Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Genel Forumlar > Konu-dışı

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #21  
Alt 28-04-2005, 11:08
HYB HYB isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 25 Apr 2005
Mesajlar: 27
Standart EVRENİN YARATILIŞI GERÇEĞİ

İçinde bulunduğumuz uçsuz bucaksız evrenin nasıl var olduğu, nereye doğru gittiği, içindeki düzen ve dengeyi sağlayan kanunların nasıl işledikleri her devirde insanların merak konusu olmuştur. Bilim adamları, düşünürler asırlardır bu konuyla ilgili sayısız araştırmalar yapmışlar, pek çok teoriler üretmişlerdir.

20. yüzyılın başlarına dek hakim olan görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeydi. "Statik evren modeli" adı verilen bu anlayışa göre, evren için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi.

Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, evreni sabit, durağan ve değişmez bir maddeler bütünü olarak kabul ederken bir Yaratıcı'nın varlığını da reddediyordu.

Materyalizm, maddeyi mutlak varlık sayan, maddeden başka hiçbir şeyin varlığını kabul etmeyen bir düşünce sistemidir. Tarihi eski Yunan'a kadar uzanan, ama özellikle 19. yüzyılda yaygınlaşan bu düşünce sistemi, Karl Marx'ın diyalektik materyalizmiyle ünlenmişti.
19. yüzyıldaki durağan evren modeli, başta belirttiğimiz gibi, materyalist felsefeye zemin sağlamıştı. Materyalist felsefeci George Politzer, bu evren modeline dayanarak, "Felsefenin Başlangıç İlkeleri" adlı kitabında "evrenin yaratılmış birşey" olmadığını öne sürmüştü ve şöyle demişti:

Evren yaratılmış birşey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan var edilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için, herşeyden önce, evrenin var olmadığı bir anın varlığını, sonra da, hiçlikten (yokluktan) birşeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir. Buysa bilimin kabul edemeyeceği birşeydir.1

Politzer evrenin yoktan var edilmediğini iddia ederken 19. yüzyılın durağan evren modeline dayanıyor ve dolayısıyla bilimsel bir iddia ortaya attığını sanıyordu. Oysa 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji, materyalistlere zemin sağlayan durağan evren modeli gibi ilkel anlayışları kökünden yıkmıştır. İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda, evrenin bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla yaratıldığı modern fizik tarafından pek çok deney, gözlem ve hesapla ispatlanmış durumdadır.

Ayrıca evrenin, materyalistlerin iddia ettikleri gibi sabit ve durağan olmadığı, tam tersine sürekli bir hareket ve değişim içinde olduğu, genişlediği saptanmıştır. Bugün bu gerçekler bütün bilim dünyası tarafından kabul edilmektedir.

Evrenin bir başlangıcı olması kainatın yoktan var edildiği, yani yaratıldığı anlamına gelir. Eğer (daha önce yok iken...) yaratılan bir varlık varsa bunun mutlaka bir Yaratıcısı'nın da olması gerektiğini kolayca anlarız. Yoktan var olma, insan aklının kavrayamayacağı bir şeydir. Dolayısıyla, yoktan var etmek, (sanat yapıtları veya teknolojik bulgular gibi...) bir şeyleri biraraya getirerek yeni birşey oluşturmaktan çok farklıdır. Çünkü yaratılan şeyin hiçbir örneği yok iken, hatta yaratmak için zaman ve mekan dahi yok iken bir anda, bir defada kusursuzca var olması, ancak Allah'ın yaratmasının bir delilidir.

İşte evrenin yoktan var olması, onun yaratılmış olduğunun en büyük delilidir. Bu gerçek derin olarak düşünülürse çok şeyi değiştirir. İnsanların hayatın anlamını kavramalarına ve buna göre bakış açılarını ve amaçlarını belirlemelerine sebep olur. Bu yüzden, tarih boyunca birtakım insanlar -kesin olarak delillerini gördükleri halde- tam olarak kavrayamadıkları yaratılış gerçeğini görmezlikten gelmeye kalkışmışlardır. Diğer insanlar üzerinde de bir düşünce bulanıklığı yaratmak kastıyla birtakım alternatif varoluş teorileri icat etmişlerdir. Ancak bilimin ışığı altında ortaya çıkan deliller kısa zamanda bu iddialara kesin olarak son vermiştir.
Şimdi evrenin nasıl var olduğu konusundaki bilimsel gelişim sürecini kısaca görelim.


EVRENİN GENİŞLEMESİ

1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden birini yaptı. Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim dünyasında büyük bir yankı yarattı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Yani yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.

Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Herşeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her an "genişlemekte" olduğuydu.

Konuyu daha iyi anlamak için, evreni şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünmek mümkündür. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar.


Burada değişik galaksilerin uzaklıkları ile kızıla kaçış miktarları görülmektedir. En yukarıdaki düşey ok tayfın üzerindeki belirli bir noktayı göstermektedir. Bu nokta diğer tayflarda yatay oklar kadar sağa yani kızıla kaçmaktadır. Görüldüğü hızın bir belirtisi olan bu kızıla kaçma galaksi dünyamızdan uzaklaştıkça artmaktadır.

Aslında bu gerçek daha önceden de teorik olarak keşfedilmişti. Yüzyılın en büyük bilim adamı sayılan Albert Einstein, teorik fizik alanında yaptığı hesaplamalarla evrenin durağan olamayacağı sonucuna varmıştı. Fakat o devrin genel kabul gören durağan evren modeliyle ters düşmemek için bu buluşunu bir kenara bırakmıştı. Einstein bu davranışını daha sonra, "kariyerinin en büyük hatası" olarak adlandıracaktı. Daha sonra Hubble'ın gözlemleriyle evrenin genişlediği kesinlik kazandı.

Peki evrenin genişliyor olmasının, evrenin varoluşu konusundaki önemi neydi?

Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, "sıfır hacme" ve "sonsuz yoğunluğa" sahip olması gerektiğini gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Evrenin başlangıcı olan bu büyük patlamaya ingilizce karşılığı olan "Big Bang" ismi verildi ve bu teori de aynı isimle anılmaya başlandı.

Bu arada belirtmek gerekir ki; aslında "sıfır hacim" bu konunun teorik bir ifade biçimidir. Bilim, insan aklının kavrama sınırlarını aşan "yokluk" kavramını ancak "sıfır hacimdeki nokta" ifadesi ile tarif edebilmektedir. Gerçekte ise "sıfır hacimdeki bir nokta" "yokluk" anlamına gelir. Evren de yokluktan var olmuştur. Diğer bir deyimle yaratılmıştır.

Bilindiği gibi Big Bang teorisi, başlangıçta evrendeki tüm cisimlerin birarada olduklarını ve sonradan ayrıldıklarını göstermiştir. Big Bang teorisinin ortaya koyduğu bu gerçek de, zamanımızdan tam 14 asır önce insanların evren hakkındaki bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu bir dönemde yine Kuran'da şöyle bildiriliyordu:

O küfre sapanlar görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30)

Bu ayetlerde de bildirildiği gibi herşey, hatta henüz yaratılmamış olan "gökler ve yer" bile, tek bir noktadayken büyük patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bugünkü şeklini meydana getirmişlerdir.

Ayetin ifadelerini Big Bang teorisi ile karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde olduklarını görürüz. Oysa Big Bang'in bilimsel bir teori olarak ortaya atılması ancak 20. yüzyılda mümkün olmuştur.

Evrenin genişlemesi, Büyük Patlama teorisinin yani evrenin yoktan var edildiğinin en önemli kanıtlarından biridir. Evren yaratıldığından beri süregelen bu gerçek, modern bilim tarafından ancak bu yüzyılda keşfedildiği halde Kuran bu gerçeği yine bundan 14 asır önce haber vermiştir:

Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47)


BIG BANG'E ALTERNATİF ARAYIŞLAR

Açıkça görüldüğü gibi, Büyük Patlama teorisi evrenin "yoktan var edildiği"nin, yani Allah tarafından yaratıldığının ispatıydı. Bu nedenle materyalist felsefeyi benimseyen astronomlar, Big Bang'e karşı direnmeye ve sabit durum teorisini ayakta tutmaya çalıştılar. Bu çabanın nedeni, önde gelen materyalist fizikçilerden A.S.Eddington'ın "felsefi olarak doğanın birden bire başlamış olduğu düşüncesi bana itici gelmektedir" sözünden anlaşılıyordu.2

Big Bang teorisinden rahatsız olanların başında dünyaca ünlü astronom Sir Fred Hoyle geliyordu. Hoyle, yüzyılın ortalarında "sabit durum" (steady-state) adında, 19. yüzyıldaki durağan evren anlayışına benzer bir teori ortaya attı. Sabit durum teorisi, evrenin boyut ve zaman açısından sonsuz olduğunu iddia ediyordu. Görünürdeki tek amacı materyalist felsefeyi desteklemek olan bu teori, evrenin başlangıcı olduğunu ortaya koyan "Big Bang" teorisiyle taban tabana zıttı.

Sabit durum teorisini savunanlar uzunca bir süre Big Bang'e karşı direndiler. Ama bilim aleyhlerine işliyordu.

1948 yılında George Gamov, Big Bang'e bağlı olarak yeni bir iddia ortaya sürdü. Buna göre evrenin Büyük Patlama ile oluşması durumunda, evrende bu patlamadan arta kalan bir radyasyonun da olması gerekmekteydi. Üstelik bu radyasyon evrenin her yanında eşit olmalıydı.

"Olması gereken" bu kanıt çok geçmeden bulundu.


BİR BAŞKA DELİL: KOZMİK FON RADYASYONU

1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı bu dalgaları rastlantısal olarak keşfettiler. "Kozmik Fon Radyasyonu" adı verilen bu radyasyon, yerel kökenli değil, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu. Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde alınan ısı dalgasının, Big Bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Penzias ve Wilson, bu bulgularından ötürü Nobel Ödülü kazandılar.

1989 yılına gelindiğinde ise, Amerikan Uzay Araştırmaları Dairesi NASA, Kozmik Fon Radyasyonu'nu araştırmak üzere uzaya COBE uydusunu gönderdi. Bu gelişmiş uyduya yerleştirilen hassas tarayıcıların, Penzias ve Wilson'ın ölçümlerini doğrulaması yalnızca sekiz dakika sürdü. COBE, evrenin başlangıcındaki büyük patlamanın kalıntılarını bulmuştu.

Bütün zamanların en büyük astronomik keşfi olarak adlandırılan bu bulgu, Big Bang teorisinin açık bir ispatıydı. COBE uydusunun ardından uzaya gönderilen COBE 2 uydusunun bulguları da, yine Big Bang'e dayanılarak yapılan hesapları doğruladı.

Big Bang'in diğer bir önemli delili ise, uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarı oldu. Günümüzde yapılan ölçümlerle anlaşıldı ki, evrendeki hidrojen-helyum gazlarının oranı, Big Bang'den arta kalan hidrojen-helyum oranının teorik hesaplamalarına uyuyordu. Eğer evrenin bir başlangıcı olmasaydı ve evren sonsuzdan beri var olsaydı, içindeki hidrojen tamamen yanarak helyuma dönüşmüş olurdu.
Tüm bu açık deliller Big Bang teorisinin bilim dünyasında kesin bir kabul görmesine yolaçtı. Big Bang modeli bilimin, evrenin oluşumu ve başlangıcı hakkında ulaştığı son noktaydı.

Fred Hoyle ile birlikte uzun yıllar sabit durum teorisini savunan Dennis Sciama, ardarda gelen ve Big Bang'i ispatlayan tüm bu deliller karşısında içine düştükleri durumu şöyle anlatır:

Sabit durum teorisini savunanlarla onu test eden ve bence onu çürütmeyi uman gözlemciler arasında, bir dönem çok sert çekişme vardı. Bu dönem içinde ben de bir rol üstlenmiştim. Çünkü gerçekliğine inandığım için değil, gerçek olmasını istediğim için 'sabit durum' teorisini savunuyordum. Teorinin geçersizliğini savunan kanıtlar ortaya çıkmaya başladıkça Fred Hoyle bu kanıtları karşılamada lider rol üstlenmişti. Ben de yanında yer almış, bu düşmanca kanıtlara nasıl cevap verilebileceği konusunda fikir yürütüyordum. Ama kanıtlar biriktikçe artık oyunun bittiği ve sabit durum teorisinin bir kenara bırakılması gerçeği ortaya çıkıyordu.3

California üniversitesinden Prof. George Abel de; "bugünkü mevcut deliller, evrenin milyarlarca yıl önce Big Bang ile başladığını gösteriyor. Big Bang teorisini kabul etmekten başka çaremiz yok" demektedir. Big Bang'in bu zaferi ile birlikte, materyalist felsefenin temeli olan "ezeli madde" kavramı da tarihe karışmış oldu. Peki o zaman Big Bang'den önce ne vardı ve "yok" olan evreni bu büyük patlama ile "var" hale getiren güç neydi? Elbette ki bu soru, Arthur Eddington'ın ifadesiyle materyalistler için felsefi olarak itici gerçek, Yaratıcı'nın varlığı yerine "evrenin yaratılmış olduğunu" göstermektedir. Ünlü ateist felsefeci Antony Flew, bu konuda şunları söyler:

İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. Sadece evrenin bir sonunun ve başlangıcının olmadığını kabul ettiğimiz sürece, evrenin şu anki varlığının mutlak bir açıklama olduğunu savunabiliriz. Ben hala bu açıklamaya inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim.4

Kendisini ateist olmak için körü körüne şartlandırmayan pek çok bilim adamı ise, evrenin yaratılışında sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmiş durumdadır. Bu Yaratıcı, hem maddeyi hem de zamanı yaratmış olan, yani her ikisinden de bağımsız bir varlık olmalıdır. Ünlü Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross bu gerçeği şöyle açıklar:

Eğer zaman ve madde, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin, evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösterir. Aynı zamanda Yaratıcı'nın bazılarının savunduğu gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni kapladığını, sadece evrenin içindeki bir güç olmadığını kanıtlar.5

Madde ve zaman, tüm bu kavramlardan bağımsız olan sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı tarafından var edilmiştir. O Yaratıcı, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır.


UZAYDA HASSAS DENGELER

Gerçekte, Big Bang'in materyalistler açısından oluşturduğu sorun, ateist felsefeci Antony Flew'un yukarıda yer verilen itirafından çok daha büyüktür. Çünkü Big Bang, evrenin yalnızca yoktan var edildiğini değil, aynı zamanda çok planlı, düzenli ve kontrollü bir biçimde var edildiğini göstermektedir.

Büyük Patlama, evrenin tüm maddesini ve enerjisini barındıran noktanın patlaması ve büyük bir hızla uzaya yayılmasıyla gerçekleşmiştir. Korkunç bir hızla her tarafa dağılan maddeden; galaksiler, yıldızlar, güneş, dünya ve tüm gök cisimlerini içine alan çok büyük bir denge çıkmıştır. Dahası, insanların "fizik kuralları" olarak adlandırdığı, evrenin her yerinde aynı olan ve değişmeyen kanunlar oluşmuştur. Tüm bunlar, Büyük Patlama'nın ardından büyük bir düzen ortaya çıktığını göstermektedir.

Oysa patlamalar düzenlilik oluşturmazlar. Gözlemlediğimiz bütün patlamalar, var olan düzenliliği bozar, parçalar ve yok ederler. Örneğin, atom ve hidrojen bombalarının patlaması, grizu patlamaları, volkanik patlamalar, doğalgaz patlaması, güneşte meydana gelen patlamalar... Ne tür patlama incelenirse incelensin, etkilerinin hep yıkıcı oldukları görülür.

Eğer bir patlamanın ardından karşımıza çok detaylı bir tasarım çıkarsa, örneğin yeraltındaki bir patlama, ortaya kusursuz sanat eserleri, dev saraylar, görkemli binalar çıkarırsa, o durumda bu patlamanın ardında "doğaüstü" bir müdahale olduğu, patlamayla birlikte dağılan tüm parçacıkların gerçekte çok kontrollü bir biçimde hareket ettirildikleri sonucuna varırız.

Big Bang teorisine uzun yıllar karşı çıktıktan sonra hatasını kabul eden Sir Fred Hoyle'un sözleri, bu durumu güzel ifade eder:

Big Bang teorisi evrenin tek ve büyük bir patlama ile başladığını kabul eder. Ama bildiğimiz gibi patlamalar maddeyi dağıtır ve düzensizleştirirler. Oysa Big Bang çok gizemli bir biçimde bunun tam aksi bir etki meydana getirmiştir: Maddeyi birbiriyle birleşecek ve galaksileri oluşturacak hale getirmiştir.6

Hoyle, Big Bang'in düzenlilik oluşturmasının çelişkili bir durum olduğunu söylerken, elbette Big Bang'i materyalist bir önyargıyla yorumlamakta, yani bunun "kontrolsüz bir patlama" olduğunu varsaymaktadır. Oysa, bir Yaratıcı'nın varlığını kabullenmemek için böyle bir açıklama yaparak, asıl çelişkili duruma düşen kendisi olmuştur. Zira, patlamayla birlikte ortaya çok büyük bir düzen çıkmışsa, o zaman "kontrolsüz patlama" fikrinin bir kenara atılması ve patlamanın olağanüstü bir biçimde kontrollü olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir.

Big Bang'in ardından evrende oluşan bu olağanüstü düzenliliğin bir başka yönü ise, "yaşamaya elverişli bir evren"in oluşmuş olmasıdır. Yaşama imkan tanıyacak bir gezegenin oluşabilmesi için oluşması gereken şartlar o kadar fazladır ki, bunun rastlantısal bir oluşum olduğunu düşünmek imkansızdır.

Ünlü bir teorik fizik profesörü olan Paul Davies, sadece Big Bang sonrasındaki genişleme hızının ne kadar "hassas ayarlanmış" olduğunu hesaplamış ve inanılmaz bir sonuca ulaşmıştır. Davies'e göre, Big Bang'in ardından gerçekleşen genişleme hızı eğer milyar kere milyarda bir oranda bile farklı olsaydı, hayata imkan sağlayacak bir yıldız tipi oluşamaz ve evrende canlılık ortaya çıkamazdı. Davies şöyle demektedir:

Hesaplamalar, evrenin genişleme hızının çok kritik bir noktada seyrettiğini göstermektedir. Eğer evren biraz daha yavaş genişlese çekim gücü nedeniyle içine çökecek, biraz daha hızlı genişlese kozmik materyal tamamen dağılıp gidecekti. Bu iki felaket arasındaki dengenin ne kadar "iyi hesaplanmış" olduğu sorusunun cevabı çok ilginçtir. Eğer patlama hızı gerçek hızından sadece milyar kere milyarda bir oranda farklılaşmış dahi olsaydı, bu gerekli dengeyi yok etmeye yetecekti.. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur.7

Büyük Patlama ile ortaya çıkan fizik kuralları, aradan geçen 15 milyar yıllık zamanda hiç değişikliğe uğramamıştır. Üstelik bu kurallar öyle ince hesaplar üzerine kuruludurlar ki, bugünkü değerlerinden milimetrik sapmalar bile tüm evrendeki yapıyı ve düzeni ortadan kaldırabilecek hassasiyettedir.

Ünlü fizikçi Prof. Stephen Hawking de, Zamanın Kısa Tarihi isimli kitabında evrendeki dengelerin aslında kavrayabildiğimizden çok daha ince hesaplar ve dengeler üzerine kurulduğunu belirtir. Hawking evrenin genişleme hızıyla ilgili şunları söyler:

EEvrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big Bang'ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi.8

Paul Davies de bu akıl almaz incelikteki denge ve hesaplardan varılması gereken kaçınılmaz sonucu şöyle açıklar:

Çok küçük sayısal değişikliklere hassas olan evrenin şu andaki yapısının, çok dikkatli bir bilinç tarafından ortaya çıkarıldığına karşı çıkmak çok zordur... Doğanın en temel dengelerindeki hassas sayısal dengeler, kozmik bir tasarımın varlığını kabul etmek için oldukça güçlü bir delildir.9

Aynı gerçek karşısında Amerikalı Astronomi Profesörü George Greenstein da, The Symbiotic Universe adlı kitabında şöyle yazar:

Kanıtları inceledikçe, ısrarla önemli bir gerçekle karşı karşıya geliriz. (Evrenin oluşumunda) bir doğa üstü Akıl devreye girmiş olmalıdır.10


MADDENİN YARATILIŞI

Büyük Patlama'nın ardından maddenin temel yapıtaşı olan atom meydana gelmiştir. Daha sonra bu atomlar biraraya gelerek içinde yıldızlarıyla, dünyası ve güneşiyle evreni oluşturmuşlardır. Ve sonra yine aynı atomlar dünya üzerindeki yaşamı oluşturmuşlardır. Çevrenizde gördüğünüz herşey; bedeniniz, oturduğunuz koltuk, elinizde tuttuğunuz kitap, pencereden görünen gökyüzü, toprak, beton, meyveler, bitkiler, bütün canlılar ve aklınıza gelebilecek tüm maddeler, Büyük Patlama'nın arkasından var olan atomların bir araya gelmesiyle hayat bulmuşlardır.

Peki herşeyin temel taşı olan atom neden oluşmuştur ve nasıl bir yapı göstermektedir?

Atomların yapısı incelendiğinde her birinin çok üstün bir tasarım ve düzen içinde oldukları görülür. Her atomun bir çekirdeği, çekirdek içinde belirli sayıda protonları ve nötronları vardır. Ayrıca çekirdek etrafında hiç değişmeyen yörüngelerde saniyede 1000 km. hızla dönen elektronlar vardır.11 Bir atomdaki elektron ve protonların sayısı her zaman birbirinin aynısıdır, çünkü artı yüklü protonla eksi yüklü elektron her zaman birbirini dengeler. Eğer birinin sayısı farklı olursa, atomun elektromanyetik dengesi bozulacağından atom diye bir şey de oluşamaz. Atomun çekirdeği, çekirdeğin içindeki proton ve nötronları ve etrafındaki elektronları sürekli bir dönüş halindedir. Bunlar hem kendi çevrelerinde hem de birbirlerinin etrafında hiç durmadan belirli hızlarla dönerler. Bu hızlar da hep birbirlerini orantılayacak ve atomun varlığını sürdürmesini sağlayacak şekildedir. Asla bir düzensizlik, değişiklik, farklılık oluşmaz.

Yokluğun içinde meydana gelen büyük bir patlamanın ardından, bu kadar düzgün ve kararlı yapıda varlıkların ortaya çıkması insanı hayrete düşürecek bir olaydır. Çünkü Büyük Patlama'nın kontrolsüz, tesadüfi bir patlama olduğunu farz etsek, ardından doğal olarak yine kontrolsüz şeylerin oluşması, oluşan herşeyin yine büyük bir karmaşayla başka yerlere dağılması gerekirdi.

Oysa varlığın başlangıcından itibaren her noktada tam bir düzen hakimdir. Örneğin, hepsi farklı yerlerde ve zamanlarda oluşmalarına rağmen sanki birbirlerinden haberdarmış ve sanki tek bir fabrikadan çıkmış gibi çok düzgün atomlar oluşmaktadır. Önce elektronlar kendilerine bir çekirdek bulmakta ve onun etrafında dönmeye başlamaktadırlar. Sonra atomlar bir araya gelerek maddeyi oluşturmakta ve tüm bunların ardından bir anlam ifade eden, amaca yönelik ve mantıklı şeyler çıkmaktadır. Karmaşık, işe yaramayan, anormal ve amaçsız şeyler ise ortaya çıkmamaktadır. En küçük birimden, en büyük parçaya kadar herşey yerli yerinde ve çok amaçlıdır...

Bütün bunlar üstün kuvvet sahibi olan Yaratıcı'nın varlığının kesin ispatı, herşeyin O'nun dilediği şekilde ve dilediği zamanda oluştuğunun da açık bir göstergesidir. Nitekim Allah yaratmasını Kuran'da şöyle ifade etmektedir:

O, gökleri ve yeri hak olarak yaratandır. O'nun "ol" dediği gün (herşey) oluverir, O'nun sözü haktır... (En'am Suresi, 73)


BIG BANG'İN ARDINDAN

Ama evrenin kesinlikle bir amacının olduğunu gösteren bir olay var ki, o da evrenin şans eseri orada durmadığıdır. Bazı insanlara göre 'evren sadece oradadır işte.' Öylesine olmaya devam ediyor. Biz de kendimizi birdenbire bu şeyin içinde buluvermişiz. Bu bakış açısının, evreni anlamamızda çok verimli ya da yardımcı olacağını sanmıyorum. Bence evren ve onun varlığının altında bugün henüz pek sezemediğimiz çok daha derin bir şeyler gizli.12

Evrenin kökeni ile ilgili çeşitli araştırmalar yapan fizikçi Roger Penrose'un yukarıdaki sözleri son derece önemlidir. Bu sözlerin ifade ettiği gibi, birçok insan evrenin tüm mükemmel dengesi ile öylesine var olduğu ve kendisinin de o evrenin içinde öylesine yaşadığı gibi yanlış bir fikre kapılabilmektedir.

Oysa bugün bilim çevreleri tarafından evrenin varoluş şekli olarak kabul gören Büyük Patlama'nın ardından, son derece kusursuz ve hayret verici bir düzenin oluşması aslında hiç de doğal karşılanabilecek bir durum değildir.

Atomun yapısındaki düzen kainatın tümünü etkisi altına alır. Atom ve parçacıkları belli bir düzen dahilinde hareket ettikleri için dağlar dağılmaz, karalar birbirinden ayrılmaz, gök parçalanmaz, kısacası madde birarada ve sabit durur.

Kısacası evrendeki muhteşem sistemi incelediğimizde, evrenin var oluşu ve işleyişinin tesadüfi nedenlerle açıklanamayacak kadar karmaşık bir düzen ve hassas dengelere dayandığı gerçeğiyle karşılaşırız. Açıkça anlaşılacağı gibi bu hassas denge ve düzenin muazzam bir patlamanın sonrasında kendi kendine ve tesadüfen gerçekleşmesi kesinlikle imkansızdır. Big Bang gibi bir patlamanın ardından böyle bir düzenin meydana gelmesi, ancak doğaüstü bir yaratılış sonucunda gerçekleşebilir.

Evrendeki bu eşsiz plan ve düzen, maddeyi yoktan var eden ve onun her anını kontrolü ve hakimiyeti altında bulunduran sonsuz bir bilgi, güç ve akıl sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını ispatlamaktadır. O Yaratıcı, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbi olan Allah'tır.

Tüm bu gerçekler bize, bir 19. yüzyıl dogması olan materyalist felsefenin iddialarının 20. yüzyıl bilimi tarafından nasıl geçersiz kılındığını da göstermektedir.

Modern bilim, evrende hakim olan büyük plan, tasarım ve düzeni ortaya çıkararak, tüm varlıkları yaratan ve kontrolü altında bulunduran bir Yaratıcı'nın, yani Allah'ın varlığını ispatlamıştır.

Asırlar boyunca pek çok insanı etkileyen, hatta bir dönem "bilimsellik" maskesine bile bürünen materyalizm ise, herşeyi maddeden ibaret sayarak, maddeyi yoktan var eden ve düzenleyen Allah'ın varlığını reddetmiş ve böylelikle büyük bir yanılgıya düşmüştür. Bundan böyle, akla ve bilime aykırı ilkel ve batıl bir inanç sistemi olarak tarihe geçecektir.
Alıntı ile Cevapla
  #22  
Alt 01-05-2005, 00:09
Russell - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Russell Russell isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 12 Nov 2004
Bulunduğu yer: Çukurova
Mesajlar: 736
Standart MÜTEŞABİH AYETLER

BAZI AYETLERİN “MUHKEM” (KESİN) ANLAMLI, BAZILARININ DA “MÜTEŞABİH” (ŞÜPHELİ) OLDUĞU VE ÇELİŞMELİ GÖRÜNÜMÜN BUNDAN DOĞDUĞU İDDİALARINDAKİ GEÇERSİZLİKLER

Şeriatçılar, Kur’an ayetlerinin çeşitli anlamlara gelebilecek şekilde in*dirildiğini ve böyle olduğu içindir ki, hem “muğlak” (güç anlaşılır) hem de “çelişmeli”ymiş gibi göründüklerini ileri sürerler:
“Kur’an’ın bazı ayetleri herkes tarafından anlaşılabilecek nitelikte şeylerdir; bunlara ‘muhkem ayetler’ adı verilir. Bazı ayetleri ise herkesin anlayamayacağı şekilde gönderilmiştir ki, bunlara da ‘müteşabih’, yani ‘şüpheli’ ayetler deniri Tanrı ‘kesin’ ayetler ya*nında ‘şüphe’ uyandıracak nitelikte ayetler yollamıştır; çünkü, gönderdiği ayetlerin tümünün herkes tarafından anlaşılmasını is*tememiştir. Bazı ayetleri herkesin anlayamayacağı şekilde in*dirmiş olmasının nedeni, bir yandan fikir özgürlüğünü geliştirmek ve diğer yandan cahil Arabın inanç bocalamasına kapılmasını önlemek içindir. Çünkü, eğer her şey anlaşılır şekilde açıklanmış olsaydı, cahil Araplara o anda akıllarının alamayacağı bir şey söylenmiş olur, bu da onları tereddüde düşürebilir, ürkütebilirdi.”
Ve işte güya bundan dolayıdır ki, Kur’an’daki ayetler çelişkiliymiş gibi görünmektedir.

Dikkat edileceği gibi, şeriatçıların iddialarına göre Tanrı, esas iti*bariyle fikir özgürlüğünü oluşturmak amacıyla ayetleri farklı anlam*larda indirmiştir. Güya bazı ayetleri anlaşılmaz nitelikte kılmakla, bunların yorumlanmasına ve böylece çeşitli durumlara ve ihtiyaçlara uydurulmasına ve aynı zamanda Arabın inanç bocalamasında kal*mamasına olanak yaratmak istemiştir! Bununla da İslamiyette dinin temellerinin güçlenmesini sağlamıştır!2
1 Sahih-i..., c.ll,s.62 vd.
2 Cerrahoğlu, age, s. 17 vd.


Yukarıdaki iddialara sarılanlar, genellikle Kur’an’ın Al-i İmran Su-resi’ndeki şu ayeti örnek verirler:
“...Öyle bir Tanrı ki, sana kitap indirdi. Onun bir kısmı apaçık ayetlerdir ve bunlar kitabın temelidir. Diğer kısmıysa çeşitli an*lamlara benzerlik gösterir ayetlerdir. Yüreklerinde eğrilik olan*lar fitne çıkarmak ve onları tevil etmek için anlamları açık ol*mayan ayetlere uyarlar. Halbuki, onların tevilini ancak Allah bilir. Bilgide şüpheleri olmayacak kadar kuvvetli olanlarsa der*ler ki ‘biz inandık ona, hepsi de Rabbimizdendir’. Bunu aklı tam olanlardan başkaları düşünemez” (Al-i İmran Suresi, ayet 7).
Hemen belirtelim ki, ne bu ayet (ve benzerleri) ne de şeriatçının yukarıdaki açıklaması, Kur’an’daki çelişmelerin gerçek nedenlerini or*taya çıkaracak yeterlilikte değildir. Ayetlerden bazılarının “ınüteşabih” (şüpheli, kapalı) nitelikte olması, ne fikir özgürlüğünü sağlamak içindir ne de cahil Arabın “tereddüde” düşmesini ya da “ürkmesini” önlemek içindir. Eğer Muhammed’in Tanrısı fikir özgürlüğünü yaratmak isteseydi, ayetleri anlaşılmaz ya da çelişmeli şekilde gönderecek yerde, anlaşılır şekilde kılar ve kişilere, özgür akıl rehberliğiyle, bunları uygulamak ya da değiştirme yeterliliğini sağlardı. Kalkıp da, “Bazı ayetlerin tevilini ancak Allah bilir” deyip, anlamını sadece kendisine sakladığı ayetleri kişilere gözü kapalı şekilde kabul ettirmez ve onlardan, anlamını bil*medikleri bir şey için “Biz inandık ona, hepsi de Rabbimizdendir” de*melerini beklemezdi. Çünkü, bunu yapmakla, fikir özgürlüğünü te*melinden yıkmış olacağını bilirdi. “Müteşabih” (şüpheli) ve çelişmeli hükümler yoluyla fikir özgürlüğünü yaratmanın mümkün olamayacağını ELBETTEKİ düşünürdü. Zira, fikir özgürlüğü, herhangi bir hükmü, sırf Tanrı’dan gelmiştir diye kabul etmekle ya da yorumlamakla değil, fakat onu akılcı yoldan değiştirebilmekle, yerine yepyenisini getirebilmekle, cerh edebilmekle oluşabilir. Oysa ki, ‘Kur’an & göre aklın rehberliği diye bir şey söz konusu değildir; vahiylerin akıl süzgecinden geçirilerek yok edilmesi mümkün değildir. Aksine, Kur’an’da Tanrı ve peygamber emirlerinin mutlaklığı, değişmezliği, öngörülmüştür. Kişinin tüm yaşantılarını en ince noktasına kadar düzenleyen ve insan aklına bunları öğrenmekten başka bir olanak vermeyen bu emirleri insan iradesiyle ‘
değiştirmek, ilga etmek mümkün değildir; çünkü yasaklanmıştır: Bakara Suresi’ndeki “Ayetlerimi değiştirmeyin” (Bakara Suresi, ayet 4J) şeklin*deki hükümden tutunuz da, “Kitabı batıl kılacak hiçbir şey olmadığına” (Fussilet Suresi, ayet 41-42) ya da kitabı ciddiye almayıp reddedenlerin cehennemlik sayılacaklarına (Bakara Suresi, ayet 113-115) varıncaya kadar, Kıranda yer alan buyruklar, fikir özgürlüğünü kökünden ku*rutacak nitelikte şeylerdir.

Arapları “tereddüde” düşürmemek ya da “ürkütmemek” için bazı ayetlerin “nıüteşabih” nitelikte gönderildiği iddiasına gelince... Böyle bir iddia, Tanrı’yı aciz durumdaymış gibi tanımlamaktan başka bir işe ya*ramaz. Çünkü, eğer Tanrı, kendi yarattığı kullarını tereddüde düşürmek*ten ya da ürkütmekten çekiniyor ise, bu takdirde, güçsüzlüğünü, aczini iti*raf etmiş oluyor demektir. Eğer onları ürkütebilecek emir vermekten çekiniyor da, bu emri bazılarının anlayamayacağı bir dilde veriyor ise, bu takdirde kullarından korkuyor demektir!
Öte yandan kullarına dilediği gibi anlayış gücü sağladığını ya da onları doğru yola sokmak, gönüllerini açmak olanağına sahip olduğunu söyleyen bir Tanrı’nın (örneğin, Enam Suresi, ayet 125), bazı ayetleri “müteşabih” nitelikte göndermeye neden ihtiyaç duymuş olabileceği de ayrıca anlaşılması güç bir sorundur!

Bütün bunlar bir yana, Muhammed’in ilk anlarda yerleştirdiği ayet*lerden anlaşılan odur ki, Tanrı, kendi emirlerinin herkes tarafından anla*şılmasını istemiş/ bu nedenle de, buyruklarını “apaçık” olmak üzere gönderdiğini bildirmiştir. Daha önce diğer ümmetlere -sırf anlasınlar di*ye-, kendi dillerinde kitap gönderdiği gibi, Araplara da Kur’an’ı, “apaçık” bir dille, Arapça olarak, yani Arapların kendi anlayacakları dilde hem de yedi farklı okunuşta göndermiştir. Yani anlaşılmasını istediği içindir ki, Kur’an’ı “apaçık”olmak üzere, “en açık” ve “en anlaşılacak” tarzda, hem de çeşitli Arap kavimlerinin kullandıkları yedi lehçede olmak üzere in*dirdiğini söylemiştir. Kur’an’ın “apaçık” olmak üzere gönderildiğine dair Kur’an’da sayısız denecek kadar çok ayet vardır. Bütün bunlar ortaday*ken, bazı ayetleri “muhkem” (kesin, anlaşılabilir) ve bazılarını “müteşabih” (şüpheli, anlaşılamaz) şekilde göndermesinin ELBETTEKİ anlamı olamaz ve aksini iddia etmek ELBETTEKİ yersizdir.


İLHAN ARSEL-KURAN'IN ELEŞTİRİSİ
Alıntı ile Cevapla
  #23  
Alt 05-05-2005, 20:37
beyni
Üye Değil
 
Mesajlar: n/a
Standart GERÇEK MÜSLÜMANLAR KİM?

Suudileri (ister inanın ister inanmayın) çok seviyorum. Bana göre, gerçek islamı yaşayan, kuranı doğru olarak yorumlayan, surede ayette ne yazıyorsa onu anlayan ve uygulayan, devri saadeti ve şeriatı doya doya yaşayan onlar. Keşke forumumuza bir suud katılsada, gerçek islamı bize tanıtsa.. Ben kendi adıma çok mutlu olurdum. Bizim müslümanlarında Muhammed'in öz vatanından çok şey öğreneceğini sanıyorum. Artık bize yok o ayette aslında o yazmıyor, yok şu ayette aslında bu yazıyor gibi laf salatalarından kurtulurduk. saygılarımla...
Alıntı ile Cevapla
  #24  
Alt 28-06-2005, 15:11
Cihadery Cihadery isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 27 Jun 2005
Mesajlar: 27
Standart Tağuti Vahşet..

http://f1racing.cool.ne.jp/aya/up/source/up2174.zip


Bu müslümanların suçları neydi diye hiç düşündünüz mü?
Alıntı ile Cevapla
  #25  
Alt 06-08-2005, 19:49
Üye Değil
 
Mesajlar: n/a
Standart GERÇEKLER ACIDIR,RÜYALAR TATLIDIR,AMA GERÇEĞİN ÖNÜNE GEÇEMEZ

[B]Şunu içtenlikle dile getireyimki , keşke dünya islamda belirtildiği kadar basit bir zeminde algılanabilse, şeytan ve yaratan gibi iki zıt kutupla dünya hayatını tamamen açıklayabilsek ,ama değil bu kadar basit değil işte gerçekler.
Muhammedin hevası yazılmış ,az ve hatalı bir cümle çünki muhammed bu konuda bencede eleştirilmemeli, tüm imparatorluklarda imparatorun haremi olmuşdur bunda bir kötülük yok, ne varki başlık bence müslümanların hevası olmalı idi... çünki imparator olan muhammed gibi halkıda aç güdülere sahipti ki 1 karı yerine 4 karı helal kılınmış olsa gerek bu dinde...
Bu yüzden Turan Dursun gibi büyük düşünürlerin başlıklarına takılacağına biraz objektif bakmalı ve içeriğine bakmalı ,yazılanlara safsata demek yerine hayır o hadis Turan Dursunun yazdığı gibi değil deyip bunu ispatlayabilmeli ,sonuçta hadisler biz ateistler yada hristiyanlar tarafından yazılmamış yazan sizin, müslümanların din alimleri
Alıntı ile Cevapla
  #26  
Alt 23-08-2005, 00:48
sargon - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
sargon sargon isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Onur Üyesi
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 01 Aug 2005
Bulunduğu yer: Isvicre
Mesajlar: 6.665

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart 'İnsanı ilke' tartışması

Geçen hafta siteye yapılan bir saldırı dolayısıyla bazı yazılar silindi. Kafkas adlı kullanıcı silinince beraberinde o foruma yazılan yazılar da kayboldu. Forumu güncelleyemedim, ama yazıları buldum. Yararlı bir tartışma olduğunu düşündüğüm için buraya aktaracağım. Ancak en baştaki Kafkas'ın yazısı silinmiş.

Tartışmada Kafkas'ın yazısının ardından Aliminyumun cevabı ve benim Aliminyuma cevabım var. O yüzden önce Aliminyumun yazısını sonra benimkini ekliyorum.

Önce Aliminyum'un yazısı

Pozitivizmin kendisi bile bazen dogmatik davranabiliyor.
"Bilim ve Din Çatışır" ya da "Bilim ve Din Çatışma Halindedir" şeklindeki önerme ya da iddia 19. yüzyılda ortaya atılmış ilkel pozitivist bir dogmadır. Ayrıca bu iddia Din ile Bilim Çatışma Halindedir derken Din'den kasıtları Hristiyanlıktır çünkü bu iddianın sahipleri Hristiyan kültürün şekillendirdiği ortamlarda ortaya çıkmış insanlardı. Yani dedikleri bir manada "Bilim ile Hristiyanlık Çatışma Halindedir" şeklinde de anlaşılabilir ve hatta öyle anlaşılmalıdır. Ancak bu da bazı yönlerden geçerli değildir.

Son yarım yüzyılda elde edilen bilimsel bulgular Dinle Bilimin Çeliştiği iddiasını reddeder mahiyettedir. İlahi Dinlerin öğrettiği gibi evrenin yok iken var olduğu yani evrenin bir başlangıcı olduğu gerçeği Bing Bag ile ispatlandı, ardından 70'li yıllarda fizikçiler ve astronomlar " İnsani İlke " adını verdikleri bir önemli bir gerçeği keşfettiler.
İnsani İlke nin anlamı şudur: Evrendeki, doğadaki bütün fiziksel parametreler tam da insan yaşamı için olması gerektiği kıvamdadır, adeta evrendeki bütün parametreler insan yaşamı için özel olarak tasarlanmıştır.

Kısacası astronomi, fizik, biyoloji gibi dallardaki gelişmeler pozitivist veya ateist dogmaları yerle bir edecek mahşyettedir. Bu bilimsel gelişmeler Yaradılışı ve dolayısıyla bir Yaratıcının varlığını apaçık ortaya koymaktadır.

Din ve bilim hakkındaki düşüncelerin tümünün çıkış noktası 19. yüzyıldaki Pozitivizmden kaynaklanır.
İnsanın ölüm korkusuyla, Allah'a sarıldığı, dine sığındığı iddialarının kaynağı ise daha eskiye aittir. Milattan sonra 1. yüzyıla!

Ayrıca Dindarlığı, bir dine inanmayı ve o dine mensup olmayı "Kolaya Kaçmak" olarak görme eğilimi de var siz ateistlerde. Yani biz dindarlar pek çok evrensel gerçeği güya kıt akıllarımızla idrake demiyoruz, bilimsel olarak açıklayamıyoruz ya tutuyoruz bu doğa olaylarının korkutuculuğunu, bilinmezliğini, esrarengizliğini bir Tanrı'ya havale ediveriyoruz ve işin içinden sıyrılıyoruz. Oh ne ala memleket. Oldu bitti değil mi?

Değil işte. Dindar insanın kolaya kaçması söz konusu değildir. Çünkü evvela Din, ,insanın tutkularını dizginlemesini emreder. Tutkularının haddinden fazla esiri olmamasını öğütler. Zina bu yüzden yasaktır, evlilik içi cinsel ilişki bu yüzden helaldir.
Asıl, dini emir ve yasakları gözardı ederek zihinsel,ruhsal ve bedensel tutkularının peşinde gidenler kolaycılığa kaçmaktadırlar, çünkü onlar zihinsel ve bedensel aktivitelerinin hiçbir şekilde kayıt altına alınmamasını tutkuyla arzulamaktadırlar.

Diğer taraftan Din, insanın evrenin gözle görülen yüzeysel tablosunun ardındaki gerçeği aramasını istemektedir. Bu gerçeği göz ardı eden, sadece yüzeysellikle yetinenler "kolaya kaçan" kişilerdir.

İslam'ın, bilimsel araştırmalara engel çıkaracak hiçbir hükmü yoktur. Ne Kuran ne Sünnet bilimsel çalışmaları yasaklamış değildir. Aksine, İslam, evreni kitab-ı kebir-i kainat (büyük kainat kitabı) olarak görmüş ve evrendeki mikro alemden makro aleme kadar her bulgunun her unsurun her organizmanın her olgunun "İman" gözüyle araştırılıp bilinmesini, o unsur ve olgulardan İmani Tefekküre yol alınmasını öğütlemiştir.

Kopyala yapıştırlardan daha ciddi bir düzeyde Bilim ve Din felsefesi yapılacaksa buna varız. yeter ki objektiflik muhafaza edilsin.


Sonra benim yazım

Kafkas'ın yazdığı noktaların pozitivzm'le ilgisi yok. Yazısında bilimsel yöntemden bahsetmiş ve özellikle 'yanlışlanabilirlik' ilkesi bugün de bütün bilimsel yaklaşımların temel bir yöntemidir.

Pozitizm, 19. yy.da bilimsel gelişmelerin büyük bir ivme ile gelişmesinden kaynaklanmış aşırı iyimser bir anlayıştır. Buna göre bilim, evrenin oluşumundan, günlük davranışlarımıza kadar her tür olguyu atomun davranışlarına indirgeyip açıklayabilecekti. Sadece biraz zamana ihtiyaç vardı. Ayrıca 19. yy.ın determinizmi de bu anlayışı yakından etkilemiştir. Bazı bilim adamları evreni adeta yasaları zamanla bulunacak olan bir makine gibi algılamışlardı.

Bu tartışmalar elbette Hıristiyan Avrupa'da tartışıldı, çünkü İslam dünyası bu tartışmaların henüz çok gerisindeydi. Bilim ile dinin uzlaşmaz oluşu, çatıştığı gibi argümanları Avrupa'lılar niye İslamiyet üzerinden tartışsınlar ki zaten. Ama tartışma aslen Hıristiyanlık tartışması değil, dinin yapısından gelen bir tartışmadır ve aynı özellikler İslamiyet için de geçerlidir. Dolayısıyla bu tartışma Hristiyanlık-Bilim tartışması idi deyip işin içinden çıkılamaz.

'İnsani ilke' konusunu ben bilmiyorum. İnternetten taradım, Türkçe sayfalarda sadece İslami sitelerde son derece sık olarak kullanılmış. Ancak bunun nasıl birşey olduğuna dair hiçbirinde doğru dürüst, doyurucu bir açıklama ve bilgi yok. Adeta, işte işimize yarayan bir teori diye alınıp kullanılmış gibi duruyor.

http://www.harunyahya.org/bilim/hy_m...erzinciri.html

Yukardaki sitede (en iyi uluslararası bağlantılara sahip olduğunu tahmin ettiğim için bu argümanı ilk olarak Adnan Oktar gündeme getirmiş olabilir diye düşünüyorum) Aşağıdaki alıntılar 'insani ilke'yi (anthropic prenciple)
ilgilendiriyor.

'Son dönemlerde yapılan hesaplamalar göstermiştir ki, evrenimizi kontrol altında tutan ana kanunlar ve temel fiziksel sabitler şimdiki değerlerinden çok az daha farklı olsalardı, bu evrende canlı yaşamı, dolayısıyla insan yaşamı diye bir şey mümkün olmazdı. Normalde bu fiziksel sabitlerin alabilecekleri sayısız farklı değerler olabilirdi. Ne var ki hepsinin birbirinden bağımsız olarak, evrenin insan yaşamı için şu anki ideal yapısına imkan verecek, özel değerlerde ayarlanmış olmalarını yukarıda belirttiğimiz gibi "mucize" deyiminden başka bir deyimle açıklamak mümkün değildir.'

'Son yıllarda bu konu üzerinde yoğunlaşan evren bilimciler ve teorik fizikçiler evrenin insan yaşamının ortaya çıkmasına yönelik akıllara durgunluk veren bu özel ayara "İnce Ayar" (Fine Tuning) adını verdiler. Ve evrendeki bu ince ayarın sayısız örneklerini tesbit ettiler, hesapladılar.'

Sonra da bilim adamlarından alıntılar geliyor. Burdan anladığımız 'evrenbilimciler' hesaplama yapmışlar ve 'insani ilke'yi bulmuşlar. Bu anlatımda bilimsel bir ifade biçimi bile yok. Ortada bir teori falan yoktur, tartışmalar yoktur, yanlışalanbilirlik yoktur. Sadece tanrının varlığını kanıtlayabileceğimiz bir 'destek' vardır. Saldır üstüne, al kullan.

http://www.evreninyaratilisi.com/html/olasilik.html
http://www.populerbilgi.com/genel/Evren.php

ve benzeri birçok sitede aynı şeyi görüyoruz. Anthropic principle ve üzerine yapılan tartışmalar falan yok, herşey olup bitmiş, bu teori artık bütün bilim adamları tarafından kabul edilmiş bir gerçek.

Tabii durum böyle olunca daha teorinin ne olduğunu bile anlamadan bunları okuyan bir takım insanlar da üzerine atlayıp, binlerce spekülasyon geliştirme şansına sahip oluyorlar.

Bir sürü İslami sitede teori 'mutlak' doğru gibi aktarılıp anlatılıyor, halbuki bilimde böyle birşey olmaz. Ama doğrulamalar yapılmışsa bu teoriyi 'şu anda' kabul etmemizin önünde bir engel yoktur. Ama teori nedir? Sonra doğrulanmış mı? Yanlışlanabilir mi? Kimin ihtiyacı var ki böyle şeyleri bilmeye.

İngilizce sitelerde ise tersine teori üzerine bir sürü tartışma var. Ve benim kısa bir taramamda bile nerdeyse teoriyi kabul etmeyenlerin, yanlışlayanların, yada doğru olsa bile bunun Tanrı'nın varlığını değil tersini ispat edeceğini söyleyenlerin sayısı çok daha fazla.

Bir iki örnek vereyim

http://en.wikipedia.org/wiki/Anthropic_principle

Burda teori'nin ne olduğu açıklanıyor. Kimlerin ileri sürdüğü, ve versiyonları anlatılıyor. Sonra teorinin aldığı eleştiriler sıralanıyor. Yani tabloyu doğru dürüst görüyorsunuz. Konu hakkında yazıda Stephan Hawking'in görüşü de alınmış. Şöyle

'According to Hawking, there is a 98% chance that a universe of a type as ours will come from a Big Bang. Further, using the basic wavefunction of the universe as basis, Hawking's equations indicate that such a universe can come into existence without relation to anything prior to it, meaning that it could come out of nothing. As of 2004, however, these publications and the theories in them are still subject to scientific debate, and in the past, Hawking himself has asked, "What is it that breathes fire into the equations and makes a universe for them to describe?...Why does the universe go to all the bother of existing?" (Hawking, 1988).'

Hawking diyor ki, Big Bang'dan sonra ondan önce herhangi bir şey (varlık) olmaksızın evren varolabilir, yada bugünkü haline gelebilir. Yani bir 'ince ayar' olmaksızın evrenin bugünkü haline gelmesi şansı % 98, Hawking'e göre.

Başka bir iki site daha vereyim. İsteyen uğraşıp çevirsin, biz de yararlanalım.

Örnek olarak aşağıdaki sitelere bakabilirsiniz.

http://quasar.as.utexas.edu/anthropic.html

http://www.geocities.com/krishna_kun...tml#conclusion

Bilimsel gelişmelerin, Tanrı'nın varlığını ispat ettiği iddiası ayakları havada bir iddiadır. Avrupa ve Amerika'da da Tanrı'ya inanan bir sürü bilim adamı var ama hiç değilse bilimin 'mutlak'ının olmadığını bilerek konuşuyorlar. Her söyleneni hazırlop alıp kolaya oturmuyorlar.

Bilim Felsefesi, Metodu, Tartışmaları üzerine en çok çalışmış Türk bilim adamlarından biri Cemal Yıldırım'dır. Diyor ki, özellikle göksel dinler üç ana öğeyi içerir.

(1) Yalnızlık ve yetersizlik duygusu içinde olan kişiye ruhsal erinç ve doyum olanağı sağlayan bir tapınma biçimi;
(2) Belli ahlâk kurallarına dayalı toplumsal bir düzen;
(3) Evreni ve evren içindeki insan yaşamını anlamlı kılan hazır, anlaşılır bir açıklama.

Ve bunlardan sadece üçüncüsü bilimi ilgilendirir. Tapınma gereksinimi ve ahlaki düzen bilimin alanı dışındadır. Ve din bu 3. alanda bağnazdır ve bu alanda kalmakta ısrar ettiği sürece bilimle çatışacaktır. Sonuç olarak öyle de oldu ve oluyor.

Ahlak kuralları alanı ise sadece dinlere ait bir alan değil. İnsanlar topluluk halinde yaşarlar ve topluma bir düzen getirme ihtiyacını her zaman duymuşlardır. Bu ihtiyacın ürünü olarak ahlak, din, hukuk vb. toplumsal ürünler ortaya çıkmıştır. Atalarımız bu ürünleri binlerce yıllık emeklerle ürettiler. Bunlar belki daha kolay düzenleme yapabilme olanağından dolayı Tanrı'lara maledildi. Ancak güçsüze yardım etme, başkasının hakkını yememe, iyi insan olma vb. yüzlerce değerden oluşan değerler sistemi insanlığın tarihi kadar eskidir ve bugün her toplumda şu yada bu biçimde vardır. Binlerce yılda gelişen hukuk sistemleri de bu temel toplumsal değerlerden yola çıkarak geliştirilmiştir. İster ateist olun, ister İslamcı, hırsızlık yapmak her toplumda suçtur. Dolayısıyla sadece dinin, Tek Tanrılı dinlerin, ya da İslamiyetin değerler sistemine sahip olduğunu ileri sürmek, günümüzün toplumsal değerler sistemini anlamamak, yüzlerce yıl gerilerde dolaşmaktır.
Alıntı ile Cevapla
  #27  
Alt 06-09-2005, 20:19
sargon - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
sargon sargon isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Onur Üyesi
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 01 Aug 2005
Bulunduğu yer: Isvicre
Mesajlar: 6.665

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart Son mucize: Deccal bulundu!

İşte bir mucizevi keşif: Deccal'in kim olduğu keşfedildi.

http://www.izinsizgosteri.net/asalsa...arslan_31.html
Alıntı ile Cevapla
  #28  
Alt 11-09-2005, 06:28
kursatotcu kursatotcu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: 28 Mar 2005
Mesajlar: 252
Standart ne dersiniz

*** Allah’ın iradesi mi bizim irademize tabi yoksa bizim irademiz mi Allah’ın iradesine tabi?

*** Seçmek düşünmek midir, seçimlerimiz düşünce midir? “Evet” derseniz, soruyorum: Düşüncelerimizi Allah mı yaratır? “Evet” derseniz; o halde seçimlerimizi de Allah yaratmış demektir.


*** Konu alemin kıdemi (ezeliyeti): Soruyorum Allah’ın yaratması var mı? “Evet” dersen, yine soruyorum: Bu yaratması ezeli mi, sonradan mı? Eğer “sonradan” dersen; halbuki her hadis (sonradan olan) mahluktur ( yaratılmıştır). O halde o yaratmanın da, yaratıldığını söylemek durumunda kalırsın. “Onu yaratan, yaratıcılıkta hadis (sonradan) dersen, onu ne yarattı? diye sorarım ve teselsül olur. O halde “Allah’ın yaratması ezeli” dersen bak ne oldu: O zaman yaratılan ilk şeyi düşün; o halde onun da ezeli olması lazım gelmiyor mu ne dersin? Mesela bak, Allah’ın kudreti var ve bu ezelidir; kitaplarda böyle anlatılır. Soruyorum: Allah kurdetiyle mi yaratır? “Evet” dersen bak ne oldu: Alem (Allah’tan başka herşey) sonradan oldu; yani Allah alemi sonradan yarattı dersen, o halde bu sonradanlık ne demektir? Allah bu sonralığın gelmesini mi bekledi? Nedir bu? Eğer “Allah bekledi; önce yaratmadı sonra yarattı” dersen. O halde Allah’ta bir değişmeyi kabul ettin demek olur. Çünkü “kudreti ezelidir; önce yaratmadı, sonra yarattı; dolayısıyle kudreti bu işin olmasına taaalluk (bağlı ,ilgili) etti” dersen; bak ne oldu: Kudreti önce yaratmıyor, sonra yaratıyor oluyor ve bu kudrette bir değişmeyi beraberinde getiriyor. Halbuki ezeli olan değişme kabul etmez. Bir de diğer açıdan bakarsak; yani aleme “ezeli” dersek; bu sefer de başka problem var, şöyle ki: Yaratmaktan bahsedildiğinde zaten yaratılan için öncesinde yokluktan bahsetmek ya da başka bir şeyden bahsetmek lazım gelir. Sonuçta bir değişimdir. Mesela insanın çamurdan yaratılışı gibi; bak insan yoktu; var oldu, yaratıldı çamurdan. Fakat ben şunu diyorum: Yaratılan ilk şeyden bahsediyorum: Bunun için konuşursak ve buna “ezeli” dersek; ama ezeli ise değişmez ve yaratılan şey için de ezeli demek göründüğü kadarıyla bir çelişkidir. Lafın özü şunu soruyorum: Yaratılma konusunda, “Allah vardı ve sonra alem oldu” dendiğinde: Allah yaratmak için bekledi mi, beklemedi mi? “Beklemedi” dersen, alem ezeli demiş olmuyor musun? Eğer “bekledi” dersen, “neyi bekledi?” diye sorulur. Zamanını bekledi dersen. O halde zamanın varlığını kabul ediyorsun demektir. Yani kafam karışık; bu konu zaten çok derin.


*** Mesela ben yere yatmayı düşünüyorum; soru: Allah bu düşünceyi irade edip yarattığı için mi ben bu düşünceyi düşündüm yoksa irade etmeyip yaratmadığı halde mi ben bu düşünceyi düşündüm. Yani lafın özü düşüncelerimizi (cüzi irade) Allah mı yaratır, biz mi yaratırız yoksa bu düşünceler kendi kendine mi meydana gelir? Esas düğüm yeri burasıdır. Maturidiler ve insanın özgür iradesini savunanlar, cüzi iradeyi yani düşüncelerimizi Allah yaratmaz derler. Bunu kafanıza iyice sokun....


*** “Allah bildiği için yazdı” demeye getiriyorsun; mesela Adem’in yasak ağaçtan yiyeceğini Allah o yemeden önce biliyordu. Dolayısıyla “ilim maluma tabidir,” yani bilinene tabidir, tesir etmez diyorsunuz. Cevap : Ama Adem’in yasak ağaçtan yemesi, yani bahsi geçen Allah’ın bildiği fiil yine Allah’ın iradesiyle gerçekleşmedi mi? Eğer bu soruya “evet Allah’ın iradesiyle vuku buldu bu hadise” derseniz, bakın ne oldu? Allah onun yasak ağaçtan yemesini irade etmiş oldu ve Allah’ın irade ettiği bir fiilin meydana gelmesini Adem engelleyemez. O zaman anladık ki Adem bu fiili yapmaya mecbur oldu.


*** "Allah istese insan kılığına girebilir." Biri forumda bunu dedi.
Cevap: Bunu diyen kafir olur; "insan kılığına girebilir" demek “Allah cisim de olabilir” demek olur. Cisim ise parçalardan oluşmuştur ve her parçalardan oluşan kendisini oluşturana muhtaçtır. O bakımdan her cisim sonradan olur ve yaratılmıştır. Halbuki Allah yaratılmamıştır, dolayısıyla Allah cisim olamaz ve bunun olmayacağını Allah bilir.
ikinci sorun şu: Hz. Adem yasak ağaçtan yemeseydi ne olacaktı?
Cevap: Hz. Adem yasak ağaçtan yemek zorundaydı. Rızık Allah’tandır ve haram da rızıktır. O bakımdan Hz. Adem’e de esasen Allah zorla yasak ağaçtan yedirmiştir ve herşey Allahın iradesiyle olduğuna göre Hz. Adem’in bu fiili de yine Allah’ın iradesiyle vuku buldu ve Hz. Adem, Allah’ın irade ettiği fiili engellemeye kadir olamaz. Bu bakımdan Hz. Adem, Allah’ın zorlamasıyla yasak ağaçtan yedi. Bu sırada bana şöyle soruluyor: O halde şeytan ne? Yani o, ona vesvese vermedi mi?
Cevap: Evet verdi, ama şeytan da Hz. Adem gibi fiillerini ve düşüncelerini yaratamaz. Şeytanın düşünceleri ve fiilleri de Allah’ın yaratmasıyla mevcut bulur; dolayısıyla şeytanın Hz. Adem’e vesvese vermesini Allah istedi ve şeytanın vesevesi vermesini yarattı. Tabii ki şeytan da Allah’ın, kendisinde yarattığı fiili yapmamama kadir olamaz. O bakımdan şeytan da bu yaptıklarını Allah’ın iradesiyle, yani zolamasıyla yaptı. Dersen ki bana: O halde bu dünya imtihan değil mi?
Cevap: elbette değil. Allah sonradan olacak herşeyi daha o olmadan önce bilmiyor mu? Biliyor, bu nasıl imtihan o zaman. İmtihan değil. Fakat Kuran da imtihan ile ilgili ayetler var (mesela Mülk 2). İşte bu ayetlerin zahiri (görünüşü) alınamaz, te’vil edimesi gerekir. Yani başka manalar vermek gerekir.

*** Bir bedevi, Amr b. Ubeyd'inde bulunduğu bir ders halkasının başında durdu ve dedi ki: “Ey adamlar benim devem çalındı. Allah’a devemi bana geri döndürmesi için dua ediniz.” Amr b. Ubeyd dedi ki: “Allah’ım sen bunun devesinin çalınmasını murad etmediğin halde çalındı. Bu deveyi ona geri çevir.” Bedevi arap dedi ki: “Senin dua etmene benim ihtiyacım yok!” Amr: “Niye?” deyince, şu cevabı verdi: “O dilemediği halde devem çalındığı gibi, geri döndürülmesini istediği halde geri döndürülmeyeceğinden korkarım” dedi.
Yorum: Bana sorarsanız bu rivayet uydurmadır; ama devam edelim: Amr b. Ubeyd, Mutezile’dendir ve bu mezhebe göre Allah şerri irade etmez ve bu mezhep iradeyi; emretmek, razı olmak manasına alır. Yani Amr, özgür iradeyi savunur.


*** 1- Rızık Allah’tan mı? İçki içmek rızık mı? İçki içmek Allah’tan mı? (Haramda rızıktır Maturidilere göre)
2- Herşey Allah’ın dilemesiyle mi olur? Zina yapanlar var, Allah’a sövenler var. Bunlarda mı Allah’ın dilemesiyle oldu?
3- Allah günahların işlenmesini diler mi? Günahlar işleniyor mu? O halde dünyada Allah’ın dilemesinin, iradesinin dışında bir şey mi oluyor?
4- Kadere hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanıyor musunuz? Zina yapmak şer midir? Zina yapmak Allah’tan mıdır? Hani, hayır ve şer Allah’tandı ya...
5- "Allah’ım bizi kötü yola düşürme, yolumuzu saptırma" diye dua ediyor musunuz? Demek ki bizi kötü yola düşüren ve yolumuzu saptıran kimmiş?
6- Allah şerri irade eder mi? İster mi, diler mi? “Hayır” dersen, Allah’ın dilemesi dışında mı oluyor bu şerler?
7- İnsan kadere mi bağlıdır, yoksa hür müdür?
8- Şimdi, senin bu yazıları okuman kader mi?
9- Allah dilemeseydi sen bu yazıları okuyabilecek miydin?
10- Önünde iki meyve var, elma ve çilek; seç birini. Senin bu seçimin Allah’ın iradesiyle mi oldu yoksa iradesi dışında mı oldu?
11- İnsan Allah’ın murad ettiği (istediği, dilediği) şeye muhalif bir şey yapabilir mi?
12- Bir insan çalıntı yiyeceklerle yaşarsa, bunlar ona Allah’ın verdiği rızık mıdır?
13- Allah mahlukatının (yaratıklarının) kendisine itaat etmeden önce, itaat edecek olmalarını ve O'na isyan etmeden önce isyan edecek olmalarını irade etmiş miydi? Bu soruya “hayır” derseniz, Allah’ın iradesinin ezeli olduğunu reddetttiniz demektir. Eğer "bildiği için diledi" derseniz, bunun da cevabı sitededir.
14- Siz bu yazıları okumadan önce Allah bu yazıyı okuyacağınızı biliyor muydu, bilmiyor muydu? “Biliyordu” derseniz, soruyorum: Bildiği gibi olmasını mı diledi yoksa bildiğinin aksine olmasını mı diledi? "Bildiği gibi olmasını diledi" derseniz, sizin bu yazıyı okumanızı Allah’ın irade etmiş olduğunu kabul ettiniz demektir ve siz Allah’ın irade ettiği bir fiili, hareketi engelleyebilir misiniz? "Hayır engelleyemem" derseniz, demek ki siz bu yazıları Allah’ın zorlamasıyla, mecburen, tıpış tıpış okudunuz. Ne dersiniz bu işe?
Bu soruları ne kadar bilgili olursa olsun “insanın hür iradesi” olduğunu savunan kişilere sorarsanız, yüzü kıpkırmızı kesileceğini tahmin etmekteyim. Gece uyuyamaz tahminime göre; sorun görün. Defalarca söylediğim gibi peygamberin kader hadislerinde, insanın özgür iradesi olmadığı anlatılır. Bu hadisleri de onlara sorarsanız yine kıpkırmızı olurlar. Hadi sorun artık! Cüzi irade vardır, bizim tercihlerimiz vardır, ama bunlar sonuçta düşüncedir ve düşüncelerimiz de Allah’ın yaratmasıyla oluşur; dolayısıyla aslında biz de Allah hangi düşünceyi yaratırsa, biz o düşünceyi düşünebiliriz.


*** forumda biri diyor ki: Kendini tanıt ve niçin bu yazıları yazma gereği duydun
Cevap: Ben 1976 doğumluyum. Hiç kimseden dini eğitim almışlığım yoktur. Kuran’ı okumayı bile kendim kasetlerden öğrendim; fakat günde ortalama 7-8 saat kitap okurdum yine okuyorum, beş yıl önce kader hususunda piyasadaki dönen dolapları yavaş yavaş hissetmeye başladım. Olaylar şöyle cereyan etti: Senin de yazıp gördüğün gibi kader hususundaki hadislerde tamamen cebr (Allahın kullarını günahlara ve sevaplara zorlaması) görüşü vardır. Hal böyleyken ben piyasadaki elime geçen dini kitapları okuyorken, onlarda ekseriyetle kader hususunda kulların özgür iradelerinin olduğu anlatılırdı. Bu anlatılanlar çok çelişkilidir yani bir dediklerini bir alt satırda dahi yalanlayıcı ifadeler kullandıklarını görüyordum; bunların üç kağıt olduğunu hissediyordum lakin onların kendilerince getirdikleri bazı örneklerine, cevaplarına, karşı cevap veremiyordum. Sonra kendi kendime dedim ki: “Bunlar bu kadar alim, elbette vardır bir bildikleri” deyip dediklerini kabullendim. Fakat bu anlayış yani kulların özgür iradesi hususuyla, herşeye şamil olan Allahın iradesini bir türlü uyuşturamıyordum. Üç - dört sene böyle bunalımlı olarak geçti. Zira tatmin olmuyordum, kendimi kandırdığımı hissediyordum ki bu beni hepten bunaltıyordu. Böyle giderken dört - beş yıl önce Muhammed İhsan Oğuz’un “Kaza ve Kader” kitabı elime geçti. Bu kitabı okuyunca şok oldum; çünkü hak mezhep dediği Maturidi mezhebiyle, açıktan açığa kaderi inkar ettiğini bildiğimiz Mutezile mezhebinin aslında aynı yolda olduklarını ve sözde bir çekişmede bulunduklarını iftiraf ediyordu. Daha sonra bu laflarını düzeltmek istiyordu. Ben o kadar etkilendim ki acaba yanlış mı görüyorum diye bir günde okuyacağım bu kitabı, kelime kelime tetkik ederek bir haftada bitirdim (bu bahsettiğim kitaptan alıntılar ve çelişkileri sitede vardır) ve bu konuyu tüm detaylarına kadar incelemeye karar verdim; sonra kelam ve felsefe kitaplarına daldım ve bu işin inceliklerini araştırmaya başladım. Bu arada öğrendiklerimi çevremdeki insanlarla da konuşuyordum. Bir de baktım ki, insanların tamamına yakını da neyi savunduklarını tam manasıyla bilmiyorlar. Genelde kulaktan dolma fikirleri var; okuyanların ise bilgili olduklarını düşündükleri kişilerin kitaplarını okuyup, pek sorgulamadan hemen doğru kabul ettiklerini gördüm. Bu aralar Razi'nin “Tefsiri Kebir” diye meşhur olan tefsiri elime geçti. Bu tefsirde bir farklılık vardı. Çünkü Razi, Eş’ariydi ve cebirciydi yani “kulların özgür iradesi yok” diyordu. Ondan da pek çok bilgi edindim, sonra şunu farkettim ki Eş’ari mezhebine piyasadaki kitapların neredeyse tamamı Ehli Sünnet ve Hak mezhep diyorlardı yine Maturidi mezhebine de Ehli Sünnet ve Hak mezhep diyorlardı. Ben kelam kitaplarına bir baktım, yine afalladım. Çünkü, Hanefilerin genelde itikadda Maturidi mezhebinde olduğu söyleniyordu ya, ben de “madem Hanefiyim demek ki ben de Maturidiyim” diye kendimi Maturidi görüyordum. Lakin ilk okuduğum kelam kitabında, şunu gördüm ve yamuldum kaldım; çünkü orada cüzi iradeden bahsediyordu ve cüzi irade ise şu demekti: Ben şimdi oturuyorum ya, şimdi ayağa kalkmak istedim; işte bir hareketi yapmayı istemeye, yani verdiğim örnekteki “ayağa kalkmayı isteme” düşüncesine cüzi irade adı verilir. İşte bu Maturidi mezhebi cüzi iradeye mahluk (yaratılmış) değil diyormuş. Yani “Allah yaratmaz” diyormuş; bir baktım Eş’ari mezhebine “cüzi iradeyi Allah yaratır” diyor. Ben dedim ki: “Nasıl bu Maturidi mezhebinin dediğini savunurum, o halde ben bu mezhebi bırakıyorum ve Eş’ari mezhebine geçiyorum.” Fakat hala Eş’ari mezhebinin cebirci olduğunu bilmiyordum. Zamanla daha incelikleri gördüm; yani çok yalan dolan var bu işlerde onu söylüyorum. Sonra ruyetullahı (Allah’ın görülmesi) inkar ettim ve Eş’ari mezhebinden de çıktım. Lafın kısası kitapların ekserisi cebr görüşünü aşağılar ve Eş’ari mezhebine “hak mezhep” derler ama çoğu bilmez ki “hak” dedikleri bu Eş’ari mezhebi de “kulların özgür iradesi yoktur, Allah zorla günah ve sevap işletir” der. Üç kağıt, yalan, dolan o biçim. Bunları elimden geldiğince insanlara anlatmak istiyorum. Zira bir çok kişinin, Maturidi mezhebinin yaptığı laf oyunlarını cevaplayamadıklarını gördüm. Benim beşbinden fazla insanla yaptığım tartışmalar vardır; çok yüksek tecrübem vardır. İnsanlara öğrenmeleri için bu yazıları yazdım. Said Nursi diyorlar; gerçekçi olun! Bu işler çok incedir; tam manasıyla bu konuya kişinin kendini vermesi lazımdır, itikadi mezhepleri araştırması, onların ne dediklerini, nasıl savunma yaptıklarını çok iyi bilmek lazımdır. Said Nursi ise kelamcı değildir ve bu hususta çok yetersizdir. Bunu ispatladım ve yine ispatlarım; şu aralar onun külliyatını okuyorum, bitirince diğer çelişkilerini de göstermek istiyorum ta ki anlayın bu işin ne kadar ince, detay olduğunu.



*** Gene tercihte kaldım gitsem mi, kalsam mı?! Ben kalmayı tercih ettim ve Allahın benim kalmam neticesinde irade ettiği şeyi yaptım ve yazdım. Ama tüm bu tercihler arasından yazmamayı ve işe gitmeyi tercih etse idim, Allah işim ile alakalı irade ettiği işi yapacak ve Allah benim için o sahneleri yaratacak idi. (Muadil adlı biri forumda böylece yazmış)
Cevap: Fakat birşeyi gözardı etmişsin; “irade ettikten sonra fiilimi Allah yaratıyor” diyorsun da irade etme durumunu ve iradeni Allah yaratmıyor mu? “Ben istiyorum, Allah fiili yaratır” diyorsun da "istememi Allah yaratıyor” demiyorsun. Bunu görmek istemiyorsun, insanların çoğu da böyle; bu bahsettiğin iraden yine Allahın ezeli iradesiyle vücut bulmuyor mu? Milyonlarca düşünceden birini sen seçtiğini ifade ediyorsun; bak şimdi: Milyonlarca düşünce bir insan için aynı anda mevcut olamaz, hatta iki düşünce bile aynı kişi için aynı anda vücut bulamaz. Dolayısıyla sen önce bir düşünce, sonra diğer düşünceyi düşünürsün; mesela sen hem sağa gitmek düşüncesini, hem de sola gitmek düşüncesini aynı anda düşünebilir misin? Hayır düşünemezsin. Dolayısıyla senin aklına gelen tüm fikirler Allahın yaratmasıyle meydana gelir.

*** Nasslarda geçen Allah’ın gazaplanması ve razı olması ifadelerinin de zahiri alınamaz. Şöyle te’vil edilmelidir: Gazaplanma ifadeleri cezalandırma, razı olma ifadeleri ise mükafatlandırma olarak kabul edilmelidir.


*** : Allah şerri irade eder mi?

*** Net soruyorum, cevap verin; evet mi, hayır mı? Düşüncelerimiz Allah yarattığı için mi varoluyor?


*** Allahın kalpleri mühürlemesi ile ilgili ayetler var bunlar ile ilgili şu soruyu soruyorum: bir kısım insanlar diyor ki: “Onlar mühürlendi ama şundan çünkü onlar çok isyan etmişlerdi ve azmışlardı o bakımdan onlar hakettikleri için Allah da onların kalplerini mühürledi diyorlar ya da Allah onların iman etmeyeceğini bildiğ için mühürledi” diyorlar. Ben de diyorum ki : lakin sorum şu: Bu kişiler mühürlendikleri anda iman edebilirler mi? Eğer “edemezler” derseniz, işte bu anda da iman teklifi bu kişilere var mı? Şu ayetlere bakın Araf 158 ve Bakara 21 bu konudaki bazı ayetleri de vereceğim. Bu işe ne diyorsunuz? Hem mühürlüyor hem de aynı anda iman teklifi var, yani o kişiye yine imanı emrediyor? Bu iş yani iman etme olayı, bu mühürlenme anında nasıl olacak? Ve bu o kişiye kaldıramayacağı yükü yüklemek "teklifi mala yutak" olmuyor mu? Evet oluyor. Lakin bakın Bakara 286: "Allah hiçbir nefse kaldıramayacağı yükü yüklemez" buyruluyor. Ben bu işlerin kolay olmadığını hep söyledim ve ben bu ayeti inkar da etmiyorum, lakin tevil edilmesi gereken bir ayettir. Yani başka bir mana vermek gerekir. Kurandaki başka ayette köre, topala güçlük olmadığı bildirilmişti.( ayet numarasını hatırlayamıyorum) İşte bu manada bir kaldıramayacağı yükü yüklemez diyoruz. Hani “onlar savaşa gitmesede olur” manasında. Bu konuyu da o kadar ifade ettim, bunu da pek yorumlamadınız ne diyorsunuz. Bu başlıkta da özelikle bu konuyu konuşalım. Zira bu hususta özgürlükçüler savunma yapamıyorlar..............

*** Bak yusuf neden ben maturidiliği kabul etmedim? Şundan: Yüzyıllardır süren bir üçkağıt. Bu konuda çok felaket laf oyunları dönmekte ve insanların ekserisi de zaten özgür irade savunulmasına inanmaya meyillidir. Bütün bunlar birleşince Maturidilik yüzyıllardır kabul görmüştür ve aslında Eşarilik bence hiçbir dönemde halk tabakasının çoğunluğu tarafından kabul görmemiştir. (Delil mi istiyorsun? Git sor Şafilere kader konusundaki görüşlerini, sana tahminim özgür iradeyi savunurlar. Halbuki mezhebim dediği Eşarilik cebircidir, yani kulun özgür iradesi yoktur der.)
Görünüşte sanki kabul edilmiş gibidir ama hakiki hakim görüş kim ne derse desin maturidiliktir kim ne derse desin. Önce şunu söyleyelim, bu Maturidilik kadere inadıklarını söylerler, her şey Allahın iradesiyle olur derler, tamam mı? Fakat cüzi iradeyi Allalh yaratmaz derler. İşin tuhafı şu ki bu mezhebin imamı ise bunu demedi, yani Ebu Mansur Maturidi “cüzi iradeyi Allah yaratmaz” demedi. Aksine “sonradan olan herşeyi Allah yaratır” dedi. Hatta “imanı da Allah yaratır ve bunu kabul etmeyenin lafı dinlenmez” dedi. Fakat Maturidi dediği bu lafların cebr yani kulun özgür iradesi olmaması manasına gediğini, yani o manaya geldiğini göremedi. O yine kulların özgür iradesi olduğunu söyledi. Yani kitabı çelişkilerle doludur. Zaten son attığım mesajlarda da onun "Kitabu-t Tevhid" adlı kitabında düştüğü çelişkilerini gösterdim. Sonradan bu mezhepte olduklarını söyleyenlerden bazıları düşündüler; çünkü bu mezhebe göre insanların fiillerini yani hareketlerini Allah yaratır görüşü kabul ediliyordu. Böyle bakıldığında cebr olur. O bakımdan dediler ki: Cüzi irade yani bir fiili yapmadan önce yapma isteği yani ben ayağa kalkmayı istiyorum ya ha işte bu benim ayağa kalkma düşüncemi Allah yaratmaz dediler. ( İbn Humam bunu dedi) Çünkü onlar eğer bu düşüncemi de Allah yaratırsa bu sefer özgür irademiz kalmaz dediler ve böyle gidiyor daha detayları sitededir. Fakat sitedeki bir çok görüşümü değiştirdim. Burada değiştirdiğim görüşleri yazdım. Mesela en son ne dedim: Allahın gücünü, kudretini inkar ediyorum dedim değil mi? Şimdi bakıldığında bu nasıl laf diyorlar değil mi? Halbuki bu işin derinlerinde acayip detaylar mevcuttur. Mesela kudret sıfatına ezeli denirse ve Allahın yaratması bu kudretiyle olur denirse bak ne oluyor: Mesela dünyanın yaratılışı, benim yaratılışımdan önce ya, bak ne oldu: Önce dünyayı yarattı, sonra beni yarattı, neyle yarattı? “Kudret sıfatıyla yarattı” denirse ve bu kudret sıfatı ezeli denirse bakın probleme: Önce beni, sonra dünyayı yarattı dendiğinde, bu açıdan bakıldığında kudret sıfatında değişim oluyor. Yani önce farklı, sonra farklı şey yaratılıyor. Yani kudretin taalluku (ilintisi, bağlılığı) farklı şeylere oldu demektir. Ama ezeli olan şey de değişme olmaz ki. Bu kabul edilemez ve bu görüş Allahın zatında değişmeyi kabul etmek demektir. Halbuki Allah da değişme olmaz. Bunu da anlatamadım ama ne kadar zor olduğunu işin içinde çok iş olduğunu herhalde biraz anlatabildim.

*** Evet haklısın hata yaptım, kafadan söylediğim için karıştırmışım ayet numarasını: "Allah hiç bir nefse kaldıramayacağı yükü yüklemez" ayeti bakara 286 olacaktı. Yanılmışım sayende düzeltmiş oldum..........
Cevap: İnsanların ekserisi, çoğunluğu cehenneme gidecek delil: Araf 179. ayet ve daha delil çok ayet var. Ben cennete gideceğimi bilemem, nasıl bir inançla öleceğim bilemem. Evet cennet ve cehenneme inanıyorum. Bana çok kişi müslüman mısın? diye soruyorlar, bakın şu örneği vereyimde hakkımda bilgi sahibi olun: Ben 98 yılında beden öğretmenliği bölümünden 19 mayıs üniversitesinden mezun oldum ve tayinim çıktı Yozgata, fakat tayin çıkma aşamasında ben kızlara bakmanın haram oluşuyla ilgili araştırmalarımı o dönemde tamamlamıştım yani inceliklerini ve ulaştığım sonuç şuydu: Yabancı kızların saçına bakmak haramdır. Hal böyle olunca günah diyerek göreve gitmedim. Ben üniversite 2. sınıfta bu islami ilimlere yönelmeye başladım. (96 yılında) Bana karşı çok şüpheci davranıyorsunuz; ben bir şey diyorsam zaten ona karşı yapılan savunmaları yıllarca okudum demektir. Kaç kere dedim ki bana güvenin. Ancak ben sık sık fikirlerini değiştirebilen biriyimdir, yeniliklere açığımdır ve bunu size anlatmakta isterim. Hanif dostlar diye sonra Teknik forum bir de Özgür düşünce forum, bunlar yazılarımın çoğunu silmediler. İşte bir kısım forumlar kovmadı, bazıları kovdu. Sonra başka isimlerle yine yazdım yine kovdular, böyle gidiyor; beni devamlı kovan kayzer diye bir forum var. Bir acayip iş, bana cevap veremeyeceklerini bildiklerinden kovuyorlar. Aslında benim bu söylediklerimin arka planı var, yani ben misal, Allahın iradesini inkar ettim ama dört yıldır kafamdaki bir problemdi bu ve yüzlerce kitapta bu zayıflıkları göre göre ben de birikiyor ve “bom” patlıyorum. Bu aralar birbiri ardınca çok patlamalar oldu ben de ve ben taassup sahibi değilimdir; hayatım boyunca savunduğum bir görüşün yanlışlığını anladığım anda o görüşü saniyede terkederim. Yani bu millet benim ne kadar araştırma yaptığımı abartma olacak ama "hayal bile edemezler" esasında bu son yazdığım yalan ama ne kadar araştırdığımı anlamanız için böyle dedim. Samsunda kovulmadığım yer zaten kalmadı. Hocalar beni tanıyorlar, hatta şöyle bir anımı anlatayım: Bir defasında bir cami hocasına yaklaştım kendisini tanımıyordum ve kendisine bir kağıt uzattım, kağıta birkaç soru yazmıştım; o kişi kağıda bakmadan elimi kendisinden uzaklaştırdı. “Ne oldu, beni tanıyor musunuz?” dedim. Evet anlamında başını salladı ve birşey söylemeden kalktı gitti. Böyle yani, ben de burada nette yazıyorum ne yapayım.

*** Bakın şimdi size süper delil: Allah görür diyorsunuz ya, soruyorum: Allah bizi görür mü? evet derseniz soruyorum: Bizi yukardan mı yoksa aşağıdan mı görür yoksa sağdan mı, soldan mı görür? Gördünüz mü işler nereye varıyor? Öyle bodoslama gitmek olmaz, düşüneceksiniz: "Ben bir şey diyorum ama bunun gerisi nedir? Yani bu laf nereye gider?" bunu ekseri düşünemiyorsunuz. Bak bu işler kolay değil. Düşünelim,( düşünmekten korkmayın) evet görme olayından bahsediyorsak; görülenin bir yönde ve yerde olması gerektiği gibi görenin de bir yönde ve yerde olması gerekir. O halde bu laf sonuçta görenin cisim olmasına ve şekli şemali olmasına varır. Eğer derseniz ki: "Yok Allah her yerden bizi görüyor" bak şimdi bir insan düşün, bu insanı her yerden görmek ne demek? Bakın üstten görünümünü düşünün ha, şimde alttan görünüşünü düşünün sonra sağdan ve soldan, böyle düşündünüz mü? Şimdi bu farklı açılarda görüntüleri birleştirin, birleştirdiniz mi? Ne! birleşmiyor mu? Tabii ki birleşmez. Evet birleşmez yani bu farklı açılardan görünüşlerin görüntüleri birleşmez. Birleştirmeye kalksan da zaten bir mana ifade etmez. Demek ki Allah görmez. O halde Kurandaki görme ile ilgili ayetleri ne yapacağız mı diyorsunuz? Cevap: Bu ayetlerin manasını, görülebilecekleri ve duyulabilecekleri bilmek manasına alırız. Yani mutlak bilme anlamında. Bu sadece benim görüşüm değil unutmayın. Bir örnek vereyim de sizin kafa yapınızın nereye vardığını görün: Soruyorum o zaman; Allahın eli var mıdır? Yok mu diyorsunuz yoksa var mı diyorsunuz? Hani Kuranda ayetler var; Allahın elinden, yüzünden, gözünden bahseden ayetler var. Arşa istiva etti deniyor. İstivanın manası ise oturmaktır, yerleşmektir, karar kılmaktır, bu ve benzeri ( insan biçimci) ifadeler Kuranda çoktur. O halde ne yapacağız? Allahın eli, gözü, yüzü var mı diyeceğiz? Bu o zaman Allahı insan gibi düşünmek demektir. Ama bir taraftan da ayetleri inkar edemeyiz. O halde ne yapacağız? İşte şunu yapacağız: "Tevil" Tevil demek, akli deliller ile sabit olan bir gerçek ile nassın (ayet, hadis) zahiri (görünüşü, dış anlamı) arasında çatışma ve zıtlaşma varsa yapılan işlemdir. Bu gibi durumlarla karşılaşınca ne yapacağız? Akli delili alacağız ve nakli delili (ayet ve hadis) akli delile göre yorumlayacağız; işte bu işleme tevil denir. Yani eli ifadesini nimet manasında, yüzü ifadesini zatı manasında, istivayı ise mülkünün hükümdarı manasında, görmesini ve duymasını da görülebilecek ve duyulabilicekleri bilmesi manasında, iradesini ve kudretini de ilmindekilerin varlık sahasına çıkması manasına alırız. Yani lafın özü, Kuranda geçen bütün sıfatları ilmine irca edeceğiz, diğerlerini mecazi olarak kabul edeceğiz ve ilmine de zatının aynıdır diyeceğiz.


*** Bugün size anlatacaklarım acayip, şunu söyleyeyim ki, çok kişi zaten bu işi anlamazda anlayanlarda geçiştirirler. Yıllarca ben de içimde sakladım, sindirdim ama evet bugün birden koptu içimde fırtına. Yani ben bunları söylüyorum ama bu da yıllarca içimde biriken şeylerdendir. Konu son peygamberin imanı meselesi. Nedir bu iş? Şudur: Eğer baktıysanız Allah’ı anlatan hadislere, şunu görürsünüz: "Antropomorfizm" yani insan biçimci bir ilah anlatımı vardır. Bu rivayetlerde Allah’ın bir cismi ve şekli varmış gibi anlatıldığını görürsünüz. Örnek olarak bir kısmını vereyim:
_“Ben gökte olanın emini (güvendiği) olduğum halde, hala siz bana güvenmiyor musunuz!” (Buhari no: 3344, Müslim no: 1063)
_”Rabbimiz, (her) gecenin son üçte biri (son üçte birlik bölümü) kaldığı zaman dünya göğüne iner ve şöyle der: “Yok mu bana dua eden? Duasını kabul edeyim. Yok mu benden bir şey isteyen? İstediğini ona vereyim. Yok mu benden bağışlanma dileyen? Onu bağışlayayım.” (Buhari no: 1145, Müslim no: 758)
_”Yazıklar olsun sana! Allah’tan kullarından herhangi birine şefaat etmesi istenilemez. Allahın şanı bundan daha yücedir. Yazıklar olsun sana! Sen Allah’ın (büyüklüğünün ve yüceliğinin) ne olduğunu bilir misin? Muhakkak O’nun Arş’ı göklerinin (bazı rivayetlerde: ve yerlerinin) üstündedir. (Allah’ın Arş’ı) aynen şöyledir: (Resulullah bu sırada) parmaklarıyla işaret ederek (şöyle dedi): Tıpkı bir kubbe gibidir. Ve o Arş’ın bir (deve) palanının (semerinin) binicisinin (ağırlığı) nedeniyle gıcırdaması gibi bir gıcırdaması vardır.” (Ebu Davud, no:4726)
_”(Allahım!) Senden, yüzüne bakma lezzetini ve seninle buluşma şevkini (arzusunu) bana lutfetmeni diliyorum.” (Ahmed 5/191, Nesai 3/54-55)
_”Allah’ın eli öyle doludur ki gece gündüz ondan (bağışlar ve nimetler) devamlı akar. Siz, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığından beri (eliyle) infak ettiği (verdiği) şeyleri gördünüz mü? (düşündünüz mü?) Çünkü bütün bu verdikleri bile O’nun sağ elindekileri hiçbir şekilde eksiltememiştir.” (Buhari no:4684, Müslim no:993)
_”Muhakkak adil olanlar (kıyamet günü) Rahman Azze ve Celle’nin sağında nurdan minberler üzerinde olacaklardır. Rahman’ın her iki eli de sağdır.” (Müslim no:1827, Nesai 8/221-222)
_ “Ademoğullarının kalplerinin hepsi Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasında tek bir kalp gibidir. Onları dilediği gibi çevirir.” (Ahmed 2/168-173, Müslim no: 2654)
_ “Kıyamet günü Allah yeri avucuna alır, gökleri de sağ elinde dürer (katlar) sonra da şöyle der: ‘Mülkün sahibi melik (hükümdar) benim! Hani yeryüzünün hükümdarları nerede?” (Buhari no: 4812, Müslim no: 2787)
_ “Yahudi bir adam peygamber’e gelir ve şöyle der: “Ey Muhammed! (Başka bir rivayette Ey Eba’l-Kasım!) Kuşkusuz Allah kıyamet günü gökleri bir parmağına, yedi kat yeri bir parmağına, dağları bir parmağına, ağaçları bir parmağına ve yaratıkları bir parmağına alır, sonra şöyle der : ’Bugün melik (padişah) benim.’ Bunun üzerine Resulullah (bir rivayette Yahudi’nin bu sözünü beğendiği ve tasdik ettiği için) ön dişleri görünecek şekilde gülümsemiş sonra da: ‘Onlar Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yeryüzü bütünüyle O’nun avucundadır, göklerde sağ elinde dürülmüş olacaktır.’ (Zümer 67) ayetini okumuştur.” (Buhari no:4811, Müslim no: 2786)
_ “Hiçbir peygamber gönderilmiş olmasın ki (diğer bir rivayette Allah hiçbir peygamber göndermiş olmasın ki) o ümmetini, bir gözü kör (şaşı) olan yalancı Deccal’e karşı uyarmış olmasın. Dikkat edin gerçek şu ki, Deccal’in bir gözü kördür (şaşıdır). Şüphesiz Rabbiniz kör (şaşı) değildir. Deccal’in iki gözü arasında kafir yazlıdır.” Müslim de hadisin devamında şöyle bir ek vardır: “Sonra onu heceleyerek söyledi: KFR (yani kafir); onu her müslüman okur.” (Buhari no:7131, Müslim no:2933)
_ “(Rabbimiz) daralmış, ümitsiz düşmüş halinize bakar” (Ahmed 4/12, İbn Mace no:181)
_ “Kuşkusuz Allah Azze ve Celle uyumaz. Zaten uyuması da gerekmez. Mizanı (diğer bir rivayette adaleti) indirir ve kaldırır. Gündüzün amelinden önce gecenin ameli, gecenin amelinden önce de gündüzün ameli O’na yükseltilir (kaldırılır). O’nun örtüsü (perdesi) nurdur (Ebu Bekr’in rivayetinde perdesi ateştir). Onu bir açıverse yüzünün nurları, yaratıklarından gözünün erdiği (iliştiği) her şeyi yakar kavurur.” (Müslim no:179, İbn Mace no:195)
_”Rabbimi (uykuda) en güzel surette gördüm... Ve Rabbimin avucunu, iki omuzumun (kürek kemiğimin) arasına koyduğunu gördüm. Öyle ki gönlümde (kalbimde) O’nun parmak uçlarının (diğer bir rivayette elinin) soğukluğunu hissettim.” (Ahmed 5/243, Tirmizi no:3235)
Ancak bilin ki hadis kaynakların da belki yüzlercesi var ve bir kısmı da kütübü sitte( altı kitap) denen hadis kitaplarında ve yine bir kısmı da Buhari, Müslimin rivayetleridir. Böyle insan biçimci hadisler çok var. Mesela Allahın görülmesi ile ilgili rivayet var ki Buhari ve Müslim rivayet etmiş. Hatta o rivayette güneşin görüldüğü gibi apaçık şekilde Allah’ın görüleceği anlatılıyor. Bakın şimdi problemlere: Hal böyle olunca zaten piyasadaki kitapların tamamına yakını Allah’ı insan şeklinde kabul edenlere veya “Allah’ın şekli var” diyenlere ya da Allah’ı bir cisim gibi düşünenlere yani “Allah bir yerde ya da yöndedir” diyenlere, bu kitapların neredeyse tamamı kafir der. Hal böyle olunca şimdi bunları yani bu rivayetleri yorumlayanlar iki kısma ayrıldılar. Bir kısmı bu rivayetleri toptan reddettiler. Mesela Mutezile, Cehmiyye ve filozoflar gibi; yani "Resulullah böyle şey demez, bu rivayetler tümüyle uydurmadır" dediler. Bu kişilerin ikinci kısmı ise bu rivayetleri reddetmediler (Eş’ariler ve Maturidiler) ya da edemediler; hani Buhari, Müslim rivayet ediyor ya; bu sefer ne yaptılar? Şunu yaptılar: "Resulullah böyle söyledi ama bu sözler ile zahiri yani dış görünüşünü kasdetmedi" dediler ve bu rivayetleri uygun şekilde yorumlamaya giriştiler yani te’vil ettiler. Şimdi sorum size: Sizce Allah’ı cisim olarak düşünmek, şekli var demek, hareket eder demek (her hareket eden bir mekandadır, zira hareket bir mekandan diğer mekana olur) ve böyle inanmak kafirlik midir? Herhalde çoğunuz bu soruya “evet” dersiniz. Lakin bir sorun var; eğer siz bu rivayetleri reddetmezseniz, iki şık var: “Resulullah bu rivayet edilenlerin zahirini kasdetti yani Allah’ın cisim olduğuna inanarak ve Allah’ın eli vardır, gözü vardır, yüzü vardır şeklinde itikad etti” ya da “evet böyle söyledi ama dış görünüşünü değil başka manaları kasdetti yani mecazen böyle ifadeler kullandı" diyeceksiniz. Ama eğer siz: "Evet o, bunları söyledi ama mecazi olarak söyledi" derseniz, ben de size soruyorum: Ama bu insanların çoğunluğu bu rivayetleri görünce, duyunca nasıl bir Allah inancı içinde olurlar? Ben söyleyeyim: Ekseri insanlar bu hadislerde anlatılan rivayetleri dinlediklerinde, çoğunluğu anlatımın zahirine yani dış görünüşüne bakar ve öylece inanırlar. Siz "Resulu Ekrem evet öyle söyledi ama başka mana kasdetti" derseniz; halbuki insanların çoğunluğu bu rivayetleri dinlediklerinde Allahın bir şekli olduğunu ve Allahın cisim olduğunu düşünür. O halde böyle söylemek insanların çoğunluğunun küfre düşmesine sebep olmuyor mu? Bu da düşünülmesi gereken bir inceliktir. Bu durum görmezden gelinecek bir durum mudur? Size açıkça soruyorum: Eğer Resulullah, bu rivayetleri söylemişse ve söylediği gibi inanmışsa yani zahirini kasdetmişse, Allah’ın bir cisim gibi olduğuna inanarak söylemişse, soruyorum onu da (Resulullah) tekfir eder misiniz? ( kafirdir dermisiniz?) Eğer demezseniz, tarihte çıkmış gruplar vardır. Mesela "Müşebbihe, Mücessime" bunlar da bu rivayetlerin zahirine (dış görünüşlerine) bakarak Allah’ı cisim kabul etmişlerdir. Hatta içlerinde bazıları “Allah’ın eti, kanı, organları vardır” demişlerdir. O halde bunlarıda mı tekfir etmeyeceksiniz? Ben görüşümü şöyle bildireyim: Eğer resulullah bu sözleri Allah’ın cisim olduğuna inanarak söylemişse “kafirdir” derim. Eğer mecazi manada söylemişse, bu da uygun olmayan bir davranıştır. Zira bir çok insan bu lafların zahirine bakar ve öylece inanır. Dolayısıyla insanların küfre düşmesine sebep olur ki, bu davranışta bence küfürdür. Dediğim gibi eğer bu rivayetleri söylemişse durum dediğim gibidir. Ama bu rivayetler yalansa, yani böyle sözler söylememişse durum başkalık arzeder.


*** Kitap: Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı Yazar: İbn Useymin (Guraba yayınları) Not: Bu kitapta ayetlerin ve hadislerin zahiri alınarak yorum yapılıyor ve te’vilciler kötüleniyor.
Sayfa 56: Ancak Ebu’l - Hasan el-Eş’ari’ye uyanların büyük bir bölümü O’nun bu son durumunu göz önüne almamışlar ve bazı itikadi meselelerde O’nun yolundan ayrılmışlardır. Ebu’l-Meali el-Cüveyni ve Ebu Hamid el Gazali bunların başında gelir. Amelin imandan olmadığını ileri sürerek imanda Mürcie’nin, Allah’ın sıfatlarını te’vil ederek de esma ve sıfatta te’vilcilerin yolunu izlemişlerdir. Allah’ın kelamı konusunda ise iki şey dışında Küllabiyye’nin görüşünü benimsemişlerdir. Oysa Ebu’l-Hasan el Eş’ari onların bu görüşlerinden uzaktır. Bunun en güzel kanıtı O’nun bu görüşlere cevap olarak yazdığı “el-ibane an Usuli’d-Diyane” adlı eseridir. Bu eseri ömrünün sonlarına doğru yazmıştır. O bu eserinde iman, esma ve sıfatlarla ilgili görüşlerini açıklamış ve Ehl-i Sünnet dışındaki sapık gruplara cevap vermiştir. Örneğin O’nun bu konular hakkındaki görüşlerini gösteren birkaç sözü şöyledir:
“İman; söz ve ameldir, artar ve eksilir.” (sh:59)
“Allah arşına istiva etmiştir.” (sh:53)
“Allah’ın niteliği bilinmeyen yüzü, iki eli ve gözü vardır.” (sh:53-54)
“Allah’ın kelamı yaratılmış değildir. Kuran’ın yaratılmış olduğunu söyleyen kimse kafirin ta kendisidir.” (sh:56)
Bu konuda daha geniş bilgi almak isteyenler, ilgili kitaba müracaat edebilirler.
_Yorum: Bu ifadeleri zikretmişse Ebu’l Hasan el Eş’arinin tekfiri lazım gelir. Zira bu laflar Allah’a cisim demeye varır.
_Sayfa: 155: (Gazali’nin “Vahdet-i Vücut” ile ilgili görüşleri anlatılıyor)
“Tevhidin dört mertebesi vardır:
“İkinci mertebesi: Müslümanların genelinin tasdik ettikleri (doğruladıkları) gibi insanın kalbinin la ilahe illallah lafzının manasını tasdik etmesidir (doğrulamasıdır). Bu avam tabakasının inancıdır.
Üçüncü mertebesi: İnsanın keşif yolu ve hak nurunun vasıtasıyla o manayı müşahede etmesidir ki bu Allaha yakın olan mukarrebunun makamıdır. Bu insanın pek çok şey görmesi fakat onları görürken çoklukları üzere Tek ve Kahhar olan Allahtan sadır olmuş bir halde görmesidir.
Dördüncü mertebe ise, insanın varlıkta birden başkasını görmemesidir ki bu sıddıkların müşahedesidir. Sofiler buna “el - fena fi’t - Tevhid” (Tevhid de yok olmak, kaybolmak) adını verirler. Çünkü insan, birden başkasını görmediğinden dolayı kendini bile görmez. Tevhidle müstağrak (kaybolmuş, boğulmuş) olduğu için kendini görmediği zaman da nefsinin tevhidi hususunda kendi nefsinden de fani olmuş olur. Yani hem kendi nefsini görmekten, hem de halkı görmekten yok olur, demektir.
Dördüncü mertebesindeki şu mana ile muvahhiddir: O’nun şuhudunda (görülmesinde) birden başkası hazır olmamıştır. O bütünü çok olduğundan ötürü değil, tersine bir olduğundan ötürü görür. İşte tevhidde en yüce gaye budur. Eğer “kişi göğü, yeri ve çok olmalarına rağmen hissedilebilen diğer cisimleri gördüğü halde, nasıl olur da birden başkasını müşahede etmemesi düşünülebilir? Nasıl olur da çok bir olur?” dersen bil ki: Bu mükaşefe ilimlerinin gayesi, son noktasıdır. Bu ilmin sırlarının herhangi bir kitapta yazılması caiz değildir. Arifler şöyle demişlerdir: Rububiyyet sırrını ifşa etmek küfürdür. Nasıl ki bir insanın ruhuna, cesedine, uzuvlarına, damarlarına, kemiklerine ve iç organlarına (ayrı ayrı) baktığında (veya bakıldığında) o insan çoktur, işte aynı insan başka bir itibar ve başka bir müşahede ile de birdir, öyle ki, o tek bir insandır, deriz . İşte bunun gibi, varlık aleminde olan herşeyin, Yaratandan tut da yaratılmışa kadar, pek çok değişik itibar ve müşahedeleri vardır. Aynı zamanda o, itibarlardan bir itibarla da birdir. Başka itibarlarla ise, onun dışındakiler çoktur. Bu itibarlardan bazısı, çokluk bakımından bazılarından daha şiddetlidir. Bunun misali insandır. Her ne kadar bu misal garaza tam uymasa da. Fakatt azda olsa genelde bu misal, müşahede hükmünde çokluğun bir olmaya dönüştüğünün keyfiyetine dikat çeker! Bu konuşma ile, varmadığın bir makamı inkarı bırakıp ona inanmanın, bir iman ve tasdik olduğu açıkça ortaya çıkmış olur. İşte buna, el-Hüseyn b. Mansur el-Halac, seferden sefere koşan el-Havvas’ı gördüğünde O’na şöyle diyerek işaret etmiştir: “Sen neyin içindesin?” el-Havvas: “Tevekkül hakkındaki halimi düzeltmek için seferlerde dolaşıyorum.” Oysa el-Havvas tevekkül edenlerdendi. el-Hüseyn: “Sen ömrünü, iç dünyanı mamur etmek uğrunda tükettin. Acaba tevhid hususunda fena bulmak nerede kaldı?” Sanki el-Havvas, tevhiddeki üçüncü makamı düzeltmek istemişti. Hallac ise ondan dördüncü makamı istemişti.” (İhyau Ulumi’d-Din, 4/262-263)
“Arifler gerçeklik semasına çıktıktan sonra Tek gerçekten başka bir varlık görmediklerinde ittifak etmişlerdir. Şu var ki bunlardan bazıları bu hakikati ilmi bir irfanla bulmuş, kimi bunu bir zevk ve hal olarak yaşamış; çokluk tamamen onlardan gitmiş ve sırf tekliğe dalarak mest olmuşlar, o halde akılları zail olmuş, o zevk içerisinde sanki bayılmışlar, artık kendileri de dahil, Allah’tan başka hiçbir şeyi hatırlamaya güçleri kalmamış, herşeyi unutmuşlar, kendilerinde Allah’tan başka bir şey kalmamış, öyle sarhoş olmuşlar ki akıllarının otoritesi, hükmü aşağı düşmüş de bazıları “Ene’l Hakk)=Ben Hakkım” demiş, bazıları da “Sübhani ma A’zama Şani=Kendimi tesbih ederim, benim şanım ne kadar yücedir” demiş, diğeri: “Ma fi’l-Cübbeti sivallah=Cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur” demiş. Aşıkların sekir halindeki sözleri saklanır, söylenmez. Ama sekir halleri de gidip de Allah’ın yeryüzündeki mizanı (kriteryumu) olan akıl hükmüne döndükleri zaman, bunun hakiki birleşme olmadığını, fakat ittihada (birleşmeye) benzediğini anlarlar. Bu Aşığın fart-ı aşk içinde söylediği şu söze benzer:
Aşık olan da, aşık olunan da benim.
Biz bir bedene girmiş iki ruhuz.
İnsan birden bire bir ayna ile karşılaşır, kendini aynada görür, fakat aynanın farkında olmazsa aynada gördüğü görüntüyü aynanın resmi, aynaya bitişik sanabilir. Şişe içinde şarabı gören kimse, şarap renginin, şişenin kendi rengi olduğunu zanneder. Bu hal, kendisinde alışkanlık haline gelmiş, ayağı bu noktada takılıp kalmışsa o hale müstağrak olur, mest olur da şöyle der:
Şişe inceldi, şarap süzüldü.
Birbirine benzediler, iş güçleşti.
Sanki şarap var, kadeh yok;
Yahut sanki kadeh var, şarap yok.
“Ama şarap kadehdir” demekle “Şarap sanki kadehtir” demek arasında bir fark vardır. Bu hal galebe çalınca hal sahibine izafetle FENA adını alır. Hatta fenaül-fena (yok olmanın yok olması) denilir. Çünkü o adam hem kendinden geçmiş, hem de kendinden geçmekten geçmiştir. Zira o halde olan kimse kendini bilmediği gibi, kendini bilmediğini de bilmez. Eğer kendini bilmediğini bilseydi, kendini bilmiş olurdu. Bu hale dalan kimseye izafetle, mecaz diliyle ittihad (birleşme), hakikat diliyle tevhid (birleme) denilir. Bu hakikatlerin ötesinde de öyle sırlar vardır ki onlara dalmak caiz değildir. İşte bu kaynak tek olan Allah’tır. O’nun ortağı yoktur. Bütün diğer nurlar O’ndan istiaredirler. Hakiki olan yalnız O’nun nurudur. Hepsi O’nun nurundandır. BELKİ HEPSİ O’DUR. Doğrusu, var olan O’dur. Gayrın varlığı ancak mecaz yoluyladır. O’ndan başka nur olmadığına, bütün nurların, tabi oldukları nurun zatından değil, vechinden geldiklerine göre her şeyin vechi O’na yönelmiştir: “Nereye dönerseniz, Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara 115). O halde O’ndan başka ilah yoktur. Çünkü ilah, vecihlerin (yüzlerin) ibadetle yöneldiği zattan ibarettir. Yani kalp yüzlerini demek istiyorum. Çünkü onlar nurlar ve ruhlardır. O’ndan başka ilah olmadığı gibi O’ndan başka O da yoktur. Çünkü hüve (O) işaret edilen şeyden ibarettir. İşaret ancak O’na olduğuna göre artık başka O, nasıl olabilir? Ne zaman bir işaret etsek, hakikatte bu işaret O’nadır. O halde “La ilahe illallah=Allah’tan başka ilah yoktur.” kelimesi avamın tevhididir. “O’ndan başka O yok” sözü ise seçkinlerin tevhididir. Çünkü öteki daha genel, bu daha özel, daha kapsamlı, daha gerçek, daha ince bir sözdür ve sahibini tek birliğe, sırf birliğe götürür. Mahlukatın miracının (yükselişinin) son noktası ferdaniyyet (teklik) memleketidir. Çünkü bunun ötesinde daha bir merdiven yoktur. Zira yüksek ancak çoklukla düşünülebilir. Çokluk öyle bir izafettir ki yükselmenin kendisinden başladığı ve kendisine yöneldiği şeylerin varlığını gerektirir. Çokluk kalkınca birlik gerçekleşir, izafet (görelik) batıl olur, işaret kalkar. Artık yüksek, alçak, inen, çıkan kalmaz; tekteki (ilerleme) ve uruc (yükselme) imkansız olur. A’lanın ötesinde uluvv (yükseklik) yoktur. Vahdetle beraber çokluk yoktur. Çokluğun kalkmasıyla uruc (yükselme) da kalkar. Eğer sonra, bir halden diğer bir hale değişme olursa bu, uruc ile değil, dünya semasına inmekle, yani yüksekten aşağıya doğmak suretiyle olur. Çünkü en yükseğin daha yükseği yok ise de daha aşağısı vardır. İşte bu makam gayelerin gayesi, arzuların sonudur. Bunu bilen bilir, bilmeyen inkar eder. Bu ilim, ancak Allah’ı bilenlere verilmiş olan özel mahiyetteki gizli bir ilimdir. Onlar bunu söyledikleri zaman Allah’a karşı mağrur (gururlu) olanlardan başkası inkara kalkmaz. Alimlerin: “Dünya semasına inmek, bir meleğin inmesidir” demeleri uzak görülmez. Ariflerin bazıları bundan daha garibini sanmışlar da şöyle demişler: “Ferdaniyyete (birliğe) müstağrak olan, en yakın semaya iner, bu iniş, onun duyuları kullanmaya veya uzuvları hareket ettirmeye inişidir.” Salat ve selam O’na olsun, Peygamber de şu sözleriyle buna işaret etmişlerdir: “Ben onun işiten kulağı, gören gözü, konuşan dili oldum.” Eh, kulağı, gözü, lisanı Allah olduktan sonra artık işiten, gören ve konuşan da O’dur. Çünkü O’ndan başkası yoktur ki.... O’nun (Allah’ın) Musa aleyhisselama şöylediği şu sözüyle de buna işaret edilmektedir: “Hasta oldum beni sormadın. Hadis...” demek ki bu muvahhidin hareketleri dünya semasındandır; duyarları, algıları bunun üstünde olan bir semadandır. Bu kimse akıl semasından mahlukatın miracının sonuna, ferdaniyyet (teklik) memleketinden ta yedi tabakaya kadar yükselir. Sonra vahdaniyyet tahtında oturur ve oradan göklerinin tabakalarına emri tedbir eder. Artık bakan, bu halde baktıkça dilini salıverir, “Allah Adem’i Rahman’ın suretinde yarattı” der. Fakat bilinmelidir ki bu söz te’vile muhtaçtır. Tıpkı “Ben Hakkım”, “Kendimi tesbih ederim” sözleri gibi. Hatta Hz. Peygamber’in: “Hasta oldum beni arayıp sormadın”, “Ben onun kulağı, gözü, dili oldum” sözlerinin de te’vile ihtiyacı vardır. Artık burada beyanı durdurmak istiyorum. Çünkü senin bundan fazlasına tahammul edeceğini sanmıyorum.” (Mişkatu’l-Envar sh: 12-15)

*** İbn Teymiyye’nin fikirlerinin, yeraldığı kitapta (“Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı” adlı en son örnek verdiğim kitabı kasdediyorum) Allah’ın sıfatlarından bahsediyor ve: “Allah’ın iki eli var, iki gözü vardır, Allah yukardadır, yüzü vardır ve bunlar gerçek manasıyla diyor. Açıkça Allah’ı cisim gibi anlatıyor ve böyle kabul etmeyene sapık diyor. Gördün mü durumları ve hadisleri delil gösteriyorlar bunlar. Hani sen “her ne kadar son peygamber bunları dedi ama mecazi mana kasdetti” desen de, bak insanlar içinden bu laflarının zahirini yani dış anlamını alanlar var ve kendileri gibi düşünmeyenlere sapık diyorlar. Dolayısıyla son peygamber bu ifadelerini yani insan biçimci ilah anlatışını velev ki zahirini kasdetmeden söyleyse bile bak insanlardan bir grup bu lafları kendi görüşlerine delil aldılar ve Allah’a cisim demeye vardılar. Halbuki son peygamberin ne yapması gerekiyordu biliyor musun? Şunu yapması gerekiyordu: Kurandaki bu gibi ayetlerin (el, yüz, göz gibi) zahirinin alınamayacağını, bu ayetlerin te’vil edilmesi gerektiğini anlatmalıydı. (Bu şekilde bir rivayete raslamadım, belki vardır ama görmedim) Ne dersin bu yoruma? Kendinizi aldatmayın! Gerçekleri görün diyorum.



*** Değiştirici olmadan değişme olur mu? olmaz derseniz. O halde bizim düşüncelerimizi değiştiren nedir? Biziz derseniz, halbuki bazen birşey aklımıza gelir; “bu nereden aklıma geldi” deriz. Eğer o düşünceyi aklımıza bizim getirdiğimizi düşünseydik böyle demezdik.

*** Not: Bir forumdan “akik” takma adı kullanan şahıs, bana soruyor, önce benim yazımı alıntı yapıyor.
“Örnek: Kürşat Otçu yazdı: ”Mesela bir renk seç, seçtin mi? Ben diyorum ki şu an kafandaki renk bir düşüncedir. İşte bu düşünceyi sen de Allah yarattı. Olay budur ve bu düşünce varolduğu müddetçe yaratılması devam eder.”
Akik diyor ki: “O halde biri hırsızlık yaptı ise (haşa) o düşünceyi Allah yarattı, biri fahişelik yaptı ise (haşa) o düşünceyi Allah yarattı, biri Allah'ı inkar etti ise (haşa) bu düşünceyi o kişide Allah yarattı.....vs O halde söyler misin? Cehenneme kim girecek? Ya da birileri cehenneme girecek ise hakettiğinden değil (haşa) Allah'ın öylece dilemiş olmasından. İnsanların özgür iradesi yok derken sanırım sizin demek istediğiniz şu; (yanılıyorsam düzeltin) Her türlü konuda yapacağım seçimlerin türevi Allah tarafından yaratılmış olduğundan ve bizler seçim yaptığımızda mecburen bunların dışına taşamıyor isek o halde seçim yapan aslında biz değiliz, dolayısı ile insanların reel manada seçim hakkı yok. Önce sizi doğru anlamış mıyım bunu okeyleyin, ardında söyleyeceklerim olacak! (Durum vahim)”
Akik’e cevap veriyorum: Evet akik işte senin gerçek yüzün bu. Fakat bu sadece senin değil yüzyıllardan beri kendine müslüman diyenlerin % 99’unun gerçek yüzüdür. Peki nedir bu gerçek yüz? İşte şudur: Benim 5 aydır ısrarla anlatmaya çalıştığım şu basit şeydi: Yani sonuçta biz düşünüyoruz. "İşte bu düşünceleri de Allah yaratıyor dedim ben ve yemediğim hakaret kalmadı bu forumda dahil." Neeee!....... evet,“Herşeyi Allah yaratır” dediğim için bunca hakaret yedim ben. "Nasıl ya olur mu öyle saçmalık" mı diyorsunuz; siz bunu bir daha düşünün derim. Çünkü bu Akik işlerin farkına varmış gibi; kendisin de evvelki yaşantısının izlerini taşıyor ve ne diyor? Bu hırsızlık düşüncesini Allah mı yarattı? "Haşa" diyor. Fahişelik yapanların bu düşüncesini Allah mı yarattı? Yine "Haşa" diyor. Aklınca Allahı kötü şeyleri yaratmaktan tenzih etmeye (uzak tutmaya) çalışıyor ve Allahı yücelttiğini düşünüyor. O zaman şu problemi görmüyor ve ya görmek istemiyor: Madem öyle, bu bahsedilen düşünceleri Allah yaratmıyorsa kim yaratıyor? Bakın laf nereye geliyor. Ben ne dedim: Tek yaratan Allahtır. O halde bağırıp çağırmanın alemi yok. Mantık çerçevesinde düşününce bakın ne oluyor: Hareketlerimizi ve seçimlerimiz yani düşüncelerimizi de Allah yaratıyor. Sonuç, evet basit değil mi? O halde özgür iradem kalmıyor. Diyorsun ki biz seçim yapmıyor muyuz o zaman? Cevap: Evet biz seçim yapıyoruz bu açık, fakat bu seçimlerimizi (çünkü seçimlerimiz de sonuçta düşüncedir) esasen Allah yarattığı için bizim özgür seçimimiz olmuyor. Biz kesb ediyoruz bu fiilleri, hareketleri. Kesb: kazanmak demektir. Ama şunu bil ki, bizim düşüncelerimizi Allah yaratır dersen zaten özgür irademizin olmadığını anladın demektir. Gerisi ve detayları sitemde kitaptadır. Hani bana teşekkür etme işi. Bak bunu sana öğretmişim, yani düşüncemizi Allah yaratınca cebr (yani özgür irademizin olmaması) olduğunu. Hani teşekkür bakalım ............................

*** Soru: "Allah mahlukatının kendisine itaat etmeden önce, itaat edecek olmalarını ve O'na isyan etmeden önce isyan edecek olmalarını irade etmiş miydi? Bu soruya hayır derseniz Allahın iradesinin ezeli olduğunu reddettiniz demektir."
Ve cevap olarak "Allah bildiği için irade etti" derseniz; cevap: Size göre (Maturidilik) Allahın hem iradesi, hem de ilmi ezelidir. O halde bahsi geçen şekilde cevap verirseniz, bakın mana şöyle oluyor: Sanki önce biliyor, sonra diliyor. Bu ifadenin zahirinden ise sanki, Allahın iradesi, ilminden sonraymış gibi bir mana anlaşılıyor. Halbuki siz (Maturidilik) Allahın hem ilmine, hem iradesine ezeli dediniz. Şu da bir gerçektir ki, ezeli olan bir şey zaman olarak başka bir şeyden sonra gelemez. Gelse zaten ona ezeli denmez; dolayısıyla "Allah bildiği için irade etti" denemez. Zaten Mutezile, Allahın iradesine hadis (sonradan olan) dedi. Bunu siz (Maturidiler) demiyorsunuz. Maturidilerin içyüzü şudur: Onlara sorsanız deseniz ki: “Kuran ezeli midir, yaratılmış mıdır?” Size “ezelidir, yaratılmamıştır” derler. Onlara bu sefer soruyorum: Kuran da, Şeytanın Hz. Adem’e secde etmediği ve Hz. Ademin yasak ağaçtan yediği yine Ebu Leheb’in (Tebbet suresi) cehennemde azap göreceği bildirilmiştir. Bu ayetler yalana dönemeyeceğine göre, bunlar ifade edildiği gibi meydana gelmesi lazımdır. O halde daha Ebu Leheb, şeytan, Hz. Adem yaratılmadan onların durumu hakkında bilgiler verilmiş. Şimdi şeytanın, Hz. Adem’in özgürlüğü daha nerede kalır? Zira Kuran ezeli ise, daha dünya ortada yok, alem ortada yok (Alem: Allah hariç her şey demektir) bu hükümler Kuran da mevcut; daha kulların özgürlüğü nerede? Yine bu soruma derlerse ki:"Allah onların öyle yapacağını bildiği için öyledir O'nun kelamı." Onların bu itirazına yukarıda geçen izahım yeterlidir. Çünkü hem ilmi, hem kelamı ezeli olunca; biri birinden zaman olarak önce veya sonradır denemez. Yine bu hususta Mutezile mezhebi Kurana yaratılmış demektedir. Hadis (sonradan olma) demektedir ki ben de Kuranın ezeli olmadığını savunuyorum. Mutezile mezhebi kaderi inkar eden mezheptir. Onlarda kulların özgür olduklarını savunurlar. "Allah zorla kullarına günah işletmez” diyorlar. “Eğer böyle olsaydı imtihanın manası kalmazdı, Allah zalim olurdu" şeklinde, aynen Maturidilerin (yani piyasadaki dini kitapların yüzde doksan dokuzunun mezhebi) dediği gibi diyorlar. Mutezile mezhebi der ki: “Kulların fiillerini, hareketlerini Allah yaratmaz; bu fiilleri kullar kendileri yaratır. Eğer hareketlerimizi Allah yaratırsa biz cebr altında kalırız, Allah o zaman bize zorla günah işletmiş olur” derler. Dikkat edin şimdi çıngarın neden koptuğunu izah edeceğim: Devran (başka bir forumdaki özgür iradeyi savunan şahıs) da bu hususu bilmez, lakin bildiğini zannediyor ve aklınca sizi benden korumaya çalışıyor. İşte dönen dolap: Anlattığım gibi Mutezile mezhebi “Hareketlerimizi biz yaratırız” dediler ve peygamberin kader ile ilgili tüm hadislerini inkar ettiler. “Bu hadisler mütevatir olmadığı için inanç konusunda delil olmaz” diyerek bu rivayetleri reddettiler. Maturidiler ise böyle davranmadılar fakat onlar da bu hadisleri gördü; o bakımdan, bu hadislerden genelde pek bahis açmamayı kendilerine daha uygun gördüler. (Eğer siz bu konuda hadis gösterirseniz onlara şunu derler: "Allah öyle olacağını bildiği için ... ") Bu hadisler ile ilgili yorumlar yapmayı geçiştirdiler. Şimdi çıngar dediğim şeye gelelim: Maturidi mezhebine göre fiillerimizi, hareketlerimizi Allah yaratır lakin cüzi irademizi Allah yaratmaz. Bu şu demektir; örnek: Ben oturuyorum diyelim; kalkmak istediğimde, Allah kalkmak fiilini yaratıyor, ben de kalkıyorum. Fakat burada örnek verdiğim “ayağa kalkma düşüncesi" cüzi iradedir, yani cüzi irade bir fiili yapmayı istemektir. Maturidiler şunu diyorlar: “Biz fiili yapmayı hür irademizle isteriz, peşine Allah da bu fiili biz istediğimiz için yaratır. Dolayısıyla biz yine hürüz.” Burada cüzi irade diye örnek gösterdiğim, düşünceleri bu mezhebe göre Allah yaratmaz. Halbuki bunların mezhep imamımız dedikleri kişinin kitabını (Kitabu-t Tevhid) incelediğimde, o tam aksine “Herşeyi Allah yaratır” diyordu ve onların bu "cüzi iradeyi Allah yaratmaz" ifadelerini söylemiyordu. Ebu Mansur Maturidi’nin "Kitabu-t Tevhid" adkı kitabından (bu kitap üzerindeki araştırmalarım yine sitede kader konusunun sonlarına yakındır, çelişkilerini gösterdim) bir örnek daha vereyim: Ebu Mansur Maturidi kitabında imanının mahluk olduğu ( yaratıldığı) şeklinde bölüm açmıştır ve "kim iman mahluk değil derse onun sözü kabul edilmez" demektedir. Buraya kadar tamam mı? bak şimdi; günümüzdeki kitaplara baktığımızda ise şunu görürsünüz, özellikle kelam kitaplarında Maturidi mezhebine göre “iman mahluk değildir” derler, gördünüz mü çelişkiyi? Dahasını söylüyeyim: 300 yıllık fıkıh kitabı olan Fetevayi hindiyye adlı kitap piyasada çoktur, bu kitap Maturidi itikadıyla yazılmıştır, Akçağ yayınları 4. ciltte küfür lafızları bahsinde aynen şu fetva vardır : "iman mahluk (yaratılmıştır) diyen kimse kafirdir." Yine aynı kitabın 15. cildinde hem Eşari hem Maturidi mezhepleri övülüyor, aralarındaki farkların önemsiz olduğu söyleniyor, bu da tamam mı? Bak şimdi: Halbuki eşari mezhebinin temel görüşü imanın mahluk olduğudur. Bakın kelam kitaplarına der ki: Eşari mezhebine göre "iman yaratılmıştır" ne oldu şimdi? Şu oldu ki: Bunlar ne dediklerini bile bilmeyen adamlardır; bunlar kendi mezhep imamımız dedikleri adamın dedikleri şeylere inanana kafir diyorlar, sonra da yine mezhep imamlarını göklere çıkarıyorlar. Bütün bunların daha detayları sitede vardır; cüz i iradenin yaratılmamış olduğu sözü sonradan bu mezhebe eklenmiştir. Kim ekledi, niye bunu yaptılar hepsinin izahı sitede diyorum size!!!! İbn Humam bu eklemeyi yaptı; ondan öncede diyen vardı. Said Nursi diyor ki cüzi iradeye, “emr-i itibari” (itibari demek, varsayılan demektir) derim ki: Varsayılan şey adı üstünde varsayılandır yani yoktur. Yokluk ise tesirli değildir. Siz daha ne özgürlüğünden bahsediyorsunuz.
*** Firavun imanının kabul edildiği konusunda bana katılmıyorsun. O halde cevap ver: Firavun iman ettiğinde hayatta mıydı yoksa ölmüş müydü? Hayattaydı dersen, soruyorum iman ettiğinde de iman etmekle mükellef miydi? (Araf 158) Size göre hem iman teklifi, var hem de iman etmesi kabul edilmiyor. Peki bu “teklifi mala yutak” (Kaldıramayacağı yükü yüklemek) değil mi? Halbuki Mutezile, Maturidiye ve siz de “teklifi mala yutak”ı kabul etmezsiniz. Çünkü bunu kabul etmek cebri kabul etmek demektir.

*** Soru: Düşünmek istemediğiniz halde düşündüğünüz bir düşünce oldu mu? “Evet” derseniz soruyorum: Madem siz istediğiniz düşünceyi hür olarak düşünebiliyordunuz nasıl oluyor da düşünmekten rahatsızlık bir düşünceyi düşünüyorsunuz? Demek ki bu düşüncenin kaynağı siz değilsiniz; eğer siz değilseniz kim? Cevap: Allahtır, tek yaratıcı odur. Eğer şeytan derseniz, evet o vesvese verir ancak o da yaratıcı değildir; Allah onda hangi fiil ve düşünceleri varederse şeytan ancak onu yapabilir. Kendimden bir örnek vereyim; ben bazen Allaha sövme düşüncesini içimde buluyorum, oysa ben bu düşüncenin kabul edimesinin, tasdikinin küfür olduğunu biliyorum; böyle bir şeyi düşündüğümde çok bunalıyorum, bunu düşünmek istemiyorum. O halde neden düşünüyorum? Cevap: Çünkü Allah o düşünceyi bende yaratıyor, ben de tıpış tıpış bu düşünceyi düşünüyorum. Zira ben Allahın ben de yaratmış olduğu düşüncelerin mahalliyim.

*** Gene tercihte kaldım gitsem mi, kalsam mı?! Ben kalmayı tercih ettim ve Allahın benim kalmam neticesinde irade ettiği şeyi yaptım ve yazdım. Ama tüm bu tercihler arasından yazmamayı ve işe gitmeyi tercih etse idim, Allah işim ile alakalı irade ettiği işi yapacak ve Allah benim için o sahneleri yaratacak idi. (Muadil adlı biri forumda böylece yazmış)
Cevap: Fakat birşeyi gözardı etmişsin; “irade ettikten sonra fiilimi Allah yaratıyor” diyorsun da irade etme durumunu ve iradeni Allah yaratmıyor mu? “Ben istiyorum, Allah fiili yaratır” diyorsun da "istememi Allah yaratıyor” demiyorsun. Bunu görmek istemiyorsun, insanların çoğu da böyle. Milyonlarca düşünceden birini sen seçtiğini ifade ediyorsun; bak şimdi: Milyonlarca düşünce bir insan için aynı anda mevcut olamaz, hatta iki düşünce bile aynı kişi için aynı anda vücut bulamaz. Dolayısıyla sen önce bir düşünce, sonra diğer düşünceyi düşünürsün; mesela sen hem sağa gitmek düşüncesini, hem de sola gitmek düşüncesini aynı anda düşünebilir misin? Hayır düşünemezsin. Dolayısıyla senin aklına gelen tüm fikirler Allahın yaratmasıyle meydana gelir.



*** KADERE İMAN
4795 - Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Kul, hayrıyla, şerriyle kadere inanmadıkça, kendine (hayır ve şerden) isabet edecek şeyi atlatamayacağını, (hayır ve şerden) kaçacak olan şeyi de yakalayamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz."
Tirmizi, Kader 10, 2145.
***
4796 - Ubâde İbnu's-Sâmit radıyallahu anh oğluna ölümü sırasında demiştir ki: "Oğulcuğum, başına gelecek olan şeyin asla atlatılamayacağını, kaçırdıklarını da yakalayamayacağını bilmedikçe sen, imannın hakikatının tadını asla bulamazsın. Zira ben, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şöyle söylediğini işittim:
"Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Kalemi yarattı ve: "Kıyamete kadar olacak şeylerin miktarlarını yaz!" dedi."
"Oğulcuğum, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan şunu da işittim:
"Kim bu inanç dışında olarak ölürse benden değildir."
Ebu Davud, Sünnet 17, (4700); Tirmizi, Kader 17, (2156).
***
KADERLE AMEL
4797 - İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, elinde iki kitap olduğu halde yanımıza geldi ve:
"Bu iki kitap nedir biliyor musunuz?" buyurdular. Cevaben:
"Hayır, ey Allah'ın Resûlü! bilmiyoruz. Ancak bildirmenizi istiyoruz!" dedik. Bunun üzerine sağ elindekini gö
Alıntı ile Cevapla
  #29  
Alt 07-10-2005, 10:42
aspartam aspartam isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: 21 Sep 2005
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 1.149
aspartam - MSN üzeri Mesaj gönder
Standart HADİSLERİN UYDURULMA SEBEPLERİ

1) DİNİ BOZMAK, DEJENERE ETMEK İÇİN UYDURMALAR

Din düşmanları dinimizi yaşanmaz bir şekle sokmak, dini saçma gösterip yıpratmak için birçok hadis uydurmuşlardır. Daha sonra kendileri ve kendilerinden sonra gelen birçok dinsiz de dini yıkma uğraşlarında bu hadisleri kullanmışlardır. İslama olan inançsızlıklarını, kin ve nefretlerini içlerinde gizleyerek, samimi dindar görüntüsünde halkın arasına karışan birçok münafık, her şeyden önce İslam inancını bozmayı ve Müslümanların kalplerindeki inançlarına şüphe ve tereddütler sokmayı başlıca amaç edinmişlerdi. Bu amaçla akla hayale sığmayan, kafaları bulandıracak, Peygamber'in söylemesine imkan olmayan onbinlerce uydurmayı hadis adı altında Peygamber'e fatura ettiler. Kuran'daki ayetler, daha Peygamber'imiz sağken münafıkların nasıl Müslümanlar'ın arasına karıştığını göstermektedir.

Halife Mehdi zamanında boynu vurulmak üzere yakalanan ünlü dinsiz Abdülkerim bin Ebil Avca öldürülmeden önce şu dehşetli açıklamayı yapar: "Siz beni öldürüyorsunuz ama, ben dininizde helali haram, haramı helal yapan 4000 hadis uydurdum.” 6000 küsür Kuran ayeti olduğunu düşünürsek sırf bir kişinin 4000 hadis uydurabilmesinin açacağı dehşetli tahribi anlayabiliriz. Ahmed bin el Cuveybari, Muhammed bin Ukeşa ve Muhammed bin Temim'in Hz. Peygamber hakkında 10.000'den fazla hadis uydurdukları söylenir [İbni Hacer, Lisanu'l Mizan]. Zehebi, Ahmed bin Abdullah'ın binlerce hadisi hadis imamlarına dayandırarak uydurduğunu, Enes bin Malik'in hizmetçisi olduğunu iddia eden Dinar Ebu Mikyes'in de Enes bin Malik'ten duyduğunu söylediği uydurma dolu bir sayfayı naklettiğini anlatır (Zehebi, Mizan). Hadisçilerin kitapları dini bozmak için kasıtlı yapılan uydurmaların itiraflarıyla doludur. Bu uydurmaların varlığı bellidir. Ama kim bu uydurmaların bugün meşhur olan hadis kitaplarına karışmadığını neye dayanarak garanti edecektir? Kuran'da geçen, Peygamber yaşarken var olan münafıkları, bundan sonra iki yüz yıl boyunca çıkan münafıkları kim nasıl teşhis etmiştir de onların uydurduğu hadislerden kitaplarını korumuştur?

2) SİYASİ AYRILIKLARDAN DOLAYI UYDURMALAR

Peygamberimiz'in vefatı üzerinden 40 yıl bile geçmeden Hz. Ali ve Muaviye arasında çatışmalar boy göstermiştir. Bu dönemden itibaren İslam alemi geriye dönüşü olmayacak bir şekilde siyasi ayrılıkların içine girmiştir. Siyasi olarak ayrılan toplumlarsa birçok alanda çelişmeyi, birbirine muhalefet etmeyi hüner saymışlar, kendi siyasi fırkalarını destekleyen hadisler uydurmuşlar, kendi siyasal hareketlerine inanmayı Allah'ın bir farzı olarak sunmuşlardır. Bu arada kendi liderlerini yüceltip, karşı görüşün liderlerini yerin dibine sokmuşlardır. Halili'de, Şiilerin Hz. Ali hakkında 300.000 hadis uydurduğu ve Hz. Ali'nin sözlerini nasıl saptırdıkları anlatılır (Halili, elİrşad). Bu sayı, Kuran'daki ayet sayısının 50 katı kadardır. Şiilikten ayrılan bir kimse Şiileri kastederek "Allah onların canını alsın, nice hadisleri değiştirdiler” demiştir (Müslim, Sahihi Müslim). Hz. Ebubekir'i Hz. Ali'ye üstün sayan ve bunu, mezheplerinin bir şartı gören Sunni görüşle, Hz. Ali'yi üstün saymayı imanın şartına dönüştüren Şii görüş ve onların asırlar süren Kuran dışındakilerle vakit kaybetmekten ibaret olan boş çekişmeleri, bu maddeye güzel bir örnek teşkil etmektedir. İslam siyasallaşınca, siyasi gücü elinde bulunduranlar dini, halkı isteklerine göre şekillendirmek için kullandılar. Bu kullanımlarında dini de kendi görüşleri ve menfaatleri doğrultusunda şekillendirerek, dine eklemeler ve çıkarmalar yaptılar.

3) DİNİ EKSİK ZANNEDİP, KENDİNCE DİNİ KURTARANLARIN UYDURMALARI

Dindar olarak tanınan birçok gözde(!) Müslümanın durumu Yahya bin Said'in: "Salih kişileri hadiste olduğu kadar hiçbir şeyde yalancı görmedik.” sözünde en güzel ifadesini bulmuştur. Bu gerçeği itiraf edenlerden biri de en güvenilir olduğu iddia edilen iki hadis kitabından birinin yazarı olan Müslim'dir. Müslim, Ebu Zennat'dan şunu nakleder: "Medine'de yüz kişiyle karşılaştım, hepsi de güvenilirdi, ama hadisleri alınmazdı” (Müslim, Sahihi Müslim, 1. cilt, sayfa 13). Görüldüğü gibi birçok sözde dindarın hadis uydurduğu hadisçilerin bile malumudur. Kendi görüşlerini çok değerli bulan bu tipler, dine kendi görüşlerini kattıklarında çok yerinde bir hareketle dine büyük hizmet ettiklerini sanıyorlardı. örneğin Kuran'da olmayan haremlik selamlığı dine sokanlar belki de kadınla erkeği ayırarak zinayı, yozlaşmayı kendilerince önlemek istediler. Oysa Allah'ın kendilerinden daha iyi düşündüğünü, Allah'ın unutkan olmadığını ve gerekseydi Kuran’da gerekli konularda açıklama yapılacağını bilmeleri gerekirdi. Allah'ın açıklamadığı bir şeyi dine sokarak dine fayda getireceğini sanmak, ilkel bir düşünme tarzıdır ve acı son da ortadadır.
Dini şahsi reylerine muhtaç görüp, sözde dine yardım edenleri, Allah'ın serbest bıraktığı konuları açıklayarak din gibi sunanları da, dini eksik zannedip din kurtaranlar sınıfına sokabiliriz.

4) DİNİ SEVDİRMEK İÇİN UYDURMALAR

Bu madde kısmen 3. maddeye benzemektedir, bu maddedeki tipler de dini kurtaracağını zannedenlerden, Allah'ın dini kurtardığından habersiz olanlardan oluşur. Bu tiplerdeki esas kaygı dini sevdirmek, ibadetleri sevimli göstermek gibi kaygılardır. Bu popülist kaygı Allah'ın indirilmiş dininin, uydurulmuş hadislerle ve izahlarla karışmasına yol açmıştır. Bu tipler arasında Ebu İsmet Nuh gibi Kuran'ın her suresinin faziletleri hakkında hadis uyduranlar da vardır. Peygamberimiz'i yüceltmek için Peygamber'in üstünlüklerine dair hadisler üretenler mevcuttur. Bu uydurucuların kendilerini savunmak için şöyle söyledikleri aktarılır: "Biz Hz. Peygamber adına yalan uydurmadık, bilakis bunu Peygamber'in getirdiği dini güçlendirmek için yaptık.”[İbni Hacer, Fethul Bari]. Bu alıntıda gördüğümüz gibi bunlar, bu tarzda hadis uydurmayı yalan olarak bile görmemişler, hatta bu korkunç fiillerinde belki de sevap ummuşlardır. "Biz Peygamber lehinde yalan söylüyor ve şeriatını takviye ediyoruz” (İbnul Cevzi, K. Mevzuat). Görüldüğü gibi bu uydurucular Allah'ın Kuran'ını eksik görmekle, bir de üstüne hadis uydurmakla kalmamış, üstüne üstlük dindarlık şampiyonluğunu da kimseye bırakmamışlardır.

Aşırı dindar tanınan kimseler bu özellikleriyle din namına en tehlikeli sınıflardan biri haline gelmişlerdir. Zira onlar halkın sevip güvendiği, sözlerine önem verip, hareketlerini örnek kabul ettiği kimselerdi. Onların hadis olarak tanıttığı söz, daha rahat kabul görüyor ve itiraza uğramıyordu. Böylece saf İslam, Kuran'ın ruhundan daha çok uzaklaştı ve oluşan yeni yapı tüm katkılarıyla katıksız İslam sanıldı.

5) MEZHEPLERİNİ, FİKİRLERİNİ DOĞRU ÇIKARMAK İÇİN UYDURANLAR

Saf vahiy olan Kuran'a dayalı bir İslam modelinden uzaklaşılıp, insan sözlerinin Allah'ın hükmü olarak takdim edildiği, hadise dayalı gelenekçi bir modelin kuvvetlendiği ortamda, insanlar dini farklı farklı anlamaya başlamışlardı. Bu tablo İslam'ı anlama ve yaşamada birbirleriyle uzlaşmayan, dini konularda ayrılığa düşen farklı düşüncelerin, kamplaşmaların, mezheplerin doğmasına sebep oldu. İnsanlar Kuran savunuculuğundan uzaklaşıp mezhep savunuculuğuna başladılar. Bunu yaparken de kendi düşüncelerinin haklılığını ispat edip halkı etkileyebilmek, kendi mezheplerine çekebilmek için Hz. Peygamber’in dilinden kendi mezheplerini öven, öteki mezhepleri aşağılayan uydurma hadislere dayanma ihtiyacı hissettiler. Hanefi mensuplarının bu şekildeki uydurmasını görebiliriz: "ümmetimde imam Şafii adında bir kimse ortaya çıkacaktır. O ümmetime şeytandan daha zararlı olacaktır. Ve yine ümmetim arasından adına Ebu Hanife denecek bir kimse gelecektir ki, o ümmetimin ışığıdır” (İbnu Arrak, Tenzihus Şeria, 2. cilt, sayfa 14). Bu arada Şafii taraftarları da boş durmaz ve kendi imamlarını kurtaracak hadis uydururlar: "Kureyş alimi (İmamı Şafii) yeryüzünün her yerini ilimle dolduracaktır.” Maliki mezhebi taraftarları hiç durur mu, onlar da kendi hadislerini açıklarlar: " İlim talebi için bir gün gelecek develerin boyunları vurulacak (yani uzun seyahatlere girişilecek) da Medine aliminden (İmamı Malik) daha alim birisi olmayacak.”

Sunni mezheplerde durum böyleyken Kaderiyecilerin de nasıl hadis uydurduğu eski bir Kaderiye mezhebi üyesi Ebu Reca Muhriz'e dayandırılarak anlatılır: "Kaderiyecilerden kesinlikle bir şey rivayet etmeyiniz, vallahi biz insanları mezhebimize çekebilmek için hadisler uydurur ve bu hareketimizle de sevap kazanacağımızı umardık. Ben bu suretle Kaderiye mezhebine dört bin kişi kattım.” (Er Cerhu Ve'l Tadi'l, 1. cilt, sf. 32)

6) ZORLAMA ALTINDA UYDURANLAR

Daha evvel de değindiğimiz gibi hadis toplama hareketinin ilk başlamasında özellikle Emevi halifelerinin zorlama, tehdit ve işkenceleri önemli yer tutar. İlk hadis toplayan kişi olduğu iddia edilen Ez Zuhri'nin şu sözü bunun delilidir: "Biz hadisi yazmaktan hoşlanmıyorduk. Ne var ki o yöneticiler (Emevi halifeleri ve adamları) bizi buna zorladılar.” Zorlama altında yapılan toplamalarda hadislerin mevcut yönetimin hoşuna gidenleri, mevcut yönetimin iktidar, kültür, gelenek, tarih anlayışını destekleyenleri toplanmış, buna aykırı olanlar elenmiştir. Mevcut hadisler zaten mana ile nakledildiğinden, birçok hadis kelime oyunlarıyla geleneği hükümleştirme yolunda kullanılmıştır. örneğin Peygamber'in kendi şahsi tercihi olarak yaptığı bir fiil anlatılırken; “Peygamber buyurdu ki”, “Peygamber emretti ki” tarzında, Peygamber'in muradı olmayacak bir tarzda kullanılmıştır. Tüm bu uydurma ve anlam kaydırmaları ise hiç şüphesiz hakim olan sınıfın, hadis toplama için zorlama yapan sınıfın görüşleri doğrultusunda olmuştur. Zorlama altında dine sokulan uydurmalar, sırf Emevi ve daha sonra Abbasi dönemleriyle sınırlı değildir. Bu dönemde çoğunlukla hadis uydurma yoluyla dine sokulan ilaveler, daha sonra halifelerin, valilerin zorlamasıyla fetva, içtihad adı altında kendini gösterir. Osmanlı döneminde halifeliğin, padişahlık gibi babadan oğula geçebileceği, devletin yararı için padişahların günahsız öz kardeşlerini bile öldürtebileceği şeklindeki görüş, içtihad ve fetvalar hep zorlama altında gerçekleşmiştir ve bunlar, mevcut iktidarların güçlerini devam ettirmek için dini yozlaştırmayı bile umursamadıklarını gösterir. Unutmayın ki, tüm bu fetvalar şeyhülislam etiketini görenin önemli birisi sanacağı, mevcut yönetimin atadığı ve maaşa bağladığı kişiler tarafından verilmiştir.

7) MADDİ ÇIKAR SAĞLAMAK İÇİN UYDURANLAR

Hadis toplayan gezginler ticaret düşüncesiyle hadis toplamaya başlamışlardı. örneğin Yakub bin İbrahim'in ancak 1 dinar karşılığı hadis rivayet etmeyi kabul ettiği söylenir. Ebu Naym ElFadl da naklettiği her hadis için ücret talep ediyordu. Onun talebelerinden Ali bin Cafer der ki: "Ebu Naym El Fadl'dan hadis yazardık, buna karşılık bizden kıymetli dirhemler alırdı. Yanımızda kıymeti düşük dirhemler bulunursa üste para alırdı.” Fakirlerden kesinlikle hadis yazmayın tavsiyesinde bulunduktan sonra Umera bin Hafsa'nın zengin olduğunu ve yalan söylemeyeceğini, dolayısıyla hadislerinin alınabileceğini söyleyen Şube bin Haccac'a Ali bin Asım şöyle karşılık vermiştir: "Yalan söyleyen nice zengin gördük” (El Kifaye, sayfa 155).

Müşterilerinin isteği üzerine sipariş olarak hadis üretenler de vardır. Birçok tüccar sattıkları mallara karşı halkın ilgisini artırabilmek için ilgili malların yararlarını anlatan hadisleri, para karşılığında hadis simsarlarına uydurtmuşlardır. örneğin koku satıcılarının güzel koku kullanmanın faziletleri hakkında uydurttukları hadisler buna örnektir. Şube bin Haccac'ın ifade ettiği gibi 1 kuruş karşılığında 70 hadis uyduran Ebul Muhezzem gibiler, hadis uydurucularına birer örnektirler.

8) MANEVİ çIKAR SAĞLAMAK İçİN UYDURANLAR

Peygamberimiz'in vefatından ve dört halife devrinden sonra hikayecikıssacı denilen bazı kimseler, cami ve mescitlerde oturmayı ve çevrelerinde halka oluşturan cemaate vaaz ve öğütte bulunmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Aslında bu kimseleri vaaz ve öğütten ziyade, halkın nazarında kazanacakları yüksek mertebe ve şöhret ilgilendiriyordu. Vaazlarını, kendilerini bu amaca götürecek bir şekilde hazırlıyorlardı. Bunlar şöhrete giden yolun, halkın nazarında önemli bir müessese olan dinin, dini duyguların tahrik edilmesinden geçtiğini bildikleri için, onları coşturacak şekilde vaaz ediyorlar, dramatik konuşmalarla halkı ağlatmaya gayret ediyorlardı. Bunun için Peygamber’imizin adına düzenledikleri garip hikayelerle konuşmalarını süsleyerek, halkı etkileme ve inandırma uğraşı içindeydiler. Halkı en çok etki altında bırakan konuşmaların başında cennet, cehennem tasvirleri geliyordu. Cennet ve cehennem hakkında gerekli olan her şey Kuran’da anlatılmasına rağmen bu hikayecikıssacı kesim halkı daha çok hüzünlendirmek, şaşırtmak ve coşturmak için uydurma hadislerde buldukları zengin hazineyi özellikle bu konuda çok kullandılar. Bu kesimin mesleki başarısı bol hadis uydurmaktan geçiyordu. Ortaya çıkan iç sızlatıcı tabloda belki de insanı en çok güldürebilecek olaylardan biri; bu kıssacılardan Şair Külsüm'ün dilini burnunun ucuna dokundurabilen herkesin cehenneme girmeyeceğinin garanti olmasını söylemesi üzerine, vaaz ettiği cemaatin bunu denemeye başlamasıdır.

İbnul Cevzi, bu tipleri şöyle anlatır: "Bunlar arasında suratlarını her çeşit boyaya batıranlar ve bu şekilde sarımsı bir ten kazanarak, kendilerini fazla oruç tutmaktan soluk benizli hale gelmiş takva dindarlar gibi gösterenler bulunmaktaydı. Diğerleri istediği an gözyaşı dökebilmek için tuzlar kullanmaktaydı. Başka bir grup kıssacı ise allı pullu süslettikleri kürsünün tepesinden kendilerini atacak derecede gösteride ileri gitmekte veya dinleyicinin alışık olmadığı biçimde, samimiyetsiz hikayelerini abartılı jestlerle nakletmekte, kürsüyü yumruklamakta, basamakları koşar adım inip çıkmaktaydılar.” (İbnul Cevzi, elKussas vel Müzekkirin, sayfa 93) Etrafımızı biraz incelersek, İbnul Cevzi'nin tespit ettiği uydurmaların kökenlerinden biri olan bu insan tiplerine tabi olanların, uydurukçu köklerine ne kadar benzediğini görürüz. Sahte gözyaşı, salya, sümük, kürsü yumruklamalı, abartılı jestli tipler hepimize İbnul Cevzi'nin geçmişte tarif ettiği bu kıssacıları çağrıştıracaktır.

Uydurmacılardan öylesi görülmüştür ki Cafer bin Nastur Ferab 320 yaşında olduğunu, Peygamber'i gördüğünü ve Peygamber'in duası sayesinde bu kadar yaşadığını söylemiştir. Reten'in durumu da buna benzerdir. Hicri 4. ve hicri 8. asırda yaşayan bu adamlar sahabe olduklarını iddia etmişler ve bunlardan Reten üç yüz hadislik hadis kitabı yazmış ve etrafına bayağı adam da toplamıştır.

9) GELENEK, GöRENEKLERİ DİNSELLEŞTİRMEK İçİN UYDURMALAR

Kuran, insan hayatındaki belli davranışlara yön vermiş, açıklamadığı birçok konuyu ise insanların reyine, seçimine bırakmıştır. İnsanlar, serbest oldukları bu konularda, kendi gelenek, görenek ve dünya anlayışları çerçevesinde davranırlar. örneğin Kuran yemeği elle mi, çatalla mı, çubuklarla mı yememiz gerektiği konusunda bir açıklama yapmaz. Erkek ve kadın kıyafetinin sarık, cübbe mi olacağı, kravat, gömlek mi olacağı, yoksa kimono mu olması gerektiği konusunda Kuran’da bir izah yoktur. Açıklanmayan konularda tercihimizde serbest olduğumuza göre, Kuran’a göre biz yemekte veya kıyafette bu şıklardan herhangi birini seçebiliriz demektir. Herhangi bir seçimde fazladan günah veya sevap olacağını söylemek ise Kuran'la çelişir. Emevi ve Abbasi döneminde Kuran'ın İslamına eklemelerin önemli bir bölümü, gelenek ve göreneklerin kutsal damgası altında Kuran'ın İslamına karıştırılmasıyla oldu. Kuran'ın başı sonu belliydi ve Kuran'da bu gelenek ve görenekleri tavsiye eden hiçbir izah yoktu. öyleyse tek yol, uydurma hadislerle ve Kuran'da geçmeyen bir sünnet anlayışıyla; Kuran'ın özgür bıraktığı bu konuları da dinselleştirip, kutsallaştırmaktı. AraplarınEmevilerin ırkçı, kavmiyetçi anlayışıyla, Arap dilinden, o dönemin kıyafetlerine, yemek menüsünden, tuvaleti yapış biçimine kadar birçok hareket sünnet adı altında böylece dine sokuldu.

10) DİĞER DİNLERDEKİ UYDURMALARIN DİNİMİZE TAŞINMASIYLA OLUŞAN UYDURMALAR

Bu uydurmaları taşıyanları iki bölüme ayırabiliriz: Birinci bölüm, İslam'ı dejenere etmek, mantıksızlaştırmak veya kendi asıl inancına benzetmek için kasıtlı olarak uydurmaları dine sokanlardır. İkinci bölüm ise İslam'a geçmelerine rağmen kendi eski dini, örfi alışkanlıklarını üzerlerinden atamadıkları için, bunları dinimize taşıyanlardır. Yahudiler'in kıssaları, Hıristiyan hikayeleri, Putperest adetleri, Türkler açısından düşünürsek Şaman adetleri hep dinimizin içine hadis veya içtihad olarak girmiştir. Hacim olarak bakarsak, ‹srailiyat denen Yahudi hikayeleri uydurma kaynağında birinci, Mesihhiyat denen Hıristiyan hikayeleri ise ikincidir. Bunlar diğer dinlerde daha evvel kök saldıklarından dinimize de daha rahat geçmişlerdir. Biz sadece İsrailiyat ve Mesihhiyata değineceğiz.

Dinimize İsrailiyat'ı taşıyan kişilerin en önemlileri Kab el Ahbar, Vehb bin Münebbih, Abdullah bin Selam'dır.Müslümanlarsa bu aktarımları Kuran ayetlerinin yanında hikaye etmekte bir zarar görmediler. İşte bu, hadislerin çoğalma kaynaklarından biriydi. Bugünkü tefsir kitapları başta olmak üzere, birçok hadis kitabında bu kimseler kaynaklı yüzlerce uydurmaya rastlayabiliriz. Biz örnek olarak sadece iki tanesini verelim. Vehb bin Münebbih'ten rivayet edilen İsrailiyat menşeli hadis denen uydurma şöyledir: "Beytul Makdis'in halkı Allah'ın komşularıdır. Komşularına azap etmemek Allah'ın üzerine haktır. Beytul Makdis'e gömülen kabir imtihanından ve darlığından kurtulur.” Kurtubi'nin tefsirinde de geçen Kab el Ahbar kaynaklı bir uydurma ise şöyledir: "Allah Teala kendisini yarattığında Arş dedi ki: Allah benden daha büyük bir mahluk yaratmadı. Ve böbürlenerek sallandı. Allah ona öyle bir yılan doladı ki o yılanın yetmiş bin kanadı vardı. Her bir kanadında yetmiş bin tüy vardı. Her bir tüyde yetmiş bin surat vardı. Her bir suratta yetmiş bin ağız vardı. Her bir ağızda yetmiş bin dil vardı. Her gün onun ağızları yağmur damlaları, ağaç yaprakları, kum ve çakıl taneleri, dünyanın günleri ve tüm meleklerin sayısı kadar tespih eder. Yılan arşın üzerine dürülür ve arş onun ancak yarısına uzanabilir. İşte o zaman arş alçak gönüllü olmaya başlar.”

Mesihhiyat; yani Hıristiyan uydurma hikayelerinin dinimize sokulmasının kaynaklarından olaraksa Temim ed Dari ve İbn Cureyc'i gösterebiliriz. Hz. İsa'nın yeniden dünyaya geleceği, Deccal, ölüm meleği, cennet ve cehennem Mesihhiyat uydurmalarının en çok olduğu alanlardır.

Gelenekçi İslamcılar sırf Kuran'dan dinini anlayan Müslümanlar'a çok kızdıkları gibi, yabancı ‹slam araştırmacılarının da hadislerin güvenilmezliğini ortaya koymalarına çok kızmaktadırlar.

Bu araştırmacıların niyeti ne olursa olsun bizi ilgilendiren onların ortaya koyduklarının bilimsel değeridir. Müslüman toplumlarda mevcut olmayan özgür ortama sahip olan bu kişilerin hem ciddi, hem de düşünülmesi gereken hususları ortaya koydukları bir gerçektir. Onların çalışmalarına objektif bir şekilde yaklaşmalı, hatalarını göstermeli ve ortaya koydukları doğru hususlardan yararlanmalıyız. Bu araştırmacılardan özellikle Goldziher'in, Schacht'ın Van Kremer'in, Sprenger'in ve Dozi'nin kitaplarında herkesin yararlanabileceği birçok nokta olduğu kanaatindeyiz. Bunların en ünlüsü Goldziher şöyle der: “Rabbanilerin (Musevi, Hıristiyan din adamları) sözleri, uydurma ‹ncil’lerden alıntılar, Yunan felsefesinin öğretileri, Fars ve Hind kökenli deyişler ve daha niceleri hadis kanalıyla İslam'a girmiştir. Tüm bunlar doğrudan veya dolaylı olarak İslam kültürünün malı haline gelmiştir. Yine dini kıssalardan büyük bir bölümü İslam’a sızmıştır. Eğer hadislerde kullanılan materyali ve Yahudi din kültürünü incelersek bu ikinciden büyük bölümünün, İslam din kültürüne sızmış olduğunu görürüz.”(Goldziher, El Aqide veş şeria, sayfa 4243)
Alıntı ile Cevapla
  #30  
Alt 07-10-2005, 22:50
Üye Değil
 
Mesajlar: n/a
Standart meşhur ateistlerin listesi

The Atheist and the Materialist

those who have no need for gods and some who have no need for the supernatural

Douglas Adams, Ayaan Hirsi Ali, Woody Allen, Lance Armstrong, Darren Aronofsky, Isaac Asimov, Peter William Atkins, David Attenborough, Iain M. Banks, Clive Barker, Dave Barry, Bill Bass, Ingmar Bergman, Björk, Lewis Black, Bill Blass, Jim Bohanan, Marlon Brando, Richard Branson, Berkeley Breathed, Bill Bryson, Peter Buck, Warren Buffett, George Carlin, John Carmack, Adam Carolla, John Carpenter, Asia Carrera, Fidel Castro, Dick Cavett, Noam Chomsky, Chumbawamba, Alexander Cockburn, Billy Connolly, Francis Crick, David Cronenberg, David Cross, Alan Cumming, Rodney Dangerfield, Richard Dawkins, Daniel Dennett, David Deutsch, Ani DiFranco, Micky Dolenz, Phil Donahue, Roger Ebert, Dean Edell, Greg Egan, Paul Ehrlich, Albert Einstein, Harlan Ellison, Brian Eno, Harvey Fierstein, Larry Flynt, Dave Foley, Jodie Foster, Kinky Friedman, Janeane Garofalo, Bill Gates, Bob Geldof, Ricky Gervais, Ira Glass, James Gleick, Seth Green, Harry Harrison, Robert Heinlein, Nat Hentoff, Katharine Hepburn, Christopher Hitchens, Douglas Hofstadter, Penn Jillette, Billy Joel, Angelina Jolie, Wendy Kaminer, Jonathan Katz, Diane Keaton, Margot Kidder, Neil Kinnock, Michael Kinsley, Ron Kuby, Milan Kundera, Richard Leakey, Bruce Lee, Tom Lehrer, Stanislaw Lem, Tom Leykis, James Lipton, H.P. Lovecraft, John Malkovich, Barry Manilow, Karl Marx, Todd McFarlane, Sir Ian McKellen, Arthur Miller, Frank Miller, Mike Mills, Marvin Minsky, Julianne Moore, Desmond Morris, Randy Newman, Mike Nichols, Jack Nicholson, Gary Numan, Bob Odenkirk, Patton Oswalt, Camille Paglia, Andy Partridge, Mark Pauline, Steven Pinker, Paula Poundstone, Terry Pratchett, James Randi, Ron Reagan Jr., Keanu Reeves, Rick Reynolds, Gene Roddenberry, Joe Rogan, Henry Rollins, Andy Rooney, Salman Rushdie, John Sayles, Captain Sensible, Robert Silverberg, Bob Simon, Steven Soderbergh, George Soros, Richard Stallman, Bruce Sterling, Howard Stern, J. Michael Straczynski, Julia Sweeney, Matthew Sweet, Annika Sörenstam, Teller, Studs Terkel, Tom Tomorrow, Linus Torvalds, Eddie Vedder, Paul Verhoeven, Gore Vidal, Kurt Vonnegut Jr., Sarah Vowell, James Watson, Steven Weinberg, Joss Whedon, Harland Williams, Ted Williams, Steve Wozniak, more...

ilgilenen arkadaşlar bu adresten bu kişilerin düşüncelerini okuyabilirler
http://www.celebatheists.com/w/index...itle=Main_Page
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Etiket
allah, cinsellik, düşük, evrim, gematria, hata, kandil geceleri, kuranda çelişki, muhammed, neml 88 ayeti

Başlık Düzenleme Araçları
Stil

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Evrensel Fikirler evrensel-insan Konu-dışı 115 09-10-2013 22:57

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 09:44 .