Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Sanat > Edebiyat > Kitapkurdu

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #1  
Alt 12-05-2019, 02:19
Rapi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Rapi Rapi isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 02 Mar 2019
Mesajlar: 546
Standart İhsan Oktay Anar Kitap Alıntıları

İhsan Oktay Anar Kitapları

Sıra dışı kalemiyle yazar İhsan Oktay Anar, 1960 yılında Yozgat'ta dünyaya geldi. İhsan Oktay Anar, yazarlığın yanında illüstratörlük, edebiyat çevirmenliği yapmaktadır ve üniversite öğretim görevlisiydi.
Ege Üniversitesi'nde felsefe öğrenimi gören yazar, 1984 yılında bu bölümden mezun oldu ve 1989'da yüksek lisansını tamamladı. Ardından yine aynı alanda doktora yaptı. İhsan Oktay Anar, öğrenim gördüğü Ege Üniversitesi'nde Felsefe Bölümü'nde Antik Çağ ve Yunan Felsefesi derslerinin hocalığını yapmaktaydı, emekli oldu.

İhsan Oktay Anar, ilk kitabı Puslu Kıtalar Atlası'nı 1995 yılında yayımladı. Bu kitabın ayrıca İlban Ertem tarafından çizilen çizgi-roman basımı, Anar'ın yayıncısı İletişim Yayınları tarafından 2015 yılında gerçekleşti. Puslu Kıtalar Atlası, 20'den fazla dile çevrildi.

İhsan Oktay Anar kitapları, tarihi gerçekler ve özellikle Osmanlı İmparatorluğuyla alakalı efsaneler tarafından desteklenen fantastik motiflerle doludur ve peri masallarını andıran bir anlatımla okuyucuya sunulur. Yazar; gelişimleri tutarlı, çok çeşitli ve özgün karakterleriyle tanınmaktadır ve bu karakterler yazarın kitaplarındaki fantastik olay örgüsüne felsefi bir boyut kazandırırlar. Doğaüstü ögeler, halk edebiyatına ve kültürüne yapılan göndermeler yazarın eserlerinde yaygın bir şekilde görülür.
İhsan Oktay Anar, Türkçe yazdığı kitaplarında Osmanlıca ve yöresel ağızları da sıklıkla kullanır ve mitere ve tarihi yazıtlara göndermeler yapar. İlginçtir ki İhsan Oktay Anar'ın her kitabında "Uzun İhsan" adında bir karakter yer alır ki bu da yazarın kendisidir.

Puslu Kıtalar Atlası (1995)

Sayfa 55
Sana olan sevgim biricik oğlumu tehlikeye atmama engel oluyor. Ama bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir; çünkü O'nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş değilim. Kendi payıma ben, dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. Bu, yeterince cesur olamadığımın bir göstergesi olabilir. Aynı hatayı senin de yapmana yol açmak istemiyorum. Sana izin veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta, bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun binbir halinden korkma.
Sayfa 90-91
Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazen o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şehvetten bir alem kurup, keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlardı. Oysa, Uzun İhsan Efendi, Dünya'nın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu sık sık söylerdi. Her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı. (…) Dünyaya şahit olmanın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya'nın şahidi olmaktı.
Sayfa 146
"Yaratılmamış olanı" anlaman için önce "yaratılmış olan" ile kastedilen şeyi bilmen yerinde olur. Bir dokumacı için "yaratılmış olan" kumaş iken, "yaratılmamış olan" ipliktir. Çünkü onun yarattığı şey iplik değil, kumaştır. Ama bu kez iplikçi için durum farklı görünüyor. Çünkü o, yünü eğirip ipliği bükerken, yüne "yaratılmamış olan" ipliğe de "yaratılmış olan" diye bakar. Oysa ipliğe dokumacı "yaratılmamış olan" diyordu. Şu halde, üzerindeki elbisenin kumaşı, onu diken terzi için "yaratılmamış olandır". Dokumacının kumaşı iplikten yarattığını biliyoruz. Peki sence Tanrı dünyayı hangi şeyden yarattı?

Kitab-ül Hiyel (1996)

Sayfa 139
Arapçada noktasız ha ile yazılan tahayyül becerikli olmak, maharet göstermek, hiyle yapmak, hiyel ilmiyle uğraşmak gibi anlamlara geliyordu. Noktalı hı ile yazılan tahayyül ise hayal etmek, imgelemek anlamına geliyordu. Sonuçta, hiyelkar da hayalkar da tahayyül ediyordu. Gelgelelim, adına ilim denen, yokluğu gözleri kör eden, belki de karacahillerin görmek maksadıyla büyüttükleri o nokta, onlardan sadece birinin tahayyülünde vardı. Hiyelkar, sayısız hiylelerle tabiatın kuvvetlerini tuzağa düşürüp esir etmenin yollarını ararken, hayalkar, bütün dünyayı gözündeki o noktayla görüyor, kainatın kendisinin gerçekleşmiş bir hayal olduğuna, bu hayali örnek alıp yeni yeni hayaller yaratmak gerektiğine, çünkü onu mutlu eden şeyin sanayi ya da teknoloji değil, hulkiyyat ya da kreatoloji olduğuna inanıyordu.

Efrâsiyâb'ın Hikayeleri (1997)

Sayfa 139
Her zaman olduğu gibi şimdi de, yaşıyor olmanın değil, insan olmanın zevkini çıkarıyorum. Fakat birçok kişi için, insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmak değil, hayatı sürdürmek ve korumak daha önemli görünüyor. Ne pahasına olursa olsun yaşamaya çalışmakla doğrusu çok büyük bir mutluluğu kaçırıyorlar. Acı ve ölüm korkuları onları yönetiyor. İşin kötüsü, bu korkuya Tanrı diyorlar. Oysa dünyayı korkuyla değil, bir insanın gözüyle görselerdi, Tanrı'yı görmüş olurlardı.
Sayfa 204
Her insan ancak bilmediği şeyden korkar. Korkusunu yenmek için bilmek ister. Fakat bilmesi için araması gerekir. İşte, din de bu arayış değil midir? Bununla birlikte, eğer insan bir şeyi arıyorsa, onu bulmuş ve ona kavuşmuş da değildir. Kavuşamadığı şeye erişmek için can atar. Bu da aşktır işte! Arayış bitince, aranan şey artık bir kez bulunduğu için, korku da aşk da biter. İşte o zaman meşk başlar. Zaten cennet de budur! Ve gülümseyen herkes cennete bakıyor demektir.
Sayfa 244
(…) kurdelesini düzeltirken, kızın gözünden bir damla yaş geliverdi. İşte Ölüm, bu gözyaşını gördü. Ardından çocuğun yüzünü, o yüzdeki harfleri, masalları ve cenneti farketti. Evet, çocukluk cennetin ta kendisiydi ve cennet de seyredilmeye değerdi. Ölüm, seyrettikçe yüzünün yumuşadığını ve göklere yükselir gibi gerçek şekline erişmeye çalıştığını farketti. Bu sırada, birşey çatırdadı. Mühür kırılmış, Ölüm gülümsüyordu.

Amat (2005)

Sayfa 187
"Hayal gücü sınırlı olanlar" ölümsüzlük otu alt tarafı bir masaldır der ve geçerler. Oysa dünya, binde bir de olsa yanılma payı bırakanlara aittir.
İlk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. Yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilen o bebeği öldürmüşsündür. Babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da, zavallı bir kadının kocasını da, savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da..bütün bu kişileri öldürmüş olursun. İkinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişi öldürmüşsündür. Üçüncü kez ise, kimseyi öldürmüş sayılmazsın.

Suskunlar (2007)

Sayfa 139-140
Ne var ki, her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, ademoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı. Çünkü onlara göre, ancak hiçbir şey bilmeyen bir masum, gördüğü anda O'nu tanıyabilirdi. Bunun için belki de, ölmeden önce ölmek gerekiyordu. Ölmek aslında, içindeki şarabı tamamen döküp billur kadehi boşaltmak gibi, her şeyi ebediyen unutmak ve artık hiçbir şey bilmemek demekti. Nasıl ki ancak boş bir kadeh İsa'nın kanıyla doluyorsa, aynı şekilde sadece her şeyi unutan bir gönül ilahi esintiyle dolardı. İşte "Galata Mevlevihanesi'nin şeyhi" olarak tanınmaktan ziyade, "ney" denilen o muhteşem, derin ve bir o kadar da yalın sazı, hazakatle ve ustalıkla üfleyip gönülleri açmasıyla bilinen Neyzen İbrahim Dede Efendi, bu esin dolu insanlardan biriydi.

Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.

Yedinci Gün (2012)

Tabakasından bir cıgara alıp yaktı ve ellerinin titrediğini gördü, çünkü heyecanlanmıştı. "Âlâ!" dedi. "Demek ki hâlâ yaşıyorum."
Evet! Kitleler baruttan sonra keşfedilen en ölümcül silâhtı. Onları artık krallar değil, halk avcıları kullanabilirdi. Çünkü kitleler dalkavukları severdi. Tek iken sefil, zavallı ve haksız, biraraya geldiklerinde ise şerefli, kuvvetli ve haklı oluyorlardı. Bu, on pezevengin biraraya gelince bir aziz etmeleri kadar akla havsalaya sığmaz bir şeydi.

Galiz Kahraman (2014)

Utanmaz enayiye göre demokrasi ancak hakikat'ın keşfedildiği memleketlerde varolabilirdi. Oysa, asırlardır sultanlar veya fuhrerler tarafından idare edilmiş memlekette hakikat, ahalinin reyine ve uzlaşmasına dayanıyordu; öyle ki hakikat, başta hâkim sınıf olmak üzere herkesin işine gelmeliydi. Uzlaşmaya dayalı demokrasi varsa hakikat despot, uzlaşmaya dayalı hakikat varsa rejim despot olmaktaydı. Bu nedenle, memlekette hakikat mutlak değil, örfî idi. Hatta daha fazlası, hukuki idi de.

Kaynaklar: leblebitozu, Idefix
Alıntı ile Cevapla
  #2  
Alt 12-05-2019, 02:35
Rapi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Rapi Rapi isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 02 Mar 2019
Mesajlar: 546
Standart





İhsan Oktay Anar Postmodern Bir Romancıdır

1995 yılnda Puslu Kıtalar Atlası'yla edebiyat dünyasına zirveden giriş yapan ve her kitabıyla biraz daha kök salan İhsan Oktay Anar bugün sadece daha iyi anlaşılmak ve derinlemesine keşfedilmek için tartışılıyor. Biz de Türkçenin bu büyülü ve eğlenceli yazarını, 2009'da İhsan Oktar Anar sempozyumunu düzenleyen ve yine Anar hakkında yüksek lisans tezi hazırlayan, akademisyen Akın Tek ile konuştuk.

Her şeyden önce fotoğrafı netleştirmek adına İhsan Oktay Anar'ın Türkçe roman dünyasındaki koordinatlarını modern-postmodern tartışmaları bağlamında çizebilir miyiz?
Bu noktada kesin olarak söyleyebileceğim bir şey –benim tezim de bunun üzerineydi zaten- İhsan Oktay'ın post-modern bir yazar olduğudur.

Bir dünya tasavvur ediyor ve onu bize aktarıyor… İhsan Oktay Anar'a dair yaptığınız tez çalışmasında çıkış noktanız neydi?
Evet bu işin ayrı bir yönü ama teze dönersem benim çıkış noktam şuydu: O zamana kadar üç romanı çıkmıştı, "üçünde de üstkurmaca tekniği kullanılmıştır." iddiasındaydım. Ama daha fazlasının olduğunu fark ettim. Puslu Kıtalar Atlası, Kitab-ül Hiyel ve Efrasiyab'ın Hikâyeleri'ne baktığımız zaman tanım olarak "üst kurmaca roman"lar görüyoruz, bu sadece tekniğin hasbel kader kullanılmış olmasından öte bir durum. Üstkurmaca postmodern romanın anahtar tekniğidir. Tekniği ontolojik bir soruşturma için, mesela "farklı dünyaların varlığı ve bu varlık düzlemleri arasındaki ilişki" üzerine düşünmek için kullanırsanız ortaya postmodern romanlar çıkar. Dolayısıyla Anar, postmodern bir romancı, bunu net bir şekilde söyleyebilirim.

Üstkurmacayı biraz daha açabilir misiniz?
Üstkurmaca yanlış algılanabiliyor. Hikaye içinde hikaye gördüğü zaman insanlar –kurmaca var bir de üstünde bir kurmaca daha var- o zaman bu üstkurmaca diye düşünüyorlar ama bu tanımlama için yeterli değil. Ne hedefliyor yazar bunu yaparak? Ve ortaya neler çıkıyor… Burada ontolojik bir meseleye doğru ilerliyoruz. Yani, modern romandaki daha epistemolojik diyebileceğimiz araştırmadan ziyade ontolojik bir yere doğru gittiğimizi söyleyebilirim çünkü varlık üzerine sorular soruyor. Başka dünyalar var olabilir mi sorusu bunlardan bir tanesi. Üstkurmaca dendiği zaman aslında bizim anlamamız gereken yazarın kendi taktiklerini, roman tekniklerini açık ettiği, dolayısıyla ortada kurmaca bir eser olduğunu okuyucuya tekrar tekrar hatırlattığı düzlem. Modern romanda, gerçekçi roman ya da klasik roman bu çerçevenin içindedir, bunun tam tersi. Size gerçeklik vehmi yaşatmak için, elinizdekinin bir kurmaca olduğunu unutturmak için her şeyi yapar. O romanlarda üstkurmaca taktikleri hiç mi görmezsiniz, elbette görebilirsiniz, ama bir gerçeklik yanılsaması yaratmayı önemser bu taktikleri kullanarak. Siz de buna kanmaya okur olarak dünden razısınızdır zaten.

Ahmet Mithat Efendi için de postmodern diyenler var, bu iddia hakkında ne söylersiniz?
Ahmet Mithat'ta mesela, postmodern bir romancıdır diye iddia edip bunu üst kurmaca kullanıyor şeklinde açıklamaya çalışabilirsiniz ama hedeflediği şey farklı olduğu için aslında tam tersi bir iş yapıyordur. Dolayısıyla ona postmodern demek çok mümkün olmaz. Müşahedat romanı üzerine tartışmalar var. Romancı romanın içine giriyor ama romana Uzun İhsan gibi dahil olan bir yazardan bahsedemiyoruz. Ahmet Mithat gerçek kimliği ile hatta gazeteci-romancı kimliğiyle romanın içine giriyor. Yani biz orada, evet roman içinde romanın yazılmasını izliyoruz ama izlediğimiz hikaye sadece bir romanın yazılma aşamaları. Hedeflediği şey, "bakın aslında bu bir kurmaca eserdir" iddiası değil, natüralist bir roman yazmanın peşinde, uç noktada gerçekçi olsun diye düşünüyor. Bunu da romanın içine girerek başaracağına inanıyor. Okuyucunun aklında şu canlanıyor: Ahmet Mithat vapurda birileriyle karşılaştı, bu bildiğimiz Ahmet Mithat, gazeteci ve yazar, bir tanıklığını anlatıyor ve biz de bu yolda onu izliyoruz, böylece anlatılanın gerçek olduğuna daha fazla ikna oluyoruz ama Puslu Kıtalar Atlası'nı okuduğunuzda sürekli size ben gerçek değilim diyen bir yapı var. Bence, Karı Koca Masalı üstkurmacalık bakımından Müşahedat'a göre daha fazla veri içeriyor ama en nihayetinde romancı olarak niyetiniz önemli, bu taktiği ne için kullandığınız konumlandırıyor eserinizi.

Umberto Eco ‘Her dönemin bir postmoderni vardır.' der. Bu geçiş dönemlerindeki çalkalanmalarla dünyaya bakışı, evrene bakışı, kozmolojiyi aslında daha farklı değerlendiren, sil baştan değerlendiren, mevcut kozmolojinin dayatmalarına karşı çıkan denemeler var. Dolayısıyla, geçiş dönemlerinde farklı yazma biçimleri ortaya çıkabiliyor. Roman türünün ortaya çıkışına dönersek böyle bir krizden etkilenildiğini söyleyebiliriz. Farklı bir dünya anlatma ve bunun yazınsal türünü bulma çabası söz konusu. Dolayısıyla roman geleneğini başlatan eserlerde bu tür taktikleri görebiliyoruz. Don Kişot'ta da üst kurmacayı görebilirsiniz bolca. Benim de bu alana yönelmemi sağlayan, Jale Parla'dan aldığım Don Kişot dersleri oldu ve orası çok ilgimi çekti. Hakikati anlatmada, üstkurmacanın söylediği yeni bir şey var. Hakikatin içine anlatanı da sokuyor. Yazma sürecinin unsurlarının aslında birbirinden kopuk, moderndeki gibi çerçevelenmiş yapılar olmadığını gösteriyor. Bütün çerçeveleri ve içindekileri yan yana getirmek… Don Kişot'un yaptığı bu aslında. Onların bir çerçeve olduğunu bize hatırlatmış oluyor. Biraz da İhsan Oktay'da gördüğümüz şey o. Kitabın başında bir tarih bölümü vardı, hiç hatırlar mısınız hangi tarihten bahsediyordu?

17. yüzyıldı sanırım, kesin bir tarih yok, kainatın yaratılışını, İsa'nın doğuşunu baz alıp eğlenceli ve muğlak bir tarih düşüyor…

Klasik bir tarih romanı gibi değil farklı bir tarihlemesi var. Kun-i kâinattan 7079, İsa Mesih'ten 1680, Hicret'ten dahi 1092 yıl dediği zaman bütün hakikat çerçevelerini yan yana getirmiş oluyor. Şu anda kaç yılındayız? 2016. Neye göre? Bunu hiç düşünmüyoruz, evrensel kabul ediyoruz. Bu çok alıştığımız bir şey ama burada birçok tarihi bir arada görünce bir dakika diyorsunuz. Modern bir roman olsaydı bize 1681 diye kesin tarih verecekti gerçeklik vehmini yaratabilmek için, başka tarihleri karıştırmayacaktı. Biz de acaba o dönemde Osmanlı miladi takvim kullanıyor muydu diye sormayacaktık. Bütün o büyük anlatılarla dalga geçerek onların hepsini göreceli hale getiriyor. Hakikat dereceleri ile oynuyor. Romanda bize hakikati aktaranlar da, yani rivayet edenler de hiç güvenilir değil. Hem de bir değiller iki değiller, hangisinin söylediğini daha gerçek kabul edeceğiz?

Postmodern romana karşı "hakikatle, dünyayla ve insanla" ilgisi yok babında yapılan saldırılara ve dolayısıyla modern roman savunucularına da cevap gibi söyledikleriniz. Yani postmodern romanı siz mahkûm etmediğiniz gibi hakikatin farklı veçhelerini burada da bulabilirsiniz diyorsunuz.

Yani, tam aksine postmodern dil felsefesine baktığımız zaman, Aristo'nun, bir bakıma modern romanı da teknik anlamda temellendiren düşüncesinin tam tersini söylemeye başlıyor. Stendhal'ın söylediği "Roman, yol boyunca tutulan aynadır." lafı aslında şu demek: Kelimeler bir ayna gibi bire bir gerçekliği yansıtabilir. Yani önkoşul olarak şunu kabul ediyor: Dışarıda bir "gerçeklik" var. Ama postmoderne döndüğünüzde, bu bakışı temellendiren dil anlayışının tam tersi bir yere yöneliyorsunuz. Kabaca şöyle açıklayabiliriz: Aslında anlamlı bir gerçeklik yok, kaos var ortada, kültürümüzün dille yaptığı şey onu düzenleyip bize aktarmak, dahası bunu hakikat olarak kanıksamamızı sağlamak. Dünyayı anlamlandırdığın her anda zaten mevcut kültürün kelimeleriyle kurulmuş dünyayı hakikat olarak kabul ediyorsun. Dolayısıyla ben kelimelerle kurmaca bir dünya sunduğumda sana o anlamda hakikati sunmuş oluyorum, yani zaten kurmaca olan hakikati aktarmış oluyorum.

Dolayısıyla "halihazırda verili bir gerçeklik var, ben onu anlatıyorum" bakışını bir kenarı bıraktığınızda bu gerçekliği kurduğu iddia edilen o "öz"ler de kurmacanın sıradan birer parçasına dönüşüyor. Bahsettiğiniz "hakikat ilgisi yok" yorumu biraz oradan çıkıyor. Çünkü büyük anlamlar atfedilen, hakikatin üzerine kurulduğunu varsaydığımız temel kavramlar da alaşağı ediliyor ya da konumlarından ediliyorlar. Tabii bir de bütün o büyük anlatıları parodiye çeviren oyuncu hal de devreye girince, ciddiye alınmayacak bir duruş diye değerlendirilmesinin önü açılıyor. Ancak mesele hakikatse postmodern romanın abartı kaçmayacaksa hakikatler üstü olduğunu söyleyebiliriz.

Aslında modern bir karakter de vardır romanda. Bilgiye açlığı ve susamışlığıyla, bilginin güçle eşdeğer olduğu fikriyle Ebrehe. Bir nevi Faust.
Evet, bir şekilde kurtulmaya çalıştığı bir mahşer günü var. Ama içinde bulunduğu dünyadan çıkma, kurtulma düşünü gerçekleştiremez; yani üstkurmacasal anlamda düşünürsek roman dünyasının dışına çıkamaz. Kendi dünyasının çerçevesinin içinden çıkmaya çalışıyor ama bunu yapması imkânsız çünkü bunu çerçevenin içindeki bilgiyle yapmaya çalışıyor. O dünyanın sınırlarından çıkan kişi Bünyamin oluyor. Bir anlamda tevekkülle kendini akışa bırakan ve dışarıdan gelen sese, bu dünyayı kuran sese uyan Bünyamin. Dertli, onun elinden tutuyor, dışarıya, romanın kurduğu dünyanın dışına çıkarıyor. Ve orada Bünyamin'le biz okurlar birbirimize değiyoruz. Nasıl olduğunu söylemeyeyim, o da okurlara bir bulmaca olarak kalsın. Bu farklı dünyaları ya da farklı varlık düzlemlerini aynı hizaya getiren bir taktiksel çaba aynı zamanda. Ya da üstkurmaca taktiği bu yolda kullanılıyor diyelim. Romanın kurduğu hiyerarşiye dikkat ederseniz -Ümit Kıvanç imzalı ilk kapakta da görüyorduk bunu-, Saray'a girmiyoruz bile ve hiçbir karakter diğerinin önüne çıkmıyor.

Puslu Kıtalar Atlası modern bir roman olsaydı, padişahı ya da Safiye Sultan'ı falan merkeze alır mıydı?
Bildiğimiz anlamda bir kahramanı da yok romanın. Her biri kendi içerisinde kendi hikâyesini döndüren kahramanlar arasında belli bir hiyerarşinin kurulmadığı, birçok hakikatin yan yana geldiği bir roman bu. Mesela Mehdi yakalandığı anda romana son versek ne olur? Öğrencilerime bunu soruyorum. Çoğunun Ebrehe'nin bilgilerinin kaybolmasına gönlü razı olmuyor, o bilgilerin korunmasını sağlardım, hatta saraya ulaştırırdım diyor bazıları. Bu, modern kozmolojinin etkisi. Ama burada aslında o bilgilerin hiçbir anlamı olmadığını gösteren, sadece hiyerarşi kurmaya yarayan bir yapı oluşturduğunu anlatan bir hikaye var. Romanda saray en üstte gözüküyor ama Ebrehe gizli teşkilatın elindeki bilgilerle onları yönetiyor, onun üzerine bir çarpı atabilirsiniz. Ebrehe ve teşkilatının üstüne dilenciler bir çarpı atıyor, dilencilerin üstüne Dertli bir çarpı atıyor. Tipik olarak post modern romanda gördüğümüz özelliklerden biri bu. Kendi kurduğu dünyayı alt üst ediyor. Hatta kurmuyor bile bazen. Çünkü kurduğu anda modern yapıdaki gibi bir söz söylemiş, kozmoloji kurmuş oluyor.

İhsan Oktay Anar'ın sadece oyunbaz fanteziler kuran bir yazar olarak değerlendirmek doğru mudur? Hikâyelerinin aynı zamanda örtük bir siyasi eleştiri içerdiği söylenebilir mi? Yoksa alegoriden ısrarla kaçtığını söyleyebilir miyiz?
Son kitabında, Galiz Kahraman'da epey var. Tabii siyasi eleştiri ve alegori dediğiniz için akla ilk o geliyor. Ama Amat da alegorik pek çok unsur barındırıyor, gerçi siyasi alegori olarak alırsak pek mümkün değil. Puslu Kıtalar için de siyasi alegori demek mümkün ama Galiz Kahraman'daki alegoriyi başka tarafa çekmemiz çok mümkün olmayabilir. Çok net, belli bir tarihi anlatıyor, kimi kastettiğini biliyoruz. Puslu Kıtalar'da bu kesinlik yok. Bu şunu da getiriyor aslında bir bakıma. Kısıtlamıyor onu. Öğrencilerime bu romanın sonunu yazdırma hikâyesini tekrar düşündüğümde ilginç bir değişim geliyor aklıma: On sene önce bunu yazdırmaya başladığımda gizli teşkilat, MİT ya da derin devlet gibi konumlanıyordu. Sonrasında bu algı yavaş yavaş paralel devlet şekline dönüştü. Sürekli güncelleniyor hatta son yazdırdığımda Osmanlı'yı yeniden canlandırma, saraya şöyle bir destek atma hevesi de görünür bir tema olarak öne çıkıyor, şu padişahı bir uyandıralım mevzuya diye düşünen öğrenciler var. İçeriklerini bir tarafa koyarsak bu algı değişiklikleri eserin her döneme göre esneyerek farklı yorumlara kapı açabiliyor olduğunu gösteriyor. Galiz Kahraman diyelim ki elli sene sonra okuduğunda da o alegorik bölümleri doğrudan "2010'larda…" diye başlayan bir referansla anarsınız.

Oyunbaz fanteziler demiştiniz, evet kuruyor, kendisi de söylüyor zaten, ben bir panayırın içerisine giriyorum diye. Oyunbazlık, biraz önce bahsettiğim yere tekabül ediyor. Sadece oyunbazlık olsun diye yapmıyor. Dünyayı, evreni algılama biçimi söz konusu orada. Onu aktarırken oyunbazlık ön plana çıkıyor. Çünkü moderndeki ciddiyet bunu engelliyor.

Uzun İhsan karakteri aslında yazarın kendisi, yazarın romandaki varlığı sadece eğlenceli bir oyun mu yoksa enikonu varoluşçu hesaplaşma mı?
Bütüncül bir bakışla değerlendirdiğinizde özellikle ilk üç romanda Uzun İhsan'ın bir hikayesini görüyoruz. Bunu yazmayı da düşünüyorum ben, muhayyel yazarın evrimi. Bu yazar ilk romanda kendisinden masum ve şaşkın adam olarak bahsediyor. Modern romanda bunu görmeyiz. Tanrısallaşmış bir yazar vardır. Tolstoy'un bir fotoğrafı var, hafif aşağıdan çekilmiş, Mikelanj'ın Sistine Şapeli'ndeki tanrısına benzer; tip olarak da ona benzer ve çok emindir kendinden. Üst kurmacada zaten yapılan işlerden bir tanesi bu. O tanrı yazar fikrinin parodisini yapmak. Böylece yazar, okur, kahraman arasındaki sınırlarla da oynar. Modern romanda geçişlilik yoktur bunların arasında. Ama bu oyuncu yazar işin içine girdiğinde o hiyerarşiyi kırıyor. Puslu Kıtalar Atlası'nda Bünyamin'le eşleştiği anlar var Uzun İhsan'ın. Rüyasındaki akiste Bünyamin'i görüyor. Başka bir yerde sakalını tıraş ederken karşısında Uzun İhsan Efendi var. Gerçekliğin hangisi olduğundan, yazar Uzun İhsan, yoksa İhsan Oktay Anar mı demeli, emin değil. Biz, okur olarak romanı açtığımızda Bünyamin de atlası açıyor ve okuyor, biz de onunla birlikte o fal tuttuğu yerleri aynı anda okuyoruz. Aynı anda onunla aynı macerayı yaşıyoruz. Okurla da eşitlendiğini görüyorsunuz kahramanın. Bu, sadece oyun olsun diye yapılan bir iş değil, hiyerarşiyi de belli anlamlarda kıran bir yapı.

Anar, okurla yazar arasında demokratik ilişki mi kuruyor?
Evet, böyle bir ilişki kuruyor, okuyucusuna daha geniş alan bırakıyor, son sözü söyleme iddiasında değil. Zaten romanını başkasına yazdırıyor, hikâyeyi başkasına anlattırıyor, yazarlık otoritesini devrediyor bir bakıma ve romanların varlık düzleminde de olsa Ebrehe'nin o hayalini, bilgiyle kurabileceğini düşündüğü hayalini gerçekleştiriyor. Ölümden kaçıyor. İlk romandaki o mahzun ve şaşkın adam ikincide Hiyel/Hayal Nazırı oluyor, bir mertebe atlıyor, üçüncüde ise ölümden bile kaçabilecek bir hayaller dünyası kuruyor. Ölüm ve Cezzar Dede hikâye anlatma işini üstlenirken Uzun İhsan cennetin katlarında ölümle dalgasını geçerek dolanıyor.

İhsan Oktay Anar, hamasi tarih romanı geleneğine hiç bulaşmadan bambaşka bir fantastik tarih roman anlayışı inşa etti. Semih Gümüş'ün ifadesiyle yeni bir yazınsal durumdur bu. Bu yepyeni durumun tarihle ilişkisini nasıl kurabiliriz?
Tarihsel romana bakışta biraz önce söylediklerim geçerli. Bunun dışında ne söyleyebiliriz; çok farklı bir tarih okuyucusudur, bunu söyleyebiliriz. Hulki Aktunç'un yazdığı önsözde de zaten bu belirtiliyor. Derslerde okutulan tarihi okumuyor yani.

Tarih kitabı niyetiyle yazılmamış bir kitaptan bile İhsan Oktay hem tarihî hem edebî veri toplayabiliyor anladığım kadarıyla.
Evet, mesela bir dilenciler loncası var mıdır sizce Osmanlı'da? Ben çok merak ettim bunu. Öyle iç içe sokuyor ki bu bilgileri, hangisi gerçek hangisi uydurma anlayamıyorsunuz. Zaten hedeflediği de bu, tarihin kurmacalığına dikkat çekmek. Gerçeklik meselesinden konuşacaksak, bugün artık tarihçiler de bunu kabul ediyorlar, tarih bir kurmaca. Dil teorisi buraya kadar yaslandı. Buradan bakarsak da İhsan Oktay Anar'ın kurduğu tarih, onun edebiyata bakışıyla da eşleşiyor. Çünkü Kitab-ül Hiyel'in sonundaki kahraman Üzeyir Bey, romanı yeniden yazmaya başladığı zaman kafasındaki her şeyin uçtuğunu ve hayalinden yazdığını söylüyordu. Takdir ettiği üsluba baktığımız zaman bire bir Abdülhamit'i taklit eden paşalar, onun yardakçıları değil de bir meddahı kendine örnek alıyor. Çünkü meddah gerçeği taklit etmez bir anlamda yeniden yaratır, diye açıklıyor bunu. Diğeri, canlılığını yitirmiş bir kopyaya dönüşüyor. Dolayısıyla Anar'ın tarih anlayışı da bunun gibi. Tarihi bizim için yeniden kuruyor. Osmanlı'yı böyle de hayal edebilmenin yolunu gösteriyor. Ki diğer romanlardan çok da farklı değildir gerçeklik hissi açısından, hatta daha inandırıcı bulabilirisiniz.
...
Yeni kurulan ülkelerde ve rejimlerde çok rastlanan bir şey… Balkan devletleri de yıkılınca 90'larda herkes yepyeni tarihler yazmaya başladı. Unutulmuş olanın hatırlanmasının yanında hiç yaşanmamış, karşılaşılmamış olaylar bir anda toplum tarihinde çok önemliymiş gibi öne çıkarılabiliyor…

Tabii, Rusya da yeniden yazıyor mesela. Bu tür romanlarda dalgasını geçerek resmi tarihin otoritesine de karşı çıkan bir anlayış var. Bakıp, evet bunlar da vardı diyorsun, böyle de gerçekleşmiş olabilirdi diyorsun, hayal ürünü de olsa. Anar romanı bunu başarıyor.

Galiz Kahraman'a dönersek… Diğer kitaplarındaki kahramanlarla kıyaslandığında Galiz Kahraman'ı nasıl okumak gerekiyor?
Diğer kitaplara bakarsak, İhsan Oktay'ın gündemi temel alarak yazdığı bir roman olduğunu görüyorum. Yakın tarihin eleştirisi kadar bir yaratıcı yazarlık atölyesi eleştirisi de var orada mesela. Bunlar da gündemle alakalı. Üzeyir Bey'den bahsettik biraz önce, Üzeyir Bey nasıl yazdığını ve nasıl yazmak istemediğini anlatırken aslında İhsan Oktay'ın nasıl yazmak istemediğini anlatıyordu. Postmodern romanda böyle bir taktik de var. Eserini yazma üslubu ve bunun felsefesi de romanın içine dahil oluyor. Galiz Kahraman'da bunu da görmek mümkün ama daha kendi keyfine yazmış gibi hissettiğim bir roman. Diğerleri de öyle aslında. Anar bariz bir şekilde eğleniyor yazarken.

Röportaj: Yunus Emre Tozal, Erkan Şimşek
Alıntı ile Cevapla
  #3  
Alt 12-05-2019, 02:40
Rapi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Rapi Rapi isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 02 Mar 2019
Mesajlar: 546
Standart



Edebiyatçılar Derneği ve PEN Yazarlar Derneği üyesidir. İlk romanı Puslu Kıtalar Atlası, Hulki Aktunç'un önsözüyle yayınlandı. Hulki Aktunç, Anar'ı "tarihlerden yeni tarihler, ülkelerden yeni ülkeler, kentlerden yeni kentler, kişilerden de yeni kişiler üreten bir ravi-yi ahbar" olarak nitelendirdi. Anar'ın yapıtlarının tarihsel romanlar olmaktan öte, tarihsel olandan yeni bir roman çıkaran, diğer yandan da romanı yeniden tarihselleştiren yapıtlar olduğu belirtildi.

Kitab-ül Hiyel: Eski Zaman Mucitlerinin İnanılmaz Hayat Öyküleri adlı romanında, bir efsaneden yola çıktı. Efsanede, gücünü uzun saçlarından alan Samson'un yerine, gücünü aklından ve aklının gittikçe uzayan gücünden alan insanın trajedisi fantastik bir serüvenle işleniyordu. Kitabın ana teması olan bu konu, insanın doğaya hükmetme erkini eline geçirme ve dolayısıyla sonsuzluğa egemen olma tutkusuna dönüşen ussal çabasının, sonuçta insana mutluluk getirmemesi biçiminde özetlenebilir.
Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri adlı yapıtı İngiltere'de 476 Oyuncuları tarafından sahnelendi.

Edebi Kişiliği
*İhsan Oktay Anar aslında bir felsefe akademisyenidir. Romanlarında bunu okuyucuya hissettirmektedir.
*Anar, felsefenin anlaşılmaz gibi görünen yanlarını romanın anlatım özellikleri ile buluşturup edebiyatımızda felsefi roman çığırının açılmasında önemli bir adım atmıştır.
*Anar romanlarında felsefe, tarih, polisiye iç içedir fakat daha da önemlisi onun metinleri "üst kurmaca" bir anlayışın ürünüdür.
*Yazarın ilk ve en çok bilinen romanı Puslu Kıtalar Atlası'dır.
*Âmât adlı eserinde yeryüzündeki bütün kötülükleri içinde taşıyan ve yok olmaya mahkum bir gemi metaforu ile okura iyi ile kötünün bitmeyen çekişmesini gözler önüne sermiştir.
*Suskunlar adlı romanında Mevlevi kültürün izleri görülmektedir.
*Efrasiyab'ın Hikâyeleri adlı eserinde insan ömrünün sınırlı ve bu yüzden de hayatı güzelleştirip öne çıkaran yegane duygunun sevgi olabileceğini işlemiştir.

Ödülleri:
2009 Erdal Öz Edebiyat Ödülü
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Başlık Düzenleme Araçları
Stil

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 10:53 .