Yok olmayla karşı karşıya olan dilimizi, yok olmaktan kurtarmak ahlaki, insani, tarihi bir sorumluluktur. Bu tehlikeyi UNESCO gibi saygın uluslararası kurum da görmüştür. Yok oluşu engellemek sadece Zazalar’ın değil, insanı düşünen herkesin görevidir. Bu görevi üstlenmeyip seyirci kalanlar, yok olma sürecine katkı sunanlar kadar, suçludur.
"Din, insan haysiyetine bir hakarettir. Din olsa da olmasa da iyi insanlar iyi şeyler, kötü insanlar kötü şeyler yapar.
Ama iyi insanların kötü şeyler yapabilmesi için din gereklidir."(1)
Steven Weinberg
Düşünen, sorgulayan, şüphe duyan kimseler için bile, dinlerden zihinsel olarak kurtulma sürecinde en önemli engellerden biri, bilincimize işlenmiş şu dogma olsa gerek:
Bu yazıda buna benzer düşüncelerin içerdiği bazı yanlış varsayımları özetlemeyi deneyeceğim. Özellikle göstermeye çalışacağım husus ise şu olacak: Nasıl bir ahlâk ve adalet anlayışı benimsiyor olursak olalım -şayet 'ahlâk', 'adalet', 'hak', 'hukuk' gibi kavramların herhangi bir özgün anlamı olacaksa- bu anlayışımızı tanrı iradesi üzerinden temellendirmek (tanrının varlığını kabul etsek bile) zaten teorik olarak imkânsız...
Bu yazımda Kur’an’ın içeriğinden ziyade; hem mantıksal olarak, hem de Kur’an’daki birkaç cümleyi baz alarak onun tüm insanları kapsamadığı konusu üzerinde duracağım. Hemen bir ayetle giriş yapayım. “Onu yabancı bir dilde(arapça olmayan bir dilde) bir Kur'an yapsaydık, herhalde derlerdi ki: 'Onun ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap olana, A'cemi (Arapça olmayan bir dil)mi olur?”[1]şeklinde önemli bir ayet. Evet; doğru olanı zaten bu. Madem insanlardan bir şeyler isteniyor, onlara bir mesaj iletilmek isteniyor ve sonuçta da dini inanca göre cennet, cehennem gibi mükafat ve ceza yerleri de söz konusu, o halde insanların rahatça anlayabileceği bir dille olmalı. Daha bitmedi! Başka ayetler de var. Hemen onları da özetle vereyim. ” Ümmü-l Kura” denilen Mekke halkı ve civarında yaşayanları uyarasın diye biz sana Kur’an’ı Arapça olarak indirdik” deniliyor ve bu ayet Kur’an’da iki surede geçiyor.[2]
İşleyeceğim konuyu Turan Dursun 1990’larda kaynaklarında işlemişti. O zaman Diyanet işleri eski başkanlarından sayın Prof Süleyman Ateş’in de buna yanıt niteliğinde iki ciltlik bir çalışması yayınlanmıştı. Diyanet İşlari başkanlığınca terceme edilen Tecrid-i Sarih’te ilgili hadis kısmında ayrıca önemli açıklamalar var. İşleyeceğim konunun asıl kaynağı Kur’an’da zaten vardır. Ayrıca hadis külliyatında da bu konuda çok zengin bir döküman var. İslami kaynaklarda bunun kadar kanıtları hem çok, hem de sağlam olan başka bir konu bulmak hemen hemen mümkün görünmüyor. Konu anlatılınca zaten anlaşılacaktır. Bir de geçmişten günümüze kadar islam otoriterlerince benimsenen ortak bir görüş var; onu anlatacağım. Ayrıc Bediuzzamn Sait Nursi’nin bir noktada fikrini belirteceğim. Bunların hepsi mevzu hakkında ayni şeyler söylemiyor: Hemfikir değiller. Özellikle Turan D ursun farklı, sayın Ateş farklı, İslam camiasındaki görüşle Diyanet’in tercemesindeki anlayış da farklı. Durum bu olunca, konuyu kanıtlarıyla ve her kesimin argümanlarıyla birlikte enine boyuna işlemek istedim. Kanımca yazının sonuna doğru bir şeyler netleşecek.