Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Dünya Dinleri, Mitoloji & Antik Uygarlıklar > Mitoloji & Esoterisizm > Sufizm

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #31  
Alt 12-08-2017, 01:03
Felâsife - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Felâsife Felâsife isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 19 Jan 2014
Bulunduğu yer: Hayret!
Mesajlar: 4.039
Standart

İbni Arabi 'nin şöhreti, çok genç yaşta duyulmaya başlayınca, onu en çok merak edenlerden biri de İbni Rüşd oluyor, nam-ı diğer Arsito'nun oğlu, ellili yaşlarda felsefe kitaplarını adeta yutmuş, bir kitap kurdu kendisi.

---\---

Babamın arkadaşlarından birisi olduğu için, babam İbn Rüşd'ün arzusu üzerine, benimle bir araya gelsin diye bir vesileyle beni ona gönderdi. O esnada bıyıkları henüz terlememiş bir delikanlıydım. Huzuruna girdiğimde sevgi ve saygıyla kalkıp beni kucakladı ve şöyle dedi:
-Evet!

Ben de cevap verdim:
-Evet
!
Söylediğini anladığım için sevinci arttı. Sonra, sevincinin sebebinin farkına vardım ve ona "hayır" dedim.

Bunun üzerine üzüldü, rengi de gitti ve sahip olduğu şeye karşı kuşku duydu.
Bana şöyle dedi:
-Keşif ve ilâhi feyizde, işin nasıl olduğunu gördün? Acaba teorik düşüncenin bize verdiği gibi midir?

Şöyle cevap verdim:
-Evet ve hayır!

"Evet ve hayır" arasında ruhlar maddelerinden, boyunlar bedenlerinden uçar.
Bunun üzerine rengi sarardı ve kendisini sıkıntı bastı, bağdaş kurup oturdu ve işaret ettiğim şeyi anladı.
Fütühatı Mekkiye - E.Demirli
c.1 s.446

Derinde ittifaklar var, yüzeye çıktıkça ayrılıklar.
Zıtlar temelde aynıdır, gayrı hikayedir ayrılıklar.
Artık yersen bu ayrılıktır, yemezsen de aynılıktır.
Aynılaşanlar ayrı olamaz, kandırmacadır ayrılıklar.
Alıntı ile Cevapla
  #32  
Alt 26-10-2017, 13:23
Durak Durak isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 05 Sep 2015
Mesajlar: 304
Standart

Bizim kitabımızdan 3 5 sayfa tetebbu edenlere biz seyri sülük yaptırırım diyo
Alıntı ile Cevapla
  #33  
Alt 23-12-2017, 12:13
Felâsife - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Felâsife Felâsife isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 19 Jan 2014
Bulunduğu yer: Hayret!
Mesajlar: 4.039
Standart

Nitekim Hz. Musa'nın arkadaşı da (Hızır) onu ayıp bir eylem saydığı için gemiyi tahrip işini kendisine nispet etmiştir. Hâlbuki ebeveyne merhamet içerdiği için çocuğu öldürmeyi kendisine ve Rabbine izafe etmiştir. Hızır, bu davranışların kötüsünü kendisine, duvarı onarmayı ise Rabbine izafe etmiştir. Çünkü onarımda, iyilik ve hayır vardır. Allah, kulu Hızır'ın geminin parçalanması hakkında şöyle söylediğini bildirir:
"Ona bir kusur vereyim istedim." Bunun nedeni, yüce mertebeyi örfte ve âdette görünüşü çirkin bir şeyi kendisine izafe etmekten tenzihtir.

Duvarın onarımı hakkında ise, iki öksüze bir rahmet içerdiği için -çünkü bu onarım nedeniyle çocuklara bir hayır ulaşacaktır- şöyle demiştir:
"Rabbin irade buyurmuştur ki (Burada Hızır, Hz. Musa'ya bildiriyor) Bu iki yetim olgunluklarına ulaşsın ve Rabbinden bir merhamet olarak hâzineleri ortaya çıkarsınlar."
Hz. Musa'ya öldürdüğü çocuk hakkında da şöyle demiştir: "O kâfir olarak yaratılmıştı." inançsızlık, kötü bir niteliktir. Allah şöyle buyurur: "Allah kulları için küfrü hoş görmez"

Hızır, Musa'ya Allah'ın o çocuğun anne ve babasına bir iyilik ve temizlik olarak, küfrü değiştirdiğini bildirmek istedi. Hz. Musa'ya göre bir ayıp olan bu meseledeki eksikliği kendisine izafe etmek istedi. Nitekim Hz. Musa bu davranışı yadırganacak bir iş saymış ve onu kısas karşılığında olmaksızın öldürülmüş masum bir kişi saymıştır. Hızır şöyle dedi: "Rablerinin onları değiştirmesini istedik." Burada fiil, çoğul zamiriyle gelmiştir.
Hızır'ın çocuğu öldürmesinde İki durum vardır:
Birincisi iyiliğe, diğeri ise, Hz. Musa'ya ve yerleşik âdete göre kötülüğe sevk eder.

Fiildeki iyilik, çoğul zamiri yönünden Allah'a ait iken görünüşte ve o vakitte Hz. Musa'nın bakışına göre yadırganan yön ise, yine çoğul zamiri nedeniyle Hızır'dan kaynaklanır. Başka bir anlatımla çoğul zamir, çoğul anlamı taşıdığı için, iki anlamlıdır. Birincisi iyiliğe -ki onunla Hızır işi Allah'a izafe etti-, diğeri ise eksikliğe dönüktür, Onun vasıtasıyla da eksikliği kendisine izafe etmiştir.

Çocuğun öldürülmesi, uçta değil gemi ve duvar (olayı) arasında gerçekleşmiştir. Böylece hadisedeki ayıp-kusurlu gemi bakımından iyilik ise, duvar yönünden meydana gelir. Çocuğun durumu öykünün başında ya da sonunda zikredilseydi, kendisine bir iyilik veya kötülük katışmaksızın, hikmet her yönün saf olmasını sağlamazdı. Çocuğun öldürülme olayı başta zikredilse ve geminin delinmesi (hadisesi) ortada zikredilseydi, çocuğun öldürülmesindeki iyilik -ki bu iyilik hem çocuğa hem de ebeveyne aittir- ulaşıp görünüşte belirli bir mertebeye uğramazdı. Kastedilen, gemidir. Bu durumda söz konusu iyilik, duvarın onarılmasındaki iyiliğe bitişirdi, Duvarın onarımı ortada zikredilse ve çocuğun durumu geride bırakılsaydı, geminin delinmesindeki ayıp çocuğun öldürülmesindeki eksikliğe ulaşmaz, böylece duvarın onarımındaki iyiliğe temas etmez, kendisine uygun olmayan bir şeye uğramış olurdu.

Mertebelerin özelliği, kendilerine uğradığında şeylerin 'ayân'ını, başka bir ifadeyle, özelliklerini değiştirmektir. Bu nedenle, Hızır-Musa kıssasında çocuğun öldürülmesi meselesi ortada zikredilmiştir. Bu durumda, olaydaki kusur yönü geminin delinmesini takip etmiş, hayır yönü ise, duvarın onarımını takip etmiş, böylece hikmet ortaya çıkmıştır.

"Hızır niçin çoğul zamirinde kendisiyle Allah'ı bir araya getirmiştir?" diye sorarsan, şöyle cevap veririz:
Hz. Peygamber, bir hatibin Allah'ı ve peygamberini "o ikisine isyan eden" sözüyle tek zamirde birleştirdiğini duyduğunda, "ne kötü hatipsin" demiştir. Hz. Peygamberin bu ifadesinin ortaya koyduğumuz meselenin bir yönü olduğunu bilmelisin.
Şöyle ki: Hakka sadece Hakkın kendisine izafe ettiği veya peygamberine veya Hızır örneğindeki gibi hakkında nass bulunan ve katından bilgi verdiği kimseye öğrettiği bir şey izafe edilebilir. İşte bu, söz konusu meseleyle ilgilidir. Hatip, bu ledünni bilgiden yoksun ve Hz. Peygamber de böyle bir ifadeyi kullanmasına müsaade etmeyince, onu kınamış ve "ne kötü hatipsin sen" demiştir. Çünkü Hakkı ve yaratıkları, peygamberden gelen ilahi bir izin veya (Hızır'daki gibi) ledünnî bilgi olmaksızın tek bir zamirde bir araya getirmesi uygun değildi. Bu iki durumdan herhangi biri hatipte yoktu. Bu nedenle Hz. Peygamber onu kınamıştır.

Hz. Peygamber, bir hadisinde, Allah'ı zikretmiş, kendisini zikretmiş, sonra da Rabbi ile kendisini tek zamirde birleştirerek şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ve resulüne itaat eden, hiç kuşkusuz doğruya ulaşmıştır. O ikisine isyan eden, sadece kendisine zarar verir, Allah'a asla zarar veremez."
Hz. Peygamber, kendi heva ve arzusundan konuşmaz. "Onun konuştuğu, sadece kendisine vahyedilen vahiydir.'

Hızır da, aynı şeyi söylemiştir: "Ben bunu kendiliğimden yapmadım." Başka bir ifadeyle yapmış olduğu bütün işler ve Musa'ya söylemiş olduğu bürün sözler, Hızır'ın kendi başına yaptığı ve söylediği şeyler değildir. Bunu anla!

Fütühatı Mekkiye - E.Demirli
2. cilt s.138, 140
Çok hoşsun İbni Arabi, Koca Musa'nın bile anlamadığı Hızır'ı, öyle bir anlatmışsın ki biz onu nasıl anlayalım.
Millet onu bir insan/kul olarak biliyor, çünkü kitap bile öyle diyor, amma Velakin bir tek, o Allahtı demediğin kalmış, geri ne varsa hepsini demişsin yahu.

"Hızır niçin çoğul zamirinde kendisiyle Allah'ı bir araya getirmiştir?' diye sorarsan, ..."
Ya bunu kimse sormaz ki kimseninde aklına gelmez ki hatta onu orada öyle görmez ki sen niye "Rablerinin" diye orada ki çoğulu bize gösteriyorsun, çok tehlikelisin çok.

Derinde ittifaklar var, yüzeye çıktıkça ayrılıklar.
Zıtlar temelde aynıdır, gayrı hikayedir ayrılıklar.
Artık yersen bu ayrılıktır, yemezsen de aynılıktır.
Aynılaşanlar ayrı olamaz, kandırmacadır ayrılıklar.
Alıntı ile Cevapla
  #34  
Alt 31-01-2018, 02:54
pianola - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
pianola pianola isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Super Moderator
 
Üyelik tarihi: 22 Oct 2014
Bulunduğu yer: Platon'un Mağarası
Mesajlar: 1.906
Standart



aşağıda alıntıladığım kısa metnin geri kalanını okumak isteyenler şuradan devam edebilirler: http://www.islamansiklopedisi.info/d...hp?idno=200502 , şimdilik sadece alıntıladığım bölüme dair birşeyler yazacağım.

not: Avni Konuk'un Fususu'l Hikem tercüme ve şerhinin —ki bin küsür sayfaydı— tamamını okumuştum , ancak Arabi semantiğine dair hala bazı kavramsal gedikleri kapamaya çalışıyorum hata yapmamak için. yani henüz hatasızca kavramış olmadığım bazı kavramlar olabileceğini düşünüyorum, bunları tamamen hallettiğimde metne dair eleştirilerimi denemeler halinde yine bu başlıkta paylaşacağım..

***

(...) İzâfî adem mutlak vücûd ile mutlak adem arasında bir berzahtır. Tasavvuf ehli bu izâfî yokluğu, izâfî ademi karşılamak için "adem-i izâfî, adem-i i‘tibârî, adem-i mukayyed" gibi değişik tabirler kullanmışlardır.

Vücûd Mertebeleri. İbnü'l-Arabî'ye göre varlık zincirinin başlangıcı "lâ taayyün" mertebesidir. Ancak bu mertebe zincirin ilk halkası değildir, onun fevkindedir. Aristo, Eflâtun ve diğer Meşşâîler'in vücûd mertebelerine dair görüşleri mertebelerin fevkinde bir asla kadar çıkamamakta, taayyün-i evvel ve hatta daha taayyün-i sânî mertebesinde kalmaktadır. İbnü'l-Arabî ise Aristocu ontolojinin aksine metafiziği ontolojinin kalıpları içerisine hapsetmeyi düşünmediği için metafiziğine mevcûdatı esas alarak başlamaz. Aristocu metafizik geleneğini sürdüren düşünürlerin temel endişeleri vücûddan çok mevcûddur. Onlara göre meselenin merkezinde varlığa geliş fiilinden ziyade var olan müşahhas nesne bulunmaktadır. Onlar, vücûd problemini ancak bilfiil var olan varlıkların temel yapısının bir parçası olarak ele almış ve tartışmışlardır. Bu temel vurgunun mevcûddan vücûda kayması köklü bir biçimde İbnü'l-Arabî'nin şahsında yaşayacağı derin bir irfânî tecrübeden sonra gerçekleşmiştir (Izutsu, The Concept, s. 37-38). Bundan dolayı İbnü'l-Arabî'ye bir ontolojist veya bir kozmolojist denilemez. Çünkü ona göre âlem vücûd değildir ve olamaz, çünkü âlem, bütün eşyaya vücûd veren ve verdiği vücûdu alan vâcibü'l-vücûda karşı ontolojik bir fakr içerisindedir. Âlemin varlığı kendinden değildir. Allah'ın varlığı bizzat iken gayrinin (mâsivallah) varlığı bilgayrdır. İbnü'l-Arabî, bu mevcûdatın yani fenomenal varlıkların ontolojik konumları için bazan "vücûd-ı i‘tibârî", bazan da "vücûd-ı mecâzî" tabirlerini kullanır. Bu durumda ona göre zât ve mâhiyet ayrı değil sadece "bir"in değişik mertebelerinden ibarettir. Mahiyetin vücûda gelmesi bâtının zâhire çıkması demektir. Ancak İbnü'l-Arabî mahiyet terimini bu mânada fazla kullanmamakta, onun yerine hakikat terimini tercih etmektedir. Fakat bu da tam bir karşılık değildir. Meselâ ona göre bir sandalyenin pek çok hakikati varsa da sa-dece bir mahiyeti vardır.

Bazı İslâm filozoflarının, Allah'ı her türlü kayıttan münezzeh tutmak maksadıyla Allah için getirdikleri selbî sıfatlarla şartlanmış vücûd açıklaması, başta İbnü'l-Arabî olmak üzere birçok muhakkik sûfî tarafından tenkit edilmiştir. Zira onlara göre bu da neticede bir kayıtlama olacaktır. Sûfîler, bunun yerine selbî veya îcâbî hiçbir taayyüne imkân vermeyen "vücûd-ı mahz" tabirini kullanmayı tercih etmişlerdir. İbnü'l-Arabî'ye göre Hak kendi zâtı için (li-zâtihî) ve kendi kendisiyle (bi-zâtihî) mercidir. O'nun vücûdu mutlaktır. Kendisinden başka bir şeyle mukayyet olmadığı gibi herhangi bir şekilde sebepli bir varlık da değildir. O bütün sebeplilerin ve sebeplerin yaratıcısıdır. Âlem ise kendi kendisiyle (bi-zâtihî) ve kendi kendisi için (li-zâtihî) değil ancak Allah'ın yaratması ile mevcûddur. Âlem kendi zâtında Hakk'ın vücûduyla bağımlı bir vücûddur (mevcûddur). Âlemin vücûdu ancak Hak Teâlâ'nın vücûdu ile sahih olur (el-Fütûĥât, I, 99).

Vücûdun çeşitli mertebelerde görünüşünden yola çıkarak onu muhtelif taksimata tâbi tutan İbnü'l-Arabî ilk önce vücûdu en genel anlamıyla üçe ayırır. Sonradan yapacağı daha ileri bölümlemelerin de esası olan bu temel taksim şöyledir: 1. Bizâtihi aynında mevcûd olan (vücûd li-zâtihî). Bu ancak vücûd-ı mutlaktır. O hiçbir şeyden hâsıl olmadığından ona tekaddüm eden bir şey bulunamaz. O bütün eşyanın mûcidi, hâliki, mukaddiri, mufassılı ve müdebbiridir. Hiçbir kayıtla mukayyet değildir. O hay, kayyûm, alîm, mürîd ve kadîr olan Allah'tır. 2. Allah ile mevcûd olan (mevcûd-billâh). Bu arş, kürsî, semâvât-ı ûlâ ve içindekiler, arz ve onda bulunanlardandır. Bu âlem aynında mevcûd değildir. Ayrıca mûcidiyle onun arasında birbirine tekaddüm edici bir za-man da yoktur. Bu sebeple biri diğerinden öncedir veya sonradır denilemez. O, dünün bugüne tekaddümü gibi vücûd ile öncelenmiştir ve zamandan mücerrettir. Zira o zamanın kendisidir. Âlemin adem oluşu bir vakitte değildir. Fakat vehim Hakk'ın vücûduyla halkın vücûdu arasında bir süre olduğunu tahayyül etmektedir. 3. "Üçüncü şey". Bu vücûd veya ademle, hudûs veya kıdemle mevsuf olmayan şeydir. O Hakk'ın ezelîliği ile ezelden beraberdir. Hak için ziyade isnadı imkânsız olduğu gibi zaman bakımından âleme tekaddüm ve taahhürü de Hak için imkânsızdır. Çünkü âlem vücûd değildir. Âlem bu "üçüncü şey"den zâhir olmuştur. O âlemin hakikatlerinin hakikatidir (hakîkatü'l-hakāik). İbnü'l-Arabî buna "heyûlâ, ilk madde, cevher-i ferdin aslı, felek-i hayât, cinslerin cinsi, ümmü'l-ekvân, esmâ-i ilâhiyye, hakîkat-i Muhammediyye" gibi isimler de verir. Ona göre Gazzâlî, "İmkân âleminde şu var olan âlemden daha mükemmeli yoktur" sözüyle buna işaret etmiştir.

Bu taksimden sonra İbnü'l-Arabî vücûdun bâtından zâhire çıkma sürecini dörde ayırarak anlatır. 1. Vücûd-ı mutlak. Bu Allah'tır. Mâhiyeti bilinemez; hatta belki de O'na mâhiyet demek bile câiz değildir. 2. Maddeden soyutlanmış mevcûd. Şekil ve sûret kabul eden rûhânî mufârık akıllardır. 3. Mekân ve hayyiz kabul eden mevcûd. Bu da cirmler ve cisimlerdir. 4. Bizâtihi değil bittabîa hayyiz kabul eden mevcûd. Bu da a‘râzlardır (a.g.e., s. 20). İbnü'l-Arabî bir başka açıdan vücudu yine dörde ayırır: 1. Bir şeyin (nesnenin) aynında vücûdu. Bir şeyin dış âlemdeki varlığıdır ki filozoflar buna "vücûd-i hâricî" derler. 2. Bir şeyin ilimde vücûdu. Bu varlığın akıldaki kavranışı olup filozoflar buna "vücûd-ı zihnî" derler. 3. Bir şeyin dildeki, lafızdaki vücûdu. 4. Bir şeyin yazıdaki vücûdu. İbnü'l-Arabî bir diğer açıdan başka isimler kullanarak bu defa da vücûdu şu şekilde dörde ayırır: 1. Zâtü'l-vücûd. Saf, mahzâ, bizzat vücûd. 2. Ahadiyyet. Henüz bir taayyün göstermemiş vücûd. 3. Vâhidiyyet. Kesretin toplu olarak bulunduğu mertebe. Bu mertebede vücûd yavaş yavaş bâtınî taayyünler göstermeye başlar (a‘yân-ı sâbite mertebesi). 4. Vücûdun zuhuru.

İbnü'l-Arabî, vücûdun mertebelere göre açılımını tecelliyatının seyrine uygun olarak bazan ikili, bazan üçlü, bazan beşli, bazan da yedili tasnife göre anlatır. Literatürde en fazla kullanılan yedili tasnif şu şekildedir: 1. Lâtaayyün Mertebesi. İbnü'l-Arabî bu mertebeyi ifade edebilmek için "kenz-i mahfî, mechûlü'n-nât, mechûl-i mutlak, meknûnü'l-meknûn, butûnü'l-butûn, ebtanü'l-butûn, gaybü'l-guyûb, gayb-ı mechûl gibi ifadeler kullanır. Her türlü kayıt ve şarttan münezzeh olan bu "makamsızlık" makamında mutlak vücûd henüz hiçbir taayyün göstermemiştir.

-

Allah Teâlâ'nın iki tecellisi vardır: Tecellî-i gayb ve tecellî-i şehâdet. Amâda olan ahadiyyetin, henüz vücûdları bilkuvve kendisinde mevcut cemî-i mümkinât sûretlerindeki ilk zâtî ve gaybî tecellisine "feyz-i akdes" denir. Bu, vücûd-ı mutlakın tabiatında bulunan taayyünât derecelerinden ilkidir. Fakat bu bir taayyünât-ı ma‘kūledir ve âlem-i a‘yân ve histe bir vücûdu henüz bulunmamaktadır. Esasen mümkinâtın bu mâkul hakikatleri veya sûretleri taayyünâtın bir basamak sonrasında bu defa "feyz-i mukaddes"e uğrayarak mevcûdatın a‘yân-ı sâbiteleri haline gelecektir. Zât-ı ahadiyyetin bu tecellisinin sebebi O'ndaki sevgidir ve bu sevgi aynı zamanda İbnü'l-Arabî'de "hareket"in kaynağını da göstermektedir.

Taayyün-i Evvel. İbnü'l-Arabî'ye göre vücûdun muhtelif mertebelere tenezzül suretiyle tecelli etmesi onun zuhura meyliyle mümkün olmuştur. Mutlak vücûd zuhur basamaklarına mertebe mertebe indiğinde her mertebenin durumuna göre şekillenir. Hakikatte mertebelenme ancak ilk taayyün dediğimiz bu mertebe ile başlar. Bu mertebe mutlak vücûdun artık kendi ahadiyyetini vâhidiyyete inkılâp ettirmesi suretiyle taayyünâtına başlamasıdır. Mutlak vücûd açısından bakıldığında bu mertebe var oluşun başlangıcıdır. Mevcûdat açısından bakıldığında ise gerçek yaratma fiili ancak İbnü'l-Arabî'nin "hakîkat-i Muhammediyye" adını da verdiği bu mertebeden sonra olmakta ve bütün mahlûkat ondan yaratılmaktadır. Bu da vücûd-ı mutlakın lâ taayyün mertebesinde kendi zâtındaki istiğrak halinden kendindeki özellikleri bilme mertebesine tenezzülü demektir. Burada "kendindeki özellikler"den kastedilen onun sıfatlarıdır. Vücûd bu mertebede kendisindeki sıfatları ve isimleri mücmelen bilir; sıfatlar bu mertebede zâtının aynı olduğundan bu ilim kendi zâtına olan ilminden ibarettir. Bu mertebede de adet ve kesret olmadığından filozofların, "Birden ancak bir çıkar" sözü aslında yalnızca bu mertebe için geçerlidir. Bu mertebenin üzerinde lâ taayyünden başka bir şey yoktur. Lâ taayyünün, taayyün suretiyle zuhur ettiği ilk tenezzül mertebesi olması dolayısıyla bu mertebe lâ taayyün mertebesinin zâhiri, lâ taayyün ise bu mertebenin yani hakîkat-i Muhammediyye'nin bâtını olduğundan ikisi de aynı hakikatin ön ve arka yüzleridir. Bu birinci taayyüne "âlem-i ceberût" ismi de verilir. Burada eşyanın hakikati henüz bilkuvve mevcuttur; dolayısıyla bu mertebede temeyyüz süreci henüz başlamamıştır, yani "âlim", "mâlum" ve "ilim" birdir. Bu makama "ilk nûr" da denir. Nitekim Hz. Muhammed, "Allah'ın ilk yarattığı şey benim nûrumdur" demiştir. İbnü'l-Arabî'ye göre Hak, âlemin var olmasını istediğinde kendi zâtı hakkındaki ilmi oranında onu yapmış, bu mukaddes iradeden tecellî dalgaları yayılmış, bu yayılma tenzîhî tecelliyattan küllî hakikatlere doğru gelişmiş, bundan da "hebâ" adı verilen hakikat oluşmuş, murad edilenlerin sûret ve şekilleri hebâda yer almıştır. Âlemde ilk mevcûd bu hebâdır. Sonra Cenâb-ı Hak hebâya nuruyla tecelli buyurmuş, hebâ âlemde bilkuvve bulunan her şeyi kuvvetleri ve istidatları nisbetinde kabul etmiştir.

***


Ben de içgözlemin kurbanıyım.
Sylvia Plath

Her bir sözcük, sessizlik ve hiçbirşeyliğin içinde gereksiz bir leke gibi...
Samuel Beckett

Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece...
Aşık Veysel

Tekrar ede ede bitirilemeyen keşif, tekrar ede ede bitirememenin keşfine dönüşür.
Maurice Blanchot

İletişim, bir iletişimsizlik düzeneğidir.
Lacan

Sonuçta hepsi kendini kandırmaktan ibaret, öyle değil mi..?
Marilyn Monroe

ex nihilo nihil fit
il n'y a pas de hors-texte
Alıntı ile Cevapla
  #35  
Alt 01-02-2018, 20:32
Felâsife - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Felâsife Felâsife isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 19 Jan 2014
Bulunduğu yer: Hayret!
Mesajlar: 4.039
Standart

Pyrrón´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Bu taksimden sonra İbnü'l-Arabî vücûdun bâtından zâhire çıkma sürecini dörde ayırarak anlatır.
1. Vücûd-ı mutlak. Bu Allah'tır. Mâhiyeti bilinemez; hatta belki de O'na mâhiyet demek bile câiz değildir.
Bir insan hem böyle diyecek, hemde şöyledir böyledir diyerek bildiğini söyleyecek, bunu anlamak mümkün değil.
Bir şey bilinemezse adı üstünde o bilinemezdir, o bilinemez, bitti.... Tüm bilmeler hayaldir, o bilinemez değilse, biliniyorsa yaz çiz buna kimse bir şey demez, demek ki biliniyormuş denir.
Bilinene de bilinmez diye niye denir ki?

Bir kutsi hadiste "Ben bir bilinmeyendim ..." diye başlıyor ki o bir bilinmeyendir, öyleki bilinmeyen olduğu bile bilinmeyendir, böyle denmesi bile nezaketendir yani, bilinmeyen, ben bir bilinmeyenim de diyemez.
O kadar bilinmez ki bilinmez olduğuda bilinmez.

Ortada böyle bir durumda yok.
Ben bir bilinmeyendim deniyor, demek ki biliniyor!

Diyeceğim bunlar "bilinemez" kavlinden sözler değil, bilakis "bilinir" kavlinden sözler, dolayısıyla bilinemez olan şeyin hakkında söz bile edilemez, ne denilebilir ki?

Lakin bu nasıl bilinmezlik ki herkes biliyor

Derinde ittifaklar var, yüzeye çıktıkça ayrılıklar.
Zıtlar temelde aynıdır, gayrı hikayedir ayrılıklar.
Artık yersen bu ayrılıktır, yemezsen de aynılıktır.
Aynılaşanlar ayrı olamaz, kandırmacadır ayrılıklar.
Alıntı ile Cevapla
  #36  
Alt 03-02-2018, 10:34
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

Felâsife´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster

Lakin bu nasıl bilinmezlik ki herkes biliyor
Sevgili Felasife bilinenin tekrari diyecekmis sanki ama ortam ve sartlar geregi dile getirememis gibi.
Alıntı ile Cevapla
  #37  
Alt 03-02-2018, 13:35
spartacus - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
spartacus spartacus isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 06 Apr 2006
Mesajlar: 12.651

Onur Üyeliği 

Standart

Felâsife´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Bir kutsi hadiste "Ben bir bilinmeyendim ..." diye başlıyor ki o bir bilinmeyendir, öyleki bilinmeyen olduğu bile bilinmeyendir, böyle denmesi bile nezaketendir yani, bilinmeyen, ben bir bilinmeyenim de diyemez.

...
Lakin bu nasıl bilinmezlik ki herkes biliyor
Aynen
-----------------------------------------------------------------------
Birde bilinmeyen ne? Elimizde, referans olarak alabileceğimiz, bilmediğimiz bir bilgi yok, ama ancak bildiklerimiz üzerinden bilmediklerimizden bahsederiz. Zira bilgi olması için, özne-nesne ilişkisi sağlanmış olmalı, bu sağlanmadığı koşulda bilgi de olmuyor, yani nesnel anlamda, bizim dışımızda, bizden bağımsız, ortada saklanmış ve keşfedilmeyi bekleyen bilgi diye bir nesnellik yok. Bilmediğimiz, bildiklerimizden anlam kazanır ve bilgi arttıkça, bilmediklerimiz de(henüz bilgi oluşturacak ilişkiye girmediklerimize dair) artar. Cahil bir şey bilmeyen değil, yetersiz bilgi tabanıyla, bilmediğini bilmeyendir, ner kadar bilirsek, o kadar henüz bilmiyoruz deme şansımız olur, ama cahil her şeyi bilir, çünkü bildikleri o kadar azdır ki, bilmediği de neredeyse yoktur kanısı oluşturur(bu sebeple de ayrıca bilgiye kapalıdır ve bilgi edinmek gibi bir derdi(felsefe), genelde yoktur ve bilgi edinme çabasına da(felsefe, bilim) çoğunlukla düşmandır->genelde günümüz islam toplumlarında, reformlar sonrasına rağmen hala aşırı tutucu diğer dinlere mensup kitlelerde, salt analiz olarak değil, ama söylem olarak da görebiliriz).

Günümüz idealizmi bilime de hakim oldu, yok evrenin sırları, yok bilmem neyin gizli bilgisi, yok karadeliğe bilgi girer, bilgi çıkar, oysa bilgi bir yerden, bir yere girip, çıkabilecek madden forma-yapıya sahip değildir. Özne ile nesne arasında etkileşim meydana gelir, özne bu etkiyi yorumlar, işte bilgi o yorumdur, algıdır, ancak böyle oluşur. Evrenin saklı bilgisi, sırları vs diye bir durum sözkonusu değil. Sır ancak bir öznenin, hafızasında tuttuğu düşünce, bilgi, olay bilgisi vs diğerleriyle paylaşmadığı zaman anlam kazanır, saklayan da özne olur, doğada sır yoktur, saklamaz da, ortadadır, verili koşulda özne, ulaşır veya ulaşamaz, ulaştığında etkileşir bilgi açığa çıkar, ulaşamadığında ise bilgi oluşmaz- sözde sır saklayan özne bir yana, oluşmamışın sırrı da olmayacağı gibi, sırrı da tutulamaz.

Hasılı esasında bu yaklaşımın kaynağında bin yıllardır hafızalarımıza kazınan teolojik düşünme mantığı yatar, kısaca bilinçaltı kodlanmasıdır. Evrende, evrenin nesneliine rağmen, ayrı bağımsız bir özne(kutsal ruh, idea-irade) var da, sanki hafıza etiklerini bizden saklıyormuş gibi. Bilinmeyen diye bir özneye, bir vasfına, bir kişiye dair söylem üretiyorsak, bu saçmadır, A'nın bilinemez olması iddiasına rağmen, örneğin saçlarının uzunluğundan bahsetmek gibidir.

Tanrı bilinemez->saçmadır, zira bilinemezlik, sözde tanrının bir özelliği olmuş oluyor, oysa böyle bir özelliği bilmeden yargıya varılamaz, ama yargı oluşturulmuşsa demek ki zaten biliniyordur(acaba ve kendi, kendini dışlayan, ret eden bir çelişki ifadesi).

Tanrı bilinmeyendir->yukarıdakinden daha mantıklı, lakin bu ifade de saçmadır, öncülde tanrı deniyor, tanrı bilinmeyendir denemez, bilinmeyen ise, tanrı ifadesi kurulamaz->boş...

Hasılı, İbn'ül Arabi'nin ifadesi; Vücûd-ı mutlak. Bu Allah'tır.

Bu varlıktır(maddedir), fakat şahsına münhasır ifadeler kullanılamaz(temeldir), forma dayalı öznellik atfedilemez. Örneğin madde serttir, yumuşaktır, sıvıdır, katıdır, gazdır diyerek saltıklaştırılamaz, bu değişen form-yapıya dayalı biçimi-halleriyle-ilişki düzeyiyle(üst zemin) ilgilidir, dolayısıyla söylem ve bilgi, forma-yapıya dair olur ve madde tersin geri, forma dayalı kriterlerle sınırlanamaz veya zeminde bu tür kriterler maddeye doğrultulamaz, herhangi birisi diğerine saltıklaştırılamaz.

Hasılı İbn'ül Arabi'nin "Mâhiyeti bilinemez; hatta belki de O'na mâhiyet demek bile câiz değildir." ifadesi anlamlıdır, neye dayaranak tanrı deniyor sonra da bilinemez deniyor, bu mahiyeti O'na kim yüklüyor? Ama buna rağmen nasıl oluyorda bilinemezlik mahiyeti-özelliği- atfedilebiliyor? Bana göre safsatayı çözmüş, çelişkiyi yakalamış, ama içinde olduğu çağ dahilinde dolaylı bir dil kullanmak zorunda. (21. yüzyıldayız, hala dolaylı dil kullanmak zorunda kalıyoruz, dinlerin asmaya, kesmeye meyilli şiddeti, dogmalara, ya dediğimi akıl-mantık-bilim süzgecinden geçirmeksizin, düşünmeden oto kabullendiğin bir slogan, ayet gibi savunursun ya da sana yer yok türünde olan yüksek bağımlılık, zombi kültürü oluşturuyor. Örneğin zombileri tedavi edeceksek, onları direk karşıya alan, savunma-saşdırı pozisyonuna sevk eden, böylece zombiliğini güçlendiren veya bu sayede anlamasını engelleyen, düşünmeye sevk etmeyen, düşünmekten korkutğu için de zaten bu yetisini layıkıyla kullanamayan kitleler dahilinde, dolaysız hedef alan dilden uzak durmamız gerekir, zira bu tedavi olmuyor, aksine hem güçlendiriyor, hem de ifade edilenleri anlama imkanları kalmıyor)

Sersemler akıllıların 7 yılda cevaplandıramayacağı soruları 1 günde sorarlar.
-------
Korku, dalkavukluğa yol açar.
-------
İnsan korktuğuna ya da arzuladığına çok kolay inanır. La Fontaine
-------
Öküz tahta çıkarsa padişah olmaz, saray ahır olur. Çerkes Atasözü
-------
Akıllı bizi arayıp sormaz, aptal bacadan akar.
------
Su dağları kemirir, vadileri doldurur.
------
Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir.
------
Hürriyet, başkalarına vermedikçe alamayacağımız tek şeydir. William Allen White
------
Belki söylendi herşey,/ belki de gece bekleniyor/ yazılsın diye aynı cümle. Tüm nedenleri yeryüzünün/ bir çakıltaşına takılıp kaldı. Esteban
------
Sıradan insan kendini evrenin merkezi yapmanın yolunu arar; bilge kişinin evreni onun merkezindedir. Lao Tzu
Alıntı ile Cevapla
  #38  
Alt 06-02-2018, 01:16
Felâsife - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Felâsife Felâsife isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 19 Jan 2014
Bulunduğu yer: Hayret!
Mesajlar: 4.039
Standart

Neva´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Sevgili Felasife bilinenin tekrari diyecekmis sanki ama ortam ve sartlar geregi dile getirememis gibi.
spartacus´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Bana göre safsatayı çözmüş, çelişkiyi yakalamış, ama içinde olduğu çağ dahilinde dolaylı bir dil kullanmak zorunda.
Arife tarif gerekmez demişler, söylediklerinden daha çok söylemedikleri tahmin etmek zor değil aslında, aynen öyle... Hayattayken bile kaç devlet tarafından ölüm fermanı çıkartılmış biri, üzerinde sürekli bir baskı zaten var, Anadoluya bile gelmesinin ardında baskılar var.
Buna rağmen genede yaşlılığında ölüyor.

Sizin taptığınız ayağımın altında dediği için yaka paça tutuklanıyor, fakat ilginçte bir savunma yapıyor, ben bunları söylerken bilinçli değildim, kendimde değildim diyor, haliyle ceza veremiyorlar.
İdamdan kurtuluyor ama daha önce yazdıklarına tekzip düzenleme filan yapması isteniyor o da yapıyor mecburen.
Arabi böyle şartlar altında aslında, kesinlikle hiç rahat değil, kimsede demiyor ki Tanrıya hem bilinmez diyorsun hemde destan destan yazıyorsun bu ne çelişki diye, ama diyemiyorlar, ilimleri yetmiyor.

Sevgiler

Derinde ittifaklar var, yüzeye çıktıkça ayrılıklar.
Zıtlar temelde aynıdır, gayrı hikayedir ayrılıklar.
Artık yersen bu ayrılıktır, yemezsen de aynılıktır.
Aynılaşanlar ayrı olamaz, kandırmacadır ayrılıklar.
Alıntı ile Cevapla
  #39  
Alt 15-11-2018, 11:14
Felâsife - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Felâsife Felâsife isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 19 Jan 2014
Bulunduğu yer: Hayret!
Mesajlar: 4.039
Standart

Ka'be'yi tavaf ederken başıma gelen çok ilginç bir öyküsü oldu bunun: Bir gece Ka'be'nin etrafında tavaf ediyordum. Vaktim güzel geçiyordu. Birden bana bir hâl oldu, titremeye başladım. Bu hâli bilirdim. Bu nedenle, tavaf yerinden çıktım, çünkü orada bir hayli kalabalık insan vardı. Bu kez kumlar üzerinde tavaf etmeye başladım. Tam o sırada bir ilham sağanağına yakalandım ve şiir söylemeye başladım. Söylediğim şiirleri, hem söylüyor hem dinliyordum. Orada biri var idiyse o da duyabilirdi:
Ah bir bilseydim, ah bir bilebilseydim

Hangi kalbe sahipler, acaba biliyorlar mı?

Ah gönlüm bir bilseydi, bir bilseydi

Hangi yollara düştüler, nasıl aştılar dağları

Sen sağ sâlim mi görüyorsun onları?

Ya da helâk olmuş, yok olmuş gibi mi onları?

Hayrete düştüler âşıklar, geçtiler kendilerinden

Aşk içinde yanıp yıkıldılar, şaşırdılar yolları

Öylesine kendimden geçmişim ki, ipekten daha da yumuşak olan bir el sırtıma vurunca ancak kendime gelebildim. Sırtıma vuran kim diye dönüp baktım. Bir de ne göreyim, karşımda Rum kızlarından (min benâti'r-rum) güzel genç bir kız duruyor. Ondan daha güzel yüzlü, ondan daha tatlı dilli, ondan daha narin, ince yapılı, ondan daha latif yumuşak kalbli ve ince duygulu, konuşması ondan daha kibar olan birini ömrümde görmedim. Zerafet, edep, güzellik ve marifet yönünden akranlarının hepsinden üstündü.

Sonra bana "Efendim! Ne dediniz?" diye sordu. Ben de,
"Ah bir bilseydim, ah bir bilebilseydim

Hangi kalbe sahipler, acaba biliyorlar mı?
dedim. Bunun üzerine, "Hayret!" dedi. "Sana şaştım kaldım. Sen ki çağının arifisin, böyle sözler söylüyorsun. İnsan bir şeye sahip olursa, onun ne olduğunu bilmez mi? Ayrıca insan bir şeye ancak onu tanıdıktan sonra sahip olmaz mı? Bir şeyi bilmek istemek onun yokluğunu düşünmeyi mi gerektirir? Oysa usul, hakkı söylemektir, hakkı düzgün bir dille anlatmaktır. Nasıl olur da senin gibi biri böyle bir şeye izin verir? Peki efendim, daha sonra ne dedin?" Ben de ona;
"Ah gönlüm bir bilseydim, bir bilseydim

Hangi yollara düştüler, nasıl aştılar dağları?"

dedim. Bunun üzerine o da bana, "Efendim! dedi, gönül ile gönlün içi arasındaki yollar, insanın bunları bilmesine bir engel teşkil eder. Nasıl olur da, senin gibi biri, ulaşılması mümkün olmayan bir şeyi temenni edebilir? Oysa usul, hakkı söylemektir, düzgün bir dille anlatmaktır." Ardından "Peki efendim, daha sonra ne dedi?" diye sordu bana. Ben de ona,
"Sen sağ sâlim mi görüyorsun onları?

Ya da helâk olmuş, yok olmuş gibi mi onları?"

dedim. Bunun üzerine o da bana, "Onları bırak, onlar sağ sâlim, kendi yolunda gidiyorlar. Fakat, asıl sen sor bakalım kendi kendine "sağ sâlim misin, yoksa helâk olmuş, yok olmuş gibi misin?" Peki, daha sonra ne dedin?" diye sordu bana. Ben de,
"Hayrete düştü âşıklar, geçtiler kendilerinden

Aşk içinde yanıp yakıldılar, şaşırdılar yolları."

dedim. Bunun üzerine, bir çığlık atarak, "Hayret, hayret!" dedi, "Aşka gönlünü kaptırmış biri hayrete düşsün, yolunu şaşırsın, bu nasıl olur? Oysaki onun ilgilendiği biricik işi aşktır; aşk insanın duygularını alt üst eder; aklını başından alır; ruhunu dehşet ve ürperti içinde bırakır; aşk insanı öldürür; dolayısıyla öldükten sonra hayrete düşmek nasıl olur? Aşkta kim kalabilir ki yolunu şaşırsın? Oysa usul, hakkı söylemektir, düzgün bir dille anlatmaktır. Senin gibi birinin bu şekilde konuşması uygun "değildir." Bunun üzerine ben de "Ey hala kızı, senin adın ne?" diye sordum. O da "Kurretü'l-Ayn! (Göz Nuru)" dedi. Ben de ona "Sen benim gözümün nurusun!" dedim. Sonra selâmlaştık ve ayrıldık.

Sonra, işte bu karşılaşmadan sonra, ben onu tanıdım; onunla dost oldum. Ve onda bu dört beytin açıklamasını yapanın anlatamayacağı ve kelimelerle anlatılamayan nice marifet incelikleri (letayif) gördüm.
İbn-i Arabi - Arzuların Tercümanı
* * *

Derinde ittifaklar var, yüzeye çıktıkça ayrılıklar.
Zıtlar temelde aynıdır, gayrı hikayedir ayrılıklar.
Artık yersen bu ayrılıktır, yemezsen de aynılıktır.
Aynılaşanlar ayrı olamaz, kandırmacadır ayrılıklar.
Alıntı ile Cevapla
  #40  
Alt 18-11-2018, 01:32
Felâsife - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Felâsife Felâsife isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 19 Jan 2014
Bulunduğu yer: Hayret!
Mesajlar: 4.039
Standart

Felâsife´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
"Hayrete düştü âşıklar, geçtiler kendilerinden

Aşk içinde yanıp yakıldılar, şaşırdılar yolları."

dedim. Bunun üzerine, bir çığlık atarak, "Hayret, hayret!" dedi, "Aşka gönlünü kaptırmış biri hayrete düşsün, yolunu şaşırsın, bu nasıl olur? Oysaki onun ilgilendiği biricik işi aşktır; aşk insanın duygularını alt üst eder; aklını başından alır; ruhunu dehşet ve ürperti içinde bırakır; aşk insanı öldürür; dolayısıyla öldükten sonra hayrete düşmek nasıl olur? Aşkta kim kalabilir ki yolunu şaşırsın? Oysa usul, hakkı söylemektir, düzgün bir dille anlatmaktır. Senin gibi birinin bu şekilde konuşması uygun "değildir."
İşte Arabi'yi Arabi yapan analizlerden birisidir bu da.

Adeta şu sözünü haklı çıkartma için,

"Bütün yüzyıllar yetiştirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benimle anılacak!"

Der ki ustalığını konuşturmuş usta.
Büyük ihtimal öyle bir kızda yoktu, kendi kurgulamış öyle gözüküyor.
Sonrada şiiri soru/cevap şeklinde açıyor.

Aşığa hayret elbette olmaz, çünkü artık başkası yoktur, yol şaşırma da olmaz, gayri yol yoktur. Ama koca Sufi hayret'e dikkat çekiyor.

Hayret'te ne sevinç olur, ne de üzüntü. O bir şaşırma halidir.
Hiç beklenilmeyen bir harekettir.
Öylece kala kalmak, ne ileri ne geri.

Zaman durur, mekan kaybolur, çevre ile bağlar kopar gider.
Düşünceye adeta kilit vurulur.

Sonrası sonsuz bir sessizlik gibidir.
İçinden çıkmayınca anlaşılmayan, benzersiz bir duygudur o.

İçinden çıkılsa bile anlaşılması, uzun yıllara yayılır.
Bu birazda hayretin şiddetiyle de alakalıdır.

Görünen o ki Arabi de işi çöl kumlarında, yalnız tavafa kadar getirdiğine göre, hayli şiddetli olmuş.

Derinde ittifaklar var, yüzeye çıktıkça ayrılıklar.
Zıtlar temelde aynıdır, gayrı hikayedir ayrılıklar.
Artık yersen bu ayrılıktır, yemezsen de aynılıktır.
Aynılaşanlar ayrı olamaz, kandırmacadır ayrılıklar.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Başlık Düzenleme Araçları
Stil

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
İbni Haldun’un Mukaddime’si Kaynak Yayınları’ndan çıktı! ALKA Turan Dursun 4 17-09-2017 06:41
İbn-i Sînâ Kâfirdir! SHADOWofGODonEARTH İslam 60 01-08-2017 14:39
Arabi Selam İslam 11 08-01-2007 16:50

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 11:33 .