Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Genel Forumlar > Politika

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #11  
Alt 12-07-2023, 23:16
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.594
Standart

https://marksist.net/oktay-baran/nuf...malthusculuk-2

Nüfus Artışı, İşsizlik ve Hortlatılan Malthusçuluk /2
Oktay Baran
20 Mayıs 2020



İşsizlik kapitalizmin hem ürünü hem de bir önşartıdır
Burjuva gericilik, işsizliğin kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu her zaman reddetmiştir. Kapitalizmi ortadan kaldırmayı değil de onu ıslah etmeyi savunan reformist görüşlerse, işsizlik gerçeği ile kapitalizm arasındaki nedenselliği kabullenmeye hazırdırlar, onlara göre işsizlik kapitalizmin çok sevimsiz yan ürünlerinden biridir ama düzen sınırları içerisinde bunun üstesinden gelinebilir. Oysa işsizlik ve sürekli bir yedek işçi ordusunun varlığı, yalnızca kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu değil, aynı zamanda kapitalist gelişimin önşartlarından biridir.

İşsizlik kapitalizmin kaçınılmaz ürünü ve sonucudur. Rekabet savaşında ayakta kalmak için ürettikleri malların birim maliyetini düşürme güdüsü kapitalistleri emek üretkenliğini arttırmaya teşvik eder. Bunun esas yolu daha gelişmiş ve daha yetkin makineler kullanmaktır. Artan makineleşme ve bunların giderek yetkinleşmesi, her seferinde emeğin bir kısmını fazlalık haline getirir. Emek üretkenliğinin artışı, aynı sayıda işçinin daha az bir süre çalışarak aynı miktar ürünü üretmesine imkân sağlar, ama kapitalistin tercihi asla bu yönde olmaz. O çalışma saatlerini aynı tutarak işçi sayısını azaltmayı tercih eder. Yani fazlalık haline gelen emek, kendisini var eden işçilerle birlikte üretimin dışına atılır. Bu süreç içerisinde canlı emeğin (işçiler) yerini artan oranda cansız emek (makineler) alır. Bu aynı zamanda, kapitalistin yatırdığı toplam sermaye içerisinde sabit sermayeye ayrılan kısmın işgücüne ayrılan kısma kıyasla artması demektir. Sermayenin organik bileşiminin artması olarak adlandırılan bu durum, üretim hacmi artsa yani ekonomi büyüse bile neden işsizlik sorununun çözülemeyeceğini anlamakta kilit önem taşır. Yeni yatırımlar daha yüksek teknolojiye ve dolayısıyla sermayenin organik bileşiminin daha yüksek bir oranına dayanacağından, yeni yatırılan toplam sermaye içerisinde emeğe ayrılan kısım oransal olarak azalacak, bu da eskiye kıyasla daha az sayıda işçinin istihdam edileceği anlamına gelecektir. Kapitalizmin işçileri artan oranda üretim alanının dışına itmesinin nedeni işte bu mekanizmadır.

Ama kapitalizm yalnızca işsizliği sürekli olarak üretmekle kalmaz, aynı zamanda onsuz yapamaz da. Kapının dışında bekleyen bir işsizler ordusunun varlığı, çalışmakta olan işçilerin ücretlerini aşağı doğru çekmek ve çalışma koşullarını ağırlaştırmak üzere kapitalistlerin eline büyük bir koz verir. Marx, işsizliği, kâr oranlarının düşme eğilimine zıt yönde çalışan altı faktörden biri olarak değerlendirir. Hepsi bu da değil, işsizlik aynı zamanda kapitalizmin zorunlu bir önşartıdır, çünkü her an emre hazır, boşta bekleyen böylesi bir yedek emek ordusu ortada yoksa, sermayenin birikmesi, onun genişletilmiş yeniden üretimi sözkonusu olamaz. İşsizliğin kapitalizmin arzu edilmeyen bir sonucu değil, onun gereklerinden biri olduğu gerçeğini Engels İngiliz işçilerinin durumunu ele aldığı kapsamlı çalışmasında şöyle ifade eder:

"İngiliz sanayisi, en canlı aylarda pazarın gereksindiği mal yığınlarını üretebilmek için işsiz bir yedek işçiler ordusuna sahip olmak zorundadır. Bu yedek ordu, pazarın durumuna bağlı olarak istihdam edilen bölümünün büyüklüğüne ya da küçüklüğüne göre, geniş ya da küçük bir ordudur. (…) Bunalım sırasında çok yüksek bir sayıya ulaşan ve en yüksek refahla bunalım arasında ortalama sayılan dönemde de geniş bir sayıda olan bu yedek ordu, İngiltere'nin «artık nüfusu»dur."[1]

Sürekli bir işsizler ordusunun varlığı, yalnızca canlılık dönemlerinde üretim kapasitesini arttırarak ya da yeni yatırımlar yaparak mevcut üretim hacmini büyütmek için değil, aynı zamanda yepyeni üretim dalları ve faaliyet alanları yaratarak buralara yatırım yapmak için de zorunludur:

"Ama eğer bir artık işçi nüfusu, birikimin ya da kapitalist temel üzerinde zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünüyse, bu artık nüfus da, tersine, kapitalist üretimin kaldıracı, evet, kapitalist üretim tarzının bir varlık koşulu haline gelir. (…) Artık nüfus, sermayenin değişen değerlenme ihtiyaçları için, gerçek nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak, her an sömürülmeye hazır insan malzemesini yaratır. (…) Birikimdeki ilerleme ile birlikte son derece büyüyen ve ek sermayeye dönüştürülebilir toplumsal zenginlik kütlesi, piyasaları birdenbire genişleyen eski üretim kollarına ya da eskilerinin gelişmesinden dolayı kendilerine ihtiyaç duyulan demir yolları vb. gibi, yeni açılmış üretim kollarına çılgınca bir coşkunlukla atılır. Bütün bu gibi durumlarda, büyük insan kitlelerinin, hemen ve diğer alanlardaki üretim faaliyetlerinde kesintiye yol açmaksızın, en önemli noktalara atılabilir olması gerekir. Aşırı nüfus bu kitleyi sağlar."[2]

Genişletilmiş yeniden üretimin, ya da sermaye birikiminin, zaten bir fazla nüfusu gerektirdiğini gördük. Sermayenin organik bileşimindeki değişimle bağlantılı olarak, üretken sermayenin birikim hareketi, istihdam açısından farklı üretim alanlarında farklı sonuçlar (kimisinde arttırıcı kimisinde azaltıcı) doğurabilir der Marx. Sonuçta çalışan işçi sayısında şiddetli dalgalanmalar yaşanır. Bu dalgalanma, sermaye birikiminin bir başka zorunlu ürünü olan iktisadi çevrimlerle daha da şiddetlenir. Bunalım zamanlarında had safhaya varan, durgunluk dönemlerinde kronikleşen, canlılık dönemlerinde azalabilen işsizler ordusu; çalışmaktayken işten atılanlar nedeniyle, işçi çocuklarının yetişkin hale gelmesiyle, ev kadınlarının çalışmak zorunda kalışıyla, proleterleşme sürecinin ilerleyişiyle, dışarıdan gelen emek göçüyle artış gösterir. Marx, işsizlikteki artış, "daha az gerçek olmamakla birlikte, göze daha az çarpan bir biçimde de olabilir" diyerek, sermayenin organik bileşimindeki artıştan kaynaklı olarak yeni yatırımların, bu işsizler havuzundan göreli daha az işçi çekmesi olgusuna da dikkat çeker.

"Artan yoksullaşma ve sefalet"
"Sefalet, faal sanayi ordusunun hastanesi ve yedek sanayi ordusunun safrasıdır. Göreli artık nüfus üretimi sefalet üretimini içerir; bu nüfusun varlığı ne kadar zorunlu ise onun da varlığı o kadar zorunludur; sefalet, göreli artık nüfusla bir arada, kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir varlık koşulunu oluşturur. Sefalet, kapitalist üretimin faux frais'si (ek harcamaları) arasında yer alır; ne var ki, sermaye bunu büyük ölçüde kendi sırtından atıp işçi sınıfının ve alt orta sınıfın omuzlarına yüklemesini bilir. Toplumsal zenginlik, faaliyet halinde bulunan sermaye, bunun büyümesinin hacmi ve gücü ve dolayısıyla da proletaryanın mutlak büyüklüğü ve emeğinin üretici gücü ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Kullanıma hazır emek gücünün büyüklüğünü artıran nedenler, sermayenin genişleme gücünü artıran nedenlerle aynıdır. Yani, yedek sanayi ordusunun göreli büyüklüğü, zenginlik potansiyeli ile birlikte artar. Ama, bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaletleri çalışma sırasında katlandıkları işkenceyle ters orantılı olarak artan artık nüfus o kadar yığınsal şekilde yerleşiklik kazanır. Son olarak, işçi nüfusunun düşkünler tabakası ve yedek sanayi ordusu ne kadar büyükse, resmî yoksulluk da o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır."[3]

Marksizmin düşmanları bu (ve birazdan aktaracağımız diğer) satırları onun yanlışlandığının kanıtı olarak kullanmayı pek severler. Marx'ın, emekçi yığınların yaşam koşullarının giderek kötüleşeceğini ve artan oranda sefalete sürükleneceğini öngördüğünü, ama gerçek dünyanın hiç de öyle olmadığını söylerler. Gerçekten de işçi sınıfının yaşam koşullarının 18. yüzyıldan bu yana sürekli olarak ve mutlak biçimde kötüleştiğini söylemek gerçeklerle bağdaşmaz. Peki Marx hakikaten de böylesi bir sürekli ve mutlak yoksullaşma öngörüsünde mi bulunmuştur? Hayır!

Birincisi, Marx, bir soyutlama yapmakta, kapitalizmin nesnel işleyiş yasalarını ve içsel eğilimlerini sergilemektedir. Kendi haline bırakılır, yani sınıflar savaşımından ve bu savaşımın içinde geliştiği tarihsel, siyasal, kültürel vb. koşullardan bağımsız düşünülürse ağır basacak eğilime işaret etmektedir Marx. Gerçek somut dünya çok daha karmaşıktır ve birbiriyle çelişen eğilimlerin mücadelesi temelinde şekillenir. Ve bu, o denli açıktır ki, yukarıdaki pasajı hemen takip eden cümle şudur: "Diğer bütün yasalar gibi bu yasa da, gerçekleşmesi sırasında, burada inceleyemeyeceğimiz çok sayıda durum tarafından değişikliğe uğratılır."[4] Yani soyutlanmış şekliyle bu yasa, gerçek dünyanın somutluğunda bir dizi başka etken tarafından yumuşatılır ya da değişikliğe uğratılır. Bu etmenlerin başında da sınıf savaşımının düzeyi gelir.

İkincisi, Marx'ın yukarıdaki pasajda sergilediği tablo, esas olarak işsizlere ilişkindir. İşsizlik ve doğurduğu sefaletin, hem kapitalizmin zorunlu ürünü hem de onun varlık koşulu olduğu vurgulanır. Emeğin üretici gücü ne kadar büyükse, bir kutupta toplumsal zenginliğin diğer kutupta da işsizliğin o kadar büyüyeceği söylenir. Ve son olarak işsizliğin oranı ne kadar büyürse o kadar kronikleşeceği ve resmi yoksulluğun da o kadar artacağı söylenir. Resmi yoksulluk yalnızca işsizlerin artan sayısı nedeniyle değil, bu durumun çalışanların koşullarını olumsuz etkilemesi nedeniyle de artar. İşsizlikle faal işçilerin çalışma koşulları, en başta da ücret düzeyleri, doğrudan ilişkilidir. Bu açıdan bakıldığında, işsizlik ne kadar yüksekse ücretler de o kadar düşme eğilimi gösterirler. Dolayısıyla işsizlik ne kadar yaygın ve yaşadıkları sefalet koşulları ne kadar ağırsa, faal işçi ordusunun durumu da o kadar kötüleşir.

Üçüncüsü, Marx'ın esas üzerinde durduğu, mutlak değil nispi yoksullaşmadır. Mutlak yoksullaşma da kuşkusuz mümkündür ve kapitalistler bu doğrultuda ellerinden gelen her şeyi yaparlar; başarılı olup olmamaları, işçilerin ne ölçüde direniş sergileyebildiğiyle belirlenir. Mutlak yoksullaşma, sınai çevrimin kriz ve çöküş evrelerinde sıklıkla yaşandığı gibi, faşist ya da diğer olağanüstü burjuva rejimlerinde de bolca karşımıza çıkar. Ama mutlak artı-değer üretiminin doğal sınırlarının oluşu, kapitalizmin esas olarak nispi artı-değer üretimi üzerinden işlemesi sonucunu doğurur. Marx, tam da nispi artı-değer üretimi analizini hatırlattıktan sonra, emeğin sermayeye olan kölece bağımlılığının, aldığı ücretten bağımsız olarak, onun toplumsal durumunu nasıl kötüleştirdiğini vurgular:

"Kapitalist toplumda, emeğin toplumsal üretkenliğini yükseltmeye yarayan bütün yöntemler, maliyetleri bireysel işçinin sırtına yıkılarak hayata geçirilir; üretimi geliştirmeye yönelik bütün araçlar, üreticinin egemenlik altına alınmasını ve sömürülmesini sağlayan araçlar haline gelir, onu bir parça-insan biçiminde güdükleştirir, makinenin eklentisi durumuna indirir, katlanmak zorunda kaldığı işkence yüzünden emeğinin içeriğini yok eder; bilimin bağımsız bir güç olarak emek sürecinin bir parçası haline gelmesi ölçüsünde onu emek sürecinin zihinsel güçlerine yabancılaştırır; içinde çalıştığı koşulları bozar, emek süresi sırasında en nefret edilecek bir despotluğa boyun eğmek zorunda bırakır, bütün ömrünü emek-zaman haline getirir, karısını ve çocuğunu sermayenin Juggernaut tekerleğinin altına atar. Ama, bütün artık değer üretme yöntemleri aynı zamanda birikim yöntemleridir ve birikimdeki her genişleme gerisin geriye bu yöntemlerin daha da geliştirilmesine yarayan bir araç olur. Bundan dolayı, buradan, aldığı ücret ne kadar yüksek ya da düşük olursa olsun, işçinin durumunun, sermayenin birikmesi oranında, kötüleşmek zorunda olduğu sonucu çıkar. Son olarak, göreli artık nüfusu ya da yedek sanayi ordusunu her zaman birikimin hacim ve enerjisi ile dengeli bir durumda tutan yasa, işçiyi sermayeye, Hephaistos'un çivilerinin Prometheus'u kayalara mıhladığından daha sıkı bir şekilde bağlar. Sermaye birikimine karşılık gelen bir sefalet birikimini gerektirir. Şu halde, bir kutuptaki zenginlik birikimi, aynı zamanda, öteki kutuptaki, yani kendi emeğinin ürününü sermaye olarak üreten sınıfın yer aldığı karşı kutuptaki sefalet, acı, kölelik, cehalet, vahşileşme ve manevi bozulmanın birikimidir."[5]

Proletaryanın kendisi için üretebildiği durum, yarattığı muazzam zenginliğe kıyasla sefaletten başka ne olarak adlandırılabilir ki? Bugünkülerle karşılaştırıldığında 18. ya da 19. yüzyılın en zengin burjuvalarının servetleri hayli mütevazı kalır. Onlar o durumdan bugünkü duruma yükselirken, işçilerin yaşam koşullarının eski dönemlere oranla bir parça daha katlanılır hale gelmesi, sorunun özünü hiçbir şekilde değiştirmiyor: kapitalizmde en azından nispi yoksullaşma temelinde toplumsal kutuplaşma ve iki sınıf arasındaki uçurum giderek artar. Büyüyen İşçi Sınıfı adlı çalışmasında Elif Çağlı bu durumu şöyle dile getiriyor: "Kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu olarak, işgücünün kendini yeniden üretebilmesi için gerekli ihtiyaç maddelerinin kapsamı genişledi. Böylece proletaryanın tüketim kalıpları da kapitalizmin ilk dönemlerine oranla büyüdü. Fakat kapitalist düzenin eşitsizliğinin ve adaletsizliğinin somutlandığı göreli (nispî) yoksullaşma ortadan kalkmadı. Tersine kapitalizm geliştikçe işçi sınıfının nispî yoksullaşması da arttı. Çünkü işgücünün değerini yalnızca fiziksel ihtiyaçlar değil, toplumsal ihtiyaçlar da belirler. Kapitalist gelişme emeğin üretkenlik gücünü arttırıp artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırırken, toplumsal ihtiyaçları da çeşitlendirmektedir. İşçiler kendilerinden önce gelen işçi kuşaklarına oranla daha iyi bir durumda olsalar da (ve kimi dönemler bunun tersi de pekâlâ mümkündür), içinde yaşadıkları dönem itibarıyla gerçeklik kazanmış bulunan toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak bakımından göreli bir yoksullaşma içindedirler."[6] İşte Marx'ın toplumsal kutuplaşmanın bir ucu olarak sefalete vurgu yaptığı satırları, bu nispi, göreli bakış açısıyla kavramak gerekir.

Dördüncüsü, aslında, işçilerin yaşam standartlarının sürekli ve mutlak olarak düşeceği şeklindeki görüş, Marx'ın eleştirdiği kişilerin görüşüdür. Malthus, Ricardo ve Lassalle bu görüşü, nüfus teorileri eşliğinde savunmuşlardır. Çünkü onlara göre, ücretler artarsa, işçiler daha fazla çocuk yapacaklar ve bu da işsizliği arttırarak işçiler arasındaki rekabeti körükleyecek ve sonuçta ücretler tekrar asgariye doğru düşecektir. Görüldüğü gibi, "ücretlerin tunç yasası" adıyla anılan bu uyduruk görüşün altında yatan şey Malthus'un nüfus yasasıdır.

Gerek Marx gerekse de Engels, işsizliğin (ve işçiler arasındaki rekabetin) ücretleri baskılayan en önemli faktörlerden biri olduğunu defalarca vurgulamış, bunun sınai çevrimlerle bağını da ortaya koymuşlardır: "Bir bütün olarak bakıldığında, işçi ücretlerinin genel hareketleri, yalnızca, sınai çevrimin dönemsel değişmelerine uygun olarak yedek sanayi ordusunda gerçekleşen genişleme ve daralmalar tarafından düzenlenir. Bundan dolayı, bu hareketler, işçi nüfusunun mutlak sayısındaki değişikliklerle değil, işçi sınıfının faal işçi ordusu ile yedek işçi ordusuna bölünmesinin değişen oranlarıyla, artık nüfusun göreli büyüklüğündeki artış ve azalışlarla, bu nüfusun kâh soğurulup kâh yeniden serbest bırakılmasının derecesiyle belirlenir."[7] Ancak Marx'ın ücret teorisi tek nedenli bir açıklama değildir, çok sayıda faktörü hesaba katar. Sınıfın bilinç ve örgütlülük durumu ve buna bağlı olarak sınıf savaşımının düzeyi de son derece önemli bir faktördür. Ücretlerin sınai çevrimlerdeki kısa vadeli dalgalanmaları dışında, uzun vadeli değişimi, Marx tarafından işgücünün değerindeki değişimle açıklanır. Bu değişim, sermaye birikiminin bir fonksiyonudur. Sermaye birikimi, emek üretkenliğinin artışı ve sermayenin organik bileşiminin artışıyla birlikte ilerler ve bunlar da işgücünün değeri üzerinde hem azaltıcı hem de bazı yönleriyle arttırıcı etkide bulunurlar. Sonucu, bu zıt eğilimlerin çatışması ve sentezi belirleyecektir, ama yine de ağır basanın, azalma yönündeki eğilim olduğunu söyleyebiliriz: Kapitalist üretimin genel eğilimi, ücretlerin ortalama düzeyini yükseltme değil, düşürme, yani işgücünün değerini "üç aşağı beş yukarı en alt sınırına çekme yönünde"dir der Marx. Ardından da eğer bu eğilime karşı hiçbir şey yapmazsa, işçi sınıfının "ezilmiş ve hiçbir kurtuluş umudu kalmamış bir sefiller yığını durumuna düşeceği"ni belirterek sendikal mücadelenin önemini vurgular.[8]

Ücret hareketlerine ilişkin olarak Marx'ı eleştirenler, onun metanın değeri ile fiyatı (bu durumda ücret) arasındaki farkı gözettiğini de çoğunlukla görmezden gelirler. İşgücünün değeri uzun vadeli olarak azalırken, fiyatı aynı kalabilir ve hatta yükselebilir de. Sınai çevrimlerin boom evresinde yaşanan ücret artışları bunun örneğidir. Dahası, daha az parayla bile daha fazla tüketim malı satın almak mümkündür![9] Demek ki emek üretkenliğindeki artış nedeniyle işgücünün değeri ve reel ücretler zıt yönlerde hareket edebilirler.

* * *

Gördüğümüz gibi kapitalizm, işsizliği, yoksulluğu ve sefaleti gerek nispi olarak gerekse de kimi dönemlerde mutlak olarak büyütmektedir. Son derece sarsıcı bir tarihsel sistem krizinden geçtiğimiz son çeyrek asırdır, arka arkaya gelen ve giderek şiddetlenen iktisadi kriz dalgaları insanlığın acılarının daha da derinleşmesine yol açıyor. Büyük bir tarihsel yol ayrımına gelmiş bulunmaktayız. Dünyaya hükmeden finans kapitalin zirveleri bu çürümüş ve can çekişmekte olan sistemi nasıl ayakta tutacaklarına kafa patlatıyorlar. Üstelik görünen o ki, bu noktada hangi tercihlerde bulunacaklarına dair ciddi iç çatışmalar yaşıyorlar. Hangi taraf ağır basacak olursa olsun, bu, insanlık için hayırlı olmayacaktır. Kimi finans kapital çevrelerinin vaat ettikleri kırıntılara tav olarak bu sömürü sisteminin sürmesine razı mı gelinecek? Kapitalistlerin öyle ya da böyle sömürüyü ve baskıyı daha da arttırarak ne pahasına olursa olsun egemenliklerini sürdürme tercihlerine boyun mu eğilecek? Kapitalizmin zirvelerindeki kapışmanın dayattığı seçenekler arasında bir tercih yapmayı reddetmekten başka şansımız bulunmuyor. İnsanlığa kâbusu yaşatan bu kapitalist sistemi son tuğlasına kadar yıkmaktan başka hiçbir yol yoktur.

[1] Engels, İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yay., 1. bsk, s.139 [düzeltilmiş çeviri]

[2] Marx, Kapital, c.1, s.610-612.

Lenin de, kapitalizme duygusal temelde eleştiriler yöneltenleri (örneğin Narodnikleri ve düşüncelerini dayandırdıkları Sismondi'yi), işsizliğin kapitalizmin varlık koşullarından biri olduğu gerçeğini göz ardı etmekle, "kapitalizmin bir işsizler ordusuna olan ihtiyacı konusuna hiçbir zaman değinmemekle" eleştirir. Bak: Lenin, Ekonomik Romantizm, Ser Yay., 1.bsk, s.59

[3] Marx, Kapital, c.1, s.622

[4] Marx, Kapital, c.1, s.622

[5] Marx, Kapital, c.1, s.623-4 [vurgu bizim]

[6] Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., 2.bsk, s.88

[7] Marx, Kapital, c.1, s.615

[8] Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Evrensel Yay., 1.bsk, s.78. Marx, işgücünün değerinin, iki temel öğe tarafından belirlendiğini söyler: fizyolojik öğe ve tarihsel-moral öğe. Her ikisi de, içinde bulunulan toplumun kültür ve alışkanlıklarıyla, coğrafi ve iklimsel koşullarla, ve en sonu kapitalist gelişim düzeyiyle doğrudan ilişki içerisindedirler. Dahası, fizyolojik öğenin kendisi de zaten mutlak değil, görelidir; zamana, mekâna ve toplumsal alışkanlıklara göre değişim gösterir. Dolayısıyla gerekli tüketim düzeyi ve sepeti, sırf biyolojik ihtiyaçlarla belirlenmez. Verili bir toplumda, çoğunluk tarafından geçerli ve kabul gören ihtiyaçlar neyse onlar da bu sepete dâhil olurlar. Bu nedenle sepetin kendisi kesintisiz bir değişim içerisindedir. Kimi ihtiyaçlar artık eskimişken, kimi yepyeni ihtiyaçlar doğar. Asgari ücret sepetinde bulunan kalemlerin bir ülkede zaman içerisindeki değişimi de, bu sepetin ülkeden ülkeye değişimi de bunu gösterir.

[9] Marx, Kapital, c.1, Sol Yay., 10. bsk, s.496

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #12  
Alt 12-07-2023, 23:20
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.594
Standart

https://marksist.net/hakan-sonmez/ac...ufus-artisi-mi

Açlığın Sebebi Nüfus Artışı mı?
Hakan Sönmez
24 Haziran 2023



Tüm dünyada gıda fiyatlarının arttığı ve milyonlarca insanın açlıkla boğuştuğu bir dönemden geçiyoruz. Kapitalizm ortaya çıktığı günden itibaren emek üretkenliğini muazzam derecede arttırmasına rağmen bugün halen insanlığın büyük bir bölümü açlığın ve yoksulluğun pençesinden kurtulamadı. Açlık, yoksulluk ve işsizliğin sebebi kapitalist ideologlar tarafından aşırı nüfus artışına bağlandı. 18. yüzyılın gerici İngiliz iktisatçısı Thomas Robert Malthus'un ortaya attığı teorinin geçersizliği, bizzat kapitalist gelişmeye bağlı olarak bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle birlikte gıda üretiminde yaşanan muazzam üretimle ortaya çıkmasına rağmen bu teori günümüze dek burjuvazi tarafından savunulageldi.

Londra merkezli War On Want adlı yardım kuruluşunun gıda üretimi ile ilgili açıkladığı veriler kapitalizmin derin çelişkisini ve burjuva ideologların ikiyüzlülüğünü bir kez daha ortaya koydu. Yardım kuruluşunun verilerine geçmeden önce Malthus'un nüfus teorisine kısaca değinmek yararlı olacaktır:

"Malthus'un «nüfus yasası» iki temel sava dayanıyordu: Birincisi, geçim araçları (esas olarak gıda maddeleri) aritmetik olarak artar; yani 1 iken 2, 2 iken 3, 3 iken 4 şeklinde hep aynı miktarda bir artış söz konusudur. İkincisi, eğer kısıtlanmazsa insan nüfusu geometrik olarak artar; yani 1 iken 2, 2 iken 4, 4 iken 8 gibi katlanan bir artış söz konusudur. Ona göre bu durum, yalnızca kapitalist toplum için değil, ondan önceki tüm toplumlar için de geçerliydi, artan nüfus geçim araçları üzerinde baskı yaratmakta, yetersiz kalan üretim nedeniyle yoksunluk ve yoksulluk ortaya çıkmaktaydı. Bu yüzden de yoksulluk hep var olmaya devam edecekti. Bu bir doğa yasasıydı ve ortadan kaldırılamayacak bu durumu katlanılabilir kılmak için, bir nüfus planlamasıyla işçiler geç evlenmeye ve az sayıda çocuk yapmaya teşvik edilmeli, sefalet içindekilerin hayatta kalıp üremelerine ve çoğalmalarına yol açan tüm yardımlar (ister devlet eliyle ister o günlerdeki gibi Kilise eliyle, isterse de hayır kurumları eliyle yapılıyor olsun) kesilmeliydi. İlerleyen yıllarda, gıda üretiminin aritmetik artışı yerine bir başka ucube olan «azalan getiri yasası» (tarımsal üretim artsa bile, topraktaki verim düşüşü nedeniyle bu artışın hep daha az olacağı görüşü) geçirilse de yaklaşımı aynı kalmaya devam etmiştir."[1]

War On Want adlı yardım kuruluşunun yaptığı araştırmaya göre dünya çapında ortalama bir kişinin kalori ihtiyacının 2,6 katı gıda üretimi yapılmasına rağmen, 2,3 milyar insanın sağlıklı ve besleyici gıdalara ulaşamadığı belirtiliyor. BM Gıda ve Tarım örgütünün verilerine göre ise 2005-2020 yılları arasında dünya gıda üretimi önemli ölçüde artmıştır. Şeker kamışı, mısır, pirinç ve buğdayda mahsul verimi ve dünyanın meyve üretimi yüzde 50'nin üzerinde artarken, her çeşit sebze üretiminde yüzde 65 artış yaşanmıştır. Milyonlarca insanın hiç ulaşamadığı ve milyonlarcasının ise kısıtlı oranda ulaştığı besleyici gıdaların başında gelen sütte yüzde 53, et üretiminde ise yüzde 40 artış gerçekleşmiştir. Teknolojinin gelişmesi ve modern tarım tekniklerinin devreye girmesiyle gıda ve tarım üretiminde sıçramalı bir üretim gerçekleşmiştir. Nitekim 1961 yılı ile 2008 krizinden hemen öncesindeki tarımsal üretim rakamları karşılaştırıldığında da gıda üretiminde nüfus artışını aşan bir artışın olduğunu görüyoruz: "1961 yılıyla karşılaştırıldığında dünya nüfusu iki katına çıkmıştır. Birleşmiş Milletler'e bağlı Tarım ve Gıda Örgütü (FAO) verilerine göre, bu elli yıllık dönemde, yaklaşık olarak, buğday ve pirinç dâhil tahıl üretimi 2,7 katına, taze sebze ve meyve üretimi 4,1 katına, süt üretimi 2 katına ve et üretimi de 3,7 katına çıkmıştır."[2] Gelinen noktada çöllerin bile verimli arazilere dönüştürülebildiği, topraksız dahi sebze ve meyvenin üretilebildiği teknik imkânlar varken milyonlarca insanın aç kalmasını nüfus artışı ile açıklamak mümkün değildir.

Açlığın sebebi kapitalist aşırı üretimdir
Bugün dünya nüfusunun küçük bir yüzdesi hariç milyarlarca insan varlık içinde yokluğu yaşamaktadır. Bunun tek sebebi kapitalist üretim tarzıdır. Kapitalizm üretimde anarşik bir yapıya sahiptir. Bu sistemde ihtiyaca göre planlı bir üretim yapmak asla mümkün değildir. Daha fazla kâr elde etmek için üretim yapan kapitalistler, kitlelerin alım gücü sınırlı olduğu için nihayetinde ürettiklerini satamaz noktaya gelirler. Bu kapitalizmin kaçıp kurtulamayacağı bir gerçekliktir. Bugün gıdadan giyime her türlü ihtiyaç maddesi fazlasıyla üretilmekte, ancak buna karşı milyonlarca insan bu ihtiyaç maddelerine ulaşamamaktadır. Bugün üretilen gıdanın üçte biri kârlı bir şekilde satılamadığı için çöpe dökülüyor veya gömülüyor. Dünya nüfusunun yüzde %11'i açlık çekerken ve her yıl açlık ordusuna 150 milyon insan katılırken, yılda yaklaşık 1,3 milyar ton gıda çöpe gidiyor. Bu gerçekliğe rağmen IMF gibi burjuva kuruluşlar gıda fiyatlarının artışına dikkat çekip artan nüfus nedeniyle gıda miktarının yetemeyeceğini propaganda edebiliyor. Gıda fiyatlarının artması ve milyonlarca insanın bu gıdalara ulaşamamasının sebebi dünya gıda üretimini elinde tutan kapitalist tekellerdir. Hangi gıda ürünlerinin ve bunların ne kadar üretileceğine bu tekeller karar vermektedir. Küresel gıda üretim sektöründe tohumlardan zirai ilaçlara, dağıtım ve perakende altyapısına kadar her şeye bir avuç çokuluslu şirket hâkimdir.

Tekeller bir taraftan gıda üretimini ellerinde tutarken diğer taraftan da yaptıkları manipülasyonlarla gıda fiyatlarını fahiş oranda arttırarak kârlarına kâr katıyorlar. Örneğin finans devi Goldman Sachs tarafından yapılan spekülatif faaliyetler sonucu buğday fiyatları yaklaşık yüzde 40 artmıştır. BM raporlarına göre bu durum gelişmekte olan ülkelerin ithalat bedelinin yüzde 56 oranında artmasına sebep olmuştur.

War On Want'ın raporundaki şu çarpıcı örnek kapitalizmin nasıl çarpık bir sistem olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Örneğin soya fasulyesi, buğday, pirinç ve mısır üretiminin yüzde 86'sını Tayland, Vietnam, Pakistan ve Myanmar ürettiği halde Tayland ve Pakistan'da insanların yüzde 17'si, Myanmar'da ise insanların yüzde 25'i gerekli gıdaya ulaşamıyor. Bu da 65 milyon insana tekabül ediyor. Bu durumun en büyük sebebi emperyalist ülkelerin az gelişmiş ülkelerden gıda ve mamul ürünlerini düşük ve istikrarsız fiyatlarla alıp çok daha yüksek tutarlarda ihraç etmeleridir. Bu aynı zamanda yoksul ülkelerden emperyalist ülkelerin finans kapitaline devasa miktarda bir servet transferi anlamına gelmektedir.

Meselenin diğer bir boyutu ise kapitalizmin işleyişinden kaynaklı olarak tarım arazilerinin heba edilmesidir. "Kapitalizmin plansız ve anarşik gelişimi, muazzam kalabalıkların kentlerde yığılarak berbat çevre koşullarında ve kirlilik içinde yaşamasını, verimli tarım arazilerinin kentleşmeyle ve sınai tesislerin kurulmasıyla mahvedilişini, kimyasal atıklarla toprağın ve su kaynaklarının zehirlenip kullanılamaz hale getirilmesini de beraberinde getirmektedir. Kırın ve toprağın kapitalist yağması giderek hızlanmakta, kapitalizm emeğe olduğu gibi toprağa da «benden sonra tufan» diyerek yaklaşmakta ve toprağın sömürüsünü o denli ileri taşımaktadır ki, geldiğimiz noktada bu onun ölümüne yol açmaktadır. Özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinden bu yana kapitalist ilişkilerin ürünü olan sayısız faktörden ötürü ekilebilir toprakların miktarında her yıl 12 milyon hektarlık bir düşüş söz konusudur. Dahası, kapitalist tekelleşmenin kırsal üretimi de boyunduruğu altına almasının yıkıcı sonuçları da gözden kaçmamalıdır. Bugün birçok ülkede çok büyük arazilerde gıda üretimi zorla ortadan kaldırılmış, çiftçiler başta biyoyakıt olmak üzere çeşitli sınai ürünleri üretmek zorunda bırakılmıştır."[3] Örneğin soya, mısır, ayçiçeği, kanola, aspir, şeker kamışı gibi çoğu temel gıda maddeleri olan bitkiler, şimdilerde gıda olarak kullanılmak üzere değil, etanol ve biyodizel elde etmek üzere üretiliyorlar. Brezilya'da tarıma elverişli toprakların biyoyakıt üretimine ayrılan kısmı Britanya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg'un toplam alanına eşit. Üstelik bir otomobilin yakıt deposunu doldurmak için kullanılan tahıl miktarı, bir kişinin 1 yıl boyunca tüketeceği tahıl miktarına eşittir.

Nüfus artışı hiçbir zaman Malthus'un iddia ettiği gibi emek üretkenliğinin önüne geçememiştir. Emek üretkenliğinin gelişmesine paralel olarak gıda üretimindeki artış her zaman nüfus artışından fazla olmuştur. Marksizmin kurucuları en başından beri meselenin nüfus artışı olmadığını, sorunun kapitalist işleyişten kaynaklandığını ortaya koyarak Malthus'un teorisini mahkûm ettiler. Emek üretkenliğinin muazzam derecede arttığı günümüz koşullarında açlığı, yoksulluğu nüfus artışına bağlamak her defasında gerçekliğin duvarına toslamaktadır. Kapitalizmin tarım arazilerini yok etmesine, milyonlarca çiftçiyi yerinden koparmasına rağmen bugün tüm insanlığa yetecek kadar gıda ürünü üretilmektedir. Engels konuyu ele alırken emek üretkenliğinin artışının nüfus artışını geçtiğini veriler ile ortaya koyuyor ve aynı zamanda ekilmeyen uçsuz bucaksız toprakların olduğuna dikkat çekiyordu. Bugün bile Amerika kıtasından Afrika'ya, oradan Asya'ya uzanan ekilebilecek uçsuz bucaksız topraklar bulunmaktadır. Ancak bu potansiyelin değerlendirilmesi için kapitalizmin yıkılması şarttır. Üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırılıp tamamen insan ihtiyaçlarını gözeten planlı bir üretim yapıldığında açlık da insanlığın gündeminden ebediyen çıkmış olacaktır.

[1] Oktay Baran, Nüfus Artışı, İşsizlik ve Hortlatılan Malthusçuluk, 20 Mayıs 2020, marksist.net/node/6949

[2] Oktay Baran, İnsan İhtiyaçları Sınırsız, Kaynaklar Kıt mı?, 1 Eylül 2009, marksist.net/node/2242

[3] Oktay Baran, Nüfus Artışı, İşsizlik ve Hortlatılan Malthusçuluk

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #13  
Alt 12-07-2023, 23:28
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.594
Standart

https://marksist.net/node/2242

İnsan İhtiyaçları Sınırsız, Kaynaklar Kıt mı?
Oktay Baran
1 Eylül 2009



Kapitalist dünya krizle boğuşmaya devam ederken, kapitalizmin Marksist eleştirisine dönük ilgi de her geçen gün artıyor. Hatta bir kısım burjuva iktisatçılar kapitalist krizden çıkış doğrultusunda bir ipucu buluruz diye Kapital ciltlerini araştırıyorlar; orada krizlerin temel nedeninin özel mülkiyet, rekabet ve üretim anarşisi olduğu tespitini görüyorlar ve ardından da rekabeti ve üretim anarşisini sınırlandırmak için "piyasayı düzenlemenin", "devlet müdahalesinin", "devlet mülkiyetinin" öneminden bahsetmeye başlıyorlar. Ama nafile! Yeniden keşfedip mucize ilaç olarak sundukları devlet kapitalizmi, bu sömürü sistemini krizden ilelebet kurtarmaya yetmez, olsa olsa onun krizini geçici bir süre erteleyip orta vadede daha da şiddetlendirmeye ve buna paralel olarak da emperyalist savaş güdüsünü daha da körüklemeye yol açar.

Diğer taraftan emekçi sınıfların evlatları, kapitalist sistemden bir çıkış yolu arayan devrimci gençler, kapitalizmin doğasını anlama ihtiyacı duyuyorlar. Ne var ki, bu ihtiyacı giderebilmenin ilk adımlarından biri olan "ekonomi nedir?" gibi basit bir soruya bile, burjuva iktisadı çerçevesinde, bir parça objektif, bir parça bilimsel bir yanıt bulmak mümkün değildir! Zira toplumsal yaşamın temelini oluşturan ekonomik faaliyetin asli yasalarının üstü bazı noktalarda çok kabaca bazı noktalarda ise oldukça mahir biçimde örtülerek anlaşılması zor hale getirilmiştir. Bununla amaçlanan tek bir şey vardır; burjuvazinin egemenliğinin ifadesi olan sosyo-ekonomik sistemin yani kapitalizmin meşrulaştırılması, insan doğasına en uygun ve insanın gelişiminin nihai durağı olan bir toplumsal sistem olarak sunulması. İnsanlığa bir bilim olarak sunulan iktisat ya da ekonomi-politik, gerçekte ve özünde, mevcut toplumun iktisadi ilişkilerini meşrulaştırma ve evrenselleştirme amacı güden bir ideolojiden başka bir şey değildir.

Üçüncü sınıf köşe yazarlarından anlı şanlı iktisat profesörlerine ve kabarık unvanlı ekonomi bürokratlarına kadar tüm burjuva ideologların üzerinde hem fikir oldukları ve anti-komünist propagandada da sık sık kullandıkları bir argüman, "insan ihtiyaçlarının sınırsız, buna mukabil kaynakların kıt olduğu" argümanıdır. On yıllar boyunca ekonomi denilen şey burjuvazi tarafından bu şekilde tanımlanmış, küçük revizyonlardan geçerek tüm ders kitaplarında bu şekliyle yer bulmuştur. Üniversite düzeyindeki ekonomiye giriş derslerinin ilkinde, hocaların öğrencilere ekonominin tanımı diye öğrettikleri şey de budur: "Ekonomi, sınırsız ve sonsuz insan ihtiyaçlarının, sınırlı ve kıt kaynaklarla en iyi şekilde nasıl giderilebileceğini inceleyen bir bilim dalıdır." Çok az kişi bu başlangıç noktasını sorgulama ihtiyacı hisseder. Bilim olduğu iddia edilen bir alanın bu şekilde tümüyle ideolojik bir önyargıya dayandırılması, gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemekle aynı şeydir. Gerçekte, ne insan ihtiyaçları sınırsız ve sonsuzdur, ne kaynaklar mutlak anlamda kıttır, ne de içinde bulunduğumuz toplumdaki ekonomik faaliyetin temel amacı insan ihtiyaçlarının en iyi şekilde giderilmesidir. Bu üç temel ideolojik argümana dayandırılan bir anlayışın bilimsel olarak sunulması tam bir garabettir.

İnsan ihtiyaçları sınırsız değil tarihsel ve toplumsaldır
İnsan ihtiyaçları denildiğinde daha baştan yöntemsel bir sorunla karşı karşıya kalınır. Hangi sınıfın insanı, hangi toplumun insanı, hangi tarihsel dönemin insanı? İçinde yaşadığı toplumdan ve tarihsel dönemden, ait olduğu sınıftan ve içinde bulunduğu maddi üretim ilişkilerinden soyutlandığında, aslında geriye bildiğimiz anlamda bir insan kalmayacaktır. Marx'ın dediği gibi, "insansal öz, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içersinde, bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür."[1] İlkel komünal topluluklara ait insanları ya da günümüzün kimi Afrika kabilelerinin üyelerini, modern kapitalist kentlerde yaşayan bir insanla karşılaştırdığımızda iki ayrı gezegende yaşayan iki ayrı canlı türüyle karşı karşıya olduğumuz hissine kapılırız. Bu insanların, kendilerini, ait oldukları topluluğu, doğal çevrelerini ve dünyayı algılayışları arasında bulunabilecek ortak nokta sayısı yok değilse bile son derece azdır. Çok daha az tüketim aracına, ilkel bir yaşantıya sahip olmasına karşın komünal topluluğun üyesi günümüz modern kapitalist toplum insanıyla karşılaştırıldığında, kendisiyle, içinde yaşadığı toplumla ve doğayla daha uyumlu ve barışıktır. Onun dünyasında "sınırsız ihtiyaçlar" diye bir şey yoktur. Aynı olgu uygarlığın farklı dönemlerindeki insanlarla günümüz insanını karşılaştırdığımız zaman da, kuşkusuz önemli derece farklılıklarıyla birlikte, varlığını sürdürür. Ama bir ve aynı toplum içinde, diyelim ki kapitalist toplum içinde de bu olgu varlığını, farklı sınıflar düzeyinde korumaya devam eder.

Bu gerçekliği unutmaksızın, yine de insan ihtiyaçları diye bir şeyden bahsedebilir ve bunu çok kabaca, en temel ihtiyaçtan daha karmaşık ve gelişkin olanına doğru sırasıyla, fizyolojik-maddi ihtiyaçlar, sosyal ihtiyaçlar ve manevi ihtiyaçlar şeklinde sınıflandırabiliriz. Gerek bir bütün olarak gerekse de alt başlıklarıyla bu ihtiyaçlar tarihsel ve toplumsal olarak belirlenirler, durgun ve değişmez değil, hareket halinde ve değişen gelişen bir doğaya sahiptirler. Dahası kimi temel maddi ihtiyaçlarımız hiç değişmeksizin kalsa bile, bunların ne kadar ve daha da önemlisi nasıl tatmin edildiği hususu, toplumdan topluma ve dönemden döneme değişiklik gösterir. Ama her durumda açık olan bir şey var ki, verili bir tarihsel dönemde ve toplumda, insan ihtiyaçları sınırsız ve sonsuz değil; tanımlanabilir ve önem sırasına konulabilir, sınırlı bir doğaya sahiptirler.

Tüketme eyleminin yegâne mutluluk kaynağı olarak adeta bir tapınma biçimi haline getirildiği kapitalist toplumda bile insan ihtiyaçları ister çeşitlilik ister miktar açısından sonsuz değildir. Ama kapitalist toplumda egemen olan burjuva ideolojisi, insanlara durmaksızın daha fazlasını istemeyi, daha fazlası için çaba harcamayı ve bu doğrultuda kendi bireysel varlığından başka hiçbir şeyi önemsememeyi vaaz eder. Aileden başlayarak okul sıralarında devam eden bencillik ideolojisinin bombardımanı altında yetişen kapitalist toplumun atomize, asosyal ve apolitik insanı için, bu ideal kapitalist "insan" için, yegâne tatmin kaynağı, daha fazlasına, daha büyüğüne, daha yenisine ve daha gelişmişine sahip olmaktır. Ama hiçbir ideolojik bombardıman insanları kitlesel ve kalıcı biçimde, olmadıkları bir şey haline getiremez. İnsan, tarihsel ve toplumsal olarak belirlenmiş, bu bağlamda değişen veya gelişen ama yine de sınırlı ihtiyaçlara sahip bir varlık olarak kalır. Kapitalistleri derin kederlere gark eden bu gerçeklik, insanın ihtiyaçlarını ve dolayısıyla onun tüketim talebini arttırmak ya da kanalize etmek üzere, insanın arzularını, isteklerini ve "ihtiras"larını körüklemeyi hedefleyen devasa bir reklam sektörünün varlığı tarafından da tersinden kanıtlanır. Gerçekten de, ileri kapitalist ülkelerde GSYH'nin yüzde 2'lerini bulan devasa reklam harcamalarının kökeninde, insan ihtiyaçlarının sınırlarını ve dolayısıyla onun tüketim talebini arttırmak, bu sınırları bir parça da olsa genişletmek amacından başka ne yatıyor olabilir ki?[2] İnsan ihtiyaçları sınırsız olsaydı, hangi kapitalist, insanların daha fazla tüketmesini sağlamak üzere milyarları reklamlara, pazarlama uzmanlarına, ürün çeşitlendiricilere, piyasa araştırmacılarına vb. harcardı?

İnsan sınırsız ihtiyaçlara sahip olmadığı gibi sınırsızca tüketme yeteneğine de sahip değildir. Ama kapitalistler tarafından en azından bu doğrultuda bir eğilime, yani sınırsızca satın almaya sürekli olarak teşvik edildiği bir gerçektir. Kapitalist ekonomi "bilimi", iddia ettiği gibi, insanın ihtiyaçlarının akılcı biçimde karşılanması üzerine değil, insanın tüketim kapasitesinin arttırılması üzerine kafa patlatır ki, bunda başarısız olduğu da pek söylenemez. İnsanın arzuları ve ihtirasları körüklenir, sosyal bir varlık olan insanın otokontrol mekanizmaları, kapitalist bencillik ideolojisi tarafından kırılmaya çalışılır. Biteviye tekrarlanan "çok tüketin" çağrısı, üretilenlerin önemli bir bölümünün çöpe atılması anlamına gelir. Daha çok tükettirmenin yollarından biri de kalitesiz ve dayanıksız ürünlerdir. Tüketebileceğinin katlarca fazlasını satın alarak sahip olma doğrultusundaki suni tutkuyu tatmin etme ihtiyacındaki insanlar, özellikle gelir düzeyinin yüksek olduğu ileri kapitalist ülkelerde hiç de azımsanmayacak oranlara ulaşmışlardır. Bu nevrotik toplumların en ileri örneklerinden biri olan ABD'de, "orta-sınıf" mensupları arasında, buzdolapları ya da kilerleri ağzına kadar taze yiyecekle dolu olmasına rağmen her hafta sonu hipermarketlerden arabalar dolusu yiyecek almak ve bu yiyeceklere yer açmak için evlerinde halihazırda bulunanları çöpe atmak şeklindeki hastalıklı davranış son derece yaygın bir hale gelmiştir. Burjuvazinin tükettirme saldırısının sonuçlarını, hiç giymedikleri yüzlerce giysiyi ve onlarca ayakkabıyı, hiç kullanmadıkları el aletlerinin sayısız türünü, sürekli yeni modeliyle değiştirdikleri halde kırk yılda bir kullandıkları elektrikli aletleri, en ilkel ve temel işlevlerini kullandıkları halde en gelişmiş özelliklere sahip aygıtları satın almayı bir saplantı haline getirmiş bireylerde de görmek mümkündür.

Görülüyor ki burjuva iktisadı gerçekte olan değil de olmasını istediği bir insan tipinden bahsetmektedir. Kapitalistlerin kendi suretlerinde yaratmaya çalıştıkları insan tipi, midesi doysa da gözü doymayan bir insan müsveddesinden başka nedir? Bu insan, hastalıklı ve sapkın bir insandır. Bu nedenle bugün artık gereksiz alış-veriş yapma eğilimi, burjuva akademisyenler tarafından bile kimi psikiyatrik hastalıkların belirtilerinden biri sayılmak zorunda kalınmıştır. Birçok psikolojik hastalığın temelinde olduğu gibi, bu davranış bozukluğunun da temelinde gerçek bir çatışma yatmaktadır: İnsanın nesnel olarak sınırlı ihtiyaçları ile kapitalizm tarafından yapay olarak şişirilmiş istek ve arzuları arasındaki çatışma.

Bir ihtiyacımızı çok daha iyi giderebileceğimiz daha gelişmiş, daha kaliteli yeni ürünlerin yanı sıra toplumsal değişimin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan yeni tip ve nitelikte ihtiyaçlarımızı giderecek ürünlerin de ortaya çıkmasında genel olarak yadırganacak bir durum yoktur. Ama kapitalizmin bu makul sınırlarda kalması ne mümkün! Evrensel meta üretiminin hüküm sürdüğü, yani üretilen her şeyin satılmak üzere üretilmiş bir meta olduğu kapitalist toplumda, en olmadık şeyler tasarlanıp üretiliyor ve bunlar muazzam kampanyalarla insanların zihnine olmazsa olmaz bir ihtiyaç olarak kazınabiliyor. Burjuvaların sevdiği deyişle, "arz kendi talebini yaratıyor". İnsanların temel ihtiyaçlarını ve hatta lüks sayılan ihtiyaçlarını bir tarafa bırakalım, yoktan yaratılan sanal ihtiyaçlar kapitalizm tarafından kalıcılaştırılmaya çalışılıyor. Her şey "al beni" nesnesine dönüşmüşken, bu albeni insanları neyin ihtiyaç neyin ihtiyaç olmadığı hususunda tam bir karmaşaya sürüklüyor. Kapitalizmin insanlığı sürüklediği bu noktanın, on yıl önce "sanal bebekler" diye gençlerin ellerinde dolaşan oyuncak elektronik bebeklerden daha iyi bir kanıtını bulmak zordur. Öylesine bir tüketimci ideolojik bombardıman sözkonusudur ki, gazetelerin ilan sayfalarında "sanal bebek bakıcısı" arayanlara rastlamak mümkün hale gelmiş ve hatta Japonya'da onlarca kişi sanal bebekleri bakımsızlıktan öldü diye intihar edebilmiştir. Kapitalist tüketim toplumu yabancılaşmanın doruğudur.

Peki neden bu denli yoğun bir tüketim propagandasıyla karşı karşıyayız? Çünkü kapitalist üretimin temel motivasyonu insan ihtiyaçlarını karşılamak değil kâr etmektir. Öte yandan üretim sürecinde elde edilen artı-değerin kâr olarak realize olabilmesi için üretilmiş ürünlerin satılması gerekir. Daha fazla satış daha fazla kâr, daha fazla kâr daha fazla yatırım, daha fazla yatırım daha fazla üretim, ve daha fazla üretim daha fazla satış zorunluluğu demektir. Sermayenin içinde döne döne büyüdüğü döngü budur. Bu döngünün devamında kilit sorunlardan biri (ama yalnızca biri) sürekli olarak büyüyen bir tüketimi güvence altına alma sorunudur. Oysa insanlar sınırsız ihtiyaçlara, sınırsız bir tüketme kapasitesine sahip olmadığı gibi, kapitalist toplumda milyarlarca insan temel maddi-fizyolojik ihtiyaçlarını bile karşılamaktan mahrum durumdadır. Bu gerçeklik kapitalist krizle birlikte çırılçıplak açığa çıkar. Kapitalist krizler hiç de kıtlıktan kaynaklanmaz. "Sınırsız ihtiyaçları olan" ve "sınırsız tüketim kapasitesi olan" insanların kıt tüketim mallarıyla karşılaşmalarından doğmuyor bu krizler. Tersine, insanların kapitalist anlamda tüketebileceklerinden yani satın alabileceklerinden çok daha fazlasının üretilmesinden (aşırı üretim) kaynaklanıyor kapitalist krizler: "Bu sistem, kapitalistlerin doymak bilmez kâr arzusu ve bu temelde güdülenmiş yatırım coşkusuyla, geniş kitlelerin sınırlı tüketim gücü arasındaki çelişki temelinde yol almaya mahkûmdur. Döneme eşlik eden teknolojik yeniliklere rağmen, pek çok kapitalist olumlu beklentilerle aynı yönde davranacağı için belirli bir süre sonra kârlılığın düşmesi, piyasanın yeni ürünlere doyması ve bir aşırı-üretim bunalımının patlak vermesi kaçınılmazdır."[3]

Sınırlı kaynaklar mı, sonsuz olanaklar mı?
Burjuvazinin ekonomi tanımındaki "kıt kaynaklar" ifadesi, aslında insanların sınırsız ihtiyaçları olduğu varsayımından türer; "sonsuz ihtiyaçlara yetecek mal ve hizmet yoktur" denilir. Sonsuz insan ihtiyaçları varsayımının ne denli çürük olduğunu gördük, bu durumda, kaynakların da kıt olduğunu söylemek için tutarlı bir argüman ileri sürmek güçtür. Kuşkusuz bir şeyin üretilmesi, doğadan bir şeylerin alınarak dönüştürülmesi, bu şeyin doğadan eksiltilmesi demektir ki, içinde yaşadığımız dünyanın sınırlı olduğu açıktır. Ne var ki, burada birkaç hususun altını çizmek gerekir.

Birincisi her tüketim eylemi aynı zamanda bir üretim eylemidir ve tersi. Dolayısıyla tüketim denilen şeyi, mutlak bir yok oluş olarak düşünmek yanlıştır, o bir dönüşüm sürecidir. İkincisi, doğa denilen varlık, sürekli eksilttiğimiz durgun bir varlık değil, kendini yenileyen, eksilenin yerine belli ölçülerde yenisini koyan bir varlıktır. İnsanların en temel maddi ihtiyaçlarından olan besin gereksinimini karşılamak üzere giriştikleri tarımsal faaliyet bu gerçekliğe dayanır. Madenler ve hammaddeler açısından bakıldığında da aslında durum budur, ancak insan ömrünün bu yenilenme süresinin yanında kısacık bir an olarak kalması, bu tür ihtiyaçlarımızı karşılayacak kaynakların giderek azaldığını düşünmemize yol açar. Fakat unutulmamalı ki, gerek geri dönüşüm teknolojileriyle, gerek daha dayanıklı tüketim mallarının üretilmesiyle, gerekse de malzeme bilimindeki devasa atılımlarla bu güçlüğün üstesinden gelmek hiç de imkânsız değildir. Üçüncüsü, doğal kaynaklarımızın temeli olarak dünyamız sınırlı olsa bile, onun içerisindeki mütevazı varlığımız açısından bakıldığında dünyanın sahip olduğu kaynaklar göreli olarak sonsuzdur. Dördüncüsü, insanoğlu geldiği gelişim aşamasında dünyayla sınırlı varlığını da evrenin başka köşelerine uzanarak aşma potansiyeline sahiptir.

İnsanlığın geçmişinde, üretici güçlerin geri düzeyi nedeniyle, insan ihtiyaçlarının karşılanması hususunda büyük bir yetersizliğin olduğu ve bu anlamda sınırlı kaynaklar olduğu söylenebilir kuşkusuz. İnsanoğlu doğanın kendisine kendiliğinden sunduğu olanaklarla büyük ölçüde yetinmek zorunda kalan, bu arada doğanın felâketlerine de tevekkülle katlanmak durumunda bulunan bir varlık, doğanın kölesi durumundaki bir varlık idi. Ama bugün durum hiç de öyle değildir. Doğanın kölesi olmaktan çıkıp onun efendisi haline gelmemizin koşulları giderek olgunlaşmıştır. Emeği ve doğayı inanılmaz boyutlarda sömürmesi ve tahrip etmesine rağmen, kapitalist sistem üretici güçlere yaptırdığı devasa atılımla, ister istemez, insanlığın kurtuluşuna giden yolun da maddi temelini döşemiş bulunmaktadır. Bu maddi temellerin ne denli olgunlaşmış olduğu ve bu arada tüm insanlığın refahı için gerekli kaynakların mevcut olup olmadığı hakkında anlamlı bir fikre sahip olmak için bugünkü kimi üretim rakamlarına bakmak bize küçük bir ipucu verecektir.

En temel ihtiyaçlarımızdan olan besin ihtiyacımızı giderecek tarımsal üretim rakamları bu açıdan bize çok şey anlatıyor. 1961 yılıyla karşılaştırıldığında dünya nüfusu iki katına çıkmıştır. Birleşmiş Milletler'e bağlı Tarım ve Gıda Örgütü (FAO) verilerine göre, bu elli yıllık dönemde, yaklaşık olarak, buğday ve pirinç dahil tahıl üretimi 2,7 katına, taze sebze ve meyve üretimi 4,1 katına, süt üretimi 2 katına ve et üretimi de 3,7 katına çıkmıştır. Yalnızca bu veriler bile, insanların geometrik olarak çoğaldığını, gıda üretiminin ise aritmetik olarak arttığını iddia ederek, insanlar arasındaki toplumsal eşitsizliği, açlığı, yağma savaşlarını ve kapitalizmi aklamaya çalışan Malthus'un sözde teorisini çökertmeye yeterlidir.

[Sitede çeşitli gıda ürünlerinin üretim miktarlarının yıllara göre artışını gösteren bir tablo var. Bu tabloya göre gıda üretimi miktarı Malthus'un iddiasının aksine nüfus artışından daha fazla artmaktadır. Tabloyu sitenin linkinden inceleyiniz.]

Besin tüketimi açısından baktığımızda da, benzer bir gelişim tablosuna şahit oluruz. Yine FAO verilerine göre, kişi başına günlük ortalama kalori tüketimi, 1961'deki 2253 kcal değerinden, 2003 yılında 2808 kcal'e çıkmış yani yüzde 24 artmıştır. Bu tüketim artışı içerisinde hayvansal gıdaların artışı yüzde 41 iken, bitkisel gıdaların artışı yüzde 21'dir. İnsanın vücut ölçülerine, yaşına ve yaptığı işe bağlı olarak günlük kalori ihtiyacı değişse bile, ortalama ölçülerde orta yaşta bir insanın günlük kalori ihtiyacı 2500 kcal civarındadır. Dolayısıyla dünya üzerindeki bütün insanların bu ortalama kalori miktarını tüketmeleri görüldüğü gibi mümkündür. Bir başka deyişle, bugün artık dünya üzerinde yaşayan 6,6 milyar insanın gıda gereksinimlerini karşılayabilecek bir tarımsal üretim mevcuttur ve bu açıdan bakıldığında "kıt kaynaklar" diye bir şey sözkonusu değildir. Üstelik bu üretim düzeyi, ekilebilir durumda olan toprakların önemli bir bölümünün neo-liberal kapitalist tarım politikaları nedeniyle ekilmemesine rağmen tutturulabilmiştir.

Kişi başına ortalama günlük tarımsal üretim miktarı ve yine kişi başına ortalama günlük kalori tüketim miktarı verileri, dünyada açlık diye bir sorun olmaması gerektiğini haykırıyor. Ama bunlar sadece ortalamalardır ve bu üretim düzeyine rağmen, dünyaya baktığımızda korkunç bir eşitsizlik, dengesizlik ve adaletsizlik tablosuyla karşı karşıya kalırız. Bir tarafta, ileri kapitalist ülkelerde tarımsal verimlilik öylesine yüksek düzeylere çıkmıştır ki, fiyatlar düşmesin diye çiftçiler üretim yapmamaya teşvik ediliyor, üretim yapanlara değil yapmayanlara devlet ödemede bulunuyor; tahıllar denizlere dökülüyor, yakılıyor ya da boyanarak kullanılmaz hale getiriliyor; stoklarda et, süt, tereyağı ve peynir dağları yükseliyor; meyve ağaçları kökünden sökülüp atılıyor. Diğer tarafta, 6,6 milyar insanın yaklaşık yarısı anlamına gelen 3 milyar insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor, bunların 1,4 milyarı günde 2 doların altında bir gelirle yaşam savaşı veriyor. Açlık ordusu, tarımsal üretime paralel bir şekilde artıyor! Bugün sürekli açlık çeken insanların sayısı 1 milyar 20 milyon kişiye ulaşmıştır. Dahası ne ironiktir ki, yoksulluk ve açlık sorununu en fazla tarım sektöründe çalışan işçiler yaşıyorlar. FAO'nun verilerine göre 500 milyon ücretli tarım işçisinin büyük bir çoğunluğu yoksulluk ve sürekli açlık içerisinde yaşıyor. Bu tablo da gösteriyor ki, insanlığın bugün geldiği gelişmişlik aşamasında sorun kaynakların "kıt" olmasında değil, bunların emeği ve doğayı sömüren bir avuç kapitalistin tekeli altına alınmış olmasındadır.

Bir kez daha vurgulayalım ki, doğayı tahrip eden, onun kaynaklarını "geri dönülmez" bir şekilde tüketen şey, üretim eyleminin kendisi değil, üretim biçimidir. Açlık, yoksulluk, su kaynaklarının tahribi, çevre kirliliği ve küresel ısınma, doğal kaynakların tahribi gibi sorunların yegâne sorumlusu kapitalist üretim biçimidir. Kapitalist toplumda burjuvaların davranışını benden sonra tufan anlayışının belirlediği açıktır. Dünyanın sonsuz bir zenginlik kaynağı olarak görüldüğü kapitalizmin doğuş çağında, kapitalistler bu sonsuz kaynağı dizginsizce sömürmek ve yağmalamak üzere dünya seferlerine çıktılar. Fethettikleri kaynakları bu sefahatin hiç sonu gelmeyecekmişçesine dibine kadar ve her seferinde daha derinlemesine sömürmeye devam ettiler. Bugün gelinen noktada bir tarafta yaratılan sonsuz olanaklara rağmen, kapitalist üretimin bir sonucu olarak doğanın ve insan emeğinin muazzam bir tahribatıyla karşı karşıyayız. Ama tarih henüz son sözünü söylemiş değil!

İnsanlık bir yol ayrımındadır. Bir yandan kapitalist barbarlık tüm gezegeni ve onun üzerindeki yaşamı yok etmekle tehdit ederken, diğer yandan bu dünyada bir cennet inşa etmenin her türlü potansiyeli mevcuttur; sınıfsız, sömürüsüz, barış, özgürlük ve refah dolu bir toplumun inşası son derece mümkündür. Bunun önündeki engel ve temel sorun, gelişimin önünde nesnel bir sınırın olması, dışımızdaki nesnel dünyanın dayattığı sınırlamaların bulunması sorunu değildir. Sorun, insan hayatını, emeği ve doğal kaynakları müsrif bir şekilde harcayan, çevreyi tahrip eden ve bilim ve teknolojinin potansiyelinin tam olarak gelişmesini engelleyen kapitalist özel mülkiyet ve kapitalist üretim biçimi sorunudur. Kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırdığımızda tüm insanlığa yetecek bir bolluk ve refahı üretemememiz için hiçbir sebep de kalmayacaktır. Kapitalist sapkınlık ortadan kaldırıldığında, faaliyetinin kendisine ve onun sonuçlarına sahip çıkarak insan, emeğine, kendisine ve doğaya yabancılaşmaya son verebilecek, doğa üzerinde tahripkâr olmayan bir egemenlik kurabilecek ve böylece kendi kurtuluşunu gerçekleştirebilecektir. İşte o zaman sınırsız bir gelişim potansiyeli taşıyan insan, gerçek tarihini yaşamaya başlayacaktır.


[1] Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, 6.Tez

[2] Türkiye'de reklam sektörünün hacminin 2008 yılında 4 milyar TL'yi geçtiği söyleniyor. Almanya'da yapılan reklam harcamalarından kişi başına düşen miktar yıllık 360 dolar civarında; yani günlük 1 dolar civarında. Bir başka deyişle, Almanya'da reklama harcanan parayla, "ihtiyaçları sınırsız" olmasına rağmen (!) günde 1 doların altında bir gelirle geçinmek zorunda olan 1 milyar insanın 85 milyonunun yaşam standardını iki katına çıkartmak mümkündür.

[3] Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay.

Kaynak:
Marksist Tutum dergisi, no:54, Eylül 2009

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #14  
Alt 25-11-2023, 13:59
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.594
Standart

2023'ün sonlarına geldiğimiz bu dönemde Dünyanın bir çok bölgesinde radikal dinciliğin, milliyetçiliğin, ırkçılığın, aşırı sağın artışına, solun erimesine tanık oluyoruz. Elbette dincilik, milliyetçilik, ırkçılık ve sağın bütün versiyonları kapitalizme hizmet eden üstyapılardır.

Peki kapitalizm kendisini destekleyen dincileri, milliyetçileri, ırkçıları, sağcıları tekrar tekrar yeniden üretmeyi nasıl başarıyor?

Avrupa'da yükselen aşırı sağcılığı, ırkçılığı ele alalım.

Önce IŞİD, El Kaide gibi radikal dincileri desteklediler. Afganistan, Suriye, Irak, Libya'da huzursuzluk çıkardılar. Bu coğrafyalarda iç savaşlar başlattılar, bizzat müdahale ederek devlet başkanlarını devirip kendi kuklalarını devlet yönetimine ortak ettiler, 'demokrasi götürme, medeniyet götürme' retorikleriyle milyonlarca insanı öldürdüler, bu ülkelerden gelen en küçük direnişi bile 'İslami terör' diye etiketlediler ve daha çok kan dökmek için fırsat olarak kullandılar, bu devletleri istikrarsızlaştırdılar, yoksullaştırdılar, yaşanmaz hale getirdiler.

Bu acımasız yıkımın ardından bu ülkelerden göç başlaması kaçınılmazdı. Yıkımın gerçekleştiği coğrafyanın çok geniş olması, göç miktarının da çok büyük olmasına sebep oldu. Örneğin Türkiye'ye göç edenlerin sayısı en az 10 milyondur. Kapitalizm göç olayını bir çok yönden kullanır.
- Tayyip, Türkiye'ye göç edenleri Avrupa'ya salmamak için AB ülkelerinden para alıyor.
- Türkiye halkları ile göçmenlerin kültürleri çok farklı olduğu için Türkiye içinde göçmen karşıtlığı oluşuyor, bu da ırkçılığı-milliyetçiliği tetikliyor.
- Türkiye'de işsizlik artıyor. Kapitalizm işsiz nüfusun artmasını ister ve sever. Çünkü iş bulabilen kovulmamak için baskıya boyun eğer, taviz verir. Kapitalist bu duruma çok memnun olur, işsizler içinden seçtiği pahalı emeği ucuza kapatır.
- Avrupalı açısından durum Türkiye'dekinden daha vahimdir. Türkiye, müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkeyken müslüman göçmenlerden bu kadar rahatsız oluyorsa, hristiyan Avrupa bu göçmenlerden nefret ediyor olmalı.
- Uluslararası kanun gereği, anavatanında çeşitli sebeplerle yaşayamayacak hale gelen insanlar göçmen olarak istedikleri ülkeye göç edebilme hakkına sahip. Örneğin siyasi sebeplerle suikaste uğrama-hapsedilme, mezhep farklılıkları gibi sebeplerle katledilme tehlikesi varsa bu hakkını kullanabilirler. Başvuru sırasında göç gerekçesi incelenir, göçmek isteyen kişi haklı bulunursa göçmenliğine izin verilmek zorundadır. Ayrıntılar buradan incelenebilir. Ne var ki, bu kanun Avrupa ülkeleri tarafından askıya alındı. Üstelik göçün sebebi bizzat kendileriyken. Tayyip'e verdikleri kırıntı bir rüşvetle göçmenleri durdurabileceklerini düşündüler, ama göçmenler bir yolunu bulup kaçak-legal Avrupa ülkelerine giriyorlar.
- Türkiye'de göç sebebiyle gerçekleşen işsizlik artışı elbette Avrupa'da da gerçekleşti, emeğin payı da aynı sebeple gittikçe azalıyor.
- Avrupa'da göçmen karşıtlığı, ırkçı partilerin oylarını görülmemiş bir şekilde arttırdı.

Savaşlar ABD, Avrupa ve Rusya'ya yarıyor. Savaş uçağı, helikopter, tank, obüs, roket, silah, mühimmat satışından inanılmaz miktarlar kazanıyorlar. Savaş çıkmasa bile, bu silahların güncellenmesi için gerginlik çıkarmak yetiyor. Örneğin Yunanistan'a F14 vermişse Türkiye F16 istiyor, bunu duyan Yunanistan F35 almak zorunda kalıyor. Böylece her iki ülke de milliyetçiliği diri tutuyorlar, birbirlerine milliyetçi naralar atıyorlar. Bu silahları parayı bastırınca alamıyorsunuz. Emperyalistin çeşitli koşullarına tam itaat ederseniz, boyunduruğunu takarsanız alabiliyorsunuz.

Emperyalistlerin çıkardığı her gerginlik, olası bir savaş ihtimalini içinde barındırıyor. Gerginlik veya savaş, silah satışı demek. Silah satışı demek koşullar dayatmak-boyunduruk takmak demek. Savaş çıktıysa, pastadaki payların yeniden belirlenmesi için fırsat demek, savaştaki devletlerin siyasi organizasyonunu yeniden dizayn etme fırsatı demek, böylece emperyalist nüfuzu-kontrolü-sömürüyü arttırmak demek.

Emperyalizmin, kapitalizmin her adımı, etkisini-varlığını arttıran pozitif bir geri beslemeyi de beraberinde getiriyor. Dincilik, ırkçılık, milliyetçilik gibi sağcılara özgü üstyapılar oluşturuyor, bu yapıları kuklalarını kullanarak kuvvetlendiriyor-yönetiyor, böylece kendisini kalıcı kılıyor.

Bu süreçte emperyalizmin-kapitalizmin propaganda makinesi sürekli yalan üretiyor. Dünya basınının %95'inden fazlası emperyalist kapitalistlerin elinde ve görevleri bu yalanları makyajlayarak yaymak, insanları inandırmak, ahmaklaştırmak.

Devam edeceğim. Sizin de düşüncelerinizi almak isterim.

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #15  
Alt 26-11-2023, 17:37
Yıldıztozu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Yıldıztozu Yıldıztozu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 22 Sep 2014
Mesajlar: 4.242
Standart

Her şeyin bir sonu vardır. Evrenin, insanın, kapitalizmin.

Kapitalizmin mekanizmalarını tüm evrende ve evrimde gözlemliyorum. Güç dengesizlikleri, sınıfsal ayrımlar, eşitsizlikler..
Hepsi evrene ve evrime içkin özellikler.

Nasıl ki Elon musk'ın serveti benim servetimin yanında devasa kalıyorsa, dev bir yıldızın büyüklüğü de güneşin büyüklüğü yanında devasa kalıyor. Burada ne Musk'ın başarısı var, ne benim başarısızlığım, ne de bir hırsızlık. Bu sadece doğanın işleyiş biçimi.
Evrimin işleyişi de öyle. Evrim sınıflar yaratır. Sürünenler, uçanlar şeklinde sınıflar. Dolayısıyla kapitalizm, temel mekanizmalarını doğadan alıyor.

Doğa-kapitalizm işbirliğine karşıt argüman olarak ''insan özgür iradesiyle doğal işleyişe müdahale edebilir'' denilebilir. Doğru bir argüman olur. Kanser olduğumuzda bu doğanın işleyişidir diyerek bırakmadığımız gibi, onunla mücadele ederiz.
Fakat kapitalizmle mücadelenin kanserle mücadeleden farkı ve dezavantajı insan duyguları. Ego ve kıskançlık gibi duygular sınıf farklılıklarını, güç dengesizliklerini besler.

Bugün hemen şu an dünyadaki tüm kaynakları 8 milyar insana eşit paylaştırmaya karar verseydik bu en fazla birkaç yıl dayanırdı. Devamında kendiliğinden yine sınıfsal ayrımlar, güç dengesizlikleri zorunlu olarak doğardı.
Alıntı ile Cevapla
  #16  
Alt 26-11-2023, 19:42
spartacus - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
spartacus spartacus isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 06 Apr 2006
Mesajlar: 12.694

Onur Üyeliği 

Standart

Yani hiç bir iradi müdahale yok, sistem yok, yasa yok, ideoloji yok, amaç yok, ama her nasılsa işte kapitalizm var

Hatta tıp yok, bilim yok, sosyal bilimler yok, matematik, mantık, felsefe, siyaset, dil, ekonomi-politik sistem hiç biri yok, kapitalizm sadece biyolojik bir yapı olmakla birlikte hiç bir stratejik amacı olmayan evrimden ibaret.

Arsızlık ve hırsızlık lafazanlığı böyle oluyor demek ki... Oysa bütün mesele insanlığın objektif olduğu kadar subjektif koşulları kavramasında, yani bu kadar basit ve genel bir temelden yaklaşacaksak, mesele objektif ve subjektif koşullar arasındaki ilişkiyi çözümlemekten geçiyor. İnsanın bir koyunu -evcilleştirmesi- sömürmesi başka bir şeydir, insanın, insanı sömürmesi başka...

Madem öyleydi bu koduğunun kapitalizmi kaç yıllık?

Örneğin sürekli neo-faşistlerce(neo-liberaller) SAFSATA örneği olarak kullanılan(özelden-genele genelleme) son zamanlarda alçaklıklarıyla da ün salan Gates başka, temel gerçek başkadır. Kapitalizm toplumsal emeğe el koymaktadır(emeğin hakkını arama ve olabildiğince hak arama koşullarını imkansızlaştırma-afarozlama, cadılaştırma olgusu da buradan-sistemden- gelir), toplumsal emeğin ödülü sömürüdür, kapitalizm emeği ve üreteni değil, sistemin kendi yapısı itibarıyla çok çeşitli yöntemlerle emek ve ürüne el konulması üzerinden çalanı ödüllendirir. (toplam emek ve bağlı ürünlere bir örnek -ki bu emeğin-ürünlerin temelinde binlerce insan vardır, ama emek, sırf Gates'inmiş gibi, binlerin emeği, Gates ve yandaşlarının cebine aktarılır veya toplumsal emekten alması gereken payın 1000 katı bu kodomana aktarılır, topluma geri dönmez. Oysa neo-faşistlerin(neo-liberaller) kapitalizmin bu sayede teşcik ettiği iddiasının aksine, eğer toplumsal emek, yine toplumsal emeğin sahiplerine hakkıyla geri dönüyor olsaydı, insanlık şu an çok daha ileri bir seviyede olurdu. Kaldı ki kodomanlar gericileşir, statükocu bir hale gelir. Çünkü elde ettikleri ve pazar payını kaptıkları üründen daha az maaliyetle daha fazla kar amacı güderler, o sebeple yeniliklere karşı da direnir hatta ekonomi-politik-askeri-basın-yayın vb. yol ve yöntemlerle baskılamaya çalışırlar. Ta ki başka çareleri kalmayana ve yeni olanı da kendi egemenlikleri, tahakkümü altına alana veya başka bir kodomanın yeni bir çıkış yolu olarak bu gelişimi seçmesine kadar.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Dennis_Ritchie

https://tr.wikipedia.org/wiki/C_(programlama_dili)

Sersemler akıllıların 7 yılda cevaplandıramayacağı soruları 1 günde sorarlar.
-------
Korku ve menfaat dalkavukluğa yol açar.
-------
İnsan korktuğuna ya da arzuladığına çok kolay inanır. La Fontaine
-------
Öküz tahta çıkarsa padişah olmaz, saray ahır olur. Çerkes Atasözü
-------
Akıllı bizi arayıp sormaz, aptal bacadan akar.
------
Su dağları kemirir, vadileri doldurur.
------
Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir.
------
Hürriyet, başkalarına vermedikçe alamayacağımız tek şeydir. William Allen White
------
Belki söylendi herşey,/ belki de gece bekleniyor/ yazılsın diye aynı cümle. Tüm nedenleri yeryüzünün/ bir çakıltaşına takılıp kaldı. Esteban
------
Sıradan insan kendini evrenin merkezi yapmanın yolunu arar; bilge kişinin evreni onun merkezindedir. Lao Tzu
Alıntı ile Cevapla
  #17  
Alt 26-11-2023, 20:23
ilahimasal ilahimasal isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 23 Oct 2017
Mesajlar: 3.462
Standart

Yıldıztozu

Kapitalizm --> ekonomik sistemin adı

Evrenle doğayla evrim le ne alakası var.

Kapitalist ekonomik sistem sürekli krizlere giriyor. Savaşlara neden oluyor.

Senin yada musk un birikimi ile kapitalist ekonomik sistemin açıklamasını yaptığını nasıl olurda düşünürsün ?

Canlılık adına , kapitalizm doğanın düşmanı olabilir ama ürettiği olamaz.

Kapitalizm in yürümediğini görmen belki mümkün değil.
Kapitalizm , mutlu refah içinde yaşamanın yolu değildir aksine tersidir. Mutlu ferah yaşamanın en büyük düşmanıdır.

Kapitalizm in içinde sürüklenen sermaye sahiplerinin büyük çoğunluğu ellerin de ki sermayeyi ÜRETİME sokmadan daha zengin olmak adına KAR hırsı ile üretimden kaçırırlar.

Bak şu aptal dine mine bile bazen bunu bilerek yada bilmeyerek yazar. Faiz den baronlardan bahseder.

Daha yeni spor camiasından bir grup kendi araların da guya vergiden kaćırmak için milyonlarca doları sistem dışından işletip karlarına kar , zenginliklerine zenginlik katmak için dalavereli işlere bulaşmışlar.

O dalavere de ki milyonlarca dolar ÜRETİM için kullanılmıyor. Bireysel KAR için kullanılmak istenmiş.

Para ile para kazanmak deniyor buna

Kimse sana kapitaliz me aşiksın hatta tapınıyorsun diye bir şey demez.
Ekonomik sistemi evrimle dogayla özdeşleştirdiğin için güler.

Kapitalizm güç değildir. Ekonomik sistemin DÜZENİN adıdır.
Sen kazanmaya devam et , oturduğun büro da ki kadar çapın olucak .

Bak sana başka bir ekonomik sistemi ovmedim yuceltmedim kutsamadım.
Alıntı ile Cevapla
  #18  
Alt 26-11-2023, 22:04
ilahimasal ilahimasal isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 23 Oct 2017
Mesajlar: 3.462
Standart

Kapitalizm dünya nın gelişimini 100 yıl kadar engelledi , canlılık ve doğa için faydalı olucak tüm gelişmelerin önüne engel oldu , savaşlar çıkarıp milyonlarca insanı yok etti , milyonlarca agacı , milyonlarca metrekup suyu , milyonlarca ton toprağı kesdi zehirledi yok etti.

Kapitalist ekonomik sistem olmasay dı bu gün dunya çok daha huzurlu bir yer olur du.
Barınma , sağlık , egitim , güvenlik , sınır üretim gibi alanlar da tek bir sorun kalmaz dı.

İnsanlar bu gün savaş silahı üretme konusunda ki övüncü yerine , eğitimli insanların eğlence musabakaları yapıyor olur du.

Kapitalizm , aynı anne karnın da olan iki insanı birbirini öldürmesi için örgütler , insanlar arasına , cinsiyetciligi , ırkcılıģı , dinciliği sokup savaştırır.

Insanlar arasında sınıflar kurup , basit degersiz , hatta alçak onursuz ve şerefsizleri bu sınıfların yöneticisi yapar.

Kapitalizm o kadar şerefsiz bir ekonomik sistemdir ki süte su karıştırıp satan insanı ürettiği gibi , süte su katan bu insanı magazinselleştirip , topluma satar , o toplumu süte su katmanın normal bir durum oldugunu aşılayıp alkışlatır.

Kapitalist ekonomik sistemde kapitalizm in sahipleri hariç , her bir bireyi , o sistemin adına para dediği , KÖPEĞİN ÖNÜNE ATSAN YEMEYECEĞİ , DEĞER VERMEYECEĞİ kaģıt parçasının peşinde koşturur. Bu koşuşturmaca BİR ÖMÜR BOYU SÜRER.

Bu degersiz şeyin, yani para nın peşinde koşanlar ın en büyük yalanı " kapitalizm olmasa gelişme olmaz " yalanıdır.

Üretimin ne demek olduğunu bilmeyen bu asalaklar motivasyondan bahsederler . O motivasyonun PARA kazanmak oldugunu , KAR hırsı oldugunu söylerler.

Ben ömrüm boyunca üretim yapanların yaptıģı üretim de kar için her girişimin üretimden çaldığını , çalıştırdıgı emekcilerden çaldıģını gördüm.

Üretim yaparken çalan bir yapı , asla daha iyi bir teknoloji çıkarmaz . Daha iyi kaliteli bir hizmet de üretmez.

Emeģinden çalınan bir işcinin daha iyi bir performans sergileyeceğini söylemek ahmaklıktır düpedüz yalancıliktır.
Ürünün kalitesinden kar hırsı ile çalmak eksik bırakmak , daha iyi bir ürün değil , daha kötü bir ürün yapilmasına neden olur.

Kapitalist ekonomik sistemin kar hırsı yüzünden EMPERYALİST , işgalci canavarlaştıgı , katliamlar yaptiğı değil yaptırdıği savaşlar bir yy dır ortada .

Yeni bir küresel savaş için önlerindeki engel ne ?
Kapitalist ekonomik sistemi savunanlar, küresel savaşın , yeniden bir krizle olucağını göremiyorlar mı ?
Kriz kapitalizmin özüdür.
Ben bu tipleri 400 km hız yapan bir araba ile gidiş geliş olan , virajlı , delik deşik bir yolda son surat gidip arabam beni korur diyen ahmaklara benzetiyorum. O araç seni korumaz.

Kapitalizm önü sonu yok olup gidicek. Bu kadar düzensiz bir ekonomiyi insanlar kaldıramaz. Kendilerini kandırıp bu düzeni taşıyarakta bir yere gidemezler.

Bir çok insan kapitalist ekonominin , büyük bir savaşın eşiğin de oldugunu ancak nukleer korkusundan bu savaşı başka yöntemlerle öteledikleri konusun da hem fikir.
Alıntı ile Cevapla
  #19  
Alt 27-11-2023, 02:34
spartacus - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
spartacus spartacus isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 06 Apr 2006
Mesajlar: 12.694

Onur Üyeliği 

Standart

İlahimasal madem konu kendini akıllı, kapitalistçe düşünmeyeni aptal sanan birisinin sözde uyanık(özde gerizekalı) argümanıyla buraya geldi, o halde 2 basit konuyu irdeleyelim.

1. Madem kapitalizmin doğası işine nasıl gelirsenin doğasıyla ilgili,

a.) O halde neden Gates yolda giderken kafasına silah dayayıp tüm servetini istemiyoruz?
b.) Bize engel olan nedir? Kapitalizm böylesi bir davranışı olumlu görmüyor mu? Sebep?
c.) Bunu yapmamızda sakınca mı var? Madem tam o an güçlü biziz, Gates'de savunduğu doğa-orman kanuna riayet edip, itiraz etmeden, varını, yoğunu vermeli ve bizi de taktir etmeli - değil mi?

Ben bunları söylersem, kapitalist çıkıp diyor ki, bu yaptığın hırsızlık olur ve suçtur. Gates'te hırsız, ama iş ona gelince ne suç saymaktasın ne de hırsızlık!

Yani çalmanın, sömürmenin vb. adamına, yöntemine göresi olabilir mi? Olmamalı, o halde Gates'i, TÜM KAPİTALİSTLERİ yolda çevirip, ya malın, ya canın demekte hiç bir sorun olmamalı. Bir kapitalist bu ifadelerimi olumsuz buluyorsa o halde söylemleriyle, savunduklarıyla çelişiyor demektir, sonuç itibarıyla karşılıksız yapılmıyor ki, karşılığında canı bağışlanıyor, bir nevi serbest piyasa ekonomisi, ticareti! Canının ederi, bedeli neyse fazlasıyla ödeyip satın alma işi, kapitalist için yarısını ödemediği emeğin bedeli varsa, kendi canının niye olmasın, birisi meşru ise diğeri neden suç olsun ki?

2. Kıytırık anti-komünizm propagandalarından birisi de, komünistler gelince, malınıza, mülkünüze el koyacak söylemidir.

Bunu da irdeleyelim;
Amaç kimsenin ne malı, ne de mülküne el koymak değil. Örneğin sosyalizmde, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin biçimi, bireysel değil toplumsal karakterlidir, dolayısıyla o sistemin hayata geçmesi ve işlemesi için, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmış olması gerekir, bu devrimdir. Yani burada bireysel bir eylem, mala, mülke el koyma amacı yok.
Böylece bir üstteki konuya geliriz, demek ki kapitalizmde üretim araçlarını elinde tutanlar, ondan mahrum olanların emeğini çalabilyormuş, burada bir zaruriyet, zorunluluk koşulu var, zira o araçlardan mahrum olanların yaşama şansı ancak emeğini kapitaliste peşkeş çekerek mümkün oluyormuş, dolayısıyla kapitalistin hırsızlıklarını meşrulaştıran temellerden birisi de buymuş. (elbette mesele sadece bu değil, ama bu, temeldeki en önemli detaydır).

Sosyalizmde ise üretim araçları üzerindeki mülkiyetin bireysel olması düşünülemez, dolayısıyla kapitalistin mirası, sosyalizmde devam edemez, kişisel bir durum söz konusu değil, sistem değişiyor dolayısıyla mülkiyetin biçimi ve ilişkileri de değiyor, devrim ve evrim birlikteliği.

Yine de çoğu ya yanlış anlar ya da kapitalist bilerek saptırır ve malıma el koyacaklarmış demeye devam eder.

Sonra der ki;

Ben bunca yıl çalıştım, çabaladım, -eee- milyar, milyon dolar servetler, sermayeler edindim, sonra bunlar gelip benden alacakmış!

İşte orada höst denmelidir, onca yıl çalışan milyar, milyar insan var, hatta ölene kadar ocaklarda çalışanlar bile var, ama hiç birisi de senin edindiğin servete sahip değil. Kaldı ki, kafa, kol emeği arasındaki farkı, yine emek harcayanlar arsında sadece kapitaliste ayrıcalık tanınmasını kim neye göre belirliyor?

Bu nasıl oldu?

Kısaca kapitalist başkalarının emeğini -e yani varını, yoğunu, malını, mülkünü- çalar, ama ne zaman iş malı, mülküne el konulma noktasına gelir, o zaman benim emeğim, malım, hırsızlık demeye başlar. Burada ciddi bir çelişki var değil mi? Sen onca yıl başkalarının emeğini çaldın(kurduğun, dahili olduğun sistem, ÇARK sayesinde), bunda hiç bir sorun görmedin, hatta daha az uğraşla nasıl daha fazla emek sömürüsü yaparım diye uğraştın, ama iş sözde senin emeğine, malına gelince ... Kaldı ki sözde, görünürde insanlık için çalışıyormuş maskesi takan kapitalist, insanı, insana köle eden çark-sistem sorgulanırsa da anında karşısında duruyor, sebep? Hadi buyur, alçak mısın, adi misin, soysuz musun, satılık mısın? Hele dünyayı yönetenleri, milyar dolarlarının yanına, 3-5 daha fazla dolar, daha fazla sömürü namına, milyonlarca insanı, sırf basit çıkarları uğruna acı, yokluk, açlık, ölümün pençesine atabiliyorlar, bırakın vicdanlarının sızlamamasını, kurgulayıp, uyguladıkları cinayetleri de öve, öve anlatıyorlar çünkü sermaye, para, çeşitli örgütler vb. güçleri, ellerindeki basın-yayın, medya aracılığıyla, gerçekleri ters-yüz edebiliyorlar, adiliklerini ifade edebilecek kelime bulmak dahi çok güç.

Bu 2 örnekle dahi, bu şekilde üfürük, akıl, mantık dışı (yok evrim, insanın doğası, benim emeğim vs.) gerekçeler üreten kapitalistlerin nasıl da sahtekar olduklarını görmek mümkündür.

Madem evrim -evrim olgusununun da içine ettiler-,

a.) O halde neden Gates yolda giderken kafasına silah dayayıp tüm servetini istemiyoruz?

Not: Doğada canlılar hayatta kalmak ve süregiderliği sağlamak için çalışır, temel eylem ve temel dürtü budur. Yani hiç bir canlı özünde başkalarına kölelik veya köle edinme temeliyle para ve biriktirmek için çalışmaz, kapitalizm bu haliyle dahi doğayla çelişir. İnsanları her alanda yabancılaştırdığı gibi, tabiata aykırı bir biçimde, yaşamak için olgusu yerine, para için çalışmaya şartlar ve saplantı haline getirir...

Sersemler akıllıların 7 yılda cevaplandıramayacağı soruları 1 günde sorarlar.
-------
Korku ve menfaat dalkavukluğa yol açar.
-------
İnsan korktuğuna ya da arzuladığına çok kolay inanır. La Fontaine
-------
Öküz tahta çıkarsa padişah olmaz, saray ahır olur. Çerkes Atasözü
-------
Akıllı bizi arayıp sormaz, aptal bacadan akar.
------
Su dağları kemirir, vadileri doldurur.
------
Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir.
------
Hürriyet, başkalarına vermedikçe alamayacağımız tek şeydir. William Allen White
------
Belki söylendi herşey,/ belki de gece bekleniyor/ yazılsın diye aynı cümle. Tüm nedenleri yeryüzünün/ bir çakıltaşına takılıp kaldı. Esteban
------
Sıradan insan kendini evrenin merkezi yapmanın yolunu arar; bilge kişinin evreni onun merkezindedir. Lao Tzu
Alıntı ile Cevapla
  #20  
Alt 27-11-2023, 11:33
bilgivehis bilgivehis isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 30 Jul 2016
Mesajlar: 1.739
Standart

Yıldıztozu´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Bugün hemen şu an dünyadaki tüm kaynakları 8 milyar insana eşit paylaştırmaya karar verseydik bu en fazla birkaç yıl dayanırdı. Devamında kendiliğinden yine sınıfsal ayrımlar, güç dengesizlikleri zorunlu olarak doğardı.
Hayır doğmaz.
İnsanların fırsatçılığı ilkel bir zaaftır. Sömürü sistemi kendi çıkarını devam ettirmek için bu zaafı binlerce yıldır hep canlı tutarak, toplumların bu ilkellikten çıkmasına engel oldu.
Fırsatçılık ve kişisel çıkar sömürü sisteminin vazgeçilmezi olunca toplum da yaşamak için buna uymak zorunda kaldı.
Kapitalizm sömürü sisteminin son halkasıdır, bilinçli toplumlar karşısında çaresizdir.
Kapitalizmin varlığı her ne kadar doğal bir sonuç olsa da onun sürekliliği toplumların duruşuna bağlıdır.
Zira kapitalizmin gücü olan devlet erki toplumlardan oluşur.
Fırsatçılığın kan, gözyaşı, sömürü getirdiğinin bilincinde olan bir halk sınıflı, dengesiz ve adaletsiz bir sistemi istemez.
Fırsatçılığa itilmiş, din dayatılmış, yanlış ve uydurma bilgilerle donatılmış toplumların duruşuna bakarak, tekrar sömürü sistemine dönüş olur düşüncesi yanıltıcıdır.
Zira Sovyetlerin yıkılışı da aynı nedene dayanır, gelişememiş toplumların duruşuyla alakalıdır.
Binlerce yıldır kişisel çıkarcılığa alıştırılan toplumlar öyle kısa zamanda toplumsal anlayışa sahip olmasını beklemek de yanıltıcıdır.
Dolasayısıyla tüm kaynakları bütün insanlara paylaştırıp orada bırakırsan elbette geri dönüş kaçınılmazdır.
Asıl önemli olan toplumun paylaşımcı bilince sahip olmasıdır.
Bunun için de en az yüz yıl eğitim verilmesi gerekir ki, insanlar binlerce yıllık ilkellikten çıkıp eşitlikçi, adil sistemi koruyabilsin.
Günümüzde paylaşımcı anlayışa sahip insan sayısının yüzde bir bile olmadığı göz önüne alınırsa, bilinçli toplum için bir hayli zaman gerektiği de anlaşılır.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Etiket
kapitalizm, kıyamet, kıyamet senaryoları, malthus, teknoloji


Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 09:56 .