar için üretici faaliyet ile eğitim ve jimnastik birleştirilmiş olacaktır; bu yöntem, sadece toplumsal üretimi artırmaya yarayan bir yöntem olarak kalmayacak, aynı zamanda bütün yönleri ile gelişmiş bir insan üretmenin de biricik yöntemi olacaktır."

Büyük sanayi, bir insanı bütün ömrü boyunca tek bir parça-işe bağlayan manifaktür tipi işbölümünü teknik olarak ortadan kaldırırken, aynı zamanda aynı işbölümünü çok daha büyük boyutlarda yeniden üretmiştir. Marx şu değerlendirmeyi yapar: "Manifaktür tipi işbölümü ile büyük sanayinin özü arasındaki karşıtlık kendisini zorla ortaya koyuyor. Bu karşıtlık, şu korkunç olguyla da kendini açığa vuruyor: modern fabrikalarda ve manifaktürlerde çalıştırılan çocukların büyük bir kısmı, küçücük yaşlardan itibaren son derece basit bir işin başında tutularak yıllarca sömürülür; bunlar bu süre boyunca kendilerini hiç değilse çalıştırıldıkları manifaktür veya fabrikalarda olsun işe yarayacak kimseler haline getirebilecek herhangi bir iş öğrenmez." Oysa eskiden İngiltere'de örneğin kitap basımı işkolunda çalışan çıraklar, zamanla daha basit işlerden daha karmaşık işlere geçerler, tam bir matbaa ustası oluncaya kadar işi öğrenirlerdi. Okuyup yazabilmek, bu işkolunda çalışan her işçi için zanaatın bir gereğiydi.

Marx, baskı makinesi ortaya çıkınca bütün bunların değiştiğini belirtir. Makine ile birlikte bu işkolunda iki tür işçi çalıştırılmaya başlanmıştır: yetişkin işçiler ve genç işçiler. Bu genç işçiler Londra matbaalarında bazen sadece 2 saatlik bir yemek ve uyku tatili verilerek durmaksızın 36 saat olmak üzere usanç verici biçimde uzun saatler boyunca çalıştırılmışlardır. Kapitalist sömürünün toplumun gençliğini nasıl heba ettiğini Marx'ın satırları gözler önüne serer: "Büyük bir kısmı okuma ve yazma bilmeyen bu gençler, genellikle, son derecede vahşileşmiş anormal yaratıklardır." Ve bunların büyük çoğunluğunun, ileride daha iyi ücret alan ve daha fazla sorumluluk üstlenen bir makine operatörü olma ümidi yoktur. "Çocuk işi için fazla sayılacak yaşa gelir gelmez, yani en geç 17'sinde, çocuk işçiye yol verilir. İşten atılan gençler, suçlular takımına yazılır. Bazıları bir başka yerde iş bulmaya çalışır; fakat cehaletleri, kabalıkları, maddi ve manevi düşkünlükleri buna olanak vermez."

İşyerindeki manifaktür tipi işbölümü için söylenenler, toplumdaki işbölümü için de geçerlidir. Zanaatçılık ve manifaktür toplumsal üretimin genel temelini oluşturduğu sürece, üreticinin tek bir üretim koluna bağlı kalması ve yaptığı işlerin başlangıçtaki çok yönlülüğünün ortadan kalkması gelişmenin zorunlu bir uğrağı olmuştur. İşte üretimin böyle bir temele dayandığı dönemler boyunca, her özel üretim kolu kendine uyan teknik biçimi bulmuş ve bunu mükemmelleştirdiği noktada da katılaştırmıştır. Sanayi devrimi neticesinde eski yapı tarümar edilinceye dek bu katılaşmış yapıda değişimi yaratan tek şey, (ticaretin sağladığı yeni iş malzemesi dışında) iş aletinde zamanla meydana gelen değişme olmuştur. Deneyimlere dayanılarak uygun biçimi bulunup katılaştırılan kurallar, 18. yüzyıla kadar özel zanaatların sırları olarak adlandırılmıştır. Bu sırların karanlık dünyasına yalnızca pratik ve mesleki açıdan kabul edilen insanlar girebilmiştir. Bir kalfanın ustalar arasına katılması sırasında uyması gereken bir ritüel vardır. Dönemin eserlerinde yansıtıldığı üzere, bu ritüel sırasında kalfaların "kardeşlerini kardeşçe bir sevgi ile seveceğine, onlara işlerinde destek olacağına, meslek sırlarını bilerek ve isteyerek açığa vurmayacağına ve hatta ortak çıkarları gözeterek, müşterilerin dikkatlerini başkalarının mallarındaki kusurlara çekip kendi metalarını tavsiye etmeyeceğine" yemin etmesi gerekmektedir.

Marx, kapitalizmin yarattığı değişim sürecindeki önemli bir noktayı vurgular: "Büyük sanayi, insanlardan kendi toplumsal üretim süreçlerini saklamış olan ve kendiliğinden farklılaşmış çeşitli üretim dallarını sadece kendi dışlarında kalan kimselerden değil, kendi içlerine kabul edilmiş kimselerden de bir bilmece gibi saklamış olan örtüyü yırttı." Büyük sanayi tümüyle modern olan teknoloji bilimini ortaya çıkardı. Eski toplumsal üretim sürecinin kendiliğinden ve katılaşmış biçimlerinin yerini, bilinçli bir plana göre ve varılmak istenen yararlı sonuca götürecek biçimde yürütülen doğa bilimi uygulamaları aldı. "Tıpkı mekaniğin, makinelerin en karmaşıklaşmış biçimlerinde bile basit mekanik güçlerin devamlı bir tekrarını görmesi gibi, teknoloji de, kullanılan aletlerin bütün çeşitliliğine rağmen, insan vücudunun tüm üretici faaliyetlerinde kaçınılmaz olarak yer alan az sayıdaki önemli temel hareket biçimlerini keşfetti."

"Modern sanayi, bir üretim sürecinin mevcut biçimini hiçbir zaman kesin bir biçim olarak görmez ve böyle ele almaz. İşte bu nedenle, önceki tüm üretim tarzlarının özleri açısından tutucu olmasına karşın, onun teknik temeli devrimcidir." Ve burada Marx bir dipnot düşerek, Engels'le birlikte daha Komünist Manifesto'da dile getirmiş oldukları o çarpıcı değerlendirmeyi hatırlatır: "Burjuvazi üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte bütün toplumsal ilişkileri durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz. Oysa eski üretim tarzının olduğu gibi korunması daha önceki bütün sanayici sınıfların ilk varoluş koşuluydu. Üretimin durmadan altüst edilmesi, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılışı ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı burjuva dönemini önceki bütün dönemlerden ayırt eder. Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler arkaları sıra gelen eskiden beri saygıdeğer tasavvur ve görüşlerle birlikte silinip gider; yeni oluşanlar ise daha kemikleşmeye fırsat bulamadan eskir. Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor ve insanlar nihayet hayattaki konumlarına, karşılıklı ilişkilerine soğukkanlı bir gözle bakmaya zorlanıyorlar."

Makineler, kimyasal süreç ve diğer yöntemler aracılığıyla üretimin teknik temeliyle birlikte işçilerin işlevlerini ve emek sürecinin toplumsal bileşimlerini sürekli değişikliğe uğratır. Böylece toplumun içindeki işbölümünde de sürekli dönüşümlere yol açar; sermaye ve işçi kitlelerini durup dinlenmeksizin bir üretim kolundan çekip bir başka üretim koluna fırlatır. Büyük sanayi bu özellikleriyle bir yandan iş için değişmeyi, işlevler için akıcılığı, emek için tam bir hareketliliği gerekli kılarken, bir yandan da kendi kapitalist biçimi içinde, eski işbölümünü, bunun katılaşmış özellikleriyle birlikte yeniden üretir. Marx, bu mutlak çelişkinin, işçinin hayatında huzur ve sükûndan, kararlılık ve güvenden eser bırakmadığını; işçiyi emek araçlarından yoksun kılarak devamlı bir biçimde geçim araçlarından da yoksun kıldığını; işçiyi bir bütünün ancak bir parçasını yapan bir kimse haline soktuğunu ve işçileri mevcut işlere oranla bollaştırdığına dikkat çeker.

"Bu çelişki işçi sınıfının ardı arkası kesilmeksizin kurbanlar vermesinde, insan emek gücünün ölçüsüz bir biçimde israf edilmesinde ve nedeni olduğu toplumsal anarşinin yol açtığı yıkımlarda olanca çılgınlığı ile kendini gösterir. Bu, bu gelişmenin olumsuz yönüdür." Ama diğer taraftan, büyük sanayi mevcut üretim koşullarını kendi esnekliğine uygun biçime getirir. Sermayenin değişen sömürü ihtiyacını karşılamak için yedekte tutulan, her an kullanıma hazır ve sefil durumdaki işçi nüfusunun yerini, zamanla, değişen iş ihtiyaçlarına uygun olarak her an mutlak olarak kullanılabilir durumdaki insanlar alır. Yaptığı iş bütünün ancak küçük bir parçası olan parça-bireyin yerini bütün yönleriyle gelişmiş, farklı toplumsal işlevleri birinden diğerine kolaylıkla geçerek yapabilen bir bireye bırakır. Marx bu değişimin, büyük sanayiyle bir ölüm kalım meselesi haline gelmiş bulunduğunu belirtir.

Politeknik okullar ve tarım okulları, bu değişme sürecinin büyük sanayi ile birlikte kendiliklerinden ortaya çıkan ürünleri olmuştur. Bir diğer örnek, işçi çocuklarına bazı teknoloji derslerinin verildiği ve farklı üretim araçlarını kullanma yeteneğinin kazandırıldığı meslek okullarıdır. Marx buradan hareketle geleceğe ilişkin önemli bir noktaya işaret eder. Siyasal gücün işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesiyle, teknolojik eğitimin de hem teorik hem de pratik olarak işçi okullarındaki yerini alacağını belirtir. Kapitalizmde üretimin kapitalist biçimi ile işçilerin bunlara karşılık düşen iktisadi koşulları tam bir çelişki içindedir. Fakat zaten bir tarihsel üretim biçiminin çelişkilerinin gelişimi, bunların çözülmesinin ve üretim ilişkilerinin yeniden biçimlenmesinin tek tarihsel yoludur.

Fabrika mevzuatı getirdiği düzenlemelerle sermayenin sömürü hakkına bir müdahale olarak görünmüşken, "evde çalışma"ya yönelik her tür düzenleme de kendisini hemen patria potestas'a (babanın iktidarına), yani modern ifadesiyle ebeveynlerin otoritesine yönelik doğrudan bir saldırı olarak görülmüştür. Bu nedenlerle, başlangıçta İngiliz parlamentosu iş yasalarını onaylamaktan uzun süre kaçınmıştır. Ama en sonunda, gerçeklerin baskısı altında, büyük sanayinin eski aile biçiminin ekonomik temelini ve buna karşılık düşen aile çalışmasıyla birlikte eski aile ilişkilerini de çözdüğü kabul edilmiştir. Büyük sanayi, çocuk haklarının ilan edilmesini gerekli kılmıştır.

İngiltere'de dönemin çocuk haklarıyla ilgili raporunda şöyle denilmektedir: "Çocuklar ve gençler, ana baba haklarının, fiziksel kuvvetlerini zamanından önce tahrip edecek, manevi ve zihinsel kişiliklerini soysuzlaştıracak biçimde kötü kullanılmasına karşı yasama organı tarafından korunma hakkına sahiptir." Marx ise, eski düzeni tarümar eden kapitalizmin tahripkâr sonuçlarını gözler önüne sererken, bu değişimin aynı zamanda nasıl gelecek için yolu temizlediğini açıklığa kavuşturur. "Ancak, ergin olmayan emek güçlerinin sermaye tarafından dolaylı veya dolaysız olarak sömürülmelerini sağlayan şey, ana baba haklarının kötüye kullanılması değildir; tersine, ana baba haklarını, bunlara uygun düşen iktisadi temeli ortadan kaldırarak kötüye kullanılır hale getirmiş olan, kapitalist sömürü tarzıdır."

Eski aile ilişkilerinin kapitalist sistem içinde uğradığı çözülme ne derece korkunç ve iğrenç görünürse görünsün, büyük sanayi kadınlara, gençlere ve çocuklara ev alanı dışında toplumsal olarak örgütlenmiş üretim süreçlerinde belirleyici roller vermiş; ailenin ve cinsler arası ilişkinin daha yüksek bir biçiminin yeni ekonomik temelini de yaratmıştır. Marx, ailenin Hristiyan-Cermen biçimini mutlak kabul etmenin, her biri tarihsel gelişimin bir evresini oluşturan eski Roma veya eski Yunan ya da Doğu aile biçimini mutlak kabul etmek kadar saçma olduğunu vurgular. Her iki cinsiyetten ve her yaştan bireylerden birleşik bir işçi topluluğunun oluşması, üretim sürecinin işçiye değil işçinin üretim sürecine hizmet ettiği acımasız kapitalist biçim altında, çürümenin ve köleliğin veba benzeri kaynağıdır. Fakat tersine, bu oluşumun uygun koşullar oluştuğunda insanca gelişmenin kaynağına dönüşmek zorunda olduğu da açıktır.

Fabrika Yasasının makineli işletmelerin ilk görüldüğü üretim alanlarını düzenleyen istisnai bir yasa olmaktan çıkartılıp, toplumsal üretimin bütününü düzenleyen genel bir yasa haline getirilmesi bir zorunluluktur. Bu zorunluluk büyük sanayinin tarihsel gelişim tarzından doğmuştur. Büyük sanayinin peşi sıra geleneksel manifaktür, zanaatçılık ve ev sanayisi biçimleri baştanbaşa değişmiş, manifaktürler durmadan fabrikalar haline ve zanaat işletmeleri de durmadan manifaktür haline gelmiştir. Ve bu dönüşüm neticesinde, zanaatçılık ve ev sanayii alanları, hayret edilecek derecede görece kısa bir zaman içinde, kapitalist sömürünün en vahşi azgınlıklarını serbestçe gösterdiği sefalet yuvalarına dönüşmüştür. Marx bu sürece damga vuran iki unsuru vurgular: "Birincisi, tekrar ve tekrar görülmüştür ki, sermaye, toplumsal üretim alanının yalnızca bazı noktalarında devlet denetimi altına sokulur sokulmaz, uğradığı kaybı diğer noktalardaki çok daha ölçüsüz bir sömürüyle telafi etmektedir; ikincisi, bizzat kapitalistlerin kendileri, rekabet koşullarında eşitlik, yani emeğin sömürüsü konusunda uyulacak sınırlarda eşitlik için feryat eder hale gelmektedir." Bu yüzden, iş yasalarına uyan kapitalistler, bu yasalara uymayanların yarattığı haksız rekabet durumundan daima şikâyetçidirler.

Fabrika yasaları büyük ve küçük işkolları için olumlu görünen düzenlemeler getirse de, örneğin maden işletmelerinde görevlendirilen müfettişlerin gülünç denecek derecede az sayıda olmaları ve yetkilerinin darlığı gibi çeşitli nedenler yüzünden ölü bir belge olarak kalmıştır. Ayrıca, bu yasaların dikkat çeken özelliklerinden biri de işçiler için alınan önlemleri uygulamaktaki tereddüt, isteksizlik ve kötü niyettir. Nitekim bu yüzden, yasalara rağmen iş kazalarında ve buna bağlı işçi ölümlerinde dün de bugün de hep artış olmuştur. Marx bunun hiç de şaşılacak bir şey olmadığını belirtir ve ekler: "Serbest" kapitalist üretimin güzellikleridir bunlar!

Fabrika yasaları tarıma da uygulanmak istendiğinde dirençle karşılaşmıştır ama bu yasaların genel bir uygulamaya kavuşturulması yönünde karşı konulmaz bir eğilim hükmünü icra etmiştir. "İşçi sınıfının maddi ve manevi korunma aracı olarak fabrika mevzuatının genelleştirilmesi, yani bütün üretim kollarına uygulanması kaçınılmaz hale gelirken, daha önce görmüş olduğumuz gibi, aynı gelişme, bir yandan da, küçük boyutlu ve dağınık halde bulunan emek süreçlerinin büyük boyutlu ve birleşik emek süreçlerine dönüşmesini ve dolayısıyla da sermayenin yoğunlaşmasını ve fabrika sisteminin tek başına egemenliğini genelleştirmiş ve hızlandırmıştır. Bu genelleşme, sermayenin egemenliğinin henüz kısmen arkalarında saklı halde bulunduğu eski biçimlerin ve geçiş biçimlerinin hepsini tahrip edip bunların yerine sermayenin doğrudan ve apaçık egemenliğini getirmiştir."

Bu gelişim süreci diğer yandan sermayenin egemenliğine karşı yürütülen doğrudan mücadeleyi de genelleştirmiştir. Yasalar bir yandan kurallara uygunluk, düzen ve tasarrufu zorunlu kılarken, bir yandan da işgününün sınırlandırılması ve düzene bağlanmasıyla teknik gelişmeleri hızlandıran muazzam dürtü ile kapitalist üretimin yol açtığı anarşi ve yıkımları her yerde alabildiğine çoğaltmıştır. Bu gelişme emek yoğunluğunu arttırmış ve makinenin işçi ile rekabetini şiddetlendirmiştir. Küçük işletmeler ve ev sanayiiyle birlikte, "fazla nüfusun" son sığınakları ve böylece bütün toplum mekanizmasının emniyet supapları yok edilmiştir. Bu nedenle Marx bu gelişim sürecini şöyle değerlendirir: "Üretim sürecinin maddi koşulları ve toplumsal birliği ile birlikte, bunun kapitalist biçiminin çelişki ve karşıtlıklarını ve dolayısıyla da aynı zamanda yeni bir üretim sürecinin kurucu unsurlarını ve eski toplumu devirecek güçleri olgunlaştırıyor." Örneğin Robert Owen, sadece kendi deneylerinde fiilen fabrika sisteminden hareket etmekle kalmamış, bu sistemi teorik olarak da toplumsal devrimin hareket noktası olarak açıklamıştır.

10. Büyük Sanayi ve Tarım
Marx, büyük sanayinin tarımda ve tarım üreticilerinin toplumsal ilişkilerinde yol açtığı devrimin etraflıca daha sonra inceleneceğini ve burada kısaca değinileceğini belirtir. Tarımda makine kullanımının çalışanlar üzerindeki zararlı fiziksel etkileri, makinaların fabrika işçisine verdiği zarara oranla daha azdır. Fakat tarımda makine kullanımı yüzünden ortaya çıkan işsizlik, sanayiye oranla daha büyük olur. Büyük sanayi tarım alanında diğer alanlardan daha büyük bir devrimci etki yaratır ve bu nedenle de eski toplumun kalesi olan köylüyü yok ederek yerine ücretli işçiyi koyar. "Toplumsal dönüşme ihtiyacı ve sınıflar arası çıkar çatışmaları, böylece, kırda da şehirlerdeki düzeye yükselir. Alışkanlıkların ötesine geçemeyen ve akıl dışı tarım yöntemlerinin yerini bilimin bilinçli, teknolojik kullanımı alır. Tarımın da manifaktürün de çocukluk çağlarının ötesinde bir gelişme göstermelerine olanak vermeyen ve bunları bir arada tutan eski bağların kopuşu, kapitalist üretim tarzıyla tamamlanır." Fakat kapitalist üretim tarzı, aynı zamanda, gelecekteki daha üst düzey bir sentezin, yani tarım ve sanayinin birbirlerinden ayrı ve birbirlerine karşıt olarak geliştikleri dönemde ulaştıkları yetkin biçimlere dayanan bir birliğin maddi koşullarını yaratır.

Kapitalist üretim tarzı, nüfusu büyük merkezlerde toplar ve kent nüfusuna gittikçe artan bir ağırlık kazandırırken, bir yandan da toplumun tarihsel hareket gücünün yoğunlaşmasını sağlar. Ancak diğer yandan, insanla toprak arasındaki madde alışverişini, yani insanın topraktan alıp besin maddesi ve giyim eşyası olarak yararlandığı unsurların toprağa dönüşünü ve dolayısıyla topraktaki verim gücünün devamı için gerekli olan ebedî koşulu ihlal eder. Böylece kapitalist üretim tarzı, aynı zamanda, hem kentli işçinin fiziksel sağlığını ve hem de kır emekçisinin zihinsel hayatını tahrip eder. "Ne var ki, kapitalist üretim tarzı sözü edilen madde alışverişinin sürekliliğini sağlayan ve kendiliğinden ortaya çıkan koşulları tahrip etmekle, aynı zamanda, bu madde alışverişinin, bir sistem, toplumsal üretimi yöneten bir yasa olarak ve insanlığın tam anlamıyla gelişimine uygun bir biçim içinde tekrar kurulmasını zorunlu kılar."

Üretim sürecinin kapitalist tarza dönüşmesi, tıpkı manifaktürde olduğu gibi, tarım alanında da üreticinin yok olması ve emek aracının işçi için kölelik, sömürü, yoksulluk aracı haline gelmesi demektir. Kapitalizmde emek süreçleri arasında meydana gelen toplumsal birleşme, işçiye karşı onun bireysel canlılığını, özgürlüğünü ve bağımsızlığını ezip yok eden örgütlenmiş bir güç halini alır. Kır emekçilerinin geniş alanlara dağılmış olmaları onların direnme güçlerini kırarken, şehirli işçilerin toplu halde bulunmaları onların direnme güçlerini arttırır.

"Şehir sanayilerinde olduğu gibi modern tarımda da emeğin üretkenliğinin ve hareketliliğinin artması bizzat emek gücünün israfı ve kemirilip tüketilmesi pahasına olur. Ayrıca, kapitalist tarımdaki her ilerleme, sadece işçiyi soyma sanatında bir ilerlemeden ibaret olmayıp, aynı zamanda toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman aralığı için toprağın verimliliğinin yükseltilmesinde kaydedilen her ilerleme, aynı zamanda, bu verimliliğin sürekli kaynaklarının mahvedilmesi yolunda da bir ilerlemedir. Bir ülkenin, örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nin, gelişmesini büyük sanayi ile başlatması ölçüsünde bu tahrip süreci hızlanır. Bundan dolayı, kapitalist üretim, tekniği ve toplumsal üretim süreçlerinin birleşmesini, ancak, bütün zenginliğin iki kaynağını, toprağı ve işçiyi kurutarak ilerletir."

Konu Şüpheci Dinsiz tarafından (01-10-2022 Saat 16:56 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #27  
Alt 01-10-2022, 15:16
Khaos Khaos isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 12 Jun 2009
Mesajlar: 5.552
Standart

https://marksist.net/elif-cagli/marx...lini-okumak-18

Marx'ın Kapital'ini Okumak /18

Elif Çağlı
31 Mayıs 2020


BEŞİNCİ KISIM: MUTLAK ve GÖRELİ ARTI-DEĞERİN ÜRETİMİ

Bölüm 14: Mutlak ve Göreli Artı-Değer
Marx daha önce değindiği üzere, emek sürecini ilk önce soyut, yani tarihsel biçimlerinden bağımsız şekilde ve insanla doğa arasındaki bir süreç olarak ele almıştır. Bu temelde bakılırsa ve emek sürecinin bütünü onun sonucu olan ürün açısından ele alınırsa, emeğin üretken emek olduğu görülür. Fakat burada önemli bir ayrım noktası belirir. Marx ilgili yere düştüğü dipnotta, üretken emeğin ne olduğunu yalnız başına basit emek süreci açısından belirlemeye yarayan bu yöntemin, hiçbir zaman kapitalist üretim sürecine doğrudan uygulanamayacağını belirtir. Bu hatırlatmalardan sonra, Marx, konuyu daha geniş biçimde incelemeye girişir.

Kişi doğal nesnelere kendi geçimini sağlamak üzere el koyarken, faaliyetini yalnızca kendisi denetler. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında kaslarını harekete geçirmeden doğa üzerinde etkide bulunamaz. Fakat tarihte bu böyle devam etmez ve kişi üretim sürecinde daha sonra başkalarının denetimi altına girer. "Doğal sistemde kafa ile el nasıl bir bütün oluşturuyorsa, emek süreci de kafa emeği ile el emeğini birleştirir. Daha sonra bunlar birbirlerinden ayrılır, bu ayrılma bunlar arasında düşmanca bir karşıtlığın doğacağı noktaya kadar devam eder. Ürün, genel olarak, bireysel üreticinin dolaysız ürünü olmaktan çıkar, bir toplam işçinin, üyeleri emek nesnesi üzerine uygulanan işin ancak büyük veya küçük bir parçasını yapan bir bileşik işçinin ortak ürünü haline gelir." İşte emek sürecinin böylece kolektif bir nitelik kazanmasıyla birlikte, zorunlu olarak üretken emek ve bunun taşıyıcısı olan üretken emekçi kavramı da genişlik kazanır. Üretken biçimde çalışmak için artık bizzat elle çalışmak bile gerekmez. Kolektif emekçinin bir parçası olmak, onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmak yeterlidir.

Kapitalizmle birlikte "üretken işçi" kavramı genişlerken, diğer yandan "üretken emek" kavramı daralmıştır. Çünkü kapitalist üretim yalnızca meta üretimi değil, özünde "artı-değer" üretimidir. İşçi kendisi için değil, sermaye için üretmektedir. Bu açıdan bakıldığında, kişinin artık genel olarak bir şey üretmiş olması yetmez, artı-değer üretmek zorundadır. "Yalnızca, kapitalist için artık değer üreten ya da sermayenin değerlenmesine hizmet eden işçi, üreticidir. Maddi üretim alanı dışından bir örnek alacak olursak, bir öğretmen, öğrencilerin kafalarını işlemekle kalmadığı, ama aynı zamanda girişimcinin zenginleşmesi için çalıştığı durumda üretken işçidir. Girişimcinin sermayesini bir sucuk fabrikasına yatıracak yerde bir eğitim fabrikasına yatırması, bu ilişkide herhangi bir değişikliğe yol açmaz. Bundan dolayı, üretken işçi kavramı, kesinlikle, faaliyet ile yararlı etki arasındaki, işçi ile emek ürünü arasındaki bir ilişkiden ibaret değildir; aynı zamanda, işçiyi, sermayenin dolaysız değerlenme aracı olarak damgalayan, özgül, toplumsal, tarihsel gelişimin ürünü bir üretim ilişkisidir." Marx, bu nedenle kapitalizmde üretken işçi olmanın bir şans değil, şanssızlık olduğunu vurgular. Klasik ekonomi politik yazarları artı-değer üretimini üretken işçinin belirleyici özelliği olarak ifade ederlerken, fizyokratlar ise yalnızca tarımsal emeğin üretken olduğunu savunmuşlardır. Çünkü onlar için artı-değerin tek varoluş biçimi toprak rantıdır.

Hatırlayalım, kapitalist sistemde işgünü daha baştan "gerekli emek ve artı-emek" olarak iki kısma bölünmüştür. İşgününün, işçinin kendi işgücünün değerini ürettiği noktanın ötesine uzatılması ve bu artı-emeğe sermaye tarafından el konulması mutlak artı-değer üretimidir. O halde mutlak artı-değer üretimi sadece işgününün uzunluğuna bağlıdır. Nispi artı-değer üretimi ise, işgününü uzatmadan onun artı-emek parçasını büyütmek üzere işin teknik süreçlerini giderek köklü değişikliklere uğratmaya dayanır. İşgününün uzatılması sayesinde üreticiden daha fazla (mutlak) artı-emek sızdırılması yalnızca kapitalizme özgü olmayan genel bir konudur. Fakat nispi artı-değer üretimi, kendine özgü yöntemleri, araçları ve koşullarıyla birlikte özgül bir üretim tarzını, yani kapitalist üretim tarzını gerektirir.

Artı-emeğin üreticiden doğrudan veya zorla alınmadığı ve üreticinin henüz sermayenin biçimsel boyunduruğu altına girmediği ara biçimler yaşanmıştır. Marx bu konuya burada şöyle bir değinmekle yetineceğini belirtir. "Bu ara biçimlerde sermaye, emek sürecini henüz doğrudan doğruya denetimi altına almış değildir. Zanaatlarını ya da tarımsal faaliyetlerini geleneksel tarzlarda yürüten bağımsız üreticilerin yanında, bunları asalakça sömürerek beslenen tefeci veya tüccar, tefecilik sermayesi veya ticaret sermayesi vardır. Bir toplumda bu sömürü biçiminin egemen olması durumunda, burada kapitalist üretim tarzına yer olmaz; öte yandan, Orta Çağın sonlarına doğru görülmüş olduğu gibi, bu sömürü biçimi, köprü işlevi görebilir." Bir de bu gibi örneklerin tamamen dışında, modern ev sanayii örneğinin de gösterdiği gibi, bazı ara biçimler büyük sanayinin arka planında ve tamamen değişik görünüşler altında yer yer ortaya çıkmıştır.

İşgününün ölçüsüz bir biçimde uzatılması, kendisini büyük sermayenin en kendine özgü ürünü olarak ortaya koyar. Kapitalizme özgü üretim tarzı bütün bir üretim koluna ve bundan da ileri olarak bütün önemli üretim kollarına egemen olur olmaz, toplumsal açıdan egemen biçim haline gelir. Marx, mutlak ve nispi artı-değer arasındaki diyalektik ilişkiye dikkat çeker ve belli bir açıdan bakıldığında, mutlak artı-değer ile nispi artı-değer arasındaki farkın tamamıyla aldatıcı görüneceğini belirtir. Zira nispi artı-değer üretimi de, neticede işgününün saat olarak değil, fakat işçinin kendi varlığı için gerekli olan emek-zamanın ötesine uzatılmasına dayandığı için mutlaktır. Diğer yandan mutlak artı-değer de bir açıdan görelidir, çünkü işgününü uzatırken emeğin üretkenliğini gerekli emek-zamanı uzatmayacak sınırlarda tutmaya olanak veren nispi bir gelişmeyi şart koşar. Ne var ki artı-değerin hareket şeklini göz önünde tuttuğumuzda, bu özdeşlik görüntüsü yok olur gider. Kapitalist üretim tarzı bir kere yer edip genelleşir genelleşmez, artı-değer oranında bir yükselmenin söz konusu olduğu durumlarda, mutlak artı-değer ile nispi artı-değer arasındaki fark her zaman ve her yerde kendisini duyurur.

Emek gücüne değerinin ödendiğini varsayacak olursak, şu alternatifle karşı karşıya kalırız: emeğin üretkenliği ve yoğunluğu veri ise, artı-değer oranı ancak işgününün mutlak olarak (fiilen) uzatılması ile yükseltilebilir. Diğer yandan, işgününün sınırları ve dolayısıyla uzunluğu veri ise, artı-değer oranı ancak işgününü oluşturan kısımların, yani gerekli emek ve artı-emeğin birbirine oranında gerekli emek aleyhine bir değişiklik yapmakla yükseltilebilir. Bu da, eğer ücret emek gücünün değerinin altına düşmeyecek olursa, emeğin üretkenliğinde veya yoğunluğunda bir değişme olmasını gerektirir.

Emekçi kendisinin ve soyunun hayatta kalabilmesi için gereken geçim araçlarını elde etmek üzere, sahip bulunduğu bütün zamanını kendisine harcamak durumunda ise, üçüncü kişiler için bedavaya çalışmasına zaman kalmaz. Emek belli bir üretkenlik derecesine ulaşmadan, emekçinin bu biçimde kullanabileceği zamanı olmaz. "Böyle bir artık zaman olmadan, artık emek olmaz; dolayısıyla, kapitalistler de olmaz; ama ayrıca, köle sahipleri, feodal beyler de olmaz; kısaca, büyük mülk sahipleri sınıfı olmaz." Bu açıdan bakıldığında, artı-değerin doğal bir temele dayandığı söylenebilir. Şöyle ki, bir artı-emekten söz edebilmek için insanın hem kendi varlığını sürdürebilmesi hem de başkası için üretimde bulunmasına yetecek bir üretkenlik düzeyine ulaşılmış olması şarttır.

"Ancak insanların kendilerini başlangıçtaki hayvan durumlarının üstüne yükseltmelerinden ve dolayısıyla emeklerini belli bir derecede toplumsallaştırmalarından sonradır ki, bir kimsenin artık emeğinin bir başkasının varoluş koşulu haline geldiği durumlar doğmuştur. Uygarlığın başlangıç döneminde emeğin edinilmiş üretici güçleri sınırlıdır; ama tatminlerini sağlamakta yararlanılan araçlarla birlikte gelişen ihtiyaçları da azdır. Bundan başka, bu ilk dönemde toplumun başkalarının emekleri ile yaşayan kısmı, doğrudan doğruya üreticilerin oluşturduğu kitle karşısında, yok denecek kadar küçüktür. Emeğin toplumsal üretici gücünde meydana gelen ilerleme ile birlikte bu oran hem mutlak ve hem de göreli olarak büyür. Ayrıca, beraberinde getirdiği ilişkilerle birlikte sermaye, kaynağını uzun bir gelişme sürecinin ürünü olan bir ekonomik temelden alır. Sermayenin temeli ve hareket noktası hizmetini gören mevcut emek üretkenliği bir armağandır; ancak bu, doğanın değil, binlerce yüzyılı kucaklayan bir tarihin armağanıdır."

Marx, insanların doğasındaki ve doğal çevrelerindeki farklılıkların emeğin üretkenliği üzerindeki etkisine dikkat çeker: "Toplumsal üretimin az ya da çok gelişmişlik düzeyi bir yana, emeğin üretkenliği doğal koşullara bağlı kalır. Bunların hepsi, bizzat insanın kendi doğasına (ırk vb. gibi) ve doğal çevresine indirgenebilir. Dış doğal koşullar ekonomik bakımdan iki büyük sınıfa ayrılır: birincisi, verimli topraklar, balık dolu sular vb. gibi geçim araçları biçimindeki doğal zenginlik; ikincisi, güçlü şelaleler, ulaştırmaya uygun nehirler, odun, madenler, kömür vb. gibi emek araçları biçimindeki doğal zenginlik. Uygarlığın başlangıç döneminde birinci, daha yukarı gelişme aşamalarında ikinci tür doğal zenginlik daha ağır basar. Söz gelişi, İngiltere ile Hindistan, ya da Eski Çağda Atina ve Korint ile Karadeniz'in kıyı ülkeleri karşılaştırılabilir."

Mutlak olarak tatmin edilmeleri gereken ihtiyaçlar ne kadar az ve toprağın doğal verimliliğiyle iklimin uygunluğu ne kadar yüksek olursa, üreticinin yaşaması ve devamı için gerekli emek-zaman o kadar kısa olur. Ve dolayısıyla, emeğinin kendisi için harcadığı kısmını aşan ve bir başkası için harcanacak parçası o kadar büyük olabilir. Diodorus (MÖ 90-MÖ 30), eski Mısırlılarla ilgili olarak daha o zamanlar şunları yazmıştı: "Çocuklarını yetiştirmek için katlandıkları zahmet ve masraf inanılamayacak kadar az. Onlara en basit yiyecekleri pişiriyorlar; bir de ateşte kızartabildikleri kadar papirüs sapını veriyorlar; bataklık bitkilerinin kök ve saplarını çiğ, haşlanmış ya da kızartılmış olarak yediriyorlar. Çocukların çoğu, hava çok yumuşak olduğu için yalın ayak ve çıplak dolaşıyor. Bunun için, bir çocuk yetişip büyüyünceye kadar ana ve babasının katlandığı bütün masraf yirmi drahmiyi geçmiyor. Mısır'da nüfusun niye bu kadar büyük olduğu ve dolayısıyla bunca büyük eserin nasıl meydana getirilebildiği esas itibarıyla bu durumla açıklanabilir." Fakat Marx, eski Mısır'ın büyük yapılarının nüfusun büyüklüğünden çok bunun serbestçe kullanılabilen kısmının büyüklüğü sayesinde ortaya çıkabilmiş olduğuna dikkat çeker. "Bir bireysel işçi, kendisi için gerekli emek zaman ne kadar kısa olursa, o kadar fazla artık emek sağlayabilir; aynı şekilde, çalışan nüfusun, zorunlu geçim araçlarının üretimi için gerekli olan kısmı ne kadar küçük olursa, bunun başka işler için kullanılabilecek kısmı o kadar büyük olur."

Kapitalist üretim bir kere varsayılınca, diğer bütün koşullar aynı kalmak ve işgünü verili bir uzunlukta olmak kaydıyla, artı-emek miktarı emeğin fiziksel koşullarına ve özellikle de toprağın verimliliğine bağlı olarak değişir. Ama bu hiçbir zaman, en verimli toprağın kapitalist üretim tarzının gelişmesi için en uygun ortam olduğu anlamına gelmez. Çünkü kapitalist üretim tarzı, insanın doğa üzerindeki egemenliğine dayanır. Fazla cömert bir doğa, insanın, yürüme dönemindeki çocuk gibi elinden tutar. Bu durumda doğa insana, kendisini geliştirmesi için herhangi bir zorunluluk yüklemez. Fakat sermayenin anayurdu, gür ve yoğun bitki doğurma gücüne sahip tropik iklim kuşağı değil, ılıman kuşaktır. Yalnızca toprağın verimliliği değil, özelliklerine bağlı farklılık, doğal ürünlerindeki çeşitlilik ve mevsimlerdeki değişiklik toplumsal işbölümünün fiziksel temelini oluşturur. Yaşadığı doğal çevrede bulduğu bu değişiklikler, insanı gereksinmelerini, yeteneklerini, emek araçlarını ve tarzlarını çeşitlendirip çoğaltmaya iter.

"Sanayi tarihinde en belirleyici rolü, bir doğa gücünün toplumun denetimi altına alınması, onun idareli bir şekilde kullanılması, insan elinin eserleriyle ona ilk kez büyük ölçüde sahip ya da egemen olunması zorunluluğu oynar. Mısır'da, Lombardiya'da, Hollanda'da suyun denetim altına alınması örneğinde olduğu gibi. Ya da, Hindistan'da, İran'da vb., insan eseri olan kanalların, yalnızca toprak için vazgeçilmez olan suyu değil, aynı zamanda dağların tepelerinden sürükleyip bıraktıkları tortularla mineral gübreleri de sunması gibi. İspanya ve Sicilya'da Arap egemenliği sırasında sanayinin serpilip gelişmesinin sırrı sulama kanallarının inşasıydı."

Marx bu noktada tarihten açıklayıcı iki dipnot düşer. Birincisi, Mısır'la ilgili olarak şunu der: "Nil'in yükselip alçalma zamanlarını hesaplayıp bulmak zorunluluğu Mısır astronomisini doğurdu ve bununla birlikte rahipler sınıfını tarımın yöneticileri olarak egemen duruma getirdi." Takiben Cuvier adlı kişiden aktarır: "Gündönümü, Nil'in yükselmeye başladığı an idi ve bunun için de Mısırlılar bu gündönümünü bütün dikkatleriyle gözlemek zorundaydı. ... Onların tarım faaliyetlerini ayarlamak için tespit etmek zorunda kaldıkları gündönümü yılı bu idi. Bundan ötürü, Mısırlılar gökyüzünde onu gösterecek açık bir işaret aramak zorunda kalmışlardı." Diğeri Hindistan'la ilgilidir ve Marx belirtir: "Hindistan'da birbirleriyle ilişkisiz küçük üretim organizmaları üzerindeki devlet iktidarının maddi temellerinden biri, su kullanımının düzenlenmesiydi. Hindistan'ın Müslüman yöneticileri bunu İngiliz haleflerinden daha iyi anlamışlardı."

Uygun doğa koşulları bize yalnızca bir olanak sağlar, fakat ne artı-emeği ne de artı-değeri ve dolayısıyla artı-ürünü bize kendiliğinden hazır durumda sunmaz. Çalışmanın farklı doğal koşulları, aynı miktarda emeğin farklı ülkelerde farklı büyüklükteki ihtiyaç kütlelerini tatmin etmesine, dolayısıyla gerekli emek-zamanın farklı olmasına neden olur. Marx dipnotta, J. Massie adlı bir yazarın çığır açıcı çalışmasından aktarır: "Yeryüzünde, aynı sayıdaki gerekli geçim araçlarını aynı bollukta ve aynı miktarda emek harcayarak sağlayan iki ülke yoktur. İnsanların ihtiyaçları, içinde yaşadıkları iklimin sertlik ya da ılımlılığına göre çoğalır ya da azalır; bunun sonucu olarak, farklı ülkelerin insanlarının zorunlu biçimde yürütmek durumunda oldukları iktisadi faaliyetlerin göreli büyüklükleri aynı olamaz; farklılık derecesinin ise sıcaklık ve soğukluk derecelerinin sebep olacağından daha büyük olması düşünülemez. Bundan dolayı şu genel sonuca varabiliriz: belli bir sayıda insanın yaşaması için harcanması gerekli emek miktarı, soğuk iklimlerde en yüksek, sıcak iklimlerde en alçak düzeyde olur; soğuk iklim bölgelerinin sıcak iklim bölgelerinden farkı, sadece birincilerde insanların daha fazla giyim eşyasına ihtiyaç duymalarından ibaret değildir, bunlarda toprağın da ikincilere oranla daha fazla işlenmesi gerekir."

Marx, üretimin farklı doğal koşullarının artı-emek üzerinde doğal sınırlar olarak etkide bulunduğunu ve bu sınırların emeğin başkaları için harcanmaya başlanabileceği noktayı belirlediğini vurgular. Sanayileşmenin ilerlemesi oranında bu doğal sınırlar geriye çekilmiştir. "İşçinin, kendi varlığı için çalışma iznini, ancak artık emek karşılığında elde ettiği Batı Avrupa toplumunun ortasında, bir artık ürün sağlamanın, insan emeğinin özünde bulunan bir nitelik olduğu kolayca düşünülebiliyor. Ama bu yanlış düşünceyi çürütmek için, örneğin ormanlarında sago palmiyesinin kendi kendine yetiştiği Asya Takımadaları'nın doğusundaki adalarda yaşayan bir yerliye bakalım." Orada yerliler ormana gidip kendilerine yetecek yiyecek ekmeklerini sago palmiyesinden elde ederek yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

Buradan hareketle Marx, artı-emeğin insan emeğinin özünde saklı bir gizli nitelikten doğmadığını kanıtlar: "Şimdi, diyelim, böyle bir ada insanı olan ekmek kesicimizin bütün ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için haftada 12 saat çalışması gerekmektedir. Doğanın ona doğrudan doğruya verdiği armağan, bol boş zamandır." Fakat buraya zamanla kapitalist üretim girecek olsa, "günahsız dostumuz, kendisine bir iş gününün ürünü olan şeyi sağlayabilmek için haftada belki 6 gün çalışmak zorunda kalabilirdi. Doğanın cömertliği, onun artık haftada 6 gün çalışmasının ya da 5 gün artık emek sağlamasının nedenini açıklamaz. O, yalnızca, gerekli emek-zamanın niçin haftanın bir günüyle sınırlı olduğunu açıklar. Ama hiçbir durumda, onun artık ürünü, insan emeğinin özünde saklı, gizli bir niteliğinden doğmaz." Buradan anlaşılır ki, kapitalizmle birlikte yalnızca emeğin tarih boyunca gelişen toplumsal üretkenliği değil, aynı zamanda doğal üretkenliği de, artık bir parçası haline geldiği sermayenin üretkenliği gibi görünmektedir.

Klasik burjuva iktisatçıların önemli örneği Ricardo bile, artı-değerin kaynağı ile hiçbir zaman ilgilenmemiştir. O, artı-değeri, toplumsal üretimin doğal biçimi addettiği kapitalist üretim tarzının özünde yatan bir şey diye görmüş ve böyle ele almıştır. Ricardo, emeğin üretkenliğini ele aldığında onda artı-değerin varlık nedenini değil, yalnızca bu değerin büyüklüğünü belirleyen nedeni aramıştır. Buna karşılık, Ricardocu okul ise emeğin üretkenliğini, kârı (artı-değeri diye okuyun) doğuran neden olarak ilan etmiştir. Marx Ricardocu okulun bu yaklaşımını, kârın, ürünün üretim maliyetinin (değerinin) üzerinde bir fiyatla satılmasından ileri geldiğini düşünmüş olan merkantilistlere oranla gene de bir ilerleme olduğunu vurgular. Ne var ki, Ricardocu okul da problemin sırf etrafında gezinmiş ama bir çözüm getirmemiştir. Bunun nedeni, artı-değerin kaynağının ne olduğu ile ilgili yakıcı sorunun cevabını ararken, çok derinlere inmenin pek tehlikeli bir şey olduğunu bu burjuva iktisatçıların isabetli bir içgüdü ile sezmiş olmasıdır.

Ricardo'nun vülger izleyicilerinin zavallıca kaçamaklarını yineleyen ve merkantilistlerden üstün olmakla övünen ünlü İngiliz iktisatçısı John Stuart Mill ise, "sermayenin bir kâr sağlamasının nedeni, besinlerin, giyim eşyasının, ham madde ve emek araçlarının, üretimleri için gerekenden daha uzun süre dayanmalarıdır" gibi saçma görüşler ileri sürmüştür. Mill böylece, metanın üretimi boyunca içerdiği emek-zamanın süresi ile üretilen ürünün dayanma sürelerini karıştırdığını ortaya koymuştur. Marx, Mill'in saçmalamalarından hareketle, burjuvazinin bu gibi düşünürlerini şu veciz ifadeyle eleştirir: "Düzlük yerlerde küçücük tümsekler tepe gibi görünür; bugünkü burjuvazinin ahmaklık ovaları, yüce zekâlarının yüksekliği ile ölçülmek gerekir."

Bölüm15: Emek Gücü Fiyatında ve Artı-Değerde Büyüklük Değişmeleri
Emek gücünün değeri, ortalama işçinin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli geçim araçlarının değeriyle belirlenir. Bu geçim araçlarının miktarı ve biçimleri zaman içinde değişse bile, belli bir toplumun belli bir döneminde veri olan bir büyüklüktedir; bundan dolayı değişmez bir büyüklük olarak ele alınabilir. İşte inceleme boyunca değişikliğe uğrayan, bu varsayılan büyüklüğün değeri olacaktır. Emek gücünün değerinin belirlenmesinde ayrıca iki faktör daha rol oynar. Bunlardan biri, emek gücünün, üretim tarzı ile birlikte değişen yetişme ve gelişme giderleri; diğeri ise, erkek ya da kadın, çocuk ve yetişkin emek gücü arasındaki farklardır. Üretim tarzına bağlı olarak bu farklı emek güçlerinin değişen kullanımı, işçi ailesinin yeniden üretim maliyetinde ve yetişkin erkek işçinin emek gücü değerinde büyük bir fark yaratır. Ancak, Engels'in Üçüncü Almanca baskıya koyduğu notta da belirttiği gibi, daha önce ele alınan bu husus burada doğal olarak inceleme dışında tutulmuştur.

Marx bu inceleme sırasında "metaların değerleri üzerinden satıldıklarını" ve "emek gücü fiyatının zaman zaman kendi değerinin üstüne çıktığını, ama hiçbir zaman altına düşmediğini" varsayacağını belirtir. Bu varsayımlara göre, emek gücü fiyatının ve artı-değerin nispi büyüklüklerinin üç şey tarafından belirlendiği zaten daha önceki açıklamalar ışığında anlaşılır. Bu üç faktör kısaca şöyledir: İşgünün uzunluğu; emeğin yoğunluğu ve emeğin üretkenliği. Bu üç faktörün farklı varsayımlar temelinde değişimine göre çok farklı durumların ortaya çıkacağı açıktır. Marx, aşağıda sadece başlıca durumların ele alınacağını söyler. (Konunun temel noktalarını öne çıkartabilmek amacıyla aşağıdaki bölümlerde gerekli özetleme yapılmıştır.)

I. İşgününün Uzunluğu ve Emek Yoğunluğu Değişmez (Veri), Emeğin Üretkenliği Değişir
Bu varsayıma göre, emek gücünün değeri ve artı-değerin büyüklüğü üç yasa tarafından belirlenir.

Birincisi: İşgünü ve emek yoğunluğu verili (değişmez) ise, emeğin üretkenliğindeki değişime bağlı olarak üretilen kullanım değerlerinin kitlesi değişir. Böylece üretilen toplam kitlenin değeri neticede daha çok ya da daha az sayıda metaya bölünecektir.

İkincisi: Emeğin üretkenliği yükselmeden emek gücünün değeri düşemez ve dolayısıyla artı-değer artamaz. Emeğin üretkenliğindeki yükselme emek gücünün değerini düşürür ve böylece artı-değeri artırır. Bunun tersi, yani emeğin üretkenliğindeki düşme ise emek gücünün değerini yükseltir ve dolayısıyla artı-değeri azaltır.

Üçüncüsü: Artı-değerdeki artma veya azalma, emek gücünün değerinde buna karşılık gelen azalma veya artmanın her zaman sonucudur, ama asla nedeni değildir. Marx, buraya düştüğü dipnotta önemli bir hususa değinir. İşverenin kendi payına düşen artı-değerden ödediği vergilerin kaldırılması durumunda, emek gücünün değeri değişmeden artı-değerin artabileceğini düşünenler olmuştur. Ricardo'nun görüşlerini vülgerize ederken saçmalayan iktisatçı MacCulloch buna örnektir. Oysa Marx'ın vurguladığı üzere, söz konusu "vergilerin kaldırılması, sanayici kapitalistin, işçiden ilk elden sızdırdığı artık değer miktarında mutlak olarak hiçbir değişiklik yapmaz. Bu, ancak, onun kendi cebine atacağı artık değer miktarı ile üçüncü kişilere bırakacağı artık değer miktarının toplam artık değer miktarı içindeki oranlarını değiştirir. Bu, emek gücünün değeri ile artık değer arasındaki oranı da değiştirmez."

Üçüncü yasaya göre, artı-değer büyüklüğündeki değişmenin sınırını emek gücünün yeni değer sınırı belirler. Bunun en alt sınırı ise, bir yandan sermayenin baskısının diğer yandan işçilerin dirençlerinin terazinin kefelerine koydukları göreli ağırlığa bağlıdır.

Yukarıda sözü edilen üç yasayı ilk defa kesin bir şekilde formüle eden Ricardo olmuştur. Fakat onun formülasyonunda da hatalar vardır. Örneğin ne işgününün uzunluğunda ve ne de çalışma yoğunluğunda değişme olabileceğini hesaba katmıştır. Ayrıca, o da, artı-değeri "kâr, toprak rantı" gibi özel biçimlerinden bağımsız olarak inceleme konusunda diğer iktisatçıları aşan bir başarı gösterememiştir. Bundan ötürüdür ki, Ricardo artı-değer oranıyla ilgili yasaları kâr oranıyla ilgili yasalarla bir tutar. Oysa daha önce üzerinde durulduğu gibi, kâr oranı, artı-değerin yatırılmış bulunan toplam sermayeye oranıdır. Artı-değer oranı ise artı-değerin bu toplam sermayenin yalnızca değişen sermaye kısmına oranı demektir.

II. İşgünü Değişmez, Emeğin Üretkenliği Değişmez, Emek Yoğunluğu Değişir
Emeğin yoğunluğu, aynı zaman içinde daha fazla emek harcanması demektir. Bundan dolayı, çalışma saatlerinin uzunluğu aynı kalırken, emek yoğun bir işgünü daha az yoğun bir işgününe oranla daha fazla üründe maddeleşir. Fakat unutulmasın, aynı uzunluktaki bir işgünü de, şayet emeğin üretkenliği yükselmişse daha fazla ürün sağlar. Ne var ki, emeğin yoğunluğunun değişmesi ile emeğin üretkenliğinin değişmesinin yarattığı sonuçlar farklı olacaktır. Emeğin üretkenliğinin değişmesi durumunda, birim ürün eskisine oranla daha az emeğe mal olduğu için ürünün değeri düşer. Emeğin yoğunluğunun değişmesi durumunda ise, birim ürün neticede eskiden olduğu kadar emeğe mal olur ve dolayısıyla değeri aynı kalır. Emeğin ortalama yoğunluk dereceleri farklı ülkelerde farklı olur ve bu nedenle değer yasasının uluslararası uygulanışında değişik durumlara yol açabilir. Neticede, bir ulusun daha emek yoğun olan işgünü, başka bir ulusun daha az yoğun olan işgününe oranla daha fazla miktarda bir meta-para ile temsil edilebilir.

III. Emeğin Üretkenliği ve Yoğunluğu Değişmez, İşgünü Değişir
Açık ki, işgünü iki yönde değişebilir, kısaltılabilir veya uzatılabilir.

1. Verili koşullar altında (yani emeğin üretkenliği ve yoğunluğu aynı kalırken) işgününün kısaltılması, emek gücünün değerinde ve dolayısıyla gerekli emek-zamanda hiçbir değişiklik yapmaz. Bu durum yalnızca artı-değeri (artı-emeği) azaltır. Böylece artı-değerin gerekli emek-zamana oranı (yani nispi artı-değer) düşer. Fakat kapitalist artı-değer azalmasını, işgücünün fiyatını işgücü değerinin altına düşürmekle telafi etmek isteyebilir. Daha önce incelendiği üzere, işgünü kısaldığında artı-değerin mutlaka düşeceğini iddia edip kısaltmaya karşı propaganda yürüten iktisatçılar olmuştur. Ne var ki gerçek yaşamda genelde bunun tersi olmakta, işgünü kısalsa bile, kapitalist, emeğin üretkenliği ve yoğunluğunda değişmeler sağlayarak kaybını telafi etmektedir.

2. İşgününün uzatılması: Marx burada bir örnek eşliğinde konuyu inceler. Diyelim işgünü 12 saat olsun ve 6 şilinlik bir ürün-değerle temsil edilsin. Gerekli-emek zaman 6 saat (işgücü değeri 3 şilin) artı-emek zaman da 6 saat olsun. Açık ki artı-değer de 3 şilin olacaktır. İşgünü 2 saat uzatılacak ve işgücünün fiyatı aynı kalacak olsa, haliyle artı-değerin mutlak büyüklüğüyle birlikte nispi büyüklüğü de artacaktır. Fakat buna karşılık, işgücünün saat başına düşen ücreti düşecektir. Fakat bu düşüşte bir sınır vardır. Çünkü emek gücü gerekli geçim araçlarıyla kendisini yeniden üretemediğinde yıpranır ve bu yıpranma sınır noktasının ötesine geçildiğinde geometrik dizi halinde artar. Böylece emek gücünün her tür normal yeniden üretim ve faaliyet gösterme koşulu altüst olur.

IV. Emeğin Harcanma Süresinde, Üretkenliğinde ve Yoğunluğunda Eş Zamanlı Değişiklikler
"Burada çok sayıda değişik kombinasyonun mümkün olduğu açıktır" der Marx. Ancak her ne olursa olsun, mümkün olabilen bütün durumlar, yukarıda I., II. ve III. durumlarda ulaşılan sonuçlara göre kolaylıkla incelenebilir. Bu bağlamda bazı önemli hususlar üzerinde durur Marx. Örneğin İngiltere'de emeğin yoğunluğunun artması ve işgününün zorla uzatılması sayesinde, artı-değerin hem mutlak hem göreli olarak arttığı dönem olmuştur. İşgününü ölçüsüz bir biçimde uzatmanın bir hak haline geldiği bir dönemdir bu ve bu dönemin ayırt edici özelliği, bir yanda sermayenin öte yandan sefaletin hızlandırılmış büyümesidir. Marx dipnotta, işgününün uzatılması üzerinde ısrarla durmanın bütün şerefinin Malthus'a ait olduğunu belirtir. Ne var ki, Malthus'un hizmetçisi olduğu tutucu çıkarlar, onu, işgününde yapılacak ölçüsüz bir uzatmanın giderek işçi sınıfının büyük bir kısmını zorunlu olarak "fazlalık" hale getireceğini görmekten alıkoymuştur. Malthus bu "fazla nüfusu", kapitalist üretimin tarihsel yasaları ile açıklamak yerine, doğanın ezelî ve ebedî yasalarıymış gibi açıklamıştır. Marx Malthus'u eleştirirken, bu "elbette, çok daha rahat bir işti ve Malthus'un gerçek bir papaza yaraşır biçimde kul olup taptığı egemen sınıfların çıkarlarına çok daha uygun düşerdi" demiştir.

Diğer bir husus, işgünü kısalırken emeğin yoğunluğunun ve üretkenliğinin artmasıdır. Emeğin üretkenliğinin ve yoğunluğunun artması aynı yön ve biçimde etki yaratır. Her ikisi de belli bir zaman aralığında elde edilen ürün kütlesini büyütür. Bu nedenle de, bu iki artış, işçinin kendi tüketeceği geçim araçlarının eşdeğerini üretmek için harcamak zorunda olduğu işgünü parçasını kısaltır. İşte işgününün asgari uzunluğu, bu zorunlu ama daraltılabilir bölümle belirlenir. Eğer işgünü gerekli emek bölümünün uzunluğu kadar daraltılmış olsaydı, artı-emek ortadan kalkardı ve böyle bir şey kuşkusuz sermayenin rejimi altında olanaksızdır. Ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla, işgününün uzunluğu gerekli emek-zamana indirgenebilir. Marx, bu durumda bile bu sürenin sınırlarının bir süre genişletilebileceğini vurgular. Bunun nedenini şöyle açıklar: "çünkü bir yandan, işçinin yaşam koşulları ve yaşamdan beklentileri artardı, diğer yandan, bugünün artık emeğinin bir bölümü, yani bir toplumsal yedek fonun ve birikim fonunun oluşturulması için ihtiyaç duyulan emek, gerekli emek sayılırdı."

Açıktır ki, emeğin üretkenliği ne kadar artarsa işgünü o kadar kısaltılabilir ve işgünü ne kadar kısaltılırsa emeğin yoğunluğu o kadar arttırılabilir. Toplumsal açıdan bakıldığında, emek üretkenliği, emeğin harcanmasında sağlanacak tasarrufla aynı oranda artar. Böylece yalnızca üretim araçlarının kullanımında bir tasarruf sağlanmakla kalınmaz, tüm yararsız emek harcamalarından da kaçınılmış olur. Kapitalist üretim tarzı, bir yandan her bir girişimciyi tasarrufa zorlarken, diğer yandan bu üretim tarzının anarşik rekabet sistemi yüzünden, toplumsal üretim araçlarının ve emek gücünün kullanımında en ölçüsüz israfları üretir. Marx ayrıca, bugün için vazgeçilmez görülen ama aslında gereksiz olan bir yığın işin yaratılmış olması gerçeği üzerinde burada durmadığını da belirtir.

Marx'ın konu bağlamında vurguladığı son bir husus ise, emeğin yoğunluğunun ve üretkenliğinin veri olması halinde toplumsal işgününün kısaltılabileceğine ilişkindir. İşin aslında, emeğin yoğunluğu ve üretkenliği veri ise, çalışma toplumun çalışabilir durumdaki tüm üyeleri arasında ne kadar eşit dağıtılırsa toplumsal işgününün maddi üretim için gerekli kısmı o kadar kısa olur. Dolayısıyla da bireylerin özgür, zihinsel ve toplumsal faaliyetleri için ele geçirilecek zaman o kadar uzar. İşgününün kısaltılmasının bu yöndeki mutlak sınırı ise, çalışmanın genelleşmesidir. Fakat kuşkusuz, kapitalizm altında "serbest zaman" konusundaki büyük eşitsizliğin ortadan kalkması mümkün değildir. "Kapitalist toplumda bir sınıfın serbestçe kullanabildiği zaman, kitlelerin bütün ömürlerini emek-zamana dönüştürerek üretilir."

Konu Şüpheci Dinsiz tarafından (01-10-2022 Saat 16:59 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #28  
Alt 01-10-2022, 15:18
Khaos Khaos isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 12 Jun 2009
Mesajlar: 5.552
Standart

https://marksist.net/elif-cagli/marx...lini-okumak-19

Marx'ın Kapital'ini Okumak /19

Elif Çağlı
1 Temmuz 2020


Bölüm16: Artı-Değer Oranı İçin Çeşitli Formüller
Marx bu bölümde, artı-değer oranının hangi formüllerle temsil edilebileceğini açıklar. Bir grup formül dizisi şöyledir: Artı-Değer/Değişen Sermaye = Artı-Değer/Emek Gücü Değeri = Artı-Emek/Gerekli Emek. Bu dizide ilk iki formül değerler oranını gösterirken, üçüncüsü ise bu değerlerin üretimi için harcanan zamanların oranını göstermektedir. Bu formüller kavramsal açıdan güçlü ve doğrudur fakat klasik ekonomi politik bunlardan bilinçli olarak uzak durmuştur. Bunun yerine sömürü derecesini gözlerden gizleyecek formüller türetmiştir. Örneğin: Artı-Emek/İşgünü = Artı-Değer/Ürün Değeri = Artı-Ürün/Toplam Ürün. Görüleceği üzere, bu formül dizisinde emeğin gerçek sömürülme derecesi ya da artı-değer oranı yanlış ifade edilmiştir.

12 saatlik bir işgünü, 6 saatlik artı-emek, 6 saatlik gerekli emek, 3 şilinlik değişen sermaye (yani 3 şilinlik ücret) varsayımı üzerinden önce neticeyi Marx'ın doğru formülüne göre hesap edelim: 6 saatlik artı-emek/6 saatlik gerekli emek = 3 şilinlik artı-değer/3 şilinlik değişir sermaye = %100. Fakat klasik ekonomi politiğin yanlış formülüne göre hesap edersek şu sonucu elde ederiz: 6 saatlik artık-emek/12 saatlik işgünü = 3 şilinlik artı-değer/6 şilinlik değer-ürün= %50. Açıktır ki, Marx'ın formülü artı-değer oranını %100 olarak doğru şekilde ortaya koyarken, burjuva iktisadının formülü ise bunu %50 olarak göstermektedir.

Marx, diğer bir formül olarak "karşılığı ödenmemiş emek/karşılığı ödenmiş emek" üzerinde durduğunu belirtir. Bu formül doğrudur ve bu sayede kapitalistin emek gücüne değil de sanki emeğe para ödediği şeklindeki yanlış kavrayış çöker. Bu formül artı-emek/gerekli emek formülünün yalnızca yaygın bir ifadesidir. Hatırlanacağı üzere, artı-emek süresi içinde emek gücünün kullanımı kapitalist için bir artı-değer yaratır ve emek gücünün bu kısmı ona bedavaya malolur. İşte bu nedenle artı-emeğe karşılığı ödenmemiş emek denilebilir. Zaten sermaye yalnızca emek üzerinde egemen değildir, temelde karşılığı ödenmemiş emek üzerinde egemendir. "Her tür artık değer, sonradan kâr, faiz, rant vb. gibi hangi özel biçimde billurlaşırsa billurlaşsın, özü itibarıyla, karşılığı ödenmemiş emeğin maddeleşmiş biçimidir. Sermayenin kendi kendini değerlendirmesinin sırrı, onun, başkalarının belli bir miktar karşılığı ödenmemiş emeği üzerindeki tasarruf yetkisi olarak kendini açığa vurur."

ALTINCI KISIM: ÜCRET
Bölüm17: Emek Gücü Değerinin ya da Fiyatının Ücrete Dönüşmesi

Burjuva toplumunun yüzeyinde işçinin ücreti, onun emeğinin karşılığı olarak ödenen paraymış gibi görünür. Böylece herkes emeğin değerinden söz eder ve bunun parasal ifadesine emeğin gerekli ya da doğal fiyatı der. Bunun yanı sıra bir de emeğin piyasa fiyatlarından, yani emeğin gerekli fiyatının üstünde veya altında oynamalar gösteren fiyatlardan bahsedilir. Fakat aslında işçinin kapitaliste sattığı şey kendi emek gücüdür. İşçi çalışmaya, yani emek harcamaya başlar başlamaz, emeği işçiye ait olmaktan çıkar ve dolayısıyla da artık onun tarafından satılamaz. Kısacası, meta piyasasında para sahibi ile doğrudan doğruya yüz yüze gelen gerçekte emek değil, işçidir. İşçinin emek gücü kapitalizmde bir metadır ve bu metanın değişim değerini belirleyen de onun üretimi için gerekli olan emek miktarıdır. İşçi ayrıca emeğini satın alan için artı-değer üretmelidir, aksi halde kapitalist üretimin temeli yok olur.

"Emek, değerin özü ve onun içkin ölçüsüdür, ama kendisinin bir değeri yoktur." "Emeğin değeri" ifadesi aslında "yeryüzünün değeri" gibi hayalî bir ifadedir. Fakat unutulmasın ki, bu tür hayalî ifadeleri ve buna denk düşen kategorileri doğuran aslında üretim ilişkilerinin kendileridir. Kapitalizmde, görünümler düzeyinde "şeyler" kendilerini çoğu kez ters dönmüş şekilde ortaya koymaktadırlar. Genelde tüm bilimlerde dikkate alınan bu gerçekliğe rağmen, aslen bir bilim olmayan ekonomi politik "emeğin fiyatı" kategorisini, üzerinde düşünmeye hiç gerek görmeden günlük hayattan olduğu gibi almış ve sonra da bu fiyatın arz talep ilişkisiyle belirlendiğini iddia etmiştir. Fakat arz talep arasındaki ilişkide meydana gelen değişmelerin piyasa fiyatlarındaki oynamalar dışında hiçbir şeyi açıklamadığını çok geçmeden klasik ekonomi politik de görmüştür. Düşünelim, diğer her şey aynı kalmak koşuluyla, arz ve talep dengelendiğinde fiyat oynamaları sona erer ve böylece arz ve taleple herhangi bir şeyin açıklanamayacağı anlaşılır. Mevcut arz mevcut taleple dengede olduğu an, demek ki asıl inceleme konusunun emek gücünün arz ve talepten bağımsız olarak belirlenen bir doğal fiyatı olduğu ortaya çıkar.

Ekonomi politik, "emeğin değeri" noktasından hareketle bu değeri acaba "emek üretim maliyeti"nin nasıl belirlediği şeklindeki bir kısır döngünün içinde kaldı. Ekonomi politiğin "emeğin değeri", "emeğin doğal fiyatı" gibi kategorileri hiçbir eleştiri süzgecinden geçirmeden söz konusu değer ilişkisinin uygun ve nihai ifadeleri olarak kabul etmesi, onu içinden çıkılmaz karışıklıklara ve çelişkilere sokup bıraktı. Oysa "emeğin değeri" dedikleri, aslında işçinin kişiliğinde mevcut olan emek gücünün değeriydi. Marx, emek gücünün değerinin ve fiyatının, kendilerini kılık değiştirmiş biçimleri içinde yani ücret olarak nasıl ortaya koyduklarını açıklığa kavuşturdu. Daha da önemlisi, işçinin bir işgünü içinde yarattığı değerin onun işgücüne karşılık gelen değerden daha büyük olduğunu ortaya koydu. Örneğin 12 saatlik bir işgününde 6 şilinlik bir değer yaratan emek gücü 3 şilinlik bir değere sahipti. Böylece 12 saatlik bir işgünü, 6 saatlik gerekli emek ve 6 saatlik artı emek-zaman şeklinde bölünmüş oluyordu. Fakat işçiye o işgünü karşılığıymış gibi ödenen ücret biçimi, işgününün karşılığı ödenmiş ve karşılığı ödenmemiş emek-zaman diye bölünüşü ile ilgili her türlü izi siliyordu.

Bu nedenle, kapitalizmde her tür emek, karşılığı ödenmiş emek olarak görünür. Oysa angarya olarak yapılan işte, angaryaya katlanmak zorunda olan kimsenin kendisi için harcadığı emekle toprak sahibi için harcadığı yükümlü emek birbirinden zaman ve mekân açısından en açık şekilde farklıdır. Köle emeği söz konusu olduğunda ise, "işgününün kölenin sırf kendi tükettiği geçim araçlarının değerini yerine koymak için, yani aslında kendisi için çalıştığı kısmında harcadığı emek bile efendisi için harcanmış emek olarak görünür. Kölenin bütün emeği karşılığı ödenmemiş emek olarak görünür. Buna karşılık ücretli emek söz konusu olduğunda, tersine, artı emek ya da karşılığı ödenmemiş emek bile karşılığı ödenmiş emek olarak görünür." Birinde, kölenin kendisi için harcadığı emeği o dönemin mülkiyet ilişkisi gözlerden gizler, diğerinde ise ücretli işçinin karşılığı ödenmeyen emeği para ilişkisi ile gözlerden saklanır. Marx, hem kapitalistin hem de işçinin hukuk konusundaki bütün düşüncelerinin, kapitalist üretim tarzının bütün gizemlileştirmelerinin, bütün özgürlük yanılsamalarının, bayağı iktisadın bütün özürcü laf ebeliklerinin, işte gerçek ilişkiyi görünmez kılan ve tam karşıtını gösteren bu görünüm biçimine dayandığını vurgular.

Sermaye ile emek arasındaki mübadele, ilk olarak, bütün öteki metaların alım satımları gibi algılanır. Alıcı (kapitalist) belli bir miktarda para, satıcı (işçi) ise paradan farklı bir nesne (emek gücü) vermektedir. Mübadele değeri ve kullanım değeri aslında ölçülemeyen şeyler oldukları için, alışverişte de "emeğin değeri" veya "emeğin fiyatı" gibi ifadeler, sanki "pamuğun değeri","pamuğun fiyatı" ifadeleri gibi olağan görünür. Üstelik işçiye parası, o emeğini harcadıktan sonra ödenir. O halde ödeme aracı olma görevi ile para, karşılık olarak verilen nesnenin (emek gücü) değerini veya fiyatını bir süre sonra gerçekleştirir. Ayrıca unutulmasın ki, işçinin kapitaliste sağladığı "kullanım değeri" işçinin emek gücü değil, bunun işlevidir, yani işçinin bu emek gücüyle yaptığı terzilik işi, kunduracılık işi, iplik eğirme işi gibi, belli bir faydası olan bir iştir.

İşçinin emek gücünün değeri, kendisinin kullanacağı geçim araçlarının değeri ile birlikte değişebilir, örneğin 3 şilinden 4 şiline çıkabilir ya da 3 şilinden 2 şiline düşebilir. Ya da aslında emek gücünün değeri aynı kalırken piyasadaki arz ve talep ilişkisine göre fiyatı 4 şiline yükselebilir ya da 2 şiline düşebilir. Fakat örneğin değişmeyen 12 saatlik bir işgününde işçi hep 12 saat çalışmış, 12 saat süresince emek harcamış, emek gücü 12 saat kullanılmıştır. Sonuç olarak, 12 saatlik işgününde harcadığı bu aynı miktar emek gücü için işçiye farklı bir karşılık verilmesi, sanki onun emek gücünün değerinde meydana gelmiş bir değişme gibi görünür. Kapitalist açısından sorun, mümkün olduğu kadar az para karşılığında mümkün olduğu kadar çok emek elde etmektir. O nedenle pratikte onu yalnızca emek gücünün fiyatı ile bunun faaliyetinin yarattığı değer arasındaki fark ilgilendirir. Kapitalist kişi, işçinin yarattığı artı-değer sayesinde sağladığı kârı, emek gücü metasını değerinden azına alıp fazlasına satma şeklindeki basit bir aldatmaca, yalnızca ticaret sayesinde elde edilen bir fazlalık olarak açıklar. Kapitalist, şayet işgünü boyunca kullandığı emek gücünün tüm değerinin karşılığını ödese, sermaye diye bir şeyin var olamayacağını, parasının sermayeye dönüşemeyeceğini anlayamaz. İşte klasik ekonomi politik de, olgular arasındaki gerçek ilişkiye neredeyse değinir gibi olduğunda bile bunu bilinçli olarak formülleştirmez. Marx'ın deyişiyle, sırtındaki burjuva postuna sarıldıkça da bu işi zaten hiç beceremez.

Bölüm18: Zamana Göre Ücret
İşçiye ödenen ücretin iki temel biçimi vardır ve bunlar zamana göre ücret ve parça başına ücret olarak adlandırılır.

Emek gücünün satışı her zaman belli bir zaman dönemi için olur. Emek gücünün günlük, haftalık, aylık vb. değerinin kendisini dolaysız olarak ortaya koyduğu ücret biçimi "zamana göre ücret" biçimidir. Marx buradaki incelemesini, zamana göre ücretin ayırt edici özelliklerini oluşturan birkaç nokta üzerinde toplayacağını belirtir.

İşçinin kendi işgücünü yeniden üretmesi için gerekli olan üzerinden, günlük veya haftalık, aylık vb. çalışmasının karşılığı olarak alacağı para miktarı, işçinin işgücü değerine göre hesaplanan ücretinin tutarını oluşturur. Fakat işgününün uzunluğuna, yani bir günde sağlanan emek miktarına göre, günlük, haftalık ya da aylık gerekli ücretin birbirinden çok farklı fiyatlarla temsil edebileceği de açıktır. O halde zamana göre ücreti incelerken, günlük, haftalık, aylık vb. ücretin toplamı ile bir saatlik emeğin fiyatı (saat ücreti) arasındaki ayrımı dikkate almamız gerekecektir. Öyleyse harcanan bir saatlik emeğin gerekli fiyatı (yani gerekli saat ücreti) nasıl bulunacaktır? Gerekli saat ücreti, emek gücünün günlük ortalama değerinin, ortalama işgününü oluşturan saat sayısına bölünmesiyle bulunur. Örneğin emek gücünün günlük değeri 6 iş saatinin karşılığı olan 3 şilin ise ve işgünü 10 saatse, bu durumda bir iş saatinin fiyatı, 3 şilin/10 olurdu. Fakat işçiye ödenen ücret değişmeden iş saati 12 saate çıkartılsaydı, bu kez bir iş saatlik emeğin fiyatı (saat ücreti) daha düşük, yani 3 şilin/12 = 3 peni olurdu.

Ancak saat ücreti, kapitalistin işçiye günlük ya da haftalık gerekli ücreti ödemesi temelinde saptanmaz ve işçiyi keyfine göre seçtiği saatlerde çalıştırarak keyfine göre ücret ödeyecek şekilde belirlenecek olursa, o zaman tüm hesaplar değişir. Ve yukarda açıklanan gerekli ücret birimleri doğal olarak bütün anlamını kaybeder. Bu durumda karşılığı ödenmiş emekle, karşılığı ödenmemiş emek arasındaki bağlantı da ortadan kalkar. Kapitalist şimdi, işçiye kendi varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan emek-zamanı bırakmadan, ondan istediği artı-emek miktarını sızdırabilir. Böylece kapitalist, çalışmada söz konusu olabilecek her türlü düzeni ve belirliliği yok edebilir. Kendisine uygun gelişine, keyfine ve o andaki çıkarlarının gereklerine bağlı olmak üzere, işçiyi korkunç derecede aşırı çalıştırma ile göreli ya da mutlak işsiz bırakma uçları arasında istediği gibi hareket edebilir ve bir anda bir uçtan diğer uca geçebilir. Kapitalist, emeğin normal fiyatını ödediği bahanesiyle, işçiye karşılığında herhangi bir ek ödemede bulunmaksızın, işgününü anormal bir biçimde uzatabilir. 1860'ta Londra'daki inşaat işçileri, kapitalistlerin kendilerine bu keyfi sistem üzerinden hesaplanan saat ücretini dayatmaları üzerine haklı olarak ayaklanmışlardı.

1800'ler İngiltere'sinde, çalışılan zamana göre hesaplanıp ödenen ücret sisteminin hüküm sürdüğü ve çalıştırma süresinin yasayla sınırlandırılmadığı birçok sanayi kolunda, işgününü örneğin onuncu saatin bitimine kadar normal işgünü sayma alışkanlığı yer etmişti. Bu sınırın ötesinde çalışılan süre ise fazla mesai sayılır ve bunun için çoğu kez gülünç derecede küçük bir oranda olsa bile daha iyi bir karşılık ödenirdi. Fakat bu biçimde kazanılan küçücük fazlanın çoğu, kıt kanaat karın doyuran işi aileleri tarafından ek besin maddeleri almak için hemen harcanırdı. Normal denilen çalışma süreleri için işçiye ödenen düşük saat ücretleri, işçiyi karşılığında nispeten daha iyi para verilen fazla mesai yapmak zorunda bırakırdı. Çünkü fazla mesai yapmadan ücret asla yeterli olmamaktaydı. İşte, işgününün yasayla sınırlandırılması kapitalistler için aşırı tatlı olan bu durumlara son verdi.

Bölüm19: Parça Başına Ücret
Parça başına ücret, aslında zamana göre ücretin değişikliğe uğramış biçiminden başka bir şey değildir. Parça başına ücrette, işçinin sattığı kullanım değeri, ilk bakışta sanki işçinin emek gücünün, onun canlı emeğinin işlevi değilmiş de, ürettiği üründe zaten gerçekleşmiş emeğiymiş gibi görünür. Bu bağlamda harcanan emeğin fiyatı da, zamana göre ücrette olduğu gibi "Emek Gücünün Günlük Değeri/Toplam İşgünü Saati" oranıyla değil ama üreticinin iş yapma yeteneğiyle belirleniyormuş gibi algılanır.

Eski İngiltere'deki uygulamalara bakılacak olursa, örneğin Londra'da aynı saraçhanelerde çoğu zaman aynı iş için Fransız işçilere parça başına, İngiliz işçilere ise zamana göre ücret ödenmiştir. Parça başına ücret sisteminin genel bir uygulama bulduğu fabrikalarda bazı işler için teknik nedenlerle bu gibi işleri yapan kimselere ödenen ücretler zamana göre hesaplanmıştır. Marx, ücretin bu iki biçiminin aynı anda ve yan yana olmasının, düzenbazlıklarını yürütmede kapitalistlerin işlerine yaradığını belirtir. Fakat her ne olursa olsun, ücretin ödenmesindeki bu biçim farkı, ücretin özünde hiçbir değişiklik yaratmaz. Parça başına ücret aslında doğrudan doğruya bir değer ilişkisini ifade edemez. Çünkü burada, "parçanın değerinin bu parçada maddeleşmiş olan emek-zaman ile ölçülmesi değil, bunun tersine, işçi tarafından harcanmış olan emeğin işçinin üretmiş bulunduğu parçaların sayısı ile ölçülmesi söz konusudur. Zamana göre ücrette emek doğrudan doğruya kendi devam süresi ile, parça başına ücrette ise belli bir süre içinde emeğin kendisinde maddeleştiği ürün miktarı ile ölçülür". Ancak neticede emek-zamanın fiyatı, "Günlük Çalışmanın Değeri = Emek Gücünün Günlük Değeri" denklemiyle belirlenir. Demek ki, parça başına ücret, zamana göre ücretin değişik biçiminden başka bir şey değildir.

İşçiye parça başına fiyatın tam ödenmesi için ürünün ortalama kalite düzeyinde olması esastır ve sonuç ortaya konan nihai ürünün kendisiyle kontrol edilir. Böylece harcanan emeğin niteliği, burada işin kendisi tarafından denetlenebilir. Parça-başı fiyatın tam olarak ödenebilmesi için bu niteliğin ortalama bir yetkinlikte olması esastır. "Parça başına ücret bu bakımdan ücret kesintilerinin ve kapitalist dolandırıcılığın en korkunç kaynağı haline gelir." Çünkü parça başına ücret sistemi, emek yoğunluğunu keyfince ölçmek için kapitaliste mükemmel bir ölçü aracı oluşturur. Bu sistemde, önceden belirlenmiş ve deneylere dayanılarak yerleşiklik kazanmış belli bir meta miktarında maddeleşen emek-zamanı, toplumsal olarak gerekli emek-zamanı kabul edilir ve gerekli emek-zaman için ödenen ücret buna göre belirlenip ödenir. "İşçi, ortalama iş çıkarma yeteneğine sahip değilse, belli bir asgari günlük işi çıkaramayacağı için, kendisine yol verilir."

Parça başı ücret sisteminde emeğin kalitesi ve yoğunluğu bizzat ödenecek ücreti belirlediğinden, bu ücret biçimi işe nezaret edilmesini de büyük ölçüde gereksiz kılar. Bu nedenle, bu ücret biçimi hem modern ev sanayisinin, hem de hiyerarşik olarak düzenlenmiş bir sömürü ve baskı sisteminin temelini oluşturmuştur. Marx bu sömürü ve baskı sisteminin başlıca iki biçimi olduğunu belirtir. Birincisi, parça başına ücret, kapitalist ile işçi arasına asalakların girmesini, yani emeğin bir aracı tarafından kiralanmasını kolaylaştırır. "Aradaki kişilerin kazancı, tümüyle, emeğin kapitalist tarafından ödenen fiyatı ile bu fiyatın fiilen işçinin eline geçmesine izin verdikleri kısmı arasındaki farktan doğar." Bu yüzden bu sisteme İngiltere'de "terletme sistemi" gibi karakteristik bir isim verilmiştir. İkincisi, parça başına ücret, kapitaliste, bir işçi başıyla fabrikadaki asıl makine işçileri için sözleşme yapma olanağını sağlar. "Böyle bir sözleşme ile kapitalist, parça başına belli bir fiyat ödemeyi, işçi başı da yardımcılarını bulup çalıştırmayı ve bunlara ücretlerini ödemeyi taahhüt eder. İşçinin sermaye tarafından sömürülmesi, burada işçinin işçi tarafından sömürülmesi yoluyla gerçekleştirilir."

Parça başına ücretin büyüklüğü baştan kararlaştırılmış ise, kendi emek gücünü mümkün olduğu kadar yoğun bir şekilde kullanmak işçinin kişisel çıkarı haline gelir ve bu da kapitalistin işin normal yoğunluk derecesini yükseltmesini kolaylaştırır. Böylece işgününün uzatılmasında da işçinin kişisel çıkarı vardır; çünkü işçi bu yolla günlük ya da haftalık ücretini artırır. Zamana göre ücrette aynı türden işler için, bazı istisnalar dışında, aynı ücret ödenir. Oysa parça başına ücrette, emek-zamanın fiyatı her ne kadar belli bir ürün miktarı ile ölçülüyor olsa da, günlük ya da haftalık ücret işçilerin bireysel farklılıklarına göre değişir. Örneğin "belli bir zaman aralığında işçilerden biri ancak asgari miktarda, bir diğeri ortalama miktarda, bir üçüncüsü ise ortalamayı aşan miktarda ürün sağlar. Demek ki, burada fiilen ele geçen gelir bakımından, tek tek işçilerin farklı hüner, güç, enerji, dayanıklılık vb. düzeylerine göre büyük farklılıklar ortaya çıkar".

Kuşkusuz bu durum, sermaye ile ücretli-emek arasındaki genel ilişkileri değişikliğe uğratmaz. Neticede bireysel farklılıklar, işyerinde bir bütün olarak birbirini dengeler ve böylece belli bir emek-zamanında ortalama miktarda ürün sağlanmış olur. Ödenen toplam ücret de, bu özel sanayi kolundaki ortalama ücrete denk gelir. Ayrıca, ücret ile artı-değer arasındaki oran da değişmez, çünkü her bireysel emekçinin sağladığı artı-değer kitlesi sonuçta aldığı ücrete tekabül eder.

Parça başına ücret bireyselliğe daha geniş bir hareket alanı sağlarken ve işçilerin bireyselliklerinin ve bununla birlikte de özgürlük duygularının, bağımsızlıklarının ve kendi kendilerini kontrol yeteneklerinin gelişmesi için bir dürtü yaratırken, öte yandan, işçilerin kendi aralarındaki rekabet duygusunu körükler. Bundan dolayı, parça başına ücret bir yönüyle bireysel ücretleri ortalama düzeyin üzerine çıkarırken, diğer yönüyle bu ortalama düzeyi düşürme eğilimine sahiptir. Fakat ortalama parça başı ücretin uzun bir süre boyunca geleneklerle saptanmış olması halinde, bu ücretin düşürülmesi özel güçlükler gösterecektir. Nitekim bu gibi durumlarda patronlar ücret sistemini zorla zamana göre ücrete dönüştürme yoluna başvurmuşlardır. Bu nedenle, örneğin 1860'da İngiltere'nin Coventry bölgesinde kurdele ve şerit dokuma işçileri arasında bu yüzden büyük bir grev de patlak vermiştir.

Marx parça başına ücretin, daha önce zamana göre ücretin yanı sıra görülmesine rağmen daha büyük bir uygulama alanına ilk kez ancak gerçek manifaktür döneminde kavuştuğunu belirtir. Bu ücret sistemi, büyük sanayinin coşkunluk ve atılım döneminde, özellikle de 1797-1815 yılları arasında, çalışma süresini uzatma ve ücreti düşürme aracı olarak kullanılmıştır. O dönemin İngiltere'sinde Fabrika Yasası kapsamına alınmış olan atölyelerde parça başına ücret genel kural haline gelmiştir. Çünkü yasanın işgününün uzunluğunu sınırlandırması durumunda, sermaye işgününü ancak derinliğine büyütebilir ve parça başı ücret sistemi sermayeye bu olanağı sağlar. Fakat parça başına ücrette meydana gelen değişmelerin, kapitalist ile işçi arasında sürekli mücadelelere yol açtığını da unutmamak gerekir.

Bölüm 20: Ülkeler Arasındaki Ücret Farkları
Daha önce de belirtildiği gibi, emek gücünün değerinin ücret ya da fiyat biçimine çevrilmesi, bu değere ilişkin bütün yasaları, ücretlerin dalgalanmalarını yöneten yasalar haline getirir. Ücretin emek gücünün değerine bağlı olarak değişkenlik göstermesi, gerek ulusal düzeyde gerek çeşitli ülkeler arasında ücret farklılıkları olarak kendini ortaya koyar. Bu noktadan hareketle Marx önemli bir hususa dikkat çeker: "Farklı ülkelerdeki ulusal ücretleri birbirleriyle karşılaştırırken, emek gücünün değer büyüklüğündeki değişmeleri belirleyen bütün faktörleri, doğal ve tarihsel olarak gelişmiş birincil yaşamsal ihtiyaçların fiyat ve kapsamlarını, işçinin eğitilme giderlerini, kadın ve çocuk emeğinin oynadığı rolü, emeğin üretkenliğini, emeğin genişliğine ve derinliğine büyüklüğünü hesaba katmamız gerekir."

Her ülkede emeğin belli bir ortalama yoğunluğu vardır. Eğer yoğunluğu ortalama yoğunluktan düşük bir emek kullanılmışsa, bir metanın üretimi için toplumsal olarak gerekli olandan daha fazla zaman gerekir ve bu nedenle de bu emek normal nitelikte bir emek sayılmaz. Kuşkusuz emeğin ortalama yoğunluğu ülkeden ülkeye değişir ve örneğin birinde daha büyük, diğerinde daha küçük olur. Buradan hareketle ulusal ortalamaların toplamı üzerinden, evrensel emeğin ortalama birimi olan bir ölçek oluşturulabilir. Unutulmamalı ki, "daha yoğun bir ulusal emek, daha az yoğun bir ulusal emeğe oranla, aynı zaman aralığında, daha çok para ile ifade edilen daha fazla değer üretir".

Değer yasasının uluslararası kullanımında değişikliğe yol açan asıl neden, daha üretken ulus şayet dünya pazarındaki rekabet tarafından metalarının satış fiyatını bunların değerine indirmeye zorlanmamışsa, daha üretken ulusal emeğin aynı zamanda daha yoğun emek sayılmasıdır. "Bir ülkede kapitalist üretim ne kadar gelişmişse, orada emeğin ulusal yoğunluğu ve üretkenliği de uluslararası düzeyin o kadar üstüne çıkar. Bu nedenle, farklı ülkelerde aynı uzunlukta emek-zaman harcanarak üretilen aynı türden metaların farklı miktarları, farklı fiyatlarla, yani uluslararası değerlere göre değişen farklı para tutarları ile ifade edilen, farklı uluslararası değerlere sahiptir. Dolayısıyla, paranın göreli değeri, kapitalist üretim tarzının daha fazla gelişmiş bulunduğu bir ülkede, bunun daha az gelişmiş olduğu bir ülkedekinden daha düşük olacaktır." Buradan, emek-gücünün para ile ifade edilen eşdeğerlerinin de (ücretlerin), birinci ulusta ikincisine kıyasla daha yüksek olacağı sonucu çıkar.

Son olarak, Marx'ın o dönemin İngiliz ve Rus kapitalizminin gelişme düzeyindeki büyük farka dikkat çeken satırları, henüz gelişmemiş bir kapitalizmin kendini ancak korumacı önlemlerle ayakta tutmaya çalıştığını ortaya koyar: "Her türlü kötülüğün kolayca boy attığı bu Rus toprağında İngiliz fabrikalarının çocukluk dönemine ait eski dehşeti de eksiksiz olarak hüküm sürmektedir. Yerli Rus kapitalisti fabrika işlerine yatkın olmadığı için yöneticiler doğal olarak İngilizdir. Aşırı çalıştırma gece ve gündüz devamlı biçimde uygulandığı halde ve işçilere utanılacak derecede düşük ücret verilmesine rağmen, Rus fabrikatörü ancak yabancı rekabetinin yasaklanması sayesinde ayakta durabilmektedir."

Konu Şüpheci Dinsiz tarafından (01-10-2022 Saat 17:02 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #29  
Alt 01-10-2022, 15:20
Khaos Khaos isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 12 Jun 2009
Mesajlar: 5.552
Standart

https://marksist.net/elif-cagli/marx...lini-okumak-20

Marx'ın Kapital'ini Okumak /20

Elif Çağlı
27 Temmuz 2020


YEDİNCİ KISIM: SERMAYENİN BİRİKİM SÜRECİ

Sermaye birikim sürecinin anlaşılabilmesi açısından en önemli husus, sermayenin dolaşım hareketinin bütünselliği içinde kavranmasıdır. Marx öncelikle bu hususu açıklığa kavuşturur. Belirli bir miktarda paranın üretim araçlarına ve emek gücüne dönüşmesi, sermaye olarak iş görecek bir miktar değerin yapacağı ilk harekettir. Bu dönüşüm piyasada, yani dolaşım alanında olur. Hareketin ikinci aşaması ise, üretim sürecine başlangıçta yatırılmış bulunan sermaye bir artı-değeri de içeren metalara dönüşür dönüşmez tamamlanmış olur. Fakat bu metaların da yeniden dolaşım alanına sokulmaları gerekir. Bu ise, üretilen metaların dolaşıma sokularak satılmaları, değerlerinin para olarak gerçeklik kazanması, bu paranın yeniden sermayeye dönüşmesi ve bu hareketin durmadan yenilenmesi demektir. İşte "sürekli birbirini izleyen aynı aşamalardan geçerek oluşan bu döngü sermayenin dolaşım hareketini oluşturur".

Açıktır ki, sermaye birikiminin ilk koşulu, kapitalistin metalarını satmayı ve bu yolla elde ettiği paranın büyük bir kısmını yeniden sermayeye çevirmeyi başarmış olmasıdır. Marx, takip eden bölümde sermayenin dolaşım sürecini normal bir biçimde tamamladığının varsayılacağını ve bu sürecin daha yakından analizinin ise ikinci ciltte yapılacağını belirtir.

Artı-değeri ürettiren, karşılığı ödenmemiş emeği doğrudan doğruya işçilerden emen ve bunu metalarda sabitleyen kapitalist, bu artı-değere ilk el koyan kimsedir, ama hiçbir biçimde bunun son sahibi değildir. "O, bunu, sonradan toplumsal üretimin bütünü içinde başka işlevleri yerine getiren kapitalistlerle, toprak sahipleriyle vb. paylaşmak zorundadır." Bundan dolayı, artı-değer çeşitli parçalara bölünür. "Bu parçalar çeşitli kategoriler meydana getiren kimselerin payları olur ve kâr, faiz, ticari kâr, toprak rantı vb. gibi birbirinden bağımsız biçimlere bürünür." Marx, artı-değerin bu dönüşmüş biçimlerinin ancak üçüncü ciltte ele alınabileceğini belirtir.

Burada Marx, metayı üreten kapitalistin bunu değeri üzerinden sattığının ve kapitalist üreticinin artı-değerin bütününün sahibi olduğunun varsayılacağını vurgular. Bu nedenle, bu analizde sermaye birikimini soyut bir açıdan, yani fiili üretim sürecinde salt bir evre olarak inceleyecektir. Analizdeki bir diğer varsayım da, birikim gerçekleştiği sürece, kapitalistin üretilen metaların satışını ve buradan elde ettiği paranın yeniden sermayeye çevrilmesi işini başarıyla yürütüyor olmasıdır. Ayrıca, artı-değerin çeşitli parçalara bölünüşü (kâr, faiz, ticari kâr, toprak rantı) artı-değerin doğasında bir değişikliğe yol açmaz. Sanayici kapitalistin artı-değerden kendisi için alıkoyduğu ve başkalarına bıraktığı kısımlar hangi oranlarda olursa olsun, o her zaman bu artı-değere ilk el koyan kimsedir. Unutulmasın ki, artı-değerin çeşitli parçalara bölünmesi ve aracılık işlevi gören dolaşım hareketi birikim sürecinin basit temel biçimini bulanıklaştırmaktadır. "Bundan dolayı, birikim sürecinin saf analizi, bunun iç mekanizmasının işleyişini gözlerden saklayan bütün görüngülerin geçici olarak yok sayılmalarını gerektirir."

Bölüm 21: Basit Yeniden Üretim
Bir toplumda üretim sürecinin şekli ne olursa olsun, bu sürecin sürekli olması, devresel olarak aynı evrelerden geçerek sürüp gitmesi zorunludur. Bir toplum, nasıl ki tüketmekten vazgeçemezse, üretmekten de vazgeçemez. Bu nedenle, üretim-tüketim bütünlüğü ve bir akış halinde durmadan yenilenişi açısından bakıldığında, her toplumsal üretim süreci aynı zamanda bir yeniden üretim sürecidir.

Üretimin verili koşulları aynı zamanda yeniden üretimin de koşullarıdır. Hiçbir toplum, ürünlerinin bir kısmını sürekli olarak üretim araçlarına ya da yeni üretim unsurlarına dönüştürmeden, sürekli olarak üretimde yani yeniden üretimde bulunamaz. Diğer her şey aynı kalmak koşuluyla, toplumun zenginliğini aynı düzeyde yeniden üretebilmesi veya tutabilmesi için, diyelim bir yıl içinde harcanmış olan üretim araçlarının (yani emek araçlarının, hammaddelerin ve yardımcı maddelerin), yıllık ürün kitlesinden aynı cins ve miktarlarda ayrılıp yeniden üretim sürecine katılmaları zorunludur. O halde, yıllık ürünün belli bir miktarı üretime ayrılmalıdır. Daha en başta üretken tüketim için üretilmiş olan bu ürünlerin büyük bölümü, niteliksel olarak zaten bireysel tüketimi kendiliğinden dışlayan doğal biçimlere sahiptir.

Önemli bir husus şudur: Üretim kapitalist tarzda olursa, kuşkusuz yeniden üretim de kapitalist tarzda olacaktır. "Kapitalist üretim tarzında emek süreci nasıl değerlenme sürecinin aracı olmaktan başka bir şey olarak görünmüyorsa, bunun gibi, yeniden üretim de yatırılmış değeri sermaye olarak, yani kendi kendini değerlendiren değer olarak, yeniden üretmenin aracından başka bir şey olarak görünmez. Bir kimse, yalnızca parası sürekli biçimde sermaye olarak iş gördüğü için, ekonomik bakımdan kapitalist sıfatını alır." Örnekse, 100 sterlin tutarında bir para bu yıl içinde sermayeye çevrilmiş ve 20 sterlinlik bir artı-değer üretmişse, bu paranın ertesi yıl ve ondan sonra gelecek yıllarda da aynı şeyi tekrar etmesi gerekir. Böylece sermaye değerindeki dönemsel artış, yani süreç içinde yatırılan sermayenin dönemsel meyvesi olan artı-değer, sermayeden doğan bir gelir biçimini alır.

Bu gelir kapitalist tarafından yalnızca tüketim fonu olarak kullanılırsa, yani sermayeyi genişletmek için tekrar yatırıma dönüşmezse, o takdirde basit yeniden üretim gerçekleşmiş olur. Basit yeniden üretim, üretim sürecinin aynı düzeyde yinelenmesinden ibarettir. Fakat yalnızca bu yinelenme ve bu süreklilik bile, sermaye birikim sürecine bazı yeni karakterler kazandırır.

Üretim sürecinin akışına bakalım. Üretim süreci emek gücünün belli bir süre için satın alınmasıyla başlatılır. Bu başlangıç, emeğin satın alındığı süre dolduğunda (gün, hafta, ay, vb.) ve böylece belli bir üretim dönemi sona erdiğinde durmadan yenilenir. Ne var ki işçiye emek gücünün karşılığı ancak emek gücü kullanıldıktan ve böylece üretim bitip hem emek gücünün değeri hem de artı-değer üretilen metalarda gerçekleştikten sonra ödenir. O halde işçi, basit yeniden üretimi varsayıyorsak, hem kapitalistin özel tüketim fonuna giden artı-değeri, hem de kendi ücret fonunu (yani değişen sermayeyi) üretir. İşçinin çalıştırılması da ancak bu fonu yeniden ürettiği sürece devam eder. Üstelik de işçi bunu kendisine ait olan kısım henüz kendisine ücret biçiminde geriye gelmeden önce yapar.

Burjuva iktisatçıların, ücreti bizzat üretilen üründen alınan bir pay olarak gösteren formüllerinin dayanağı da işte budur. Evet, işçiye ücret şeklinde geri dönen şey onun sürekli olarak yeniden ürettiği ürünün bir kısmıdır. Kapitalistin işçiye ücretini para olarak ödediği de doğrudur. "Ne var ki, bu para emeğin ürününün kılık değiştirmiş biçiminden başka bir şey değildir. İşçi, üretim araçlarının bir kısmını ürüne dönüştürürken, kendisinin daha önceki ürününün bir kısmı da gerisin geriye paraya dönüşür. İşçinin bugünkü ya da gelecek altı aylık emeğinin karşılığı ödenirken kullanılan şey onun geçen haftaki ya da geçen altı aylık emeğidir." Tek bir kapitalist ile tek bir işçiyi ele almak yerine kapitalistler sınıfı ile işçi sınıfını göz önüne aldığımızda, paranın işe karışmasıyla ortaya çıkan yanılsama hemen yok olur. Şöyle ki, kapitalistler sınıfı, işçi sınıfına, aslında işçi sınıfı tarafından üretilen ve fakat kapitalistler sınıfı tarafından el konulan ürünün bir kısmını, işçilerin gerekli ihtiyaç maddelerini satın alabilmesi için para şeklinde ödeme makbuzları (ücret) olarak verirler. İşçiler gerekli tüketim maddelerini satın aldıklarında (böylece üretilen ürünlerden ancak kendilerine düşen payı aldıklarında), bu ödeme makbuzlarını (para, kredi vb.) kapitalistler sınıfına geri vermiş olurlar. Bu iş böyle devam eder. Ne var ki ürünün meta şeklini ve metanın da para şeklini alışı, bütün bu olanları bir örtü ile gizler.

Marx bu işleyişten hareketle kapitalizme özgü olan görünümü vurgular: "Demek ki, değişen sermaye, işçinin kendisinin ve ailesinin varlığını sürdürmek için muhtaç olduğu ve toplumsal üretim sisteminin biçimi ne olursa olsun, her zaman bizzat üretmek ve yeniden üretmek zorunda bulunduğu geçim araçları fonunun veya emek fonunun özel bir tarihsel görünüş biçimidir." İşgücünün karşılığı olan fon (emek fonu) işçiye sürekli olarak ücret-para olarak geri dönüyorsa, bu durum onun kendi ürününün sermaye biçiminde sürekli olarak kendisinden uzaklaşması yüzünden böyle olmaktadır. Ne var ki, işçilik fonunun bu görünüş biçimi, işçiye kapitalist tarafından aslında işçinin bizzat kendi nesnelleşmiş emeğinin (bir üründe gerçekleşen emeğinin) bir kısmının geri verildiği olgusunu hiçbir biçimde değiştirmez.

Marx kapitalizme özgü bu durumu feodalizmde serfin durumuyla karşılaştırır: "Efendisi için angaryayla yükümlü bir köylüyü ele alalım. Kendi toprağı üzerinde kendi üretim araçları ile diyelim haftanın 3 günü çalışır. Diğer 3 gün ise efendisinin malikânesinde zoraki çalışır. Bu köylü durmadan kendi emek fonunu yeniden-üretmektedir ve bu durumda, bu fon, hiçbir zaman emeğinin karşılığının ödenmesi için bir başkası tarafından ödenen para şeklini almamaktadır. Ama buna karşılık, efendisi için harcadığı karşılığı ödenmeyen yükümlü emek de, hiçbir zaman karşılığı ödenen gönüllü emek niteliğini (kazanmaz-E.Ç). Eğer güzel bir sabah, efendisi, toprağa, hayvanlara, tohumluğa, kısacası köylünün üretim araçlarına el koyarsa, köylü bundan böyle artık emek-gücünü, efendiye satmak durumunda kalacaktır. O, (diğer her şey aynı kalmak koşuluyla-E.Ç), üç günü kendisi, üç günü efendisi için olmak üzere gene 6 gün çalışacak ve efendisi de böylece ücretli adam çalıştıran kapitalist haline gelecektir. Önceden olduğu gibi gene üretim araçlarını üretim araçları olarak kullanacak ve bunların değerini ürüne aktaracaktır. Tıpkı eskisi gibi, ürünün belirli bir kısmı, yeniden-üretime ayrılacaktır. Ama yükümlü emeğin ücretli-emeğe dönüştüğü anda, köylünün kendisinin, tıpkı eskisi gibi üretmeye ve yeniden-üretmeye devam ettiği emek fonu, bu andan sonra, ücret şeklinde efendisi tarafından yatırılan sermaye biçimini alır." (Sol Yay. çevirisinden, s.542-543)

Yukarıda anlatılanlar, konuyu anlayabilmek için, üretim sürecinin durmadan yinelenen akışı içinden yalnızca bir üretim kesitinin soyutlanmasına dayanmaktadır. O nedenle Marx, kapitalist üretim sürecini onun sürekli bir akış halinde yenilenmesi olarak ele aldığımızda, değişen sermayenin kapitalistin kendi fonundan avans olarak verilen bir değer olma özelliğini yitireceğini hatırlatır. Ancak böylece akla bir soru takılacaktır: Kapitalist üretim sürecinin bu durmadan yinelenerek devam eden akışının, ilk olarak bir yerlerde ve bir tarihte başlamış olması gerekmez mi? Öyleyse, "kapitalistin, geçmiş bir tarihte, bir biçimde karşılığı ödenmemiş emekten bağımsız olan bir ilk birikimle paraya ve dolayısıyla da piyasaya emek gücü satın alıcısı olarak gelebilecek bir duruma sahip olmuş olması muhtemeldir".

Fakat kapitalist olacak kişinin daha önce elinde bulunan bu birikim her ne olursa olsun, bu kişi örneğin başlangıçta yatırdığı 1000 sterlinlik bir sermayeyle her yıl 200 sterlin tutarında bir artı-değer elde etse, yalnızca basit yeniden üretim sürecinin sürekliliği sayesinde, kısa ya da uzun bir süre sonra, elindeki sermaye birikmiş sermayeye (ya da sermayeleşmiş artı-değere) dönüşecektir. Başlangıçtaki 1000 sterlinlik sermaye, onu kullanan girişimcinin daha önce kişisel emeği ile elde edilmiş bile olsa, er ya da geç, eşdeğeri verilmeksizin el konulmuş bir değer ya da başkalarının (işçinin) parada ya da başka bir metada maddeleşen karşılığı ödenmemiş emeği halini alır.

Daha önce görmüş olduğumuz gibi, parayı sermayeye dönüştürmek için yalnızca meta üretiminin ve meta dolaşımının varlığı yetmez. Bunun için kapitalist meta üretimi şarttır ve bunun için de bir yanda para sahibinin, öte yanda değer yaratan özün sahibinin; bir başka deyişle bir yanda üretim ve geçim araçlarına sahip bulunan bir kimsenin, öte yanda emek gücünden başka hiçbir şeyi olmayan bir kimsenin, birbirlerinin karşısında alıcı ve satıcı olarak yer almaları gerekir. Ne var ki, kapitalist üretim açısından "başlangıçta sadece bir hareket noktasından ibaret olan bu durum, basit yeniden üretimin sürekliliği aracılığıyla durmadan yeni baştan üretilir ve kapitalist üretimin kendine özgü bir sonucu olarak ebedileşir." Kapitalist üretim süreci, maddi zenginliği sermayeye, yani kapitalistler için değer yaratma ve zevk aracına dönüştürür. Diğer yandan işçi ise bu süreçten sürekli olarak girdiği gibi, yani bu zenginliğin kendisi için gerçekleşmesini sağlayacak her türlü araçtan yoksun olarak çıkar. İşçinin kendi emeği, sürece girmeden önce ona yabancılaşmış, kapitalist tarafından mülk edinilmiş ve sermayenin parçası haline gelmiştir. Bu yüzden de işçinin emeği kendisini sürekli olarak yabancı üründe nesnelleştirir.

"Üretim süreci aynı zamanda emek gücünün kapitalist tarafından tüketilmesi süreci olduğu için, işçinin ürünü sürekli olarak metalara dönüşmekle kalmaz, aynı zamanda sermayeye, değer yaratan gücü emen değere, kişileri satın alan geçim araçlarına, üreticileri kullanan üretim araçlarına dönüşür." Bu durum, üretken tüketimin gözden kaçırılmaması gereken bir özelliğidir. İşçinin kendisi durmaksızın nesnel zenginliği sermaye olarak, kendisine yabancılaşmış, kendisine hükmeden ve kendisini sömüren bir güç olarak üretir. Kapitalist de yine durmadan, kendini nesnelleştirme ve kendine gerçeklik kazandırma araçlarından ayrılmış, soyut, yalnızca işçinin bedensel varoluşunda mevcut bulunan bir zenginlik kaynağı olarak emek gücünü; kısacası ücretli işçi olarak işçiyi üretir. "İşçinin bu biçimde sürekli yeniden üretilmesi ya da ebedîleştirilmesi, kapitalist üretimin sine qua non'udur (vazgeçilmez koşuludur)."

Kapitalist üretim sürecinde işçinin yaptığı tüketim iki biçimde olur. "Üretim sırasında işçi çalışarak üretim araçlarını tüketir ve bunları yatırılmış bulunan sermayenin değerinden daha yüksek değere sahip olan ürünlere dönüştürür. Bu, işçinin üretken tüketimidir. İşçinin tüketimi, aynı zamanda, onun emek gücünün, bunu satın almış olan kapitalist tarafından tüketilmesidir. Öte yandan, işçi, emek gücüne ödenmiş parayı geçim araçları satın almak için harcar: bu, onun bireysel tüketimidir." Marx, burada özellikle unutulmaması gereken bir noktaya dikkat çeker: "Demek ki, işçinin üretken tüketimi ile bireysel tüketimi tamamen farklı şeylerdir. Bunların ilkinde, işçi, sermayenin hareketli gücü olarak iş görür ve kapitaliste aittir; ikincisinde, kendi kendisine aittir ve üretim süreci dışında kendi hayat fonksiyonlarını yerine getirir. Bunlardan birinin sonucu kapitalistin yaşamı, diğerinin sonucu ise işçinin kendi yaşamıdır."

Ne var ki işçinin kendi bireysel tüketimini, üretim sürecinde tüketilmesi gereken diğer maddeler gibi de düşünebiliriz. Böyle bir durumda, işçi, tıpkı buhar makinesine kömür ve su, çarklara yağ verilmesi gibi, kendi emek gücünü işler halde tutmak için ihtiyaç duyduklarını tüketmek zorundadır. Böylesi bir durumda, işçinin varlığını sürdürmesi için gereken tüketim araçları, sanki buhar makinesi gibi bir üretim aracının ihtiyaç duyduğu kömür benzeri bir tüketim aracına dönüşmüş olur. Fakat bu açıdan bakıldığında, işçinin bireysel tüketimi de doğrudan doğruya üretken tüketim niteliği kazanır. Sürece birey olarak kapitalist ve birey olarak işçi açısından değil de, kapitalist sınıf ve işçi sınıfı açısından bakar ve tek başına bir metanın üretim sürecini değil, sürekli akışı ve bütün toplumsal kapsamı içinde kapitalist üretim sürecini ele alırsak, konu bambaşka bir görünüm kazanır. Kapitalist, sermayesinin bir kısmını emek gücüne çevirdiği zaman, toplam sermayesinin değerlenmesini sağlar ve aslında bir taşla iki kuş vurmuş olur. Çünkü yalnızca işçiden aldığından değil, işçiye verdiğinden de kâr eder. Emek gücünün karşılığı olarak yatırılan değişen sermaye, tüketim açısından bakıldığında mevcut işçilerin adale, sinir, kemik ve beyinlerinin yeniden üretimine ve yeni işçilerin meydana gelmesine hizmet eden geçim araçlarına çevrilmiş olur.

Dikkat edilecek olursa, böylece "işçi sınıfının gerekli bireysel tüketimi, sermaye tarafından emek gücünün karşılığında elden çıkarılan geçim araçlarının yeniden sermaye tarafından sömürülebilecek yeni emek gücüne dönüştürülmesi demektir. Bu tüketim, kapitalist için en vazgeçilmez üretim aracının, yani bizzat işçinin kendisinin üretilmesi ve yeniden üretilmesi demektir." O halde, işçinin bireysel tüketimi ister atölye, fabrika ya da diğer bir işyeri içinde veya dışında, nerede gerçekleşirse gerçekleşin, sermayenin üretiminin ve yeniden üretiminin bir unsuru olarak kalır. Tıpkı, üretim süreci sırasında veya belirli aralarda makinelerin temizlenmesinin, üretim ve yeniden üretim faaliyetinin kaçınılmaz bir gereği olması gibi! "İşçinin bireysel tüketimini kapitalistin keyfi için değil kendisi için yapması hiçbir şeyi değiştirmez. Bir iş hayvanının tüketimi, hayvan yediğinden zevk alıyor diye, üretim sürecinin gerekli bir koşulu olma niteliğinden hiçbir şey yitirmez." İşçi sınıfının sürekli olarak mevcudiyeti ve yeniden üretilmesi, sermayenin yeniden üretimi için her zaman gerekli olan bir koşuldur. Bu koşulun o veya bu şekilde yerine getirilmesini kapitalist "vicdan huzuruyla" işçinin kendini ve neslini devam ettirme içgüdüsüne bırakabilir. Kapitalist için önemli olan, yalnızca işçinin kişisel tüketimini en zorunlu sınırlarına indirmek ve orada tutmaya dikkat etmektir.

Marx burada hicivli bir karşılaştırma yapar ve kapitalistin bu tutumunun, işçiyi daha az besleyici yiyecekler yerine daha çok besleyici yiyecekler almaya zorlayan o zalim Güney Amerikalı maden sahiplerine öykünmekten dağlar kadar uzak olduğunu belirtir. O dönemde Güney Amerika'da maden ocaklarında çalışan ve her günkü işleri (bu belki de dünyanın en ağır işidir) 180-200 libre ağırlığındaki cevher kitlelerini 450 ayak derinlikten sırtlarında taşıyarak yeryüzüne çıkarmak olan işçiler sadece ekmek ve fasulye ile beslenmekte, hatta yalnızca ekmek yemeyi tercih etmektedirler. Fakat yalnızca ekmek yiyerek maden işçilerinin o kadar sıkı çalışamayacaklarını gören patronları, onlara at gibi davranmakta ve onları fasulye yemeye zorlamaktadırlar. Çünkü fasulye kemikleri güçlendirici madde bakımından ekmeğe oranla çok daha zengindir.

Marx'ın hicvettiği kapitalist mantalite burjuva iktisatçısının da düşünce dünyasına egemendir: "İşte bundan dolayı, kapitalist de onun ideolojik temsilcisi olan iktisatçı da, işçinin bireysel tüketiminin ancak işçi sınıfının ebedileştirilmesi için gerekli olan kısmını, daha doğrusu, sermayenin emek gücünü tüketebilmesi için zorunlu olan kısmını üretken tüketim olarak görür; işçinin bunu aşan ve kendi zevki için yapacağı tüketimi, üretken olmayan tüketim sayarlar." Çünkü sermaye tarafından daha fazla emek gücü yutulmasını sağlamadan ücretlerde bir yükselme (dolayısıyla işçinin tüketiminde bir artış) olmuş olsa, bunun için gereken ek değişen sermaye, kapitalist için üretken olmayan bir biçimde tüketilmiş olurdu. İşçi açısından bakarsak, işçinin bireysel tüketimi, onun kendisi için de üretken olmayan bir tüketimdir, çünkü yalnızca yitirdiği işgücünü karşılamak için tüketmektedir. Fakat aynı olguya kapitalistler ve kapitalist devlet açısından bakarsak bu üretken tüketimdir, çünkü işgücünün yeniden üretimi onlar için kendilerine zenginlik üreten gücün üretimidir.

O halde kapitalist üretim tarzına toplumsal açıdan bakıldığında, işçi sınıfı doğrudan doğruya emek sürecine katılmadığında bile, sermayenin cansız iş aleti kadar tamamlayıcı bir parçasıdır. Unutmayalım, işçinin kendi işgücünü yeniden üretmesini sağlayan bireysel tüketimi bile sermayenin yeniden üretim sürecinin bir unsurundan başka bir şey değildir. Kapitalist yeniden üretim süreci, bu "bilinçli üretim aletleri"nin ürettikleri ürünleri hemen bunların bulundukları kutuptan alıp sermayenin bulunduğu kutba transfer eder ve böylece işçinin beklenmedik bir zamanda sermayeyi terk etmesini olanaksız hale getirir. Bireysel tüketim, bir yandan, bunların varlıklarını devam ettirmelerini ve yeniden üretimlerini, öte yandan, geçim araçlarını yok ederek, bunların emek piyasasında sürekli olarak el altında bulunmalarını sağlar. Romalı köle, sahibine zincirlerle bağlıydı; ücretli işçi görünmeyen iplerle bağlıdır. Ücretli işçinin görünüşteki bağımsızlığı kendisini çalıştıran efendilerinin sürekli değişmesiyle ve sözleşmenin fictio juris'iyle (hukuki sanallığı ile) ayakta tutulur. Marx bu noktada kapitalizmin tarihinden de örnek verir. "Sermaye, geçmişte, özgür işçi üzerindeki mülkiyet hakkını, gerekli gördüğünde, yasa zoruyla geçerli kılardı. Örneğin makine işçilerinin göç etmeleri İngiltere'de 1815 yılına kadar ağır cezalarla yasaklanmıştı."

İşçi sınıfının yeniden üretimi zaman içinde hünerlerin birikmesini ve bir kuşaktan diğerine aktarılmasını da sağlar. Ekonominin normal dönemlerinde sermayenin umursamadığı "hünerli işçi sınıfının varlığı"na duyulan ihtiyaç, onu bundan yoksun kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakan bir bunalım patlak verdiğinde hemen görülür. Marx bu durumu bir örnekle somutlar: Amerikan İç Savaşı'nın ve onu izleyen pamuk kıtlığının sonucu olarak, İngiltere'nin pek çok bölgesinde çok sayıda pamuklu dokuma işçisi sokağa atılmıştır. Bu dönemde aç kalan bu "fazla işçiler"in İngiliz sömürgelerine ve Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etmeleri sağlansın diye, hem işçi sınıfının kendisinden hem de toplumun diğer katmanlarından devleti yardıma çağıran feryatlar yükselmiştir. Fakat 1863 yılında önde gelen bir burjuvanın Times gazetesinde yayınlanan ve Avam Kamarasında ele alındığında da Marx'ın deyişiyle haklı olarak "fabrikatörlerin manifestosu" diye adlandırılan mektubunda, "sermayenin emek gücü üzerindeki mülkiyet hakkı" yüzsüzce ifade edilmiştir. Neticede İngiliz sermayesi bunalımda kapı dışarı ettiği binlerce hünerli işçisinin kendi malı olduğunu ilanla işçilerin göç etmelerini engellemiştir. İşçiler İngiltere'nin, çalıştırılmasalar bile pamuklu dokuma fabrikatörlerinin "gücü" olarak pamuklu dokuma sanayisi bölgelerine kapatılmışlardır. Dış ülkelere göç için, parlamento bir metelik bile tahsis etmemiş, yalnızca yerel yönetimlere, işçileri yarı aç yarı tok durumda tutma, yani onları normal ücretin altında çalıştırma yetkisini veren bazı yasalar çıkarmıştır.

Kapitalist üretim süreci, kendi işleyişi içinde emek gücü ile emeğin koşulları arasındaki ayrılmayı daima yeniden üretir. "Böylece, işçinin sömürülmesinin koşullarını yeniden üretir ve ebedileştirir. İşçiyi, sürekli olarak, yaşayabilmek için emek gücünü satmaya zorlar ve kapitalisti, sürekli olarak, zenginleşmek için bu emek gücünü satın alabilecek duruma getirir. Kapitalist ile işçiyi meta piyasasında alıcı ve satıcı olarak birbirinin karşısına çıkaran şey artık sadece bir tesadüf değildir. İşçiyi durmadan kendi emek gücünün satıcısı olarak gerisin geriye meta piyasasına fırlatan ve onun kendi ürününü durmadan başkasının satın alma aracına dönüştüren, bizzat bu süreçtir. Aslına bakılırsa, işçi kendisini kapitaliste satmadan önce de sermayeye aittir." Emekçinin kendi işgücünü belirli sürelerle satması, patron değiştirmesi veya emek gücünün pazar fiyatındaki dalgalanmalar, onun ekonomik köleliğini (sermayeye bağlanması) hem yaratan ve hem de gözlerden saklayan nedenler olmuştur.

Burada ilk bakışta biraz ayrıntı gibi dursa da, yukarda geçen "bağlanma" konusunda Marx'ın dipnotta değindiği bir örnek kapitalizmin tarihinde neler yaşandığını öğrenmek bakımından göz ardı edilemez. "Bu bağlılığın kaba saba bir şekli Durham Kontluğu'nda mevcuttur. Burası, koşulların, çiftçiye, tarım gündelikçileri üzerinde tartışmasız bir mülkiyet hakkı sağlamadığı bir iki kontluktan biridir. Maden sanayisinin varlığı, işçilere bir dereceye kadar seçme hakkı sağlar. Bu nedenle, çiftçi burada, başka yerlerdekinin aksine, ancak üzerinde işçiler için kulübeler bulunan çiftlikleri kiralar. Kulübenin kirası, ücretin bir kısmını oluşturur. Bu kulübelere «ırgat evleri» denir. Bunlar işçilere kiralanırken işçiler birtakım feodal yükümlülükler altına girmeyi kabul eder; işveren çiftçi ile işçi arasında «bondage» (bağlanma) adı verilen ve işçiyi, örneğin, bir başka yer ya da işte çalıştırılması halinde yerine birisini, diyelim kızını bırakma yükümlülüğü altına sokan bir sözleşme yapılır, işçinin kendisine «bondsman» (bağlanmış adam) adı verilir. Bu ilişki işçinin kişisel tüketimini, yepyeni bir açıdan, sermaye için yapılan bir tüketim ya da üretken tüketim olarak gösterir." Devamla Marx bu konuda dönemin Sağlık raporlarından bir aktarma yapar: "Hayretle görüldüğü gibi, yanaşmaların ve işçilerin dışkıları bile, kılı kırk yaran lordun bir yan geliri sayılır. ... Çiftçi patron, bütün o bölgede kendisininkinden başka bir helâ olmasına izin vermez ve bu konuda kendi sahiplik ve efendilik haklarından bir zerresinin bile kaybına göz yummaz."

Şu halde, kapitalist üretim süreci, bir bütün olarak ele alındığında ya da bir yeniden üretim süreci olarak, sadece meta, sadece artı-değer üretmekle kalmaz, sermaye ilişkisinin bizzat kendisini, yani bir tarafta kapitalisti ve diğer tarafta ücretli işçiyi üretir ve yeniden üretir. Marx dipnotta, 1847 yılında Alman İşçi Derneği'nde aynı konuda yaptığı ve basımının Şubat Devrimi yüzünden kesintiye uğradığı sunumlarından aktarır: "Sermaye, ücretli emeği, ücretli emek de sermayeyi gerektirir. Bunlar karşılıklı olarak birbirlerini gerektirir, karşılıklı olarak birbirlerini yaratır. Bir pamuk fabrikasındaki işçi, sadece pamuklu kumaşlar mı üretir? Hayır, sermaye üretir. Emeğinin yeniden kumanda altına alınmasına ve onun aracılığıyla yeni değerlerin yaratılmasına hizmet eden değerler üretir."

Konu Şüpheci Dinsiz tarafından (01-10-2022 Saat 17:05 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #30  
Alt 01-10-2022, 15:21
Khaos Khaos isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 12 Jun 2009
Mesajlar: 5.552
Standart

https://marksist.net/elif-cagli/marx...lini-okumak-21

Marx'ın Kapital'ini Okumak /21

Elif Çağlı
31 Ağustos 2020


Bölüm 22: Artı-Değerin Sermayeye Dönüşmesi
1. Boyutları Gittikçe Büyüyen Kapitalist Üretim Süreci (Meta Üretimine Özgü Mülkiyet Yasalarının Kapitalist Mülk Edinme Yasaları Haline Gelişi)

Marx, buraya kadarki incelemeler boyunca sermayeden artı-değerin nasıl çıktığını gördüğümüzü, şimdi de artı-değerden sermayenin nasıl çıktığını göreceğimizi belirtir. Vurguladığı üzere, artı-değerin sermaye olarak kullanılmasına, yani elde edilen artı-değerin yeniden sermayeye çevrilmesine sermaye birikimi denir. Marx konuyu bir örnek eşliğinde açıklamaya başlar. Sermaye birikimini önce tek bir kapitalist açısından ele alır. Diyelim bir iplikçi 10.000 sterlinlik bir sermaye yatırmıştır ve bunun beşte dördü ile pamuk, makine vb. satın alınmış, geriye kalan beşte biri (yani 2000 sterlin) ücret olarak kullanılmıştır. Artı-değer oranının %100 olduğunu varsayarsak, yılsonunda 12.000 sterlin değerinde (10.000 sterlinlik toplam sermaye+2000 sterlinlik artı-değer) iplik üretilmiş olacaktır. 2000 sterlinlik artı-değer bunun altıda birine denk gelir. Marx bir değerin (örneğimizde 2000 sterlin) artı-değer olma özelliğinin, onun sahibinin eline nasıl geçtiğini gösterdiğini ama değerin ya da paranın doğasında hiçbir değişiklik yapmadığını belirtir.

Örnek devam eder. İplikçi kapitalist yeni elde ettiği 2000 sterlin tutarındaki bu artı-değeri, yukarıdaki oranlar aynı kalmak koşuluyla sermayeye dönüştürmek isterse, beşte dördünü pamuk vb. satın almak, geriye kalan beşte birini (400 sterlin) ise yeni iplik işçileri satın almak için harcayacaktır. 2000 sterlinlik yeni sermaye de böylece iplik fabrikasında iş görmeye başlar ve %100 artı-değer oranına göre 400 sterlinlik bir artı-değer sağlar. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Sermaye değeri başlangıçta para olarak yatırılmıştır, fakat üretim sürecinde yaratılan artı-değer henüz üretilen toplam ürünün bir kısmının değeri olarak mevcuttur, yani şimdilik varoluş biçimi para değil üretilmiş metadır. Bu meta satılıp paraya çevrildiğinde, artı-değerin varoluş biçimi değişir. İşte bu andan itibaren sermaye değeri de artı-değer de bir miktar parada var olur ve bu para-sermaye yeniden iplik üretimine yatırılacak olursa, yukarıda açıklanan döngü yeniden işlemeye başlar. Ne var ki bu kez üretimin boyutları biraz daha büyümüş olacaktır.

Şimdi de yıllık meta-ürünün paraya dönüşmesine bakalım. Diğer bütün kapitalistlerin yaptıkları gibi, iplikçi de yıllık ürününü piyasaya getirir ve ipliği piyasada dolaşmaya başlar. Bu iplik-meta, o yıl boyunca üretilen toplam ürünün, yani toplam toplumsal sermayenin yıl boyunca dönüştürüldüğü her türden metanın toplam kütlesinin yalnızca bir parçasıdır. Piyasada gerçekleşen alım-satım işlemleriyle, yıllık toplam ürünün tek tek unsurlarının birbirleriyle mübadeleleri (bir elden diğer ele geçmeleri) sağlanmış olur. Unutulmamalı ki, bu alışveriş (ticaret) ile ne yıllık toplam ürün büyütülebilir ve ne de üretilmiş bulunan nesnelerin doğası değiştirilebilir. "Şu halde yıllık toplam ürünün nasıl kullanılabileceği, bunun kendi bileşimine bağlıdır, kesinlikle dolaşıma bağlı değildir."

Kapitalist işleyişe toplamda baktığımızda, yıllık üretim, diğer tüm hususlar bir yana, her şeyden önce sermayenin yıl boyunca kullanılıp tüketilmiş olan maddi unsurlarını (hammadde, amortisman, işçilik vb.) yenileyecek olan tüm nesneleri (kullanım değerlerini) sağlamak zorundadır. İşte bu kısım çıktıktan sonra, geriye artı-değeri temsil eden ürün (artı-ürün) kalır. Marx, "şimdi bu artı-ürün nelerden meydana gelir" diye sorar. Ve devam eder: "Yalnızca kapitalist sınıfın ihtiyaç ve arzularını tatmine yarayan şeylerden mi? Böyle olsaydı, artı-değer son kertesine kadar yenilip yutulur ve sadece basit yeniden üretim gerçekleşirdi."

Kapitalist üretim sürecinin niteliğini kavrayabilmek açısından önemli nokta şudur: Birikimin olabilmesi için artı-ürünün bir kısmının yeniden sermayeye çevrilmesi gerekir. Sermayeye dönüştürülebilecek şeylerin bir kısmı üretim süreci için gerekli üretim araçları ve diğer kısmı da istihdam edilecek işçinin yaşamasını sağlayan geçim araçları olmak zorundadır. O halde, yıllık artı-emek (artı-değer) bunları sağlayacak şekilde kullanılmış olmalıdır. Bu da artı-değerin yeniden bir miktar değişmeyen ve değişen sermayeye dönüşmüş olması demektir. Marx dipnotta şunu belirtir: "Bir ulusun, lüks eşyayı üretim veya geçim araçlarına çevirmesine ve bunun tersini yapmasına aracılık eden dış ticareti burada hiç hesaba katmıyoruz. Konuyu burada en saf haliyle, yani bozucu yan etkenlerin herhangi bir etkileri olmaksızın incelemek için, bütün ticaret dünyasına tek bir ulus gözüyle bakmak ve kapitalist üretimin her yerde yerleşmiş ve bütün sanayi dallarına egemen olduğunu varsaymak zorundayız."

Bir miktar artı-değerin değişmeyen sermaye biçiminde yeniden üretim sürecine dönmesi, eski üretim hacminin o miktar kadar artması demektir. Bu da kapitalistler sınıfının ek emeğe ihtiyaç duyması anlamına gelir. Şayet halen çalıştırılmakta olan işçiler üzerindeki sömürü genişliğine ya da derinliğine arttırılamıyorsa, ek emek güçlerinin bulunması gerekir. "Kapitalist üretim mekanizması bunun önlemini de daha baştan almış bulunmaktadır: işçi sınıfı bu mekanizma ile ücrete bağlanmış bir sınıf olarak yeniden üretilirken, ona verilen olağan ücret, bu sınıfın sadece kendi varlığını devam ettirmesine yetmekle kalmayıp, çoğalmasını da sağlar. Sermaye bakımından yapılması gereken şey, sadece, ona her yıl işçi sınıfı tarafından sağlanan çeşitli yaşlardaki ek emek güçlerini, yıllık üretimin bir kısmını oluşturan ek üretim araçları ile birleştirmektir; bu yapıldığı zaman artı-değerin sermayeye dönüşümü tamamlanmış olur." O halde kapitalist üretim sürecinde birikim, sermayenin gittikçe büyüyen boyutlar içinde yeniden üretiminden ibarettir. Böylece basit yeniden üretimin çizdiği çember şekil değiştirir ve üretim süreci Sismondi'nin deyişiyle sarmal biçime dönüşür.

Marx, buradaki incelemede artı-değerin kapitalistin kendisi tarafından tüketilen kısmının hesaba katılmadığını belirtir. Ayrıca, ek sermayeler kendilerini biriktirmiş olan aynı kapitalist tarafından mı kullanılıyor, yoksa o bunları başkalarına mı devrediyor gibi meselelerle de burada ilgilenilmemektedir. Yalnızca unutmamak gerekir ki, kapitalist yeni meydana gelen sermayelerle de yeniden üretimde bulunmakta ve yeniden artı-değer üretmektedir. Marx tekrar hatırlatarak sorar: "Başlangıçtaki sermaye 10.000 sterlinin yatırılmasıyla oluşmuştu. Sahibi bu parayı nereden bulmuştur?" Ekonomi politiğin sözcüleri, bu soruya ağız birliğiyle "bu para onun kendi çalışması ile baba ve dedelerinin çalışmalarının meyvesidir!" cevabını verirler ve onların bu varsayımı, gerçekten de, meta üretimi yasalarıyla uyuşan biricik varsayımmış gibi görünür.

Fakat soruna, yukarıda incelediğimiz yeniden üretim sürecine yatırılan 2000 sterlinlik ek sermaye açısından baktığımızda durum tamamen değişecektir. "Bu, sermaye haline getirilmiş artı-değerdir. Bu artı-değer, doğmaya başladığı ilk saniyeden itibaren, her zerresi, başkalarının karşılığı ödenmemiş emeğinden gelen bir değerdir." Bu, kapitalistler sınıfının işçi sınıfından aldığı haraçtır. Kapitalist bu haraçla tam değeri üzerinden ek emek gücü alsa ve böylece buna tam fiyatını ödemiş olsa bile, olayın esasına baktığımızda sonuç hiç değişmez: yenen, yenik düşenin mallarını, zorla elinden aldığı kendi parasıyla satın alır. Ayrıca, aynı meseleye şimdiye kadar çalıştırılmakta olan işçilerin karşılığı ödenmeyen emekleriyle başka ek işçilerin çalıştırılmış olması açısından baksak, bu da sonucu değiştirmeyecektir. Çünkü bu, neticede kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasında gerçekleşen bir işlemdir.

Kapitalist, ek sermayesini, bu ek sermayeyi meydana getiren kimseyi işsiz bırakan ve ondan boşalan yeri bir iki çocukla dolduran bir makineye çeviriyor da olabilir. Fakat her durumda, işçi sınıfı bir yılın artı-emeği ile ertesi yıl ek emek çalıştıracak olan sermayeyi yaratır. İşte "sermayeyle sermaye yaratmak denen şey budur". Böylece, daha önceki karşılığı ödenmemiş emek üzerindeki mülkiyet, şimdi karşılığı ödenmeyen canlı emeğe gittikçe büyüyen bir ölçüde sahip olabilmenin biricik koşulu olarak ortaya çıkmaktadır. Kapitalist ne kadar çok biriktirmişse, o kadar çok biriktirebilecek durumda olmaktadır.

Dikkat edilirse, böylece kapitalist ve işçi arasındaki sanki eşdeğer değişimine dayanan yasanın ya da özel mülkiyet yasasının kendi iç ve kaçınılmaz diyalektiğiyle kendisinin tam karşıtına dönüştüğü açıkça görülür. Çünkü başlangıçta eşdeğer şeyler arasında gerçekleşir gibi görünmüş olan mübadele işlemi, şimdi eşdeğer şeyler arasındaki mübadeleyi sadece görünüşten ibaret kılan bir takla atmaktadır. Şöyle ki, birincisi, emek gücünün karşılığı olarak verilen sermaye aslında daha önce karşılığı verilmeksizin ele geçirilmiş olan emek ürününün bir parçasıdır. İkincisi, şimdi çalışan işçi bu sermayeyi sadece aynen yerine koymakla kalmamakta, bunu yeni bir artı-değerle büyütmektedir.

"Demek oluyor ki, kapitalist ile işçi arasındaki mübadele ilişkisi, içeriğin kendisine yabancı olan ve onu yalnızca mistikleştiren, dolaşıma ait bir görüntüden, biçimden ibaret hale gelir. Emek gücünün devamlı olarak alınıp satılması, biçimdir. İçerik, kapitalistin, bir eş değer karşılığını vermeksizin durmadan el koyduğu nesnelleşmiş yabancı emeğin bir kısmını elden çıkararak, durmadan daha büyük miktarda yeni yabancı canlı emek ele geçirmekte olmasıdır."

Marx hatırlatır, incelemenin başlangıcında mülkiyet hakkı, sanki insanın kendi çalışmasına dayanıyormuş gibi görünmüştür. Çünkü görünürde bir meta sahibi kendisiyle aynı durumda ve aynı haklara sahip bir başka meta sahibiyle (yani işgücü satın alan kapitalist ile işgücü satan işçi) karşı karşıya gelmekte ve bunlar kendi metalarını elden çıkarmaktadırlar. Oysa işin derinine inildiğinde, mülkiyetin kapitalist açısından karşılığı ödenmeyen yabancı emeğe ya da bunun ürününe el koyma hakkı, işçi bakımından ise kendi ürününe sahip olma olanaksızlığı olduğu görülecektir. Atlanmaması gereken önemli nokta şudur ki, kapitalistçe ele geçirme tarzı meta üretiminin başlangıçtaki yasalarına ne kadar aykırı görünürse görünsün, bu yasaların ihlali ile değil tam da onların uygulanması ile ortaya çıkmaktadır.

"Son noktası kapitalist birikim olan hareket evrelerinin sıralanışı kısaca gözden geçirilerek bu husus bir kere daha açıkça gösterilebilir. İlk olarak gördük ki, bir miktar değerin başlangıçta sermayeye dönüşmesi tamamıyla mübadele yasalarına uygun olarak gerçekleşiyordu. Taraflardan biri kendi emek gücünü satıyor, diğeri de bunu satın alıyordu. Bunlardan birincisi metasının değerini alırken, böylece bunun kullanım değerini ikinciye bırakmış oluyordu. Bu ikinci, bundan sonra zaten kendisine ait bulunan üretim araçlarını aynı biçimde kendisine ait hale gelen emeğin yardımıyla hukuken gene kendisine ait olacak olan yeni bir ürüne dönüştürüyordu. Bu ürünün değerinde, ilk olarak, kullanılıp tüketilen üretim araçlarının değeri yer alır. Yararlı emek, bu üretim araçlarını, bunların değerini yeni ürüne aktarmadan tüketemez."

Yeni ürünün değerinde, tüketilen üretim araçlarının değerinin yanı sıra sarf edilen emek gücünün değerine eşit bir değer ve bir de artı-değer yer alır. Emek gücünün bu şekilde yeni değer yaratan kendine özgü bir kullanım değerine sahip olması, meta üretimini yöneten genel yasa üzerinde herhangi bir etkide bulunamaz. İşçinin işgücünün değerine eşit bir ücret karşılığında harcadığı emek-değer, üründe yalnızca bu kadarıyla yer almamakta, belli bir artı-değer miktarında artmış olmaktadır. Fakat kapitalizmin mantığı açısından bu durum, işgücünü satan satıcının (işçinin) aldatılmış olması değil, onun alıcısı (kapitalist) tarafından kullanılıp tüketilmiş olması anlamına gelmektedir.

"Demek ki, paranın sermayeye başlangıçtaki ilk dönüşümü, meta üretiminin ekonomik yasaları ve bunlardan doğan mülkiyet hakkı ile tam bir uygunluk içinde gerçekleşmektedir. Böyle olmakla beraber, bu dönüşüm şu sonuçlara yol açmaktadır: 1. Ürün işçiye değil kapitaliste aittir; 2. Bu ürünün değerinde, yatırılmış bulunan sermayenin değerinden başka, işçiye emeğe, kapitaliste ise bedavaya mal olan, ama yine de kapitalistin hukuki mülkü haline gelen bir artık değer yer alır; 3. İşçi, emek gücünün devamını sağlamış ve alıcı buldukça, bunu yeni baştan satabilecek durumda olur." Basit yeniden üretim olsun genişletilmiş yeniden üretim olsun, para her seferinde yeni baştan sermayeye çevrilir. Kapitalist kendi mülkiyetinde olan artı-değerin hepsini yese de, ya da bunun ancak bir kısmını tüketip geriye kalanı sermayeye eklese de işçi açısından bir şey değişmez, artı-değer kapitalistin metasıdır.

Ne var ki kapitalist üretimi kesintisiz bir akış halinde ele alıp, tek tek kapitalistlerle tek tek işçiler yerine kapitalistler sınıfı ile işçi sınıfını göz önünde tuttuğumuzda, "meta üretimine tamamıyla yabancı bir ölçü uygulamış oluruz" der Marx. Çünkü "Meta üretiminde birbirlerinin karşısında yer alan kimseler, sadece, birbirlerinden bağımsız alıcılar ve satıcılardır. Bunların arasındaki ilişki, aralarındaki sözleşmenin sona erme tarihinde son bulur. İşlem yenilenecek olursa, bu, daha sonra yapılan ve daha önceki işlem ve sözleşme ile hiçbir ilişkisi olmayan yeni bir sözleşmenin sonucu olur; bu yeni sözleşme ile aynı alıcı ile aynı satıcının bir araya gelmesi sadece bir tesadüf eseridir." İşte bu nedenle, kapitalist meta üretimi sürecini kendi ekonomik yasalarına göre değerlendirmemiz gerektiği zaman, her mübadele işlemini kendi başına bir işlem (yani kendisinden önce ve sonra gelen mübadele işlemleriyle olan ilişkileri dışında) ele almak zorunda olduğumuzu vurgular Marx. Dolaşım alanında alım ve satımlar çeşitli ve farklı bireyler arasında gerçekleştiği için, birer bütün olarak toplumsal sınıflar arasındaki ilişkileri burada arayamayız.

Eşdeğerlerin değişimi açısından bakıldığında sermaye ona sahip olan açısından bir haktır. Kapitalizmin başlangıç dönemi için bu hakkın geçerliliğini kavramak nispeten kolaydır. Çünkü bu dönemde ürün üreticisine aittir ve bu üretici zenginliğini eşdeğerlerin değişimi üzerinden ancak kendi emeği ile arttırabilmiştir. Fakat aynı hak kapitalist dönemde de geçerlidir. Ve unutulmamalı ki, kapitalist dönemde toplumsal zenginlik gittikçe artan ölçüde başkalarının karşılığı ödenmeyen emeklerine durmaksızın ve her an yeni baştan el koyabilme durumunda olan kapitalistlerin metası haline gelir. Önemli nokta şudur: "Emek gücü işçinin kendisi tarafından serbestçe satılabilir bir meta haline geldiği andan itibaren bu sonuç kaçınılmaz hale gelir. Ve gene ancak bu andan itibaren meta üretimi genelleşmeye ve üretimin tipik biçimi haline gelmeye başlar; ancak bu andan itibaren, her şey, daha baştan, satılmak için elde edileceği bilinerek üretilir ve üretilen bütün zenginlik dolaşım alanından geçer."

Meta üretimi genelleştiğinde yani artık ücretli emek temeli üzerinde yükseldiğinde kendini toplumun tamamına zorla kabul ettirir ve ancak bundan sonra, gizli kalmış bütün güçlerini açığa vurur ve geliştirir. Ve ayrıca, "Meta üretimi, kendi özünde yatan yasalara uygun olarak, ne oranda kapitalist üretim haline gelirse, meta üretiminin mülkiyet yasaları da o oranda kapitalist mülk edinme yasalarına çevrilir". İşte bu nedenle, Proudhon'un yaptığı gibi, meta üretimine dayanan ezelî ve ebedî mülkiyet yasalarını işleterek kapitalist mülkiyeti kaldırma sevdasına kapılmak aptalca bir yaklaşımdır.

Marx buraya kadar anlatılanlar arasında önem taşıyan bir hususun altını çizer: "Basit yeniden üretimde bile yatırılan bütün sermayenin, ilk defa nasıl ve hangi kaynaktan elde edilmiş olursa olsun, biriktirilmiş sermayeye veya sermayeleştirilmiş artık değere dönüştüğünü görmüş bulunuyoruz." Ne var ki, şimdi ister kendisini üretmiş olan kimsenin elinde ister başkalarının ellerinde iş görüyor olsun, artı-değerle çoğaltılarak biriktirilmiş olan sermaye karşısında, başlangıçta yatırılmış bulunan sermaye, üretim deryası içinde gittikçe yok olan bir miktar (matematik anlamıyla, magnitudo evanescens) haline gelir. Kısacası, sermaye birikimini anlamak ve açıklamak bakımından "ilk sahibi bu parayı nereden bulmuştur" sorusunun bir anlamı kalmaz. Marx, işte bundan ötürü ekonomi politiğin sermayeyi genel olarak, "yeniden artı-değer üretimi için kullanılan biriktirilmiş zenginlik", kapitalisti de "artı-ürünün sahibi" diye tanımladığını hatırlatır.

2. Boyutları Gittikçe Büyüyen Yeniden Üretimin Ekonomi Politik Tarafından Yanlış Anlaşılması
Burada birikimi ya da artı-değerin yeniden sermayeye dönüşümünü daha yakından ele almadan önce, ekonomi politik tarafından yaratılmış olan bir karışıklığı bertaraf etmemiz gerektiğini belirtir Marx.

Kapitalist, artı-değerin bir kısmını sermayesini büyütmek üzere yeni üretim araçları ve ek emek alımına ayırır. Diğer bir kısmını ise kendi doğal ve toplumsal ihtiyaçlarını tatmin edecek metaları satın almaya tahsis eder. Önemli olan nokta şudur ki, bunların tümünü (yani artı-değeri) karşılayan emek üretken emektir. Fakat kapitalistin kendi tüketimi için satın aldığı metalardaki emek, yeni değer üretimine hizmet eden emeğe oranla daha az üretken emek durumuna indirgenir. Çünkü kapitalist, kendi ihtiyaçlarını tatmin edecek metaları (bunların içerdiği emeği) satın almakla, artı-değeri sermayeye dönüştürmek yerine gelir olarak tüketmiş ya da harcamış olur. O nedenle, eski feodal soyluluğun "elde bulunanı tüketmekten ibaret olan" geleneksel lüks yaşayış tarzı karşısında, sermaye birikimini en başta gelen vatandaşlık görevi olarak ilan etmek ve kişinin gelirinin tamamını yiyip tüketmesi halinde kimsenin sermaye biriktiremeyeceğini durup dinlenmeksizin tekrarlamak burjuva iktisadı için son derece önemli bir iş olmuştur.

Diğer yandan burjuva iktisadı, kapitalist zenginliği gömüleme ile karıştıran ve dolayısıyla birikmiş zenginliğin "tüketilmekten kurtarılmış zenginlik" olarak düşünülmesine yol açmış olan halk arasındaki yerleşik ön yargıya karşı da çene yormak zorunda kalmıştır. Oysa paranın dolaşımın dışında tutulması, bunun sermaye olarak kendini arttırmasının tam tersi demektir ve gömüleme anlamında bir meta birikimi sermaye birikimine karşıdır. Unutulmasın ki, büyük kütleler halindeki meta birikimi dolaşımda meydana gelen bir tıkanmanın ya da aşırı üretimin sonucudur. Kuşkusuz her toplum ayakta kalmak için yedek fonlara ihtiyaç duyar. Fakat kapitalizmde asıl önemli olan genişletilmiş sermaye birikimidir. O nedenle de Marx, "Klasik iktisat, artık ürünün üretici olmayanlar tarafından değil, üretici işçiler tarafından tüketilmesini birikim sürecinin karakteristik özelliği olarak gösterdiği ölçüde, haklıdır" der.

Ne var ki, klasik iktisadın hatası da bu noktada başlar. Marx'ın dikkat çektiği üzere, artı-değerin sermayeleştirilmesini, bunun sırf emek gücüne çevrilmesi olarak sunmak A. Smith'le moda haline gelmiştir. Üstelik bu büyük hata, A. Smith'in ardından Ricardo ve ondan sonra gelen bütün iktisatçılar tarafından da tekrarlanmıştır. Bu hatalı düşünceye göre, artı-değer bütünüyle değişen sermayeye yatırılarak sermaye haline gelmiş olacaktır. Oysa artı-değer de, başlangıçta yatırılmış olan değer gibi, değişmeyen ve değişen sermayeye, yani üretim araçlarına ve emek gücüne ayrılır. Emek gücü üretim süreci boyunca kapitalist tarafından tüketilir ve kendi işlevi gereği bu süreçte üretim araçlarını tüketir. Ne var ki A. Smith, Marx'ın deyişiyle temelden bozuk bir analizle şu saçma sonuca ulaşmıştır: "her tekil sermaye her ne kadar değişmez sermaye ve değişir sermaye olarak iki kısma ayrılırsa da, toplumsal sermaye sadece değişir sermaye haline gelir ve sadece ücretlerin ödenmesi için harcanır."

Aslında A. Smith sermaye birikimine ilişkin incelemesini, tam da güçlüğün başladığı yerde terk etmiştir. Marx söz konusu güçlüğü şöyle açıklar: "Sadece toplam yıllık üretim fonu göz önünde tutulduğu sürece, yıllık yeniden üretim süreci kolay anlaşılır. Ne var ki, yıllık üretimin bütün unsurlarının piyasaya getirilmeleri gerekir ve güçlük de zaten burada başlar. Tek tek sermayelerin ve kişisel gelirlerin yaptıkları hareketler, birbirleriyle karşılaşır, birbirine girer ve genel yer değişimi sırasında, yani toplumsal zenginliğin dolaşımında gözden kaybolur. Bu durum izleyicinin kafasını karıştırır ve çözülmeleri gereken karmakarışık problemler yaratır." Marx, söz konusu ilişkilerin gerçek bağlantılarını ikinci ciltte inceleyeceğini ve "Ekonomik Tablolar" analiziyle yıllık ürünü ilk defa olarak dolaşımdan geçmiş biçimiyle ortaya koyma çabalarının fizyokratların yaptıkları en büyük hizmet olduğunu belirtir. A. Smith ise, yeniden üretim sürecini ve dolayısıyla da birikimi tarif ederken, yalnızca birçok bakımdan hiçbir ilerleme sağlamamakla kalmamış, kendinden önce gelenlere, özellikle de fizyokratlara göre geri adımlar atmıştır.

Konu Şüpheci Dinsiz tarafından (01-10-2022 Saat 17:07 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Başlık Düzenleme Araçları
Stil

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 08:08 .