İlkellerin yaşantıları boyunca dünyaya, yaşama ve ölüme bakışlarında bir iç içelik ve doğayla tam bir uyum söz konusudur. Yaşam ölümdür, ölüm de yaşam... Onların anlayışına göre ölüm yaşamın bir aşamasıdır. Sevilen ve istenen bir durum değildir ancak ölümden korunmak için doğa güçlerine hakim ve onlar üzerinde etkili olmak gereklidir. Bunun yolu da büyüden geçmektedir. Nitekim tüm ilkel düşüncede büyü ön plandadır. Aslında büyü ve doğayla iç içe olma gücü daha sonra ortaya çıkacak pek çok şeyin de temeli olagelmiştir.
Gizemli gücün en çoğuna belirgin bir biçimde şefler, büyücü hekimler, uzun süre hayatta kalmayı başarmış yaşlılar sahiptir; ancak bu, aşamanın sonraki halidir. Başlangıçta henüz toplum farklılaşmamışken ve toplumda bir şef, büyücü, şaman vs. ortaya çıkmamışken tüm toplum bireylerinin bu güce sahip olduğunu düşünmemiz yerinde olacaktır. Bu güç özellikle yaşlılarda yoğunlaşır. Bu onların uzun süre yaşamalarının sırırıdır ve bu yüzden saygı görürler. Bu durum ilkel düşüncenin ilk dinsel dışa vurumunun “atalar tapımı” biçiminde ortaya çıkmasına sebep olur.
Zaten tüm yerli yaşamı doğum/ölüm sarmalı içinde geçer; bu evreler birbirini takip eder ve kesintisiz olarak süregelir. İlkel, yaşamının çeşitli aşamalarında ölür ve yeniden doğar; her yeniden doğuşunda da yeni bir isim, yeni bir kimlikle yeniden varolur. Erginlenme törenlerinin gayesi de budur. Çocuk bu törenler sırasında ölür; bir yetişkin ve bir savaşçı olarak yeniden doğar. O, yeniden ve yeni bir isimle hayata tekrar dönerken artık toplumun da eşit bir üyesi olagelmiştir. Daha sonra bir yetişkin olarak ölür ve bir yaşlı olarak yeniden doğar. İsmi ve kimliği yeniden değişmiş, saygınlığı ise artmıştır.
İlkel atalarımız yaşam ilkesini (siz buna "yaşam ruhu" diyebilirsiniz) bizim şu anda algıladığımızdan çok daha farklı algılamaktaydı. Bizce değerli şeyler sayılan canlı ve cansız tüm varlıklar, ilkel zihniyet için son derece önemsizdir. Doğadaki tüm nesneler içlerinde bir yaşam ilkesi (ruhu) barındırırlar ve ilkel insan bunlarla iç içe yaşamaktadır. Yabanıllar için dünya genellikle canlıdır; ağaçlar da bu kuralın dışında değildir. Onların da kendi gibi ruhları olduğuna inanır ve onlara buna göre davranırlar.
Doğu Afrika’da Wanikalar her ağacın (özellikle de her Hindistancevizi ağacının) bir ruhu olduğunu hayâl eder. Bir Hindistancevizi ağacının yok edilmesine "ana katilliği" gözüyle bakılır; çünkü ana nasıl çocuğuna hayat ve besin verirse o ağaç da insanlara aynı şeyi yapar. .
Dyaklar ağaçların ruhu oldugunu düşünür ve yaşlı bir ağacı kesmeye cesaret edemezler. Bazı yerlerde yaşlı bir ağaç kendiliğinden devrildiğinde onu yeniden ayağa kaldırır, üzerine kan sürer ve ağacın ruhunu yatıştırmak için gövdesini bayraklarla donatırlar. Kongo’da halk, ağaçlar susayınca içsinler diye bazı ağaçların dibine kabaklar içinde "kurma şarabı" koyar.
Köşe yazısı yazmaya başladığım andan itibaren temel anlayışım şu oldu: Tüm dinler ve inançlar insanlık tarihi boyunca yaşananlar sonucunda üretilmişlerdir. Bu sebeple yazılarımda inançların köklerinin eski inanış ve toplumlara dayandığını ısrarla vurguluyorum; dinleri anlamak ve kapsamlı bir eleştirisini yapmak istiyorsak onları bu bağlamda değerlendirmemiz gerektigini göstermeye çalışıyorum.
Bu yazı ile başlayacak dizide ilkel atalarımızın ruh ve tanrı anlayışlarına değinerek bazı yanlış anlamalara açıklık getirmeye çalışacagım...
Çokça iddia edilen bir tez vardır; tüm dini çevrelerce sahiplenilir ve birbirine bağlı 2kısımdan oluşur: Birinci kısımda insanlığın başlangıcından itibaren bir tanrı inancına sahip olduğu iddia edilir;tanrı olmasa bile bir 'kutsal ruh' inancı ile O'na varılacağı söylenir. Buna bağlı olan ikinci kısımda ise başlangıçtaki tek tanrı inancının zamanla dejenere olduğu öne sürülür. Acaba gerçekten böyle mi olmuştur?
Âl-i İmran Suresi'nin 47. ayetinde
(Meryem) “Ey Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?” dedi. Allah “Öyle ama Allah dilediğini yaratır. O bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir” dedi."
Şeklinde anlatılan olay Meryem Suresi'nde şu şekilde yer alır:
İslami literatürde ‘Sırat Köprüsü’ kavramı genişçe tanımlanır. Bu tanım her ne kadar Kuran’da geçmezse de İslami gelenek Sırat Köprüsü’nü inanışın içine taşımıştır. Bazı İslami çevreler bu tanım Kuran’da yer almadığı için dayanak olarak ele alınmaması gerektiğini ileri sürer. Bir dinsel inancın nasıl şekillendiğini ve dini dogmaların aslında vahiy değil de toplumun tüm eski geleneklerinin bir devamı olduğunu ayrıca bu dogmaların neredeyse tüm eski halkların inancında bir şekilde yer aldığını gösterebilmek için Sırat Köprüsü kavramına ve bunun değişik uygarlıklardaki izdüşümüne kısaca göz atmamız gerekir.
İslam inancında Sırat Köprüsü düşüncesi için şu hadisler temel alınır :
“Cehennem üzerine Sırat Köprüsü kurulur. Bu köprüden ümmetiyle ilk geçecek olan peygamber benim. O gün peygamberlerden başkası konuşamaz. Peygamberler de “Allahım, ümmetime selamet ver; sen onları koru!” diye dua ederler. Cehennemde demir çengeller vardır. Seden ağacının dikenine benzerler. Yalnız bunlar çok büyüktürler. Büyüklük derecelerini yalnız Allah bilir. Herkesi isyanına göre cehenneme çekerler. Onlardan bir kısmı ameline göre helak olur, yok olur, ateşte erir. Bir kısmı hardal tanesi kadar kalır ve sonra kurtulur.” (Buhari, Müslim)