Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Genel Forumlar > Politika > Tarih

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #81  
Alt 30-01-2021, 03:06
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.618
Standart

indyturk.com

Cumhuriyet'in bitmeyen Alevi hak ihlalleri



Müslüm Doğan Independent Türkçe için yazdı

Müslüm Doğan Eski Kalkınma Bakanı, 25. ve 26. Dönem İzmir Milletvekili @muslumdogan59
Cuma 29 Ocak 2021 7:48


Çetin Özek, "Türkiye Cumhuriyeti, yeni bir devlet, yeni bir siyasal yapı biçiminde tarih sahnesine çıktığında, bu yeni yapı eski toplumsal yapı üzerinde doğmuştur. Nasıl kurtaracağız Osmanlı Devlet'ini" derken kuşkusuz, yaratılan Cumhuriyet, Anadolu'da yaşayan halkların gönüllü ulusal kurtuluş mücadelesi sonucunda oluşan ortak bir birlikteliktir demek istemiştir. Bunun bir diğer adı ise ortak vatandır.

Geçmişten günümüze kadar, halkları kültürlerinden uzaklaştırmak, kimliksizleştirmek, ötekileştirmek "Anadolu'yu İslamlaştırma ve Türkleştirme" projesinin bir parçasıdır.

Osmanlı'dan devralınan ve bir görev kabul edilen bu durum için Hoca Sadettin Efendi'nin, Tacüt Tevarih adlı çalışmasındaki, "Sultan Selim, yeryüzüne düzen vermek kaygusunu kendisine dert edinmiş bulunuyordu" anlayışı İslamlaştırma ve Türkleştirme projesidir.

Yeni devlet düzeninde bu anlayış, kendini yeni kurumları ile dayatmıştır.


Cumhuriyet döneminde Siyasal İslam'ın ilk kurumu

İslam'ın siyasallaşmasında en önemli kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı; tamamen Sünni inancın egemen olduğu, Sünni dinsel yaşamı disipline eden bir kurumdur.

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, anayasal bir kurum olmasına rağmen, elde edilen veriler (tek yanlı inanca yönelik çalışmalara ait veriler) incelendiğinde yan kuruluşlarıyla (vakıf ve ticari işletmeleri) birlikte, toplumsal barışa zarar verecek niteliğe ulaşması hususu tartışılmaktadır.

Osmanlı'yı kurtarma projesinin, Cumhuriyet'i inşa etme projesine dönüştüğü süreçte, Anadolu halkları tarafından büyük destek görerek, Ulusal Kurtuluş mücadelesi sonucunda inşa edilen Cumhuriyet 29 Ekim 1923 yılında ilan edilmiştir.

Saltanat ise, 1 Kasım 1922 yılında kaldırılmış olmasına rağmen, 364 sayılı "Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun bazı mevadının Tavzihan Tadiline Dair Kanun"da 2'nci maddesinde yer alan "Türkiye Devletinin Dini İslam'dır" cümlesi, Osmanlı Devleti'nin resmi dini olan İslam'ın yeni kurulan Cumhuriyet'in de resmi dini olduğunu açıkça göstermektedir.

Bu anlayışa sahip "Yeni Yapılanma" düşüncesi ile 3 Mart 1924 yılında çıkartılan 429 sayılı Kanun ile Sünni bir kurum olan "Diyanet İşleri Reisliği" kurulmuştur.

Sünni bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı, kurumsallaşması anlamında önemli süreçleri yaşamıştır. Hiçbir kurumda görülmeyen bu süreç, 1950 tarihinde yürürlüğe giren 5634 sayılı Kanunla Diyanet İşleri Reisliği'nin adı "Diyanet İşleri Başkanlığı" olarak değiştirilmiş, Evkâf Umum Müdürlüğü'ne devredilen cami ve mescitlerin idaresi ve cami görevlileri (Hademe-i Hayrat) kadroları yeniden Diyanet İşleri Başkanlığı'na verilmiştir.

1961 Anayasası, Diyanet İşleri Başkanlığı'nı Anayasal bir kurum olarak düzenlemiş, genel idare içinde bütçe hakkından yararlandırarak genel bütçe içinde yer vermiş ve bu kurumun, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmesini sağlanarak güvence altına alınmıştır.

1982 Anayasası ile, başkanlığa tarihi bir misyon biçilerek kurumun Siyasal İslam kurumu olma yolundaki süreci tamamlanmıştır.

AK Parti Hükümetleri döneminde ise kurumun bütçesi ve personel sayıları ileri bir seviyeye ulaşmıştır.

Kurum bütçesi 2017 yılı Merkezi Bütçedeki payı itibarıyla, Cumhuriyet tarihinde görülmeyen bir seviyede, toplam on bakanlığın bütçesini aşmıştır.

Kurumun, 2021 yılı bütçesi, 7 bakanlık ve 12 başkanlığın bütçesini geride bırakmıştır.

Kuruma ait 125 bin 614 personel içerisinde, ne bir alevi ne de bir diğer inançtan insan görevlendirilmiştir.

25 bin 434 Kur'an kursu, 102 bin 2 cami ve personeli ile Siyasal İslam ülkenin tamamında egemenlik kurmada kurumlarını yaratmada büyük bir ivme kazanmıştır.

Asimilasyon Kurumu niteliğine bürünen Diyanet İşleri Başkanlığı, 19 Mart 2010 tarihli ve 25 sayılı onayı ile de Diyanet İşleri Başkanlığı Aile İrşat Ve Rehberlik Büroları Çalışma Yönergesi çıkarılarak, il ve ilçelerde olmak üzere bürolar açılmıştır.

Bu büroların Siyasal İslam'ın bir kurumu olarak "görev yaptığı" hiçbir kuşkuya meydan vermeyecek açıklıktadır.


"Köy Köy Tüzel Kişiliği"nin Sünnileştirilmesi

Egemen Sünni Osmanlı devlet geleneğini devralan genç Cumhuriyet ilk yıllarında, 18 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 442 sayılı Köy Kanunu'nda, Sünni bir yorumda bulunularak, "Alevilik, Köy Tüzel Kişiliği" hukuk tanımından çıkartılmıştır.

Söz konusu kanunun 2'nci maddesinde, köy tanımı "Cami, otlak, yaylak, baltalık gibi ortak malları bulunan, toplu veya dağınık evlerde oturan insanlar, bağ ve bahçe, tarlalarıyla birlikte bir köy teşkil ederler" denilmektedir.

Yani, camisi olmayan köyleri köy tanımının dışında tutulmuşlardır. Alevi köylerinin tanım dışında tutulmasını, sünni devlet anlayışının bir ötekileştirme siyaseti, olarak görmek gerekir.

Yine aynı yasanın, "Köy İmamları" başlığı altında bugün yürürlükte olmasa bile madde 84'de "İmam olacaklar, 24'ncü maddeye göre lazım gelen sıfatlara, hayiz olmakla beraber ilmihal, ameli, erbaa ve kafi derecede Türkiye coğrafyası ve Türk ve İslam tarihini ve sağlık işlerini bilmek ve okunaklı yazı yazmak lazımdır" denmektedir.

Bu düzenleme de, açıkça Emevi-Abbasi-Selçuklu-Osmanlı devlet geleneğinin Cumhuriyet ülkesinin hukuk sistemine taşınmasından başka bir şey değildir.

Aynı zamanda 84'ncü maddede belirtilen şartlar ile Anadolu'daki farklı etnik ve farklı inanç grubundaki insanlar yok saymaktadır, dolayısıyla genç Cumhuriyet en başta Türk-İslam sentezcidir.

Yeni devletin, kurumsallaşmasında tekçiliği savunması kuşkusuz tesadüf olarak kabul edilemez.


Cumhuriyet cami yapımını yasa ile zorunlu kılıyor!

İslam'ın özgün halinden uzaklaşarak, yerine inşa edilen resmi dinin, egemenlik aracı olarak toplumsal yaşamın düzenlemesinde "Siyasal İslam" olarak hayat bulması en başta verilen bir karardır.

Cumhuriyet'in kurucu iradesi olan askeri-sivil bürokrasi ve ticaret burjuvazisinin, siyasi tekçi aklı, egemen ulus ve egemen inançtan kurulu bir sistem yaratmanın esas amaçları olduğu hususu, devletin ilanı ve 1924 Anayasası'nın ilanının kabulü ile ortaya çıkmıştır.

Yeni devlet düzeninde, cami İslam'ın ibadet merkezi iken, Siyasal İslam'ın en önemli kurumu haline dönüştürülmüştür. Bu amaçla da cami yapımı özendirilmiştir.

Hz. Muhammed'in "Bir cami yaptırana Allah cennette ev yaptırır" sözü oldukça önemsenmiş ve savaşlarda yararlılık gösteren savaş komutanları ya da İslam'ın yayılışında işgal edilen alanlardaki ganimetlerden yararlananlar ve nüfuslu kişiler haline gelenler bolca cami yaptırmışlardır.

Egemen Sünni devlet anlayışındaki tüm devletler, cami yapımını zorunlu kılmışlardır. Bu nedenle; Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar Anadolu'daki cami sayısı "10 bin civarındadır."

1924 yılında çıkarılan 442 sayılı Köy Kanunu'nda "Köylünün mecburi işleri şunlardır" başlığı altında; Madde 13'ün 14'ncü fıkrasında "Köyde bir mescid yapmak, (yeniden yapılacaksa köy meydanının bir tarafına yapılacaktır)" denilmektedir.

Burada da egemen Sünni bir devlet anlayışı açıkça ortaya konmaktadır. Bu yasa gerekçe gösterilerek, Alevi köylerine cami yapımı sürmekte, yakın zamanda Dersim/Tunceli merkez, Tokat ve Sivas'ta Alevi köylerine cami yapımı devam etmektedir.


Yasalarla camiye tanınan olanaklar

Cumhuriyet fikriyatı oluşurken, Heyeti Temsiliye'nin başında bulunan Mustafa Kemal ile görüşen alevi temsilcileri, inanç ve öğretilerinin hukuki anlam kazanması ve özgün yaşamlarının özgürleşmesi koşuluyla tam destek almışlardır.

Ancak Aleviler yağmurdan kaçarken doluya tutulduklarını çok kısa bir zaman sonra anlayacaklardır.

Kürtler için de durum aynıdır. Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin gizli raporu, "Türk ve Kürt İttifakının zorunluluğu, Amasya Görüşmesi" 2'nci protokolü 1'nci maddesinde, "Kürtlerin gelişme serbestilerinin sağlayacak tarz ve surette örfi ve toplumsal hukuka kavuşmaları dahi yerinde görülmüştür" ifadesine yer verilmiştir.

Teşkilatı Esasiye Kanunu, 11'nci maddesinde; "Vilayet mahalli işlerde manevi şahsiyete ve özerkliğe sahiptir" denmiştir.

Yine TBMM'nin yapılan gizli oturumunda Büyük Millet Meclisi Reisi, Mustafa Kemal'in 21 Haziran 1921 tarihli Elcezire Cephesi Kumandanlığına talimatında; "…Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise hem iç siyasetimiz hem de dış siyasetimiz açısından adım adım yerel bir idare kurulmasını gerekli bulmaktayız" demektedir.

Ziya Gökalp 1922 yılında; "Türkler devletin ne kadar ortağı ise, Kürtler de o kadar ortağıdır" der.

Bu süreçte, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye Halkı" tanımından uzaklaşılmış, devleti kuran asli unsurlarından Kürtler yok sayılmıştır.

Tekçilik ve ittihatçılık o kadar ileri gitmiştir ki "Kürt diye bir halk yoktur, onlar dağlı Türklerdir" ırkçılığında ifade somutlaşmıştır.


Aleviler, çıkartılan yasalarla mülkiyet hakları ihlal edilerek siyasal İslam'ın kurumlarına sağlanan olanaklar nedeniyle de güçlü bir siyasal İslam kuşatması ile baş başa bırakılmıştır.

Yürürlükte olmayan 6785 sayılı İmar Kanunu ve bu kanunun yerini alan 3194 sayılı İmar Kanunu'n 18'nciaddesinde; "Düzenleme ortaklık payı: düzenlemeye tabi tutulan yerlerin ihtiyacı olan yol, meydan, park, yeşil saha, genel otopark gibi umumi hizmetlere ayrılan ve tescile tabi olmayan alanlar ile Cami(yasal bir düzenleme ile cami yerine inanç merkezleri ile değiştirilmiştir.), karakol yerleri ve ilgili tesisler için kullanılmak üzere... yüzde 35'e kadar düşülebilen miktar ..." kentsel düzenlemeye tabi tutulan yerlerde camiye yer ayrılmaktadır.

Yine İmar Affı olarak bilinen 2981 sayılı yasada camilerden bahisle yer tahsisinin nasıl yapılacağı açıklanmıştır. Bu yasanın bazı maddelerini değiştiren 3290 sayılı Kanunda cami yeri olarak işgal edilen "Kamu Şahıs Arazileri"nin bedelsiz olarak tescilini ön görmektedir.

Taşınmazların hukuki ve geometrik durumunu belirlemede temel alınan 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nda, "Kamu Malları" başlığı altında madde 16'da "... Namazgâh, cami gibi yerlerin devletin yerleri oldukları ve yapılacak olan kadastro çalışmalarında ilgili tüzel kişilik adına tescilini ön görmüştür. Ayrıca burada şunu belirtmek gerekir ki bu tür malların tespit ve tescil edilmiş olmaları onların kamu malları olmalarını değiştirmez. Bu durum tespit ve tescile sadece onların korunmasını amaçlamaktadır" denirken; camiye ait alanları kamu alanı olarak değerlendirerek, Sünni anlayışın egemenliğini resmileştirmektedir.

Açıkça görüleceği üzere Sünni anlayış, Alevi ve Sünni olmayan diğer inanç gruplarını hiçe sayarak onların mülkü üzerinde kendi inanç kurumlarını inşa ettirerek mülkiyet haklarını ihlal etmişlerdir.

Kendi onayları alınmadan mülkiyet hakları üzerinde tasarrufta bulunulmuştur. Bu uygulamalar mülkiyet haklarının ihlali anlamına gelmektedir.


Alevi tekkeleri kapatılıyor!

Cumhuriyet projesine koşullu destek veren alevilerin Büyük Millet Meclisi tarafından "gerici ve dinci yapılara karşı savaş" adı altında 3 maddeden oluşan, 30 Kasım 1925 tarih 677 sayılı yasa ile 768 adet tekkesi kapatılmıştır.

Aleviler, çok önemli bir kurum olan Dedelik kurumunu da bu yasa ile kaybetmiştir. Ancak söz konusu yasa cami ve mescitleri kapsam dışında bırakmıştır.

Bu anlayış açık olarak bir tek inanç sisteminin egemenlik kurmaktaki, geçmişten gelen, bilenen çabasıdır.

Alevi inanç ve öğretisini, felsefesini, nefeslerini Anadolu'nun Alevi köylerine ulaştıran, toplumsal iç sorunları çözen Dedelik kurumunun da yasaklanması, Sünni Osmanlı devlet geleneğinin ve anlayışının Cumhuriyete taşınmasıdır.

Anadolu Aleviliğinin Pir'i ve ser çeşmesi olarak kabul edilen Hacı Bektaşı Veli'nin türbesi, 1 Mart 1950 gün 5560 sayılı yasa ile 677 sayılı yasanın 1'nci maddesine bir fıkra eklenerek, devlet denetiminde olmak üzere ancak bir müze statüsünde eski konumuna ulaşmıştır.


Zorunlu din dersleri insan hakları ihlali anlamına gelmektedir

19. Eğitim Şurası'nda din dersinin zorunlu olarak her kademede sürdürülmesi konusunda aldığı karar, çok ağır ve kabul edilemez bir karardır.

Alevi ve diğer inançlara sahip toplum çocuklarının, Sünni bir eğitime zorunlu olarak tabii tutulması ağır bir insan hakkı ihlalidir.

Okullarda açılan mescit/namazgâhların, Alevi ve diğer inanç sahibi öğrenciler üzerinde olumsuz etkisi tartışmasız bir gerçektir.

Alevi toplumunun bu konudaki hukuksal mücadelesinin, iç hukukta sonuç alamaması nedeniyle, AHİM nezdinde yapmış olduğu başvuru neticesinde zorunlu din dersleri bir hak ihlali olarak kararlaştırılmıştır.


İnanç ve öğreti merkezi cemevleri

Cemevleri, alevi inanç ve öğretisinin binlerce yıldan beri, ibadet ve inanç merkezleri olarak kullandıkları bir inanç merkezidir.

Bu dini inanç merkezlerinin, ibadethane olarak hukuk nezdinde kabul görmemesi ise çağdaş dünya koşullarında kabul edilemeyecek bir durumdur.

Sonuç olarak; Aleviler, Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet'in hiçbir döneminde de nefes alamamıştır.

Günümüz Türkiye'sinin düşünsel ve siyasal yapısının şekillenmesinde öncü olan Kemalizm; siyasal, hukuksal ve kültürel anlamdaki önemli değişimlere neden olmakla birlikte, kurmuş olduğu tekçi sistemi yürütmek üzere, İslam'ın özgün halinden uzaklaşmış, dini iktidar aracı olarak kullanan, siyasal İslam'la doğal olmayan bir iktidar paylaşımı yolunu seçmek zorunda kalmıştır.

Bu buluşma, politik, toplumsal yaşam, laiklik vb. farklı eksenlerin bir bileşke vektörüne dönüşmesi doğal olmayıp, zorunlu bir siyasi ve iktidarı paylaşma birliktelik kararıdır.

Devletin yeni ideolojik tercihi, Türk-Siyasal İslam'ıdır. Bugün ülkemizde yaşayan nüfusun yüzde 30'nu oluşturan Alevi ve diğer inanç gruplarının inanç merkezlerinin ve kurumlarının çok sınırlı olduğu ortadadır.

Bu tablo gösteriyor ki; yeni kurulan sistem, egemen olma anlayışının yarattığı Türk-İslam sentezi programlarının yaşama geçirilmesiyle, yeni bir siyasal İslam modeline ulaşmayı hedeflemektedir.

Yukarıda anlatılmaya çalışılan tek yanlı kurumsallaşma ve asimilasyon süreçleridir.

Özgürlükçü, laik ve çoğulcu hukuk devletinin üstlenemeyeceği bir görev olan siyasal İslam anlayışının kurumsallaşması, Alevi ve diğer inanç gruplarının asimilasyonlarına neden olmakla birlikte özgün İslam öğretisini de asimile etmektedir.

İleri, çağdaş ve demokrat olmanın ölçütü, tüm insanlarımızı kapsayacak, onları anayasal vatandaşlık onuruna kavuşturacak yeni bir toplum sözleşmesi olarak ifade edilebilecek yasal düzenlemelerden geçmektedir.

Bu durum, ülkemiz siyasetçileri için en önemli görevlerin başında gelmelidir. Barış içerisinde, kardeşçe bir arada yaşamanın temel koşulu çoğulculuk ve eşitlik anlayışıdır.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #82  
Alt 30-01-2021, 04:35
spartacus - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
spartacus spartacus isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 06 Apr 2006
Mesajlar: 12.706

Onur Üyeliği 

Standart

Saint-Just´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Spartacus bir ideolojik bir fikir ayrılığı yaşıyoruz sanırım.

Görüşlerinizin dünya komünist hareketinin genelinde bir karşılığı yok maalesef. Hayır desenizde anti-leninizm in kalıplaşmış argümanlarını kullanıyorsunuz. Size en fazla katılacak troçkistlerdir. İnanmıyorsanız deneyebilirsinizde.
Fikir ayrılığı yaşamıyoruz, fikir ayrılığı yaşamak için önce aynı konudan söz ediyor olmamız lazım... Hala daha parti tartışması yapıldığını sanıyorsun. Başlığa ilerleyen zamanlarda başıkla ilgili bir kaç yazı yazacağım, bölmem gerekiyor uzun olduğu için.

Aşağıda memurlar eksik gibi ama değil, atananlardır, amirlerdir, kariyer esaslı yükselmeler de birer atamadırlar, yani resmi olarak atananlar da dahil, onlarda devleti oluşturan yapının parçasıdırlar, bürokrasiyi temsil ederler.

BÜROKRASİ
Günümüzde yaygın olan bürokratik sistemlere örnek olarak devlet, silahlı kuvvetler, hastaneler, bakanlıklar, okullar ve büyük şirketler verilebilir.
Marksist görüşe göre bürokrasi; halktan kopuk, emekçilerin denetiminden uzak ve egemen sınıfların çıkarlarına hizmet için var olan bir sistemdir ve yüksek memurların yönetimine olan bu sisteme bürokratizm denmektedir.[2] Marksist felsefeye göre işçi sınıfı tarihsel zorunluluk olarak bir devrimle iktidara gelecek ve proletarya diktatörlüğü adı verilen bir denetim mekanizmasıyla devlete hakim olacaklardır. Denetimde olan bu sözü edilen devlet mekanizması ile bürokratizm taban tabana zıttır. Fakat aralarındaki bu zıtlık, bürokratizmin işçi sınıfı iktidarı kurulduğunda hemen ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Bürokratizmin "şekilcilik", "aldırmazlık", "yavaşlık", "kitlelerden kopukluk" gibi özellikleri, proletarya diktatörlüğünde de varlığını sürdüreceği öngörülmüştür. Çünkü bu durum kapitalist sistemin bir kalıntısıdır ve halkın küçük-burjuva kesimlerinin ruhsal özellikleri içinde zemin bulabilir. Marksist düşünürler tüm bunların engellenebilmesi için, emekçi kitlelerin devlet aygıtı üzerindeki kontrolleri artarak devam etmesini gerekli görürler. Dolayısıyla bürokrasinin oluşmasını engellemek için çözüm "Giderek daha geniş kitlelerin yönetime katılmasının sağlanması"dır. Nitekim marksist yönetici ve Sovyetler Birliği'nin kurucusu olan Vladimir Lenin, bu konuya büyük önem vermiş ve bürokrasinin "Sosyalizmi kuran toplumun en büyük iç düşmanı" olduğunu belirtmiştir.
Wiki'den üstelik
Önceki yazılarımı bir kez olsun tüm şartlanmalarını, ön-yargılarını bir yana bırak, yukarıdaki ifade sonuçtur, oysa benim ifadelerim neden, nasıllarıyla ortaya koymakatadır(bu başlıkta, olabildiğince kırptığım, sürekli çarpıtmalara da değinmek zorunda kaldığım halde).
Saint-Just´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Ülkede kapitalistler mülksüzleştirilmiş ve üretim araçları devletleştirilip (kamulaştırılıp) sosyalist planlı ekonomi uygulamaya konmuşsa, herkes bedava konut, iş, aş, eğitim, sağlık, ulaşım, kültür faaliyeti, daha az çalışma saatleri ısınma ve aydınlanma, vs haklarına sahipse, alt yapı ya dair konuşuyorum, kısaca üretim biçimi ve ilişkileri değişmişse, kim jong olmuş, brejnev olmuş çok da umrumda değil açıkçası. Dolayısıyla başa bu gelince sosyalist olucaz diye bir şey dediğim yok.
İşte sorun da burada, bu sosyalizm değildir, daha doğrusu sosyalizm bu değildir, zaten eleştirdiğimiz bu biçimde anlaşılması ya da böyleymiş gibi gösteren devlet kapitalisti pratiklerdir, yani sınıfı, ihtiyaçları karşılanacak bir çeşit yığın gibi ve üstüne üstlük de, meseleyi HAK meselesi olarak görmemek de gerekir, nedir bu bir LÜTUF MU? KİMİN lütfu? (tepedenliği görebiliyor musunuz), Kimin? Devletin öyle mi? NE YAZIK Kİ BU İŞ ÖYLE OLMUYOR. Ve son olarak söylediğin, üretim araçları devletleştirilmiş diyorsun ya, onu üretim ilişkileri sosyalistleştirilmiş, komünistleştirilmiş diyelim, işte o koşulda da Brejnev olmaz, Kim Jong olmaz, sosyalizm varsa bunlar yok, bunlar varsa sosyalizm yok, basit mantık.

Neden böyle işte kaç gündür üzerinde durduğum konu bu... Biliyorum anlatamıyorum çünkü kişisel söylemiyorum temele, olgusuna eğilmiyorsun, sen sadece çobanın sosyalist olup olmaması, devlete de yapısına bakmaksızın sosyalist devlet deyip dememesi, tüm sanayi, toprak mülkiyetinin de devlet malı olup olmaması, yanında halka, ücretsiz barınak, sağlık gibi bazı sosyal hakları(!) sağlayıp, sağlamasına bakıyorsun, ölçütün bu. Bu kriterleri yerine getirmişse diyorsun ülke sosyalisttir, sosyalizm budur diyorsun. Haliyle benim sosyalizm nedir yönünde ifadelerimi de elbette anlaman mümkün değil, anlamadığın halde ben sanki partinin örgütsel, programatik yapısından söz ediyormuşum gibi bir yere çekmen de, sovyet deyince de partiyi yadsımakla suçlarsın, çünkü yanlış biliyorsun, kişisel alma, durumu izah etmek için söylüyorum, burjuva devletin tasfiyesinden söz ediyorum, sen bunu partiyi yadsımak olarak anlıyorsun, sonra da burjuva ideoloji dersem alınıyorsun... kaldı ki parti yığının kendisi değildir, ya da parti ne sendika, ne sovyet ne de devletin yerine ikame edilebilir bir organ değildir, partiyi devlet gibi bir mekanizmaya eşleyip, tamamen bürokratik, burjuva bir aygıta dönüştüremezsiniz. Tamam teknik olarak yaparsınız da o artık parti olmaktan çıkar, parti değildir, bürokratik ve toplumun %1'ini aşmayan, merkez bürokratik aygıtı da toplumun milyonda biri olan, sınıftan bağımsız(görünür de, oysa aygıt bu hale gelirse bağlı ideolojisi burjuva ideolojisi olur artık), sınıfın dışında, sınıfın üstünde komunlanmış bir aygıta(devlete) dönüşür sosyalizm ne içindi, devlet konusunda amaç neydi peki? Devletin ortadan kaldırılması, ama siz partiyi=devlet olarak görüyorsunuz, ne oldu şimdi, demek ki sizin ciddi eksiğiniz, yanlışlarınız veya yeterli bilginiz yok, ne dememi bekliyorsun?

Sosyalizm devletçi bir yapı değildir, devlet bürokratik bir mekanizmadır ve sık, sık dil gereği develet ifadesi kullanılıyorsa da bu aynı anlamda bir devlet demek değildir, sosyalizmi, komünizmi literatürüyle anlamanız gerekir. Sosyalizmin karakterini tanımlayan devlet de değildir. Arkadaşım, özel kurumlar varsa, bu kurumlara atama usulü, memur, amir tayin ediyorsanız bir de özel yetke-yetki veriyorsanız, o kurum ne olursa olsun, bürokratiktir, bürokrasiyi temsil eder, sınıfın kurumları ise(sovyetler) geneldir, özel bir mekanizma ve özel kişilerden oluşan, seçkin kişiler kurulu değildir, SOVYETLER KAMUDUR, sosyalizmde kamuyu sovyetler temsil eder, sovyetlerden gelmeyen her kurum da bürokrasiyi temsil eder, eğer yasama-yürütmeyi bürokrasiye vermişseniz, o devlet de artık bürokratik burjuva devlettir, işte Marksizm bu sorunları aşarken, eğer yasama-yürütme kamuda olursa(sovyetler), bu halde sosyalizmin inşası, burjuva kurumların tasfiyesi mümkün olacaktır görüşündedir ve bu olgulara dayalıdır bu bilimseldir, bu zaten yapılması gereken bir tahlildir bu sosyalizmin özgülüdür.. Şimdi, tüm sanayi ve topraklar ÖZEL AYGIT olan devletin oldu diyelim, dediğin gibi olsun, devlet de bir avuç elitin -elitlik illa maddiyat değil, atama, amir, memur tayini de dahil, SİYASETEN ELİT - kendi arasında paylaştığı bir kurum BÜROKRASİ olursa, tüm sanayi, üretim araçları mülkiyetini de devletin mülkü yaptığınıza göre, tasarrufu da bu elit, bürokratik aygıtın olunca, açığa ne çıkar? (yasama-yürütme zaten bunlarda, bunları seçen de bunların da tabi olduğu, sorumlulukları olduğu kurumda sovyetler, halk olmadığına göre, bunların sorumlulukları kendilerini atayanlara karşı olduğuna ve sovyetlere halka hesap vermek gibi bir durumları da olmadığına göre, kamu karşısında ayrıcalık da edindiklerine göre) Sosyalizm çıkmaz, devlet kapitalizmi çıkar, bu seferde işçi sınıfı, emeğini devlete satan konumuna, devlet ise burjuva konumuna gelir. Bu görünürde böyledir ama aslında, devletin bürokratik bir kadro elinde olmasından hareketle, o kadro burjuvalaşır veya burjuvaziyi temsil eder, bakınız kendisine ne dediği önemli değil, eline hiçbir maddi güç bile geçmese, ideolojik olarak o yapı da, o bürokratik hakim egemen aygıt da, burjuva ideolojisidir. Arkadaşım araçlar burjuva ise, rol, model burjuva ise, mekanizma burjuva ise, o araç burjuva yakıtla, burjuva ideolojisi ile çalışır... Bunu nasıl anlamazsın, tahayyül edebilirsin, bu bürokratik yapı, tabanla arasında nasıl ilişki sağlayacak, nasıl idare(?!) edecek, işte o zaman da bakanlıklar, bakanlıklara bağlı kurumlar oluşturur, bu kurumlara da bağlı daha alt kurumlar yani toplumun %1'ini kendisine memur tayin eder, buna da devlet denir. Anlamıyorsun biliyorum da ben bildiğimi anlatmak zorundayım. İşte nüfusun o %1 ile bürokrat merkezi seçkinler örgütü devleti temsil eder, etmeye başlar, mülkiyet de bu devletin olur, idaresi toplumun %1'ine geçer!. Kalan %99 ise, çeşitli ihtiyaçları karşılanan, karşılığında da çalıştırılacak yığın haline gelir. Bu sosyalizm değil, bu kapitalizmdir. bakınız sonuçlarına çok yönlü! Elbette her burjuva iktidar kendi varlık koşuluna meşruiyet kazandırmak zorundadır, nasıl yapacak, milliyetçiliği de kullanamaz, sosyalist değiliz de diyemez, sembolizmle yapabilir, kapitalist devlet siyasetiyle, ülke ve devleti milli temsil olarak işleyip, iç-dış düşmanlar, yüce devlet vs... Kısaca hamasetle götürebilir ve o devlet denilen dar burjuva aygıt da, aklına, hayaline gelmeyecek, ona bağlı o %1 bürokrasi kurumlarında, aklına hayaline gelmeyecek entrikalar döner, en tepesinden en altına değin, balık da baştan kokar ve milyonların kaderi, tepede 3-5 kişinin arasında süren rekabete teslimdir, Kruşçev'i oku, Brejnev oku, wikiden bak nasıl iktidara(!!) gelmişler, gelirken ne yapmışlar, giderken ne yapmışlar, nasıl gelmiş, nasıl gitmişler, siyaset lobileri kaç kişi arasında dönmüş balığın başına bak.

Biliyorum anlatamıyorum çünkü beni anlaman için, ne yazık ki, sosyalizmi, komünizmi, teoriyi, bilimsel yaklaşımı bir bütün halinde kavramış olman gerekir. Bu başlık rayından çıktı, ama bana da izah etmeme müsaade etmiyorsun, anlatana da izin vermiyorsun ve biliyorum bana da kızıyorsun, alınıyorsun böyle dedim diye...
Fikir ayrılığımız yok, kızma ama bu konuda fikrin yok...
https://tr.wikipedia.org/wiki/Halk_Komiserleri_Konseyi

Eylül 1917'de İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri askeri ve politik güce ihtiyaç duyuyordu. Kızıl Muhafızların 7 Kasım 1917'de Kışlık Sarayı ele geçirmesiyle Petrograd Sovyet'i Rusya Geçici Hükûmetini devirmiş bulunmaktaydı. Bir gün sonra II.Sovyetler Kongresi bu olayı başarılı kabul etti ve Bolşeviklerden oluşan yeni hükûmet kuruldu.

Yeni hükûmetin resmi adı Halk Komiserleri Kurulu idi. Bu ismin seçilme nedeni bakan ve kabine kelimelerinin daha çok "burjuvaziye" ait olduğunun düşünülmesidir.

Wiki basitçe böyle söylüyor, ama işin marksist, teorik, bilimsel temeli olgulara dayalı... öyle düşünülmüş olan değil, seçilme nedeni olsun diye değil, bizzat öyledir ve Lenin ve yoldaşlarına görevi veren de sovyetlerdir(işçi, çifti, asker sovyetleri), ilk başlangıçta, aovyetler örgülenememişse, Partinin görevi olur, sovyet iktidarıyla birlikte yasama-yürütme sovyetlerindir(işçi, emekçi sınıfların katılımı, doğrudan yerinde yasama-yürütme, tüm alt-yapı, üst-yapı kurum ve kuruluşların denetimi de sovyetlerindir) artık... Burjuva iktidar modeli bürokratik devlet aygıtına dayanır, sosyalizmde ise devlet otoriteyi temsil etmez, aksine sosyalizmde posası atılaca, kurtulunması gereken bir yüktür, bir çelişkidir. Devlet daha çok sosyal hizmetler alanında kurumlarla ilgilidir, kütüphaneler, çeşitli sağlık kuruluşları vb. gibi buna da sovyetler geçici olarak muhtaç kalırsa, uzun vadede devlet, yani dar, bürokratik aygıtlar(bunlar ADINA SÖZDE TEMSİL burjuva yönetim biçimleri) tasifiye edilir, hedef devleti ortadan kaldırmaktır. Tamam sonrasında, adına sosyalist diyen ülkeler aksini yapmıştır, ama bu olması gereken değildir, YAPMIŞ OLMALARI, SOSYALİZM YERİNE DEVLET KAPİTALİZMİNİ KURMUŞ OLMALARI, olması gerekenin bu olduğu anlamına gelmez. İlk dönemler zaruri olarak başvurulur çünkü devletin eskisi yıkılmış, yenisi kurulacaktır, yenisi ile eskisi aynı mekanizma olacaksa, eskisi yıkılmış olur mu, eski alt-yapı, üst-yapı ile yenisi aynı mantığa dayanırsa değişmiş olur mu? Sosyalist inşa zaman alır, o sebeple de geçici başvurulan kurumlar olur, ama DENETİM VE YÖNETME İŞİ BU KURUMLARA VERİLMEZ, sosyalizme göre düşüneceksiniz!.Sosyalizmde yasama-yürütme bildiğiniz türde azınlık-dar bürokasi-devlete ait değildir, sovyete aittir, sovyet tüm halkın örgütlü olduğu bir yapıdır. Tüm halkın katılımıyla oluşmuş bir devlet düşünün... Sosyalistler aslında buna devlet de demez, yeter ki sosyalizm inşa edilmiş olsun... Çünkü devlet demek, halk demek değildir, devlet demek ÖZEL BİR ARAÇ, AYGIT demektir ve burjuva modeldir. Eğer yasama-yürütme halk tarafından sovyet iktidarı ile gerçekliyorsa, devlete ne kalır? işte sosyalizmde geçici süre adına devlet denen ne ise o kalır, kalmasının sebebi de sürdürmek değil, henüz yerine o işleri görecek sovyet kurumları olmadığı zaman, bu kurumsallaşma başarılana kadar geçici kullanılır...

Şu önyargılı tavırları bırakırsan, başlığı da ayıralım, benim ifadelerimi anlaman için bana soru sorman lazım. Önce söylediklerimi anlaman lazım, yanlış söylüyor bile olsam anlamadan zaten değerlendiremezsin... Bu söylediklerimin şu ya da bu kişiyle, yok şuna göre, ona göre sosyalizmle ilgisi yok, aksine Marksizm'in toplumsal yapısı, komünist toplum, sosyalist toplumun NASIL OLACAĞININ özü budur, özgülü budur, koşulu budur, ideolojik düşünmeyi ve değerlendirmeyi başarmak gerekir. Bir araç, burjuva bir araç ise, direksiyona geçmekle o sosyalist karakter taşımaz, araç aynı araçtır, değişen sadece şofördür, ama SİSTEM BAZLI düşünürseniz, bir sistemin, sisteme özgü ve o sistemin niteliğini belirleyen araçlarını, bir diğer sistem kullanırsa, farklı bir sistem olmaz, etiket olarak ne söylendiğinin, yakasına hangi rozeti taktığının belirleyiciliği yok. En fazla kişiler üzerinden, rozeti takan kişi üzerinden konuşursunuz, iyi insandı, inançlıydı, kötüydü vs, bilimsellikten, teoriden de saparsınız, kişileri yücelten, veya karalama propagandası yapan, kişiler meselesi üzerinden burjuva siyasete alet olursunuz, farkına varamazsınız bile, o mecraya çekilmiş olursunuz, böylece teoriden koparsınız, değerlendiremez hale gelirsiniz... Kişi ne kadar saygın olsa da, sürdüğü, kullandığı araç hala öteki sistemi temsil eder, bu kişi iyidir, inançlıdır(!), bağlıdır(!), ama sonraki gelen aracı dilediği gibi, çıkarlarınca kullanır... Demek ki siz inanç, bağlılık, kişiler üzerinden bakarken, bilimsellikten, teoriden kopuyorsunuz, kör oluyorsunuz... devlet ve tüm kurumlar bürokratik burjuva tipte ise, o daima burjuva nitelik taşır ve buradan da sözde adı yeni olan sistem, esasında eski sistemin egemen sınıfını yeniden yaratır, bu bir yığın memurun, amirin, çıkar çatışmasına dönen, siyasi bir ahıra döner...

yazı uzuyor, Sovyetler Birliğinde Lenin dönemi inşa dönemidir, SOVYETLERCE görevlendirilen başkandır LENİN, yukarıda link verdim, işte o yapı bürokratik bir yapı değildir o yapı, tüm sovyetlerin merkezileşmiş yapısıdır, hedef de sovyet iktidarıdır. Lenin dönemi görev sosyalist topluma geçmekti, sosyalizmi kurma görevlerinin ağırlıklı olduğu, sonraki dönem ise arada sovyet kazanımlarının lav edilerek yerine askeri-bürokratik, dar bir seçkinler kurulunun geçtiği, koşullarının hazırlandığı ihanet dönemidir, ben burada örgütsel vb ihanet demiyorum, ideolojik olarak diyorum, kişiler demiyorum, bir bütün halinde tabloya bakıyorum...

Verdiğim linkin altına gelirsen, tarihte 20.yüzyılda sosyalizm yolunda, sovyetlerin ilk seçtiği kişi Lenin'dir, "2. Tüm Rus Kongresi tarafından seçilen ilk kurul aşağıdaki gibidir. " diyor ya ilk sovyet hükümeti üyelerine bir bak bakalım, ne olmuş, doğal yolla önceden vefat edenler hariç, Lenin'in de içinde olduğu ilk sovyet hükümeti, idam edilmiş... Minareyi çalan kılıfını hazırlar, güç kimde ise hikayeyi de o yazar, gerekçeleri de o üretir…. Bürokratik, merkezci, asker-bürokratik devleti, daha Lenin döneminde tasfiye edilememişti ki, tasfiyesi için çalışıyordu, eski burjuva kurumların yerine sovyet kurumları planlı bir biçimde örgütleniyordu, ne yazık ki Lenin'den sonra, o tasfiye edilmeye çalışılan bürokratik aygıt aksine ayakları(kendi, boşluk buldu, horltadı) üzerine kalktı(bir çok sebeple sapma yaşandı), haliyle Lenin döneminde görev olarak belirlenen sovyet iktidarı, askeri-bürokratik burjuva devletin yıkılması sürecinin olmaz ise olmaz geniş örgütü -halk- sovyet örgütlenmesi, komünist, sosyalist toplum örgütlenmesinden darbe usulü vazgeçişe karşı direnç oluştu. Her zaman ki taktikle, paranoya pragmatizmi ile, dış-iç düşmanlar bizi kuşatmış iken siz nelerden söz ediyorsunuz, demek ki hainsiniz, çapulcular, yok bilmem alçaklar vs(yabancı değildir size) kampanyalarıyla tarihten silindiler. Sovyetler ise artık bir isimdi, artık merkez komite kendi arasında seçim yapacak, genel sekreteri belirleyecek, genel sekreter de, merkez komite üyelerinden, bazı ordu komutanlarından bazılarını bakan olarak atayacak ve bu bakanlıklar bağlı özel kurumlar oluşturulacak, o kurumlara memur, amirler yine atama yoluyla, asker-polis-sivil kurumlar üzerinden tayin edilecek, ordu-asker, devletin yasama-yürütmesinde rol alacak, sovyet hükümet başkanlığına(Lenin'den boşalan yer) ise, yine ATAMA yoluyla başkan atanacak, böylece bürokratik aygıt, alttan, üste, üstten alta, memurun, amire sadakati üzerinden ASKERİ-HİYERARŞİK bir sistemle tayin edilecek, sovyet iktidarı, sosyalist toplum, sosyalist inşa artık askeri-bürokratik bir devlet iktidarının, ne kadar keskin sosyalist olduğuyla, kaderi, bu aygıtın ne düzeyde keskin komünist sembollere bağlılığıyla belirlenecekti, kişiler gelip, geçecek, askeri bürokratik devlet aygıtı ve bir dolu kurumuyla mutlak, kutsal görülecek, böylece ülke, bir kaç milyonu bulan ve artık kontrolü, mutlu etmesi, bakımı, masrafı, israfını, yükünü kaldırması çok zor olan bürokrasinin, bu yapısı gereği aldatıcı, çıkarları gereğince siyaset, taraflar, karşı taraflar, benden yana, ondan yana olanlar, hasır altılar, mevki uğruna girilen rekabet, oyunlar, bir yığın bürokratik çıkar siyasetiyle keşmekeşe dönüşen bürokrasinin(burjuva aygıt işte!) yönlendirdiği bir kaç kişinin elinde bir kadere teslim olacaktı... Şu ana kadar anlatılanlar ışığında, düşünürseniz, sonucun nereye vardığı konusundaki tutarlı ilişkiyi de çözersiniz...

Marx, Lenin benim bu izahlarıma her kitabında değinemez, değindiği yapıtlarda vardır, ama o zamanlar sosyalizm bu denli yanlış kavranmıyordu, haliyle arifler çoktu ve anlıyordu -3-5 paragraflık ifadeyle dahi izah edilebiliyordu-, şimdi ise çok daha detaylı anlatmak zorunda kalıyoruz. Ben burada neden öyle olur, nasıl öyle olur, bunu izah ediyorum, olgu zemininde, bilimsel temelde... öznelcilik yapmayacaksınız, duygusallık olmayacak, kişileri tartışmayacaksınız, sadece olgulara bakacaksınız, materyalist, bilimsel yaklaşacaksınız, kaidelere uyacaksınız.

Bazı konulara ise değinemiyorum neden, çünkü anında çarpıtılıyor, diğer yandan bir yığın burjuva saldırılar var, değinemiyoruz, ama bilin ki, SSCB'de Lenin sonrası, sosyalist inşa süreci yoktur, buradan saldırmayın, kısa değindim, siz bilinçlenirseniz, neleri yanlış bildiğinizi anlarsanız, Lenin'i ve dönemi, Marx'ı iyi okur, anlarsanız çözersiniz.

BİR DE KİTAPLAR, kaynakları şu konuda Lenin ne demiş, Marx ne demiş kafasıyla, süreğen üste çıkmak, haklı olmak kafafıyla okursanız, hem anlamaz hem de bu kişilerin emeğini istismar edersiniz. Bir diğer sorun da -ki en önemli sorun- Marx ne demiş değil, öncelikle HANGİ KONUDA, NEYE GÖRE, NEYE DAİR söylemiş, nasıl söylemiş bu ayrımı yapabilmeniz gerekir,[B] Türkiye'de özellikle, sosyalizm, ittihatçı asker-bürokrat tepeden dar, seçkinler devleti anlayışından, yanlış okunan ve sırf ittihatçı dar-sekter devletçiler, kutsallaştırmak, zırh örmek namına kullanılan, yanlış bilinen, uyduruktan anti-emperyalizm masallarından feyz alınan etki ile, milli devlet, devletçilik pragmatizmi etkisinde kalmış, çarpıtılmıştır, bunu anlamanız için daha geniş açıyla, bilimsel yaklaşmayı başarmanız lazım... Lenin'in devrim öncesi gündemi ile, devrim sonrası aynı olur mu? Gündem de çok daha farklı konular vardır, örneğin Lenin'in "Ne Yapmalı" kitabının bir konusu vardır, o konuda Lenin'in sosyalizmde devlet nasıldır, devlet nedir, sovyet iktidarı nedir, nasıl örgütlenir yönünde belirleyici bir sonuç çakartamazsınız... Konusu değildir, o kitabın gündemi bu değildir, ama Türkiye'de özellikle (Ki Stalin ve sonrası özellikle seçicidir, sadece devlet, merkezileşme ve güce dayalı zaruriyet konularını öne çıkartır, sanki tüm dönemlerde mutlak bu düşünce hakim olacakmış gibi, oysa Lenin'in bir çok ifadesi konjonktürel olarak, dönem ve gündeme dair politikalar üzredir, koşul farklı, dönem farklı artık görevler farklı iken, başka dönem ve koşullara dair söylediklerini öne sürüp, süreğen süreç baltalanabilir, ki yapılan da budur, bak Lenin öyle demiş, ben haklıyım, ne zaman demiş, hangi konuya dair demiş, hangi politika temelinde demiş?).

Neyse, anlamaya çalışın, benim seninle yazışmam o kadar zor ki, kızma ama Marksist'e Marksizm'i, sosyaliste, sosyalizmi anlatma zorunda kalmak, hiç kolay olmuyor. Bunu dindara, dinini anlatmak zorunda kalmak gibi düşünebilirsin...
Saint-Just´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Benim özlemim sosyalist cumhuriyet'dir. Bunun için partili mücadele ve parti yönetiminin olmazsa olmaz olduğunu ve bürokrasi lafızlarının burjuva ideolojisi kökenli olduğunu düşünüyorum. Benim leninizm'e dayanan görüşüm bu şekilde.
Birincisi hala parti vurgusu yapman, alınıyorsun ama hala konuyu anlamadığını, bilmediğini gösterir, parti ile ilgisi yok ifadelerimin, parti olacak mı, olmayacak mı tartışması da yapmadım, aksine okur, kavrarsan, partinin ne kadar önemli olduğunu ve sovyet iktidarının da partinin görevi olduğunu, bu partinin sosyalizm gibi nihai bir derdinin olmadığını, asıl derdinin komünist toplum olduğunu, o zamana kadar da partinin önderliğini, lafla değil, değeriyle ortaya koyduğumu anlarsın. Arkadaşım sosyalizm, sosyalist toplum(sovyet iktidarı), komünist toplum, tüm bürokratik kurumları, bürokrasiyi, devlet aygıtını ortadan kaldırmak gibi bir hedefi ve görevleri olmayan, bunun yerine kendisini kapitalizmden sonra lav edip(pratik olarak), bir devlet biçimi, bürokratik bir araç olarak örgütlemeyi düşünen bir parti, zaten olmaz olsun, ya burjuva partisidir, ya burjuvazinin bürokratik olarak örgütlenmesidir, ya da parti değildir ok? Sen bürokrasi lafızlarının burjuva ideolojisi olduğunu düşünüyorsun, ama bilmiyorsun ki bürokrasi -devlet de dahil içinde) burjuva üst-yapıdır, ideolojsidir, kısaca ben böyle söylediğim için bir lafız değil, öyle olduğu içindir, bunu aslında yukarıda özetledim, ama anlaşılıyor ki neden burjuva ideolojisidir, ayrıca izahı gerekecek -yasama-yürütüme kimde ise iktidar odur, bu bir kurum ise iktidar o kurumdur, o kurum sovyetler değilse, ÖZEL BİR KURUMDUR, özel kurumlarda da ÖZEL işler ve özel kurumlar ve özel kişiler, gruplar olur, dolayısıyla iktidar da özel kişilerin ikitdarı olur, ayrıca bu özel kişiler yetke ve yetki elde eder, ayrıcalık kurumundur, yasama-yürütme de bu kurumda olduğuna göre, iktidar da bürokrasinin iktidarıdır, bu kurumlarda özel kişiler, özel yollarla oralara gelir, seçkindirler, tepediker atama yapar, amirlik, memurluk işler, her bir birey bürokrasi içerisinde çıkarlarınca çalışır, amirlere karşı bireysel bağlılık, kişisel bağlılıklar esas hale gelir, TÜM MÜLKİYET DE DEVLET DE ve DEVLET artık BU DAR BÜROKRATİK YAPI OLDUĞUNA, BU YAPININ DA kurumlarında atanmış kişiler olduğuna göre, bu sınıfın(ki artık burjuvazi bu sınıftır çünkü yasama-yürütme bu sınıfta iken ayrıca ne idi, mülkiyet de, denetimi de bunlarda idi) dışında kalan sınıflar, halk, artık bu %1'in EGEMENLİĞİNE, iktidarına çalışır, kısa sürede bürokratik merkezileşme, saraya, makam ve mevkilere de dönüşür, bir dolu entrika, rekabet, yolsuzluk, ahıra döner... Şimdilik, bunun neresinin sosyalizm, neresinin komünizm olduğunu düşün...

Buraya da tekrar bak;
https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCrokrasi

Peki, umarım okursun, bu bir forum başlığı, gönül isterdi ki makale yazayım ama enerjiyi, imkanı her zaman bulamıyorum...

Sersemler akıllıların 7 yılda cevaplandıramayacağı soruları 1 günde sorarlar.
-------
Korku ve menfaat dalkavukluğa yol açar.
-------
İnsan korktuğuna ya da arzuladığına çok kolay inanır. La Fontaine
-------
Öküz tahta çıkarsa padişah olmaz, saray ahır olur. Çerkes Atasözü
-------
Akıllı bizi arayıp sormaz, aptal bacadan akar.
------
Su dağları kemirir, vadileri doldurur.
------
Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir.
------
Hürriyet, başkalarına vermedikçe alamayacağımız tek şeydir. William Allen White
------
Belki söylendi herşey,/ belki de gece bekleniyor/ yazılsın diye aynı cümle. Tüm nedenleri yeryüzünün/ bir çakıltaşına takılıp kaldı. Esteban
------
Sıradan insan kendini evrenin merkezi yapmanın yolunu arar; bilge kişinin evreni onun merkezindedir. Lao Tzu

Konu spartacus tarafından (30-01-2021 Saat 05:25 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #83  
Alt 30-01-2021, 13:32
ilahimasal ilahimasal isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 23 Oct 2017
Mesajlar: 3.462
Standart

mustafa kemalin , cumhuriyet kurulmadan öncesi , türkçülükten ziyade , bolşevizm karşıtı, patroncu , kapitalist , sol ve işcinin egemenliginin karşısında olan bir kişi intiba uyandı bende

Çerkez Ethem in dahi bolsevik düşünceye olan tarafı , cerkez ethemin " bolşevik taburu " gibi konulardan , mustafa suphi ye yapılanlara bakınca mustafa kemalin gercek yüzü ortaya çıkıyor.
Sağlamasıda , izmir iktisat kongresi olarak duruyor.
bu kongrenin ardındanda ingilizleri ikna edip bir anlaşma imzası durumun ne oldugunu açıkca ortaya koyuyor.
Dinci , kadir mısıroğlu esasında ne demek istiyor , kolayca anlaşılabiliyor.
Dinci kadiri bilerek örnek verdim. Çünkü bir dinci bile olan biteni anlamışken ben ve gibiler baya iyi manüpile edilmişiz.

Lozana kapitalizm için gidildigi açıkca ortada.

Çerkez Ethemin ise bolşevizmden yana olması beni gerçekten çok şaşırttı.

Kurtuluş savaşı deniyor ya !

Kurtulduklarından , izmir iktisat toplantısından, , lozanda kapitalizmin beşigi ingilizlerle anlaşmasından , tkf yi kapattırmasından sonra "kimlerden kurtuluş savaşı" oldugu ortaya çıkıyor.

http://www.utkugazetesi.net/?Syf=22&Mkl=1115440
Alıntı ile Cevapla
  #84  
Alt 03-02-2021, 13:08
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.618
Standart

diken.com.tr

Nasıl olur da Türklüğü kabul etmezler? Belki Türk değillerdir!


MURAT SEVİNÇ
23/01/2021 23:02


Yirmi üçüncü yazı…

Hükümet sistemleri ve demokratikleşme konulu diziye, ‘yurttaşlık' ara başlığına ilişkin üçüncü yazıyla devam ediyorum. Bir sonraki, son yurttaşlık yazısı olacak.

Önceki iki yazıda, Cumhuriyet dönemi yurttaş tanımı tartışmasının Osmanlı'nın çok kimlikli yapısından ulus-devletin tek etnik kimliğine geçişle ilgili olduğunu, 1920'lerde farklı adlandırmalar yapıldığını, stratejik nedenlerle uzun süre ‘Türk' sözcüğünün kullanılmadığını, ancak özellikle 1924 Anayasası ile birlikte diğer adlandırmaların terk edilip ‘Türk' adının hâkim hale getirildiğini kısaca anlatmaya çalıştım. 1924 Anayasası'nın yurttaşlıkla ilgili maddesinde, bugünkünden daha başarılı bir formülasyonla "Vatandaşlık bakımından Türk denir" yazmasına ve Türklük, Anayasa'nın diğer hükümlerinde ‘yurttaşlık' yerine kullanılmış olmasına karşın, siyasal-kültürel alandaki gelişmeler aynı şekilde ‘kapsayıcı' olmadı.

Türkiye'de eşit yurttaşlık tartışması, ne kurucuların ve takip eden hükümetlerin sınıfsal aidiyet, tercih ve siyasetleri, ne de ulus-devletin gereksinim duyduğu ‘etnik-dini birörnek insan' yaratma çabası görmezden gelinerek anlaşılabilir. İmparatorluk bakiyesinden modern ‘ulus-devlet' yaratma ideali ve arzusunun, (Sünni) Türk olmayanlar için çilesiz gerçekleşmesi mümkün değildi. Yalnızca Türkiye'de değil, ulus-devlet modelinin benimsendiği hiçbir yerde. 1920'lerin ikinci yarısında başlayan kimlik inşası, yani muteber yurttaş sayılmak için öncelikle Türklüğün benimsenmesi koşulu, 1930'lar ‘kültür devrimi' sürecinde hız kazandı.

Muteber olmak için hâkim kimliğin kabul etmenin yaşamsallığı, hem günün uygulamalarında (örneğin Kürtlerin yoğun yaşadığı bölge için, Şark Islahat Planı) hem de kurucu kadronun farklı tarihlerdeki konuşmalarında görülebilir. (Ayşe Hür'ün, zamanında Radikal'de kaleme alıp konuyu derli toplu biçimde anlattığı Şark Islahat Planı yazısını ilgilenecekler için buraya bırakıyorum.

İsmet Paşa Nisan 1925'te Türk Ocaklılara konuşmasında, görevlerinin Türk vatanı içinde bulunanları Türk yapmak, Türklere ve Türkçülüğe muhalif olacak unsurları kesip atmak olduğunu dile getiriyordu: "Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır." (Füsun Üstel, ‘İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği – Türk Ocakları 1912-1931' İletişim, 1997) Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un "Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır," sözünü bilmeyen yoktur.

Bu yazıda da birkaç kitap/kaynak önermek ve onlardan yararlanmak istiyorum.

François Georgeon'un, ‘Osmanlı-Türk Modernleşmesi, 1900-1930' başlıklı eseri. (YKY, çeviren Ali Berktay) Kitabın, ‘Kemalist Dönemde Türk Ocakları' başlığı altında (39-76) I. Dünya Savaşı öncesinde kurulan ve Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni devletin kuruluşunun ardından yeniden doğan Türk Ocakları'nın, yeni kimliğin inşası konusundaki katkısını okumak ilginç.

"Türk kime denir?" başlığı altında, Türk Ocağına üye olacakların etnik kimliklerinin tartışıldığını ve bunun nedeninin Cumhuriyet'in ‘esnek Türk tanımı' olduğunu belirtiyor Georgeon. Yazarın Anayasa'daki "Vatandaşlık bakımından Türk denir" ifadesini, ‘esnek' sözcüğüyle tanımlaması önemli ve bence de doğru. Kime Türk diyecekler, ‘yurttaş' olana mı, yoksa ‘doğum ve kültür' yoluyla Türklüğe ait olana mı? O yıllarda Balkanlar ve Kafkasya'dan akın eden ve çoğu Müslüman olup aynı dili konuşmayan, aynı kültürü paylaşmayan çok insan var.

1924 kurultayında konu tartışılıyor ve sonunda daha ‘yumuşak' görüş kazanıyor. Tanımda, ‘hars' (kültür) niteliği ağır basıyor. Georgeon, Hamdullah Suphi'nin dile getirdiği ‘makul' görüşü şöyle özetlemiş: "…asıl önemli olan karakter, bilinç, eğitim, başka bir deyişle, kültür ve zihniyettir; ayrıca Türk milliyetçiliği davasına gösterilen bağlılığı da dikkate almak gerekir. Türk Ocakları'na girerken etnik ölçütlere göre katı bir eleme yapılmasından yana olan bir delegeye Hamdullah Suphi şu yanıtı veriyordu: ‘Türk Ocakları'nın vazifesi, Türklerin sayısını azaltmak mıdır, çoğaltmak mı?'"

Kurultay'da oturum başkanlığı yapan Ahmed Ağaoğlu da, Türk kavramının açık olmadığı kanısında. Ona göre zaten bu kavram açık olsaydı, ne Türk milliyetçiliği akımına ne de Türk Ocakları'na gerek kalırdı!

Georgeon, ‘asimilasyon sorunu' ara başlığı altında Türk Ocakları'nın azınlıklar konusundaki siyasetini anlatıyor. Örneğin, Söke Türk Ocakları'nın bir delegesi, 1926 Kurultayı'nda "Türk Ocağı'nın birinci ödevi, ulus için Nuh'un gemisi olmaktır" demiş. Yani asıl amaç, ‘dil, din, zihniyet' birliği sağlamak.

Türk Ocakları, İzmir'de Fransızca ya da Trabzon'da Rumca konuşulmasına karşı mücadeleyi hedefliyor. İmparatorluktan arta kalanın dahi hayli renkli olduğunu görmek bakımından çarpıcı. Türkiye'nin doğusundaki Türk olmayan nüfusun, Kürtçe ve Arapça konuşanların, Türk Ocakları'nın karşılaştığı başlıca mücadele alanı olarak düşünüldüğünü hatırlatıp dil konusunu sonraki yazılara bırakmak istiyorum. Asıl mesele, Yusuf Akçura'nın tabiriyle, ulusal bilinci güçlendirerek Türklüğü cazip hale getirmek. Hamdullah Suphi, on beş-yirmi yılda Türklük içinde asimile edilmemiş bir Müslüman muhacir kalmayacağını belirtiyor, örneğin. (59) Türk Ocakları, ‘Doğu' için görevli bir Şark Bürosu ve Kürt nüfusun yoğun olduğu bazı şehirlerde temsilcilikler açıyor.

İlgili okuru haberdar etmek istediğim bir başka kitap Zafer Toprak'ın, ‘Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet ve Antropoloji' adlı kapsamlı çalışması. (Doğan Kitap, 2012).

Toprak'ın kitabında konu açısından bizi daha çok ilgilendiren kısım ‘Ali Reşad'dan Yusuf Akçura'ya- Sosyal Darwinist tarih ve Türk Tarih Tezi' ara başlığı. (s.227 vd.)

Zafer Toprak, 1920'lerdeki tarih ve toplum anlayışının 1929-1930'larla birlikte nasıl değiştiğini ve ulus devlete uygun kimlik yaratmaya ilişkin pratikleri, Cumhuriyet'in tarih anlayışının ‘Türk Tarih Tetkik Cemiyeti' ile birlikte girdiği yeni evreyi anlatıyor:

"20'li yıllarda gerçekleştirilen kurumsal yapılanmanın ve yasal düzenlemelerin ardından yeni bir yurttaş kimliği inşası Cumhuriyet için kaçınılmaz olmuştu. Öte yandan 1929 Dünya Buhranı ile birlikte ülkelerin dışa kapanışı, Türkiye'nin de dış dünyayla, bu arada Avrupa ile olan ilişkilerini gözden geçirmesine neden oluyordu… Bu aynı zamanda paradoksal bir yapıyı da doğurdu. Bir yandan kültürel tarihle ‘yeni insanın' ya da yurttaşın kimliğini yaratma kaygısıyla hareket edilirken, öte yandan tarihe çağdaş, ‘bilimsel' bir görünüm verilmesi ve ‘total' bir tarih anlayışının benimsenmesini istiyordu."

Bu gözden geçirme, tarihe bakışı ve yorumlayışı da değiştirdi. Tabii, makbul tarihçiliği de! Zafer Toprak, değişimi, ‘pozitivist tarihçi Ali Reşad'tan, 1930'ların Yusuf Akçura düşüncesine geçişle anlatıyor. Türkiye siyasal yaşamında ve II. Meşrutiyetçiler (hürriyet-musavat-uhuvvet) ve Kemalist devrimcilerin ideallerinin belirmesinde Fransız düşüncesinin katkısı/etkisi çok büyük. Mustafa Kemal'in Fransız Devrimi'ne yönelik ilgi ve sevgisi malum.

Ali Reşad, Meşrutiyet yıllarında geleneksel Osmanlı tarihçiliğinden ‘ulusal' tarihçiliğe geçişi temsil eden dört önemli tarihçiden (Diran Kelekyan, Ahmet Refik (Altınay) ve Fuat Köprülü ile birlikte) biri. Ali Reşad'ın eserlerinde Avrupa tarihi ve özellikle Fransa tarihi büyük yer tutuyor ve bir nesil, Fransız Devrimini ondan öğreniyor. Bu nedenle 1930'larda gündeme gelen alternatif ‘Aydınlanma' arayışlarında en sert eleştiriler de Ali Reşad'a yöneliyor. 1932'deki Birinci Tarih Kongresi'nde Yusuf Akçura, Ali Reşad tarihçiliğinin aşırı Avrupa merkezli oluşunu sert biçimde eleştiriyor.

1930'lu yıllarda ders kitapları sil baştan ele alınır. Zafer Toprak'a göre, 1929-1931 arası tarih anlatışında bir geçiş evresi ve 1930'lu yıllarda gerçekleştirilecek kültür devriminin başlangıcı. Bu süreçte, Atatürk'ün ölümüne dek, örneğin Namık Kemal, Ziya Gökalp, Tevfik Fikret gibi isimler hayli sert eleştirilere tabi tutuluyor. Türk Ocakları'nın kapatılması, Türk Tarih Tetkik Cemiyeti kuruluşu, yeni ders kitapları yazımı dönemin aşamaları.

Toprak'ın sözcükleriyle: "Ali Reşad'ın temsil ettiği liberal ulusçuluğu savunan, ancak önemli ölçüde Avrupa merkezli ‘Aydınlanmacı' tarih anlayışı bir kenara bırakılıyor, tarih binlerce yıl geriye, ‘tarih öncesine' çekiliyordu. ‘İslâm ve İslâm medeniyetleri dışlanarak Orta Asya kökenli ‘Türk tarihi' öne çıkarılıyordu." (240)

İlk büyük adımın sembol isimlerinden Yusuf Akçura, 1932'deki Birinci Türk Tarih Kongresi'nin açılış konuşmasında Avrupa merkezli tarih anlayışını reddeder. Toprak'tan öğrendiğimize göre Akçura bu konuşmasında, tarihin soyut bir bilim dalı olmadığını, tarihin yaşam için olduğunu, ulusların varlıklarını korumak ve güçlerini geliştirmek için vazgeçilmez bir unsur olduğunu belirtir ve Alman okullarında öğrencinin vatanperverlik hissini güçlendirecek tarzda okutulan tarihi örnek gösterir. O yıllarda Fransa'da da ilk ve orta okullarda bu yönde, Fransız gençlerinin vatanperverlik hislerini güçlendirmeye yönelik bir tarih okuması salık veriliyormuş. Akçura diyor ki, "Fransa'nın orta ve lise mekteplerinde okutulan tarih tamamen objektif değildir. Bir gayeyi temin için okutulmuştur. Ve nihayet bu gayenin teminine de muvaffakiyet hasıl olmuştur." Yusuf Akçura söz konusu tarihi baştan ele almayı ve yeni baştan değerlendirmeyi öneriyor, bu büyük davanın 'emsalsiz rehberimizin' irşatları sayesinde kazanılacağını söylemeyi ihmal etmeden.

Demek ki ‘tarih' adı verilen alan, aslında epeyce politikmiş, objektif olmayabilirmiş, hay Allah!

1931'den itibaren tarih kitapları değişir değişmesine ancak Avrupa'yı tümüyle reddetmenin aşırılığı anlaşılınca bir süre sonra ufak tefek değişiklikler yapılmak zorunda kalınır. Avrupa merkezli Aydınlanmacı tarih anlayışından, ‘unutturulan' Türk tarihine yöneliş (arkeoloji çalışmalarından yararlanarak), Türk tarihini anlatan ders kitaplarının yayınlanması…

Zafer Toprak'ın ‘ırk sorunsalı' olarak adlandırdığı eğilim iki savaş arasında Türkler'i de etkilemiştir. Bu nedenle, yine Toprak'ın ifadesiyle ‘fizik antropoloji' dalına sarılırlar. Amaç, Türkler için yapılan ‘sarı ırk' tanımının ancak fizik antropolojinin bulgularıyla yanlışlanabileceğini göstermek. Toprak: "Tüm otuzlu yıllar dil ve tarih kongreleri fizik antropolojinin verileri üzerine odaklanacaktı. Cumhuriyet, o sırada Avrupa'da birçok ülkede gündeme gelmiş olan, kendi ‘yeni insanını' yapılandırma sürecine girmişti. Bunun en başta gelen yöntemi ise yeni bir kimlik oluşturmaktı… Türk Tarih Tetkik Cemiyeti ile yepyeni bir geçmiş inşa edilecekti."

Toprak'ın kitabında bir sonraki başlıkta, ‘Şemsettin Günaltay ve Türk Tarih Tezi eleştirilerine cevap' kısmında (255 vd.), ‘Darülfünun müderrisi' ve ‘reformist İslâmcı' Şemsettin Günaltay'ın tarih tezi savunusu için yazdığı iki uzun makale ele alınıyor. Şemsettin Günaltay, TTK'nin 1943'teki Üçüncü Kongresi'nde İsmet İnönü'nün huzurundaki açılış konuşmasında ‘brakisefal Türkler'in tarihteki yerini anlatır. Mustafa Kemal'den "Şimşek dehasıyla görüş ufkumuzu örten kara bulutları parçalayan Büyük Ata" ifadesiyle söz eden Günaltay ‘kafaları brakisefal Türk kavminin Yakın Şark'ta insanlığın ilk meşalesini yaktığından' söz eder.

1930'lar kültür devriminin en önemli özellikleri, bilimi din dışı bir eksene oturtması, tarihçiliğin Darwinist çizgiyi izlemesi, Türk Tarih Tezinin tarih kitaplarına egemen olması, Türk Dil Tezi'nin Tarih Tezi'yle birlikte ilerlemesiydi. (285)

Tüm bunlar, ulus-devlet yaratma idealinin ancak ve öncelikle bir ‘kimlik' inşa edilerek gerçekleştirilebileceği kabulünün sonucu. Çoğunluğun etnik kökeninin hâkim kılınması süreci üzerine düşünmeden, ‘anayasalardaki yurttaşlık' tartışmasının yapılamayacağı kanısındayım. Hükümler, sonuçtur. Mesele, gerekçeleri konuşabilmekte.

Devam edecek…

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #85  
Alt 03-02-2021, 13:11
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.618
Standart

diken.com.tr

Öz vatandaş: Müslüman, Hanefiyül mezhep, Türkçe konuşur


MURAT SEVİNÇ
31/01/2021 18:20


Yirmi dördüncü yazı…

(Başlıktaki tanım, 1924 Anayasası yapım sürecinde Komisyon Sözcüsü Celal Nuri Bey'e ait.)

1920'lerde ulus-devlet inşası aşamasında benimsenen ‘yurttaş tanımı' üzerine son yazı.

1924, 1961 ve 1982 Anayasaları'nın meclis görüşmelerinde ‘anayasa komisyonu' sözcülerinin açıklamalarına ve madde ‘gerekçeleri‘ne bakıldığında, ‘Türklük' sıfatının yurttaşlık karşılığı olarak kullanıldığı düşünülebilir. Çünkü maddelerin lafzında ‘dil, ülkü ve kültür' birliği ideali yazılı değildir!

Kendimizi yalnızca ilgili maddelerin (yurttaşlık tanımının yer aldığı) ‘sözü'yle sınırlamayıp meclisteki konuşmalara, özellikle kimi üyelerin doğallıkla dile getirdiği ‘köken'e dayalı düşüncelerine ve yıllara yayılan uygulamalara bakıldığında, maddelerin ‘sözünde' olmayan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu fark edebiliriz.

Başımızı metinlerin dışına uzatıp Cumhuriyet tarihi boyunca Sünni-Türk ‘olmayan' kesimlerinin yaşadıkları, özellikle Gayrimüslim sermaye birikimini Müslüman kesime aktarma aşamaları incelendiğinde; Türkiye'deki yurttaşlık tartışmasının basitçe sözcüklerden ibaret görülemeyeceğini, bunun aynı zamanda bir ‘eşit yurttaşlık' sorunu olduğunu kabul etmek çok güç değil.

Öncelikle, ‘ne önemi var ki' ile ‘en önemli konu bu' kanıları arasında bir başka ‘konuşma/düşünme' zemini olduğunu, olabileceğini kabul etmek ferahlatıcı olabilir.

Koskoca Cumhuriyet tarihini eşit yurttaşlık bağlamında okumak ne bu yazı dizisinin ne de yazarının harcı. Kuşkusuz 1930'lardan sonrasına ilişkin ve burada sayılması imkansız mebzul miktar kötü anı, uygulama, örnek bulmak mümkün. Şark Islahat Planı, Haziran 1932'de kabul edilip 2003'te kaldırılan Türk Vatandaşlarına tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun (vatandaş olmayan ‘yerleşik' Rumların bir kısmının işlerinden edilmesine neden olan), Haziran 1934 tarihli İskan Kanunu (ülke nüfusunu ‘Türk kültürü'ne ve ‘Türk ırkı'na göre yeniden düzenlemeyi, özellikle ‘tek dil‘i amaçlayan), Dersim vs…

Hepsi bir yana yalnızca Varlık Vergisi Kanunu (Kasım 1942) uygulaması dahi, yeni kimlik yaratma hedefinin yalnızca bir isim verme çabasından ibaret olmayıp aynı zamanda nasıl bir sermaye transferini de hedeflediğinin açık göstergelerinden. Savaş koşullarında ekonomik sıkıntıları aşma amacıyla gerekçelendirilen yasanın uygulaması, verginin büyük ölçüde Gayrimüslimlerden alınması ve insani trajedilerle sonuçlandı.

O esnada milletvekili olan Faik Ahmet Barutçu'nun anılarında (Siyasi Hatıralar) naklettiğine göre, yasa görüşülürken gerçekleştirilen ‘kapalı oturum‘da Başbakan Şükrü Saraçoğlu; yasa sayesinde piyasamızada var olan gayri-Türk unsurların bertaraf edilip Türk piyasasının Türklerin eline verileceğini ve İstanbul'daki Gayrimüslim mülklerin bu sayede Türklerin eline intikal edeceğini belirtiyordu. İstanbul defterdarı Faik Ökte de anılarında (Varlık Vergisi Faciası, Nebioğlu Yayınevi, 1951), yasanın ‘asıl' niteliğini anlatır. (Bu kitap şu anda elimde olmadığı için alıntı yapamıyorum.)

Yaklaşık iki yıl sonra bir başka yasayla devlet, tahsil edemediği alacaklarından vazgeçmiş olsa da ‘ekonomik zorluklar'la gerekçelendirilen, ancak verginin çok büyük ölçüde Gayrimüslimlerden tahsil edilmesine (yargıya itiraz edilemiyordu!) neden olan uygulama sayesinde, önemli boyutta mal mülk transferi gerçekleştiğine kuşku yok. Ocak 1943'ten sonra Aşkale'ye (ve Sivrihisar'a) sürgün edilenlerin ‘zorunlu çalışma kampları‘ndaki hali ve orada yaşamını kaybedenler, 6-7 Eylül 1955'te yaşananlar, ayrıca hatırlatılmalı mı?

Tüm bunlara bakıp Türkiye'de resmî kimlik siyaseti ve anayasadaki yurttaşlık tanımının, kapsayıcı ve çoğulcu bir yurttaşlık ideali anlamına geldiğini iddia etmek, üstün bir çaba gerektiyor!

Öncelikle üç makale önermek istiyorum. İkisi, Cogito'nun (YKY) ‘Sivil İtaatsizlik' konulu 67. sayısından (2011). Ozan Erözden'in ‘1924, 1961 ve 1982 Anayasalarında Vatandaşlık Tanımı Üzerine.' (s.239) Diğeri, yine aynı sayıda Haldun Gülalp'in ‘Türk Itlak Olunur: Anayasalarımızda Vatandaşlık' (s.226) başlıklı makalesi. Üçüncüsü, Mesut Yeğen'in ‘Yurttaşlık ve Türklük' (Toplum ve Bilim, 92.sayı, 2002) yazısı.

Anayasalarda:

1924: Önceki yazıda 1924 Anayasası'nın ilgili hükmünü anlatmıştım. Anayasa'nın 88/1.maddesi "Türkiye'de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir (ıtlak olunur)." diyordu. Tabii, ben yalnızca ilk fıkralarındaki yurttaşlık tanımlarını aktarıyorum; sonrasında yurttaşlık ‘hakkı‘nın nasıl edinileceği, toprak esasının mı yoksa kan esasının mı öncelikli olduğu düzenlenir. 1924 Anayasası bu bakımdan da daha ‘esnek'. Yurttaşlık hem kan bağı hem toprak bağı esasıyla edinilebilir. Erözden'in altını çizdiği gibi bu hüküm, "…kapsayıcı milliyetçilik ya da dışlayıcı milliyetçilik arasında herhangi bir tercihte bulunmaz."

Şunu bir kez daha hatırlatmakta yarar var: 1924'tekilerin derdi, eskiden Osmanlı denilen ahaliye Cumhuriyet ardından ne diyeceklerini bilememekti. Bir isim vermek zorunda değillerdi kuşkusuz. Anayasalarda çok da âdetten değil böyle tanımlar. Yurttaşlık bir haktır ve asıl olarak nasıl edinileceği ve beraberinde getireceği hak ve yükümlülükler önemli. Demokrasiler içinde Almanya gibi bir örnek var, ancak Alman Temel Yasası'nın 116. maddesi, o toprağın tarihinden çıkmış özgül bir madde. Alman vatandaşlığına sahip olanları Alman olarak tanımladığı ilk fıkrasında ayrıca (vatandaşlık için), "Alman soyundan olup 31 Aralık l937 tarihindeki Alman İmparatorluğu sınırları içinde kabul edilmiş olan mülteci veya sürgün edilenler ile bunların eşi veya füruu" şeklinde bir düzenlemeye yer verilmiş.

Buna mukabil Türkiye'de 1924 Anayasası'nın kurucu iktidarı, yurttaş tanımı yapmak istemişti. Tutanaklar okunduğunda bazı kavramlar konusunda o yıllar bakımından anlaşılabilir bir bilgi eksikliği olduğu anlaşılır. Örneğin Anayasa Komisyonu sözcüsü Celal Nuri Bey'e göre 88. madde ‘etnografya itibariyle' değil, ‘sadece milliyet' belirliyor ve ona göre bir ‘cumhuriyette' tabiiyet olmaz, milliyet olur. Ozan Erözden, haklı olarak Nuri Bey'in ‘tabiiyet' ile ‘tebaa'yı karıştırdığını tespit eder: "Celal Nuri Bey de, Hamdullah Suphi Bey de, ‘öz' Türkün hanefi Müslüman ve Türkçe konuşur olduğunda görüş birliği içindedir. Kafa karışıklığı, ‘milliyet (nationality…)' ile ‘vatandaşlık (citizenship…)' ayrımındadır." Oysa malumunuz, milliyeti (etnik, kültürel, dinsel ayrımlar) ayrı olanların yurttaşlığı bir olabilir.

Dolayısıyla, 1924 Anayasası'nın "Vatandaşlık bakımından Türk denir" tanımı bugünkünden daha başarılı olsa da, anayasa yapıcı, Türklükten ‘hakiki Türklüğü' anlıyordu. Hükmü koyanlar, ‘Osmanlı' ifadesi yerine ‘Türk' adının konulması ile ‘cumhuriyet rejimi' arasında kurdukları ilişki nedeniyle, etnik kökeni Türk olmayanlara da ‘vatandaşlık bakımından' Türk demeyi tercih ediyor.

1924 Anayasası'ndaki yurttaşlık tanımı üzerine konuşurken, Celal Nuri Bey'in yaptığı ‘öz vatandaş' tanımı gözardı edilmemeli: "Mesela bugün bizim öz vatandaşımız Müslüman, Hanefiyül mezhep, Türkçe konuşur." (TBMM 20 Nisan 1924,

1961: Yurttaşın ‘sıfatı' konusu 1961 Anayasası'nın yapım aşamasında da gündeme geldi.

Anayasa'nın 54. maddesi: "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlık durumu kanunla düzenlenir…"

Görüldüğü gibi 1924'teki esnek formül terk edilmiş ve kan bağı ile toprak bağı arasındaki tercih, kan bağından yana yapılmıştır.

Yükseköğretim üyelerinden kurulu Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan Anayasa Öntasarısı'nın 57. maddesinde: "Türkiye halkına, din ve ırk ayrımı gözetilmeksizin, vatandaşlık bakımından Türk denir." hükmü yer alıyordu. 1924'teki ‘esnek' tanım benimsenmişti.

Anayasa'nın yapımında son derece önemli yeri olan Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari İlimler Enstitüsü'nün Gerekçeli Anayasa Tasarısı ve Seçim Sistemleri Hakkındaki Görüşü'nün 25. maddesi ise ‘tanım içermeyen' şöyle bir düzenleme önermişti: "Türk vatandaşlığı ancak kanunun açık olarak gösterdiği hal ve şekillerde kazanılır ve kaybedilir. Türk babadan olan herkes, kanunun gösterdiği istisnalar dışında, Türk vatandaşıdır."

Darbeden sonra oluşturulan Kurucu Meclis'in iki kanadından biri Temsilciler Meclisi'nin Anayasa Komisyonu raporunda, "Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür." (md.52) önerisi yer aldı.

1961 Anayasasını hazırlayan mecliste, anayasada nasıl bir milliyetçilik anlayışı olması gerektiği üzerine uzunca tartışılır, ancak bu daha ziyade ‘Cumhuriyet'in nitelikleri‘ne ilişkin madde bağlamında yapılır. Konuya başka bir yazıda geleceğim.

Anayasa Tasarısı ve Anayasa Komisyonu Raporu üzerine yapılan görüşmeler sonunda, Komisyon Sözcüsü Muammer Aksoy, yöneltilen eleştirilere şu yanıtı veriyordu:

"Bu hüküm, Atatürk'ün Türkçülük ve milliyetçilik mefhumunu izah ederken kullandığı formülün tâ kendisidir. Eski Anayasa'nın (1924) 88 inci maddesi aynen şöyle diyor: ‘Türk ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.' Görülüyor ki, biz hükmü Türkçeleştirerek yeni Anayasamıza koymuş bulunuyoruz. Bunu çıkarmak, bahis konusu olmamalıdır."

Ancak, Aksoy'un açıklamasından farklı olarak, ‘Türk denir' ile ‘Türktür' arasındaki farkın yalnızca ‘Türkçeleştirme' isteğinden ibaret olmadığını görmek zor olmasa gerek. Aksoy gerek bu farkı ve gerekse yeni metinde ‘vatandaşlık bakımından' ifadesinin yer almamasını açıklamıyor.

1982: 1982 Anayasası'nın ‘Türk vatandaşlığı' başlıklı 66. maddesine göre: "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür…"

66. madde, ‘yabancı baba ve Türk anadan olan çocuğun yurttaşlığı'nı yasaya bırakıyordu ki, bu ‘berbat' düzenleme 2001'de kaldırıldı.

1980 darbesi sonrasında, ‘Siyasal Bilgiler Fakültesi İdarî İlimler Enstitüsü'nün Gerekçeli Anayasa Tasarısı ve Seçim Sistemi Hakkındaki Görüşü' başlığıyla sunulan öneride, yurttaşlık tanımı 25. maddede yer alıyor: "Türk vatandaşlığı ancak kanunun açık olarak gösterdiği hal ve şekillerde kazanılır ve kaybedilir. Türk babadan olan herkes, kanunun gösterdiği istisnalar dışında, Türk vatandaşıdır." Görüldüğü gibi, burada da bir ‘Türklük' tanımına gerek görülmemiş.

1982 Anayasası'nda yurttaşlığı düzenleyen maddenin gerekçesinde, 1961 Anayasası'nın 54. maddesindeki ‘vatandaşlık' başlığının ‘Türk vatandaşlığı'na dönüştürülmesi şöyle açıklanıyor: "Bu şekilde vatandaşlık bağının Türklüğü kazandırmada daha kuvvetli bir bağ olduğu vurgulanmak istenmiştir." Madde başlığındaki vurgu vatandaşlığa değil, Türklüğedir.

Yurttaşlık konusu darbe sonrası oluşturulan Kurucu Meclis'in iki kanadından biri olan Danışma Meclisi'nde tartışmalara neden olur. (27.08.1982, B.137/O.2 ) Fıkranın şu haline dahi itiraz yönelten üyeler vardı. Özellikle, adları tutanakta bulunabilecek ‘dokuz üye'nin birlikte itirazı, darbe sonrası kimi temsilcilerin haleti ruhiyesini göstermesi bakımından çok çarpıcı. Bu nedenle, hükümlerin lafzından/sözünden büyülenmeden ve "Bu tanımlar herkesi eşitleyen yurttaşlığı anlatıyor, o amaçla kabul edildi" gibi tekrarlar yapmadan önce, tutanaklara/anayasa görüşmelerine biraz göz atmakta yarar var. (Meraklısı için buraya bırakıyorum. Vatandaşlığa ilişkin madde 36. sayfadan sonra görüşülüyor.)

Söz konusu üyeler, maddenin ikinci fıkrasındaki "Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür" ifadesine dahi çok içerlemiştir! Üyelerden İhsan Göksel'in uzun değişiklik önerisinden bazı alıntılar yapmak istiyorum: "Bir kimsenin vatandaşlığa kabul edilmesiyle, onun damarlarındaki kanını değiştirip yerine Türk kanı dolduramayız; onun gönlünde ve kafasındaki değerleri alıp, bunun yerine onun maddi ve manevi varlığını Türk kültürü, Türk meziyetleri, Türkün tarihsel hazinesi ve hele hele Türk soyunun soyluluğu ile öremeyiz… Bir kimseyi vatandaş yapabilirsiniz, ama Türk yapamazsınız. Bean şart ki, vatandaşlığa alınan kimse Türklüğü benimsemiş olsun."

Göksel, yukarıda andığım Haziran 1934 tarihli İskân Kanunu'nun üçüncü maddesine göndermeyle "Muhacir olarak Türkiye'ye kabul edilebilmek için bile Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olmak, gerekmektedir" diyerek devam eder: "Görülüyor ki Türk olmak kolay iş değildir. Sadece Türk babadan olan, ya da Türk anadan doğan bir çocuk Türk olmamakta, ancak ‘Türk vatandaşı' olabilmektedir."

Dolayısıyla anayasa görüşmelerinde konuşan kimi üyelerin zihnindeki Türklük, tam da bugünkü itirazın gerekçesini karşılar türden. Türklüğü kapsayıcı bir yurttaşlık tanımı olarak değil, ‘soy, tarih, ülkü, kültür' birliği kabul edip bunları üzerinde taşımayan kimsenin Türk olamayacağını savunurken, ısrarla ‘kan', ‘soy' ve ‘ırk'a vurgu yapıyorlar. Bugünden bakınca 12 Eylül darbesinin başarısı daha açık görülüyor!

Sonunda önerge kabul edilmiyor neyse ki. Vurgunun ‘vatandaşlık bağı'na yapılması gerektiği, Türklükten vatandaşlığın anlaşılmasının doğru olduğu, ‘Türk nüfus cüzdanı taşıyan herkesin Türk kabul edilmesi gerektiği', Komisyon tarafından özellikle dile getiriliyor. (Komisyon Başkanı Kemal Dal). Bir başka üye M. Utkan Kocatürk ise 1924'e atıfla, ‘Türkiye Devleti' ifadesini önerir, ancak reddedilir.

Anayasa'nın vatandaşlık tanımı bir yana, metnin çeşitli yerlerine serpiştirilmiş ve yurttaşlık bağını çok aşan Türlük ifadeleri olduğunu söylemekte yarar var. Bunların en akılda kalıcı olanı, 1995 yılında değiştirilen Başlangıç kısmının ilk satırıydı: "Ebedi Türk vatan ve milletinin bütünlüğüne ve kutsal Türk Devletinin varlığına karşı…" Böylece bir yandan Türkiye Cumhuriyeti'ne Türk Devleti denilip diğer yandan hem ‘kutsal' hem ‘laik' ilan edilmişti! Başlangıç'ta halen, "Hiçbir düşünce ve mülahazanın… Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının… Türlüğün tarihi ve manevi değerleri… karşısında koruma görmeyeceği…" gibi, doğrudan kökene vurgu yaparak anayasal yurttaşlık anlayışını çok aşan ifadeler varlığını sürdürüyor.

Tarihsel kökenleri olan sorunlardan mustarip yurttaş kümelerini karar süreçlerine dahil etmek, sözcüklerin tarihini ciddiye alıp yeni bir şeyler söylemeyi hedeflemek, bir tür siyaset yapma tercihi ve çoğulcu toplum vadediyor. Yönetimde ‘oooh ooh' ilkesi ise bir diğer siyaset tercihi ve nasıl bir toplum-ülke vadettiği malum. Eğer insan gibi ve eşit yaşam hedefi varsa, anayasal (siyasal-tarihsel) sorunlar üzerinde konuşurken ilk yaklaşımı tercih etmekte sonsuz yarar var.

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #86  
Alt 03-02-2021, 14:07
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.618
Standart

radikal.com.tr

Lozan, Şark Islahat Planı ve Kürtçe


Ayşe Hür
21/10/2012




[...]

Çevremden, sosyal medyada yazıştığım kişilerden veya bana yazan okurlardan "Kürtçe hiçbir zaman yasak olmadı ki, mahkemelerde de sadece resmi dil kullanılır, bu adamların derdi ne?" türü sözler duyuyorum. Buradan anlıyorum ki, özellikle gençler, Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtçeye konulan yasaklardan haberdar değiller. Bu yüzden, bu hafta Cumhuriyet tarihinin bu konudaki siciline bir göz atalım diyorum.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu unsurlarından 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması'nın 39. Maddesi'nin 4. Fıkrası (ki Türk tarafının önerisi ile eklenmişti) "Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır" derken, 5. Fıkrası "Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır," diyordu. Kısacası, Lozan Barış Antlaşması, kâğıt üzerinde Türkiye Cumhuriyeti uyruklu (vatandaşı) bir Kürt'ün, Kürtçe gazete çıkarmasını, Kürtçe televizyon yayını yapmasını, Kürtçe seçim propagandası yapmasını, mahkemede Kürtçe savunma yapmasını mümkün kılıyordu.

Şark Islahat Planı, Madde 14

Lozan'ın bu maddeleri ne yazık ki başından itibaren uygulanmadı ama Kürtçe konuşmanın cezalandırılması fikri 13 Şubat 1925'e patlak veren Şeyh Said İsyanı'ndan sonra ortaya çıktı. İsyanla büyük bir telaş içine giren Kemalist kadroların ‘Kürt Meselesi'ni halletmek için yürürlüğe koydukları ve yakın tarihe kadar devletin Kürt politikasının ana çerçevesini oluşturan 8 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı'nın tümü çok vahim ‘tedbirler' içeriyordu, sadece konumuzu ilgilendiren 14. Maddesini (sadeleştirilmiş Türkçeyle) aktaralım: "Aslen Türk olup Kürtlüğe yenilmeye başlayan Malatya, Elaziz, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kurum ve kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda, Türkçeden başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine muhalefet etmek ve direnmek suçundan cezalandırılacaktır."

1926'da toplanan Türk Ocakları Kurultayı'nda en büyük tartışmalar Türkçeden başka dillerin en çok da Kürtçenin konuşulmasını yasaklanması üzerine yapılmıştı. Örneğin kurultayın 28 Nisan günkü beşinci oturumunda konuşan Van Milletvekili İshak Refet (Işıtman) Doğu Anadolu'da yaşayan Kürt unsurların dillerini muhafaza ettikleri gibi, Karakeçililer. Serkanlar, Türkanlar gibi Türk kökenli topluluklarını Kürtleştirdiklerinden söz ediyor, bu konuda cezai tedbirler alınmasını öneriyordu. Ona göre Orta Anadolu'da yaşayan yerleşik Kürtler "nasıl olsa Türklerle sarılıyordur, boğulmaya mahkûm" idiler. Benzeri tartışmalar ertesi yıl da yapıldı. Türkçenin diğer dil topluluklarına zorla empoze edilmesinin zirvesini ise 1928'de başlayan "Vatandaş Türkçe Konuş!" kampanyaları oluşturdu.

Her Kürtçe kelimeye 5 kuruş cezası

Bu cezaların nasıl uygulandığına dair sözlü tarihten bir örnek verelim: "Kozluklu Mele (Hoca) Abdullah anlatıyor. 1940'lı yıllar. Diyarbakır'a gitmiş. Çarşıda Türkçe bilmediği için Kürtçe konuşuyor. Biri çarşıda kolunu tutuyor ve "Gel, belediyeden seni çağırıyorlar" diyor. Hoca, "Tû kîyî?" (Sen kimsin?) diye soruyor. Şahıs, "Ben belediye zabıtasıyım" diyor. Hoca, "Belediye reisi beni tanımaz ki beni çağırsın" dese de zorla Reis'in huzuruna çıkarılıyor. Reis, "Çarşıda Kürtçe konuşmuşsun. Her kelime için 5 kuruş para cezası vereceksin" diyor. Hoca itiraz etmeden cebindeki paraları masaya bırakarak, "Al sana para" diyor. Memur paranın üstünü vermeye çalışırken ekliyor: "Paralar sizde kalsın. Ben Türkçe bilmiyorum. Akşama kadar çarşıda Kürtçe konuşacağım. Senin zaptiye efendin de benimle gelsin. Akşam onunla sana geliriz. Ne kadar cezam varsa alırsın ve üstünü verirsin, ben de evime giderim." (Bakış, 30 Haziran 1999.)

"Ka nane kî bi Tirkî bide"

Bir örneği de Diyarbakırlı yazar, araştırmacı Şeyhmus Diken anlatıyor: "Aklıma tek partili dönemin bir uygulaması takılıyor. Düşünmeden edemiyorum. Kürtçe konuşmak yasak! Ağızdan alenen duyulacak dozda çıkan her Kürtçe kelime için vatandaş ceza ödemekle mükellef. İspiyoncular çarşı Pazar fır dönüyor. Adamın evinde çocuklar aç. Fırına gidip ekmek almak lazım. Ama ekmeği istemek için de birkaç kelime Türkçe sözcük bilmek gerek. Adam çaresiz. Fırıncının karşısında ve "Ka nane kî bi Tirkî bide". Fırıncı arif adam, halden bilen biri. "Ha ji tere nane kî bi Tirkî. Tercümesi şu: ‘Bana Türkçe bir ekmek ver.' ‘Al sana Türkçe bir ekmek.'"

‘Ape' Musa Anter ve Kımıl Olayı

Şimdi anlatacaklarım ise, Şark Islahat Planı'nı hazırlayan zihniyetin Demokrat Parti'nin son yıllarında bile hala capcanlı olduğunu gösteriyor. 31 Ağustos 1959 günü, Diyarbakır'da yayınlanan İleri Yurt gazetesinde Musa Anter'in ‘Amma Ne İleri Yurt' adlı hiciv sütununda ‘Qimil' (Kımıl) adlı Kürtçe bir şiir yayımlanmıştı. Olayın ayrıntılarına girmeden söyleyelim, ‘kımıl', can yoldaşı ‘süne' ile birlikte, tüm Cumhuriyet tarihimiz boyunca (hatta bugün de) bir türlü baş edemediğimiz bir hububat zararlısıydı.

Kürtçe şiirin teması şuydu: Siverekli bir kız, kımıl zararlısı tarafından samana döndürülmüş bir torba buğdayı çerçiye götürüyor, çerçi buğdayın işe yaramadığını görünce, buğdaya karşılık mal veremeyeceğini söylüyordu. Kızcağız da yüzyıllardır gelenek olduğu üzere, üzüntüsünü bir türküyle dile getiriyordu: "Bi çîya ketim lo apo, çîya melûlbûn rebeno/ Ceh seridî lo apo, genim hûrbûn êvdalo/ Qimil hatî lo apo, bi refa ye rebeno/Xwar genimî lo apo, hiştî qâye rebeno" (‘Dağa tırmandım amca, zavallı dağ mahzunlaştı/Arpa olgunlaştı amca, buğday un ufak oldu biçare/Kımıl geldi amca, kafile halen de zavallı/Buğdayı yedi, geride samanı bıraktı zavallı...') Yazar yazının sonunda şiirin kahramanı kıza şöyle diyordu: "Üzülme bacım, seni kımıl, süne ve sömürenlerin zararından kurtaracak kardeşlerin yetişiyor artık."

‘Welcome' yazınca sorun yok

Kımılın bu metaforik kullanılışını Ankara affetmedi elbette. 6 Eylül 1959 tarihli Cumhuriyet gazetesinde "Doğu illerimizden birinin merkezinde çıkan bir gazetede anlaşılmaz sebeplerle Kürtçe bir şiir neşrediliyor" dendikten sonra "İnsaf edelim. Bu Doğu ili İstanbul değil ki, 20-30 gazete çıksın da insan meşgul bir gününde hepsine bakamasın. Sonra hadi kendisi bakamadı, o il merkezinin zabıtası yok mu, adliyesi yok mu?" diye ortalık velveleye veriliyor, 19 Eylül 1959 tarihli Ulus ise "Bir soru da benden: Bu gazeteye kim kâğıt veriyor" diye öküz altında buzağı arıyordu. Beklendiği üzere İleri Yurt ve Musa Anter aleyhine dava açıldı. Ancak olay yerelden ulusal düzleme taşmış, sanıkları savunmak için başka şehirlerden avukatlar gelmeye başlamış, mahkeme salonu ve adliye binasının önü miting alanına dönüşür olmuştu. Ödemiş'te yayınlanan Cephe isimli gazete kelleyi koltuğa alarak, Diyarbakır'a ve Musa Anter'e şöyle destek vermişti: "İstanbul gazeteleri kıyamet koparıyor. Diyarbakır'da çıkan İleri Yurt gazetesi Kürtçe bir şiir neşretmiş. Bakın Küstaha. Genelevlere kadar ‘Welcome' diye Amerikanca yazılan memleketimizde, Kürtçe şiir Garbilik şerefimize dokunuyor..."

İddialara göre durum Ankara'nın canını o kadar sıkmıştı ki, Celal Bayar Diyarbakır Valisi'ne telefon açıp, Musa Anter'in ‘kafasının ezilmesi'ni istemişti. Yaşar Kemal'in deyişiyle, ‘Öfkesiz Kürt' Musa Anter, sevenlerinin deyişiyle ‘Ape' Musa, bu olaydan ve sonrasında yaşadığı nice olaydan sağ salim kurtuldu ama hemen her makalesine, yaptığı her hayali röportaja Kürtçe cümleler serpiştirdiği için hayatı mahkemelerde geçti. Bu yargılamalardan birinde Musa Anter'e, hâkim "Ne diye Kürtçe yazıyorsunuz" diye sormuş, Anter de "Hâkim Bey, İstanbul'da Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler gazete çıkarıyorlar. Ayrıca İngilizce ve Fransızca gazete de çıkıyor. Ben Kürtçe yazıyorum diye ne olacak?" demişti. Hâkimin muhtemelen Lozan'a atıf yaparak "Efendim onlar azınlık" karşılığı üzerine de taşı gediğine koymuştu: "Hâkim Bey, yani bir memlekette azınlık çoğunluktan daha mı avantajlıdır? Eğer bir azınlık kadar hakkım yoksa ben böyle çoğunluğu ne yapayım? Lütfen karar verin ve beni de azınlık kabul edin."

Ardından ünlü 49'lar Davası geldi. Dava 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra da devam etti, Musa Anter ve arkadaşları ancak 1965'te ‘paçayı kurtardılar.' Daha nice badire atlatan Musa Anter, 20 Eylül 1992 günü, JİTEM ajanları tarafından bir tuzağa düşürüldü ve ensesinden vurularak öldürüldü. Öldürüldüğünde 74 yaşındaydı.

12 Eylül yasakları

Kürtçeye (ve elbet diğer azınlık dillerine) en sert tavır 1980 darbesinden sonra takınıldı. Darbeciler kendi elleriyle hazırladıkları 1982 Anayasası'ndaki "Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz" ifadesini, 1983'te çıkarılan Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun'la perçinlediler. Kanuna göre, Türk vatandaşlarının anadili Türkçeydi ve Türkçeden başka dillerin anadil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunmak yasaktı! Kanun 12 Nisan 1991'de kaldırıldı ama 6 Kasım 1991'de, milletvekillerinin TBMM'de Kürtçe yemin etmeleriyle başlayan süreç, yedisi (BDP'nin selefi) DEP'li, biri bağımsız, sekiz milletvekilinin ağır hapis cezalarına çarptırılmaları ile sonuçlandı. 1980'ler, 1990'lar hatta yakın tarihe kadar, hapishanelerde Kürtçe konuşma yasağı sürdü, Türkçe bilmeyen analar evlatlarıyla tek kelime konuşturulmadılar.

Son yıllarda bu konuda çok olumlu adımlar atıldı ama hala anadili Kürtçe olanlar, anadili Türkçe olanlarla aynı haklara sahip değiller. Bırakın günümüzün temel insan hakları sözleşmelerini, insan hakları açısından son derece geri bir düzeyi temsil eden Lozan Barış Anlaşması'nın hükümlerine bile uyulmuyor. Anadilin seçmeli ders değil eğitim dili olmasının bir insan hakkı olduğunu hükümet başta olmak üzere çoğu kesimler tarafından kabul edilmiyor. Kürtçe televizyon ve radyo yayınlarında hala sınırlamalar var. Halka Kürtçe hizmet veren belediye başkanları görevlerinden alınıyor. Belki bir uç örnek ama bu yılın başında Konya'da bir kadın, 2 çocuğu ile Kürtçe konuştuğu için ‘gürültü kirliliği' yarattığı gerekçesiyle 62 TL para cezasına çarptırıldı! Açlık grevleri, işte böyle bir arka plana sahip. Yöntemleri aklımıza yatmasa bile, kalbimizin kapılarını onlara kapatmayalım. Kurban Bayramı'nda bu insanları da kurban etmeyelim…

Özet Kaynakça: Baskın Oran, "Lozan'da azınlıkların korunması", Toplumsal Tarih, S. 115, Temmuz 2003, s. 72-77; Mehmet Bayrak, Kürtlere Vurulan Kelepçe, Şark Islahat Planı, Öz-Ge Yayınları, 2009; Musa Anter, Kımıl, Avesta, 2000; Kemal Kirişçi&Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu, Kökeni ve Gelişimi, Tarih Vakfı Yayınları, 1997.

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #87  
Alt 08-05-2022, 17:37
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.618
Standart

Dersim neden Tunceli oldu? Dersim Katliamı için neden ‘isyan' söylemi yineleniyor?


* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)

Konu Şüpheci Dinsiz tarafından (02-06-2022 Saat 16:22 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #88  
Alt 10-07-2022, 10:11
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.618
Standart

Kitap:
Barış Ünlü
Türklük Sözleşmesi

Türklük Sözleşmesi Kitap Açıklaması

Gündelik davranışlarımızı, eyleme tarzımızı, toplumsallaşırken sergilediğimiz performansları, konuşma ve hatta susma biçimimizi belirleyen etkenlerin çoğu zaman farkında bile değiliz. Ne var ki, bunlar yalnızca gündelik hayatımızı değil, aynı zamanda tarihin uzun hafızasındaki siyasal konumlarımızı ve tercihlerimizi de etkiliyor. İşte, çoğu zaman bilinçdışı düzeyde yaşanan bu körlüğün siyasal anlamları üzerine düşünüyor Türklük Sözleşmesi.

Barış Ünlü, Türkiye'nin yazılı olmayan esas anayasasını, yani Türklük Sözleşmesi'ni tarihsel çerçevesi, işleyiş biçimleri, yarattığı imtiyazlar, zorunlu kıldığı performanslar, doğurduğu sorunlar ve karşı karşıya kaldığı kriz bağlamında ortaya koyuyor. Beyazlık çalışmalarından duygular sosyolojisine kadar kapsamlı bir çerçevede, Türkiye'nin kanayan yarası Kürt Sorunu ve Ermeni Soykırımı'ndan Barış İçin Akademisyenler'e kadar çeşitli meseleleri ele alan Ünlü, siyasal yelpazenin çok farklı noktalarında duran kişilerin bile "yeri gelince" nasıl aynı paydada buluşabildiğini sarih bir şekilde gözler önüne seriyor.

"Türklük" adı altında topaklanan benlik mitoslarını yerle bir eden bu kitap, okurunu gündelik davranış biçimlerini, ritüellerini, performanslarını sorgulamaya davet eden bir demir leblebi, negatifinden bir Türkiye Tarihi.

(Tanıtım Bülteninden)

Kitap Adı: Türklük Sözleşmesi
Yazar:Barış Ünlü
Yayınevi: Dipnot
Hamur Tipi: 2. Hamur
Ebat: 13 x 19,5
Barkod: 9786052318089

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #89  
Alt 10-07-2022, 10:20
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.618
Standart

Barış Ünlü
Türklük Sözleşmesinin İmzalanışı (1915-1925)
Barış Ünlü, Ankara Üniversitesi SBF, e-posta: unlu@politics.ankara.edu.tr
Özet
Bu makalede, modern Türkiye tarihini ve kişilerin biyografilerini farklı bir açıdan tahlil
etmemizi mümkün kılabilecek, temel sütunları Türklük ve Türklük Sözleşmesi olan
yeni bir kavramsal çerçeve öneriyorum. Türklükten, farkına varılmadan yaşanan belli
görme, duyma, duygulanma, algılama, bilme ve görmeme, duymama, duygulanmama,
algılamama ve bilmeme hallerini; ve yine çoğu zaman farkında olunmadan yaşanan
ve normal kabul edilen bir imtiyazlar dünyasını anlıyorum. Türklüğün bu nitelikleri,
Türk-olmayanlara karşı çoğu zaman koyu bir haklılık duygusu ve duyarsızlık/ilgisizlik
yaratabiliyor.

Burada tarif ettiğim şekliyle Türklüğün kökenleri, gayrimüslimlerin ve Türk-olmayanların
oluşmakta olan Türk ulus-devletinden dışlandıkları 1910'lara ve 1920'lere gider. Türklük
Sözleşmesi dediğim bu içerme ve dışlama süreci, devlet ve Türkleşmeyi kabul eden çeşitli
Müslüman etnik gruplar arasındaki karşılıklı bir anlaşmadır. Yazılı olmayan Sözleşmenin
hayati maddelerinden birisi, Müslüman ve Türk olmayanlara/Türkleşmeyenlere
yapılanlarla ilgili herhangi bir siyaset veya bilimsel çalışma üretmenin yasak olmasıdır.
Başka bir deyişle, kişi gayrimüslimlere (özellikle Ermenilere) ve Kürtlere yapılanlar
hakkında konuşup yazmadığı sürece Türklüğün potansiyel ve reel imtiyazlarından
yararlanabilecektir. Sözleşme, bu maddeye uyulmadığı takdirde çok ağır cezaların
verileceğini de açıkça belli etmiştir. Bu metaforik sözleşme, modern Türkiye tarihinin ve
bu tarihin içinde şekillenen kişilerin epistemolojik, psikolojik ve duygusal dünyalarının
tarihsel ve maddi temellerini atmıştır.

Bu makalede, Türklük ve Türklük Sözleşmesi'nden neler anladığımı daha açık hale
getirmeyi ve somutlaştırmayı amaçlıyorum. Bunu yaparken, Beyazların çoğu zaman
farkına varmadan faydalandığı imtiyazları inceleyen Beyazlık Çalışmaları'ndan
yararlanıyorum. ABD'de 1980'lerin sonlarında ortaya çıkan Beyazlık Çalışmaları,
imtiyazsızlar yerine imtiyazlılara odaklanarak, Etnisite ve Irk Çalışmaları'nı kökten
bir şekilde değiştirmiştir. Yazının ikinci bölümünde ise, Türklüğün kökenlerine gidip,
1915-1925 yılları arasında Türklük Sözleşmesi'nin nasıl, neden ve kimler tarafından
imzalandığını anlatıyorum.
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1045

--/--

Gazete duvar - Kitap - Sayı 03
Barış Ünlü
Osmanlılık Sözleşmesi - Müslümanlık Sözleşmesi - Türklük Sözleşmesi
Irkçılığın tarihsel, toplumsal ve kurumsal bir sistem olduğunu söyleyen
araştırmacı Barış Ünlü'ye göre Türkiye'de bir Kürt'ün veya Ermeni'nin ırkçı
olması mümkün değil, çünkü ırkçılık bir sistemdir. Türkiye'deki toplumsal,
siyasal, iktisadi sistemin Abdülhamit döneminde tesis edilen Müslümanlık
Sözleşmesi ve Mustafa Kemal tarafından oluşturulan Türklük Sözleşmesi
üzerinden varlığını sürdürdüğünü söyleyen Ünlü'yle büyük tartışma
yaratacağı anlaşılan "Türklük Sözleşmesi" kitabını konuştuk.

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr
https://bluesyemre.files.wordpress.c...gi-2018-03.pdf

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
  #90  
Alt 10-07-2022, 10:27
Şüpheci Dinsiz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Şüpheci Dinsiz Şüpheci Dinsiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Dec 2010
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 7.618
Standart

https://www.agos.com.tr/tr/yazi/2001...urkluk-halleri

Bir sözleşme olarak ‘Türklük halleri'

05.01.2018
EFE BEŞLER


Sözleşme denince, iki veya ikiden çok tarafın bir konu üzerinde yaptığı yazılı veya sözlü mutabakat akla gelir. Genellikle sözleşmeler taraflar için bağlayıcıdır; uymaları ve yapmaları gereken maddelerle bir işin anlaşılan kıstaslarla yürütülmesini ifade eder. Sözleşmeler çoğunlukla hukuki bir gerekçeye dayanarak (barış, ticaret vb.) imzalanır ve günün birinde taraflardan biri sözleşmeyi bozarsa cezalandırılır. Bu, ‘sözleşme' denildiğinde zihnimizde uyanan ilk anlamdır. Bu nevi sözleşmeleri milattan önceden bugüne kadar getirebiliriz. Toplumsal sözleşme kavramını ise Thomas Hobbes ve Jean-Jacques Rousseau'da bulabiliriz. Anayasa da bir toplum sözleşmesidir; devlet ile yurttaş arasında yapılan bu sözleşme taraflar için sınırları, yapılması veya yapılmaması gereken ‘şey'leri belirler. Fakat bazı sözleşmeler vardır ki, imzası veya bir metni olmaz. Bu tip sözleşmelerdeki maddeler karşılıklı olarak bilinir ve içselleştirilir. Böylelikle taraflar neyin yapılıp yapılmayacağı veya neyin söylenip söylenemeyeceğini gayet iyi bilir ve ona göre tavır alırlar. Bazı konular tabudur ve dokunulmaz. Toplumun her katmanı bu sözleşmenin kurallarının gayet farkındadır ve sözleşme ihlal edildiği vakit cezalandırılmaktan da kaçınılamaz. Soyut gibi görünen bu sözleşme tipi aslında günlük hayat pratiklerinde somutlaşmış bir şekilde vücut bulur, teneffüs edilir. Dünyada birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye'de de toplumla devlet arasında yapılmış zımni sözleşmeler vardır. Özellikle Osmanlı'dan bu yana Ermeni Soykırımı, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yapılan Dersim Katliamı gibi tabu konular toplumdan özellikle saklanır. Bir yandan da toplum tarafından içten içe bilinir, sessizce konuşulur. Bu tip adeta bir sessizlik, suskunluk sözleşmesidir.

Türünün tek örneği

Ocak ayının ilk haftası Dipnot Yayınları'ndan çıkan Barış Ünlü'nün kitabı fiilen yürürlükte olan bu tip bir sözleşmeyi anlatıyor. Barış metinine imza attıktan sonra KHK ile Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi bölümünden ihraç edilen Yrd. Doç. Dr. Barış Ünlü, Türkiye'nin ana sorunlarına çok farklı bir açıdan baktığı ‘Türklük Sözleşmesi' kitabıyla düşün dünyasında yeni bir alan açıyor. Belki de türünün Türkiye'deki tek örneği. Yazmış olduğu kitapla Türklerin kendine ayna tutmasını sağlarken, Türklük performasını imtiyazlar seti halinde okuyucuya sunuyor. Bu seti pozitif ve negatif imtiyazlar olarak tarif ederken, aslında yazılı olmayan, ama çoğunluk tarafından gayet içselleştirilmiş olan sınıflar-üstü, ideolojiler-üstü Türklük halinin performatif yapısını bir arkeolog gibi kazıp ortaya çıkarıyor, Türklük Sözleşmesi kavramını tarihsel ve etno-dinsel bir pozisyondan Ermeniler ve Kürtlerin durumundan örnekler vererek açıklıyor. Kürtlerin zihinlerine, bedenlerine işlemiş algılarla ilgili örnekleri bire bir yaptığı görüşmelerle Türklük Sözleşmesi'ne karşı nasıl pratik korunma alanları yarattıklarını gösteriyor.

Ünlü, Türklük kavramını literatürde çoğunlukla yapılageldiği gibi etnisite, vatandaşlık, ulusal kimlik veya ideolojik aidiyet üzerinden ele almıyor. Bu kavramı daha makro bir bakış açısından ele alarak, sınıflar ve ideolojiler-üstü ortaklıkları ve benzerlikleri buluyor. Bunlar, belli görme, duyma, algılama, bilgilenme, ilgilenme, duyumlanma, tavır alma hallerini ve biçimlerini çıkartarak, tarihsel, toplumsal ve etno-dinsel yapının bir ürünü olduklarını ifade ediyor. Elbette yazarın sunduğu kavramın bazı noktaları okuyuculara farklı gelebilir. Hatta eleştirenler de çıkabilir. Kitapta tarif edilen Türlük halleri ve performanslarının otomatik bir şekilde tezahür ettiği, ve böylece bilincinde olmadan, genellikle de refleksif bir şekilde ortaya çıktığından bahsediliyor. Türklük performanslarının Kürtler ve Ermeniler tarafından gayet iyi bilindiğini ve buna göre hayatta kalma stratejilerinin geliştirildiği belirtiliyor. Barış Ünlü'nün çalışmasında verdiği örnekler ise çok çarpıcı ve aynı zamanda birçoğumuzun çok iyi bildiği gerçekler, içselleştirdiği davranış biçimleri… Mesela özelde 1915'te yapılan Ermeni Soykırımını kabul ederek, genelde ise Türkiye Cumhuriyeti'nde gayrimüslimlere yapılan baskı ve şiddetin aleyhine siyaset yapılamayacağını ifade ediyor. Kürtlerin de kendi öz-benliklerini ortaya koydukları, kimliklerini Türklük kavramına karşı ifade ettikleri zaman özgür siyaset yapmalarının engellendiğini ve engelleneceğini de…

Sözleşmenin kuralları

Buradan hareketle ‘Türklük Sözleşmesi'nin olağan kurallarına geliyoruz. Bu sözleşme aslında ödüllendirme ve cezalandırma mekanizmalarıyla yürüyor. Ünlü'ye göre, ‘Türklük Sözleşmesi'ne uyan kişi potansiyel ödül ve ceza mekanizmalarını gayet iyi biliyor. Ödülden kasıt siyaseten tabu olan konulara dokunmadan ya da kenarından geçerek, belli imtiyazlara sahip olduğunu bilmesidir. Bu, sınıfsal olarak da, en zenginden en fakirine kadar, yer yer farklı olsa da, geçerli bir kurallar seti. Yani bu sözleşmeyi içselleştiren bir Türk, iş bulabiliyor, toplumsal hayatın çeşitli alanlarında yerini sağlamlaştırabiliyor, yükselebiliyor, statü kazanabiliyor. Bu imtiyazlar seti ile kendi konforunu garantiye alıyor. Yeter ki devletin engel koyduğu alanları aşmasın. Ermenilerden, Ermeni Soykırımı'ndan, Dersim Katliamından (son dönemde soykırım da denmekte), Kürtlerin bastırılması ve dilinin yok sayılması gibi konularla ilgili herhangi bir eleştirel yorum veya duygudaşlık yapmasın. Yazar sol siyasetin de devlet tarafından cezalandırıldığını vurgulamakla beraber, bu can yakıcı konulara girildiğinde Türklük Sözleşmesi'nin cezalandırma mekanizmalarının devreye girdiğini, hapis, ölüm, işinden uzaklaştırma, çevresinden dışlanma gibi farklı türdeki cezaların işletildiğini belirtiyor. Bu nedenle, Türklük Sözleşmesi bir tarafından da, görmeme, duymama, ilgilenmeme, duygulanmama hakkını negatiflik içinde veriyor imtiyazlı kesime. Ünlü, kitabında bu durumu, ‘Görme ve görmeme, duyma ve duymama, bilme ve bilmeme, ilgilenme ve ilgilenmeme, duygulanma ve duygulanmama biçimleriyle kişinin güç hiyerarşisindeki etnik ve sınıfsal pozisyonu arasında yakın bir ilişkisellik' olduğunu söylüyor. Türklüğün yukarıda bahsedilen negatif halleri, Türklük Sözleşmesi'nin birer parçaları olan siyaset, yargı, diyanet, medya, aile ve üniversite ile korunuyor. Böylece Türklük Sözleşmesi'nin dışında kalan kesimlerin (Kürtler, Ermeniler, Rumlar vb.) düşünceleri değersizleşiyor. Dışarda kalanların söylediklerine itibar edilmiyor. Ünlü, konuyu buradan aydınlara getirerek, evrenselci düşünceye sahip olan Türklerde dahi bu bilgisizliğe, ilgisizliğe rastlanabileceğini ifade ediyor. Ama bu ilgisizlik ve bilgisizliğin bilgileri olmadığı için değil, o bilgiyi ciddiye almadıkları, o bilginin doğru olmadığını düşündükleri, o bilginin arkasında bir ‘bit yeniği' olduğunu varsaydıkları için oluştuğunu söylüyor. Yani bir yönüyle de o bilginin doğru olduğunu kabul ettikleri vakit konforlarının muhtemelen bozulacağını ve dışlanmış kesimlerle duygudaşlık yapmak zorundan kalabileceklerini düşünüyor olmalılar; çünkü böyle bir bilgi karşında ahlaki olarak harekete geçip, mağdur olan kesimlerle duygudaşlık kurmasını gerektiriyor.

Siyah ve beyaz

‘Türklük Sözleşmesi' kavramını kısaca anlattıktan sonra kitabın diğer bölümlerine değinmek istiyorum. Barış Ünlü, kitabında ‘Türklük Sözleşmesi' kavramını oluşturmak için öncelikle Siyahlık ve Beyazlık ile kadın çalışmalarına başvuruyor. Siyahların beyazlar (erkeklik de denebilir) karşında tarihsel dezavantajlarını bilim insanlarının yaptığı çalışmalarla ortaya koyarak, Müslümanlık ve Türklük Sözleşmesi kavramıyla analoji kurarak açıklamaya çalışıyor. Aslında Beyazlık, Siyahlığın getirdiği güçsüzlükler, imtiyazsızlıklarla kendini var edebilmektedir. Eşitsiz olan bu ilişki biçimi Siyahları imtiyazsız bıraktığı gibi, Beyazlar da bu güçsüzlüğü kullanarak imtiyazlarını geliştirmektedir. Böylece imtiyaz sahibi bir beyaz, toplumsal cinsiyet ve sınıf sayesinde maddi ve psikolojik avantajını yeniden üreterek gelecek nesillere aktarabiliyor. Ünlü bu kavramları kullanarak içerdeki-dışardaki kimlik oluşumlarını farklı ve uzak ülkelerle karşılaştırarak ifade ele alıyor. ABD ve Güney Afrika örnekleriyle Siyahların uğradığı ayrımcılığı göstermekle kalmıyor, Beyazların buna ‘siyahların sorunu' olarak baktığını ve sorunun kendi Beyazlıklarında olabileceğini göremediklerinden söz ediyor. Halbuki ‘Siyahilerin sorunu' aynı zamanda Beyazların ta kendisi oluyor. Kadın-erkek ilişkisi de bunun bir başka versiyonudur. Bir erkeğin erkeklik halinin farkında olmadan kadın haklarına dair ahkâm kesmesi de çok benzer bir yaklaşım biçimidir.

Ünlü, ‘Siyahlık Beyazlık' çalışmaları ile teorize ettiği karşılaştırmalı imtiyazlar seti kavramını, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde ortaya çıkan ‘Osmanlılık Sözleşmesi' ve ardından gelen ‘Müslümanlık Sözleşmesi'ne bağlayarak anlatıyor. ‘Osmanlı Sözleşmesi'nin 2. Abdülhamit zamanıdan çökmesiyle yerine geçen ‘Müslümanlık Sözleşmesi'nin arka planını anlatan Ünlü, buradan Jön Türkler ve sonrasında kurulacak olan İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin yönetici kadrosu ve teorisyenlerinin zihin dünyasını irdeliyor. Ve böylece 1915 Ermeni Soykırımı'nın arka planı tarihsel bir izlek içinde sunuluyor. Ermenilerden ‘temizlenen' Anadolu coğrafyası 1923'e kadar süregelen Hıristiyansızlaştırma (mübadele) projesiyle devam ediyor. Kitapta Müslümanlık Sözleşmesi'nin tarihsel oluşumu ve gelişimi anlatıldıktan sonra, Türklük Sözleşmesi'nin yürürlüğe nasıl girdiğinin haritası çıkarılıyor. Müslümanlık Sözleşmesi daha geniş bir alana hitap ederken, Türklük Sözleşmesi ile alan 1923'ten sonra daha da daraltılıyor. Bu alanın kapanmasının aynı zamanda Gayrimüslimlerin ve Kürtlerin dışarda kalması anlamına geldiğini anlatıyor.

‘Türk olmak'

Kitabın esas can alıcı noktalarından biri ‘Türlük İmtiyazları, Performansları ve Halleri' olarak karşımıza çıkıyor. Bu bölümde imtiyazların ‘Türklük Sözleşmesi'ne uyanlarda doğallaştığını, normalleştiğini belirtilirken, imtiyaz sahibi olmayanların yaşadıkları acının unutulmadığı da ifade ediliyor. Türklük hali ideal bir stereotip olarak karşımıza çıkıyor. Ünlü, ‘Türk olmak, belli şekillerde konuşmayı, düşünmeyi, görmeyi, bilgilenmeyi ve duygulanmayı öğrenmek demektir; çünkü Türklük Sözleşmesi'ne dahil olan ve dolayısıyla sözleşmeden faydalanmak isteyen kişilerden belli şeyleri yapmak anlamında bazı pozitif performanslar beklenir' diyor. Dolayısıyla temel Müslümanlıksa Türkçe konuşmak da diğer bir kuraldır. 1920'lerden sonra dayatılan ‘Vatandaş Türkçe Konuş!' kampanyaları da bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Ya da Kürtlere çocukluktan itibaren Türkçe'nin tek bir dil olarak dayatılması da bu bağlamda anlamlı bir örnektir. Dil ile başlayan bu Türklük hali her kuruma sıçrayarak devam etmekte ve diğer dilleri kapsam dışına atmaktadır. Böylece dışarda kalan kimlikler Türklük Sözleşmesi'ne ya uyacak ya da cezalandırılacaktır. Bir Türk, Kürt'ün anadilini önemsemeyerek Türklük Sözleşmesi'ne zımnen destek vermiş olacaktır. Kitapta bu ayrıntılar yapılan görüşmelerle desteklenerek, Kürtlerin zihin dünyasında Türklük kavramının yerini oldukça net bir şekilde anlatıyor. Kürtlerle kalmayan bu ayrım, Yahudilerin hayatta kalma stratejilerine de vurgu yapıyor. Çocukluktan beri iyi Türkçe konuşmanın öğretilmesi ve siyasi konularda yorum yapmamaları da Türklük Sözleşmesi'ni direkt olarak bozmak istememeleriyle de alakalı olduğu ifade ediliyor.

Bu konuya ek olarak Ünlü, sosyologlarla ilgili de bir paragrafta şöyle diyor: ‘Türkiye'de bir sosyolog, bir meseleyi incelerken bir sosyolog olarak değil, bir Türk sosyoloğu olarak inceler'. Anlaşılacağı gibi, olgulara bilimsel bakmak yerine, Türklük Sözleşmesi'ni bozmadan tabu bir konuya ya kendi Türklüğü, yani haklılığı üzerinden bakıyor, ya da hakikatin yanından dolaşarak ifade etmeye çalışıyor. Ünlü'nün kitabında örnek verdiği isimlerden biri de sosyolog İsmail Beşikçi. Kendisi Kürt araştırmaları yaptığı için devlet tarafından 17 yıldan fazla hapis yatması örneğini veriyor. Yani İsmail Beşikçi ‘Türklük Sözleşmesi'nin sınırlarına çıktığı ve uymadığı için cezalandırıldığını ifade ederek yaşamından kısa pasajlar sunuyor ve akademinin nasıl suskun kaldığını işaret ediyor. Ermeni Soykırımı, Kürtler, Gayrimüslimler hakkında nesnel yayınların yıllarca Türk Akademisinde yeterince yapılmadığını söyleyerek, Türklük Sözleşmesi'nin üniversitelerde bile içselleştirildiğini belirtiyor.

Türklük Sözleşmesi
Barış Ünlü
Dipnot Yayınları
386 sayfa.

* Bir ben vardır bende, benden içeri. (Yunus Emre)
* Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz. (Muhy-i)
* Kadınlar insan, biz insanoğlu. (Neşet Ertaş)
* Bu otobüs de benim Maserati'm, halkımla birlikte kullanıyoruz. (Tuncel Kurtiz)
* Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım? (Turan Dursun)
* Beneath this mask there is more than flesh, beneath this mask there is an idea Mr Creedy, and ideas are bullet-proof. (V for vendetta)
* O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. (Yaşar Kemal)
* Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa. (Nazım Hikmet Ran)
* Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar her milli bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki; bir kere bile selamlaşmadık, aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz..
(Nazım Hikmet Ran)
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Yeni: Evrim Tarihinde Bu Ay ALKA Evrim 2 07-09-2023 23:28
İslam tarihinde İşkence var mı ? frodo İslam 9 18-09-2012 00:47
Irkçılığı irdeleyelim Davudi Politika 129 09-06-2009 03:11
“doğa tarihinde ilerleme yoktur” dilaver Evrim 7 05-06-2009 14:20

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 04:07 .