Doğruluk inanç gerektirmez. Bilim insanları her pazar el ele verip şöyle şarkılar söylemiyor:
''Evet gravitasyon var! Biliyorum gravitasyonun var olduğunu! İman ediyorum!
Kalbimin derinliğinden inanıyorum ki, yukarı yukarı yukarı çıkan aşağı aşağı aşağı gelmek zorundadır. Amin!''
Dan Barker
Kimdir Bu Dogmacılar?
Benimsenmiş bir takım savları her türlü eleştiri ve kuşkunun üstünde tutan, bu savların (yeniden) sorgulanmasına hiçbir şekilde açık olmayan, eleştiriye karşı bağışıklık kazanmış bir anlayışa 'dogmacılık' diyebiliriz sanırım. Oysa hiç birimiz kendi şahsımız için, dünya görüşümüzü, felsefemizi veya varsa ideolojimizi ya da dinimizi katı dogmacı bir anlayışla kabul ettiğimizi düşünmeyiz. Hepimiz, şu anki görüşümüzü belli bir sorgulama, eleştirme, kıyaslama, 'tefekkür' sürecinin en makûl sonucu olarak benimsediğimiz kanaatindeyizdir. Farklı açı, argüman ve eleştirilere kapalı olduğumuzdan ötürü değil de, karşı tarafın sunduğu bu farklı açı, argüman ve eleştirilerin haksız olduğundan dolayı kendi kanaatimizi değiştirmeye gerek olmadığını varsayarız. Yine de biliriz ki, hemen hemen hepimiz en azından bir başka kişi veya kesim hakkında 'dogmacı' yargısına sahibizdir. Peki kimdir aslında dogmacı?
Özellikle dinî, ideolojik, siyasî tartışmalarda tarafların her birinin, kendi pozisyonunun doğruluğundan gayet emin olduğunu gözlemleriz sürekli, üstelik buna kendimiz de dahilizdir. Öyleyse bir kişinin sadece kendi pozisyonundan oldukça emin olması, onu dogmacı yapmaya yetmese gerek. Diğer yandan hiç muhakeme etmeden, körü körüne devralıp savunduğumuz bir bilgi hasbelkader doğru da olabilir elbette. Tıpkı önyargısızca, epey de araştırarak, sorgulayarak, eleştirel yaklaşarak edinilmiş bir bilginin yanlış da olabileceği gibi.
Yine de 'doğru'yu bulma gibi bir çabayı anlamlı görüyorsak eğer, dogmacı değil eleştirel, körü körüne devralan değil sorgulayan, bir takım savları bizi mutlu ettiği, huzurumuzu bozmadığı için değil gerekçeleri bizi entelektüel olarak tatmin ettiği için benimseyen bir anlayış ve yönteme sahip olmamız gerektiği hususunda sanırım (doğruyu bulma çabasını anlamlı bulan) herkes hemfikir kalır.
Bu yazımda, bana göre dogmacılığın kendisini en çok nasıl belli ettiği ve nasıl asgariye indirgenebileceği hakkında bir deneme sunmak istiyorum. Örnek uygulama alanım ise, en genel anlamıyla ateizm-teizm tartışması olacak. Bunu yaparken bir ateist olarak kendi olası dogmacılığım hakkında da hesap vermeye çalışacağım.
Hepimiz Biraz Dogmacı Değil miyiz?
Öncelikle dogmacılığı ''ya tam vardır, ya da hiç yok'' şeklinde değil, en az orandan en katı dogmatizme kadar uzanan geniş bir spektrum olarak değerlendirmemiz daha uygun olur.
Tamamiyle önkabulsüz düşünmeye ve fikir yürütmeye başlamak zaten mümkün değil.(1) Ne yaparsak yapalım, her zaman bir takım genetik (kalıtsal) altyapıdan kaynaklı, kültürel veya bireysel önkabullerimiz, beklentilerimiz ve düşünce kalıplarımız araştırma, öğrenme, muhakeme etme, karar verme süreçlerinde belli bir oranda etkin olacaktır.(2) Daha sonraki aşamalarda, baştaki önkabul ve beklentilerimizi farketmemiz, onları da tekrar eleştiri ve sorgulamaya tâbi tutmamız, gerekirse revize etmemiz, buradan hareketle yeniden araştırma, muhakeme sürecine girmemiz, (modern bilimlerin sürekli ilerletmeye çalıştığı gibi) önkabul ve beklentilerimizin etkisini minimize edecek rafine yöntemler geliştirmemiz mümkün olabilir, ama bu döngüyü tamamen kırmak ve tam anlamıyla sıfırdan başlamak mümkün olmayacaktır.
Pratikte tekrar tekrar dönüp baştaki önkabullerimizi farketme, yeniden eleştirme, gerekirse revize etme, yeni bilgilerimiz ışığında sorgulama, tüm bunlardan yaptığımız çıkarsamaları diğer doğru bildiklerimizle kıyaslama vs. gibi bitmez tükenmez bir entelektüel çabayı sonuna kadar ve eksiksiz sürdüremiyoruz her zaman. Er ya da geç bazı doğrularımıza da artık kendi zihnimizde belli oranda bir dokunulmazlık atfetme ihtiyacını haklı olarak hissediyoruz. Herhangi bir konuda kendimizce yeterli araştırma yaptık, farklı tarafların argümanlarını dinledik, kendi süzgecimizden geçirdik ve bir kanaate vardıysak, artık o kanaatimizi diğer alanlardaki görüşlerimize göre, olası eleştirilere karşı daha fazla emniyet altına alıyor, en azından ''oldukça eminim'' diyebiliyoruz. Eğer bu asgari denilebilecek orana da ''dogmacılık'' diyeceksek, evet: Hepimiz Dogmacıyız!
Burada kalmasını başarabilirsek, zihin sağlığımız için oluşturduğumuz bu dokunulmazlık perdesini ince ve şeffaf tutup, zaman zaman perdenin dışardan gelen yeni perspektif ve argümanlarla aralanmasına izin verebilirsek, ne mutlu bize. Ama bazen bu zihnimizde oluşturduğumuz dokunulmazlık perdesi gittikçe güçlenip, adetâ kale surlarına dönüşebiliyor. Bu kalenin içerisinde yer alan pozisyonlarımız için potansiyel olarak tehlikeli olabilecek her türlü yeni bilgi ve argümanı daha en baştan reddedip, artık o pozisyonlarımızı yeniden tartmak ve sorgulamak yerine, gelen bilgi ve argümanları görmezden gelmek, inkâr etmek, pozisyonumuza uygun şablonlara uydurmak için tevil etmek gibi stratejiler izleyebiliyoruz. Belli bir noktadan sonra artık, ''dünya tersine dönse vazgeçmem'' mertebesine terfi edebiliyor bir takım doğrularımız.
Dogmacılığımızı Cılız Tutmayı Başarabilir miyiz?
Fikirlerimizi dogmalaşmadan esirgemek için en az birkaç verimli yöntemin olduğunu düşünüyorum. Bu yöntemleri kendim her alanda etkin bir şekilde kullanabiliyor muyum, bundan hiç de emin değilim. Ama kullanmam(ız) gerektiği kanaatimin yerinde olduğunu sanıyorum. Aşağıda birkaçını işlemeye çalışacağım bu yöntemlerin, sadece din, tanrı, ateizm tartışmalarında değil, özellikle siyasî, ideolojik, felsefî gibi diğer tüm alanlarda da faydalı olduğunu düşünüyorum.
Ne Olsaydı Şu Düşünceye Sahip Olmazdım?
Herhangi bir alandaki düşüncemizi, alternatiflerine oranla en makûl gerekçelere dayandığı için mi benimsediğimizi, yoksa artık bir dogma olarak mı savunduğumuzu sınamanın ilk yolu, kendimize ''ne olsaydı şu düşünceye sahip olmazdım?'' sorusunu ısrarcı bir şekilde sormak olabilir. Eğer bu soruya cevap vermekte fazlaca zorlanıyorsak, işte o düşüncemizin zihnimizde artık dogmalaşmış olma ihtimali hayli yüksektir.
Mesela ben materyalist/natüralist bir felsefeye sahibim. Evrende her şeyin sadece doğal olgulardan ibaret olduğundan yola çıkıyor, her türlü doğaüstü varlık ve gücü reddediyorum. Peki ne olsaydı bu pozisyona sahip olmazdım. Örneğin, etrafımda ha bire hiçbir doğal açıklaması mümkün olmayan olayların gerçekleştiği veya doğa yasalarının bir öyle bir böyle işlediği veya peri, cin, hayalet gibi türlü bilinç sahibi doğaüstü varlıkların bizlerle iletişime geçtiği, göründüğü, tekrar kaybolduğu, fantazi roman ve filmlerinden bildiğimiz bir evrende yaşıyor olsaydım, materyalist/natüralist bir pozisyona sahip olmazdım. Böylesi bir evren hayâl edebiliyoruz, hatta böyle bir dünyayı tasvir eden bir romanı okurken bizzat o dünyanın içindeymişiz gibi hissedebiliyor, kendimizi sihirbazların, perilerin, canavarların arasında görebiliyoruz. O hayalî dünyaya gerçekmişçesine dalabiliyoruz. Tâ ki, kitabı kapatıp pencereden dışarı bakana dek...
Bir teist, örneğin bir Müslüman da aynı şekilde kendine sormalı: ''Ne olsaydı, nasıl bir dünyada yaşıyor olsaydık mesela Tanrı'nın varlığına inanmazdım?''
Müslümanlardan bu soruya ne tür cevaplar gelebileceğini merak ediyorum doğrusu. Kendim artık epey de uzun bir zamandır müslüman olmadığım için, bu soruya empati kurarak bir Müslümanın bakış açısından cevap vermem güç. Ama ateizm ve teizm arasında karar verememiş, veya bu soruyla şimdiye kadar hiç ilgilenmemiş 'dışardan' birinin açısından, aynı soruya bir takım cevaplar vermeye çalışacağım.
Tabii burda, Tanrı'ya hangi sıfatları isnat ettiğimiz de önemli. Örneğin İslam ve diğer çoğu dinler gibi, sonsuz iyilik, merhamet ve sevgi sahibi bir Yaratıcı'dan bahsediyorsak, o hâlde ''Nasıl bir dünyada yaşıyor olsaydım böyle bir Tanrı'nın varlığına inanmazdım?'' sorusunu meselâ şöyle yanıtlayabilirdim: Suçsuz insanların katledilebildiği; çocukların açlıktan ölebildiği; kimi bebeklerin genetik arızalardan ötürü kısa ömürleri boyunca korkunç acılar içerisinde yaşayıp öldüğü; doğal afetlerin bebekler, masumlar dahil milyonlarca insanı yok edebildiği; din adına kellelerin, kolların kesilebildiği; insanların taşlanarak öldürülebildiği... bir dünyada yaşıyor olsaydım muhtemelen sonsuz iyilik, merhamet ve sevgi sahibi bir Yaratıcı'nın varlığına inanmazdım.
Ya da Tanrı'yı, insanoğlunu eşref-i mahlûkat (yaratılanların en şereflisi) olarak yaratan, evreni insan için var etmiş olan, yarattığı türler içerisinde insana özel bir ilgi duyan, insan peygamberler seçerek insan türünü ilahî vahiye muhatab kılan bir Yaratıcı olarak düşünüyorsak, o zaman ''Nasıl bir dünyada yaşıyor olsaydım böyle bir Tanrı'nın varlığına inanmazdım?'' sorusunu sanırım şöyle yanıtlardım: Kâinatın merkezinde değil de, sayısızca gezegen ve galaksilerin bulunduğu devasa bir evrenin herhangi bir köşesindeki herhangi bir toz taneceği hükmünde olan bir gezegenin üstünde yaşıyor olsaydım; bu gezegen sözgelimi dört buçuk milyar yaşında, fakat benim türüm henüz iki yüz bin yaşında olsaydı; henüz Dünya gezegeninin benim türümden haberi bile yokken, sayısızca canlı türü oluşmuş, çoğunun nesli tükenmiş olsaydı; kâinattaki herşey bana, insana mahsusmuş, benim için varmış havası vermiyor olsaydı... o zaman böyle bir Yaratıcı'nın varlığına inanmazdım.
Ne Olursa Şu Düşüncemden Vazgeçerim?
Yukarda ''(Baştan) Ne olsaydı şu düşünceye sahip olmazdım?'' diye sormuştuk ya hani, şimdi bir de ''(Şu an veya ilerde) Ne olursa şu düşüncemden vazgeçerim?'' sorusunu işleyelim. ''Dogma saptama seti''nin(3) en önemli aletlerinden biri de -belki de en önemlisi- işte bu soru olsa gerek. Eğer bu soruya makûl yanıtlar veremiyorsak, o zaman o düşüncemiz çok büyük bir ihtimalle yeterli dayanağı ve zemini olmayan bir dogmadır.
Dediğim gibi, hem ateistim, hem materyalist/natüralistim; sadece Tanrı'nın değil, hiçbir doğaüstü şeyin varlığına inanmıyorum. Oysa müslümanlar, sadece Tanrı'ya değil, melekler, cinler, şeytanlar gibi bir dizi doğaüstü varlığa, Musa'nın okyanusu yarmış, İsa'nın bakireden doğmuş, Muhammed'in Ay'ı ikiye bölmüş olması gibi mucizelere, duaların evrenin işleyişine herhangi bir etkisi olduğuna ve bir yığın daha başka doğaüstü şeye inanıyor.
Beni materyalist/natüralist pozisyonumu revize etmeye zorlamanın bir yığın teorik imkânı var. Örneğin Tanrı, diğer birçok kavme gösterdiği iddia edilen mucizelere benzer bir mucizeyi bana da gösterebilir. Gözlerimin önünde, tanıdığım ölmüş insanları dirilten, suyun üstünde yürüyen bir İsa karşısında kendi pozisyonumu derhal revize ederim. Veya yürürken sürekli başının üstündeki bir bulut tarafından güneşten korunan, çölde mübarek parmakları arasından akan suyla benle birlikte yetmiş bin insanın susuzluğunu gideren, gözümün önünde Ay'ı ikiye bölen bir Muhammed karşısında şu anki pozisyonumda ısrarcı olmam. Peygamber mucizesi boyutunda olmasa bile, en azından bir şeyh, veli, mürşit kıvamında, yukardakilere benzer bir keramet de yeterli olur, pozisyonumu acilen gözden geçirmem için.
Gerçi bu kadarına bile gerek yok. Müslümanların iddia ettiği gibi Peygamberin naaşının (mumyalanmamış ve başka da hiçbir beşerî teknikle konserve edilmemiş olmasına rağmen) hiç çürümediği gösterilsin; kabrinin yeri belli ne de olsa. Veya cinlerle iletişimin ilmine vakıf bir Müslüman buyursun, bana bir cinin varlığını ispatlasın. Böyle birşey yapabilen birisi zaten hiç durmasın, hemen bir servet kazansın ve aldığı parayla dilerse İslam'a hizmet etsin. Örneğin, James Randi Kuruluşu test ortamında herhangi bir doğaüstü olguyu ispat edebilene (cin, büyü, sihir, telepati, telekinezi vs.) 1 Milyon Dolar veriyor. Şimdiye kadar alabilen olmadı.
Veya gelin Türkiye'nin yüz hastanesinden yüz komada yatan, yoğun bakım hastası seçelim. Ve tüm Türkiye Müslümanları, duaların en çok kabul buyrulduğu özel mübarek bir gecede bu yüz koma hastası için saatlerce, tek tek isimleri de zikrederek dua etsin. Sonra diğer komada yatan hastalara oranla daha fazla iyileşme oldu mu, bir bakalım. Veya siz buyurun, duaların herhangi bir şekilde etkisi olduğunun istatistiksel kanıtını verebilecek bir deney önerin. Duaların etkili olduğuna dair verebilecek böylesi hiçbir kanıtımız yoksa, duaların zaten (placebo etkisini aşan) herhangi bir etkisi olmadığından olsa gerektir.
Ya da sizce Allah'ın derhal gazabını üstüme çekebileceğim veya bir cin tarafından çarpılacağım bir eylem önerin, hemen yapıvereyim. Gerçi her önerileni, şahsen kendime yakıştırmayacağımdan yapmam. Ama internette mesela Kuran'ı yakan ve kitapla bir yığın çok daha edepsiz eylemlerde bulunan zevatın çektiği videolar var. Kimseye de birşey olduğu yok.
Kendi ateist pozisyonumu revize etmem için, tüm bu ve buna benzer deneylerin sonucunu incelemeye açığım. Tabii, bana gösterilecek 'doğaüstü' olayın aslında gayet doğal ve bilimsel bir açıklaması olduğunu veya kanıtlanabilir şekilde bir algı yanılgısının ürünü olduğunu veya söz konusu olayın aslında illüzyon sanatının bir eseri olduğunu kestirebilmem için, yetersiz kalabilirim.
Ama bilim insanları ve illüzyon üstadlarının oluşturduğu, özel olarak bu gibi iddiaları ciddiye alıp inceleyen komisyonlar var. Yukarda zikrettiğim James Randi Educational Foundation'ın yanısıra, Committee for Skeptical Inquiry, Skeptics Society ve Almanya'daki Gesellschaft zur wissenschaftlichen Untersuchung von Parawissenschaften bunların en tanınmışlarından birkaçı. Bu gibi kuruluşlar internet sitelerinde, yayımladıkları dergilerde, seminerlerinde vs. cin/ruh çağırma seanslarındaki fincanın oynaması(4) veya hipnoz gibi ilk bakışta doğaüstü gibi algılanan olayların bilimsel, doğal açıklamalarını sunuyorlar. Doğaüstü yeteneklere sahip olduğunu iddia eden Uri Geller gibi şarlatanların, sahnede sergiledikleri, milyonları büyüleyen oyunları nasıl yaptıklarını deşifre ediyorlar (saygın illüzyon sanatçıları, doğaüstü yeteneklere sahip olduklarını zaten iddia etmiyorlar). Geleceği görme, sihir, telepati, telekinezi vs. gibi herhangi bir doğaüstü yetenek iddiasında olan kişilerin bu iddialarını ciddiye alıp, objektif test ortamında bilirkişiler önünde kanıtlamaya davet ediyorlar. Bu gibi kuruluşlar sayesinde ilk bakışta büyülü, olağanüstü, bilimsel açıklaması imkânsızmış gibi gelen bir sürü olayın sıhhatli bir eleştirel yaklaşım ve ilgili konu hakkında yeterli donanımla ne kadar da çabuk büyüsünü kaybettiğini görebiliyoruz sürekli.
Tüm bunlara rağmen ''dünya tersine dönse, asla ve kat'a doğaüstüne inanmam'' gibi bir tutumum yok kesinlikle. Yukarda örneklediğim kuruluşların uyguladığı yüksek test standartlarına rağmen doğal açıklaması mümkün olmayan, doğaüstü bir olguya bizzat şahit olayım (ki daha yukarda bunun birçok somut olası örneğini, hem de Müslümanların kendi iddialarını baz alarak, sıraladım), materyalist/natüralist pozisyonumdan vazgeçerim. Kısacası kendi pozisyonumu bir dogma olarak savunuyor değilim.
Peki Müslümanlar acaba ''Ne Olursa İslam'ın Doğruluğundan Vazgeçerim?'' sorusuna ne tür cevaplar verir?
Şu Düşüncemi Dayandırdığım Olgular Farklı Alternatif Düşünceleri de Desteklemez mi?
Wittgenstein'ın şahsına münhasır netlik ve zerafetle, iki cümleyle zihinlerimize çaktığı bu soru işareti takip edilmeye değer. Yukarda ''ne olsaydı veya ne olursa, şu düşünceme sahip olmazdım veya vazgeçerdim'' diye sorduk. Burada ise, düşüncemizi dayandırdığımız olguları olduğu gibi bırakarak, bu olgulardan daha farklı, hatta karşıt düşüncelerin de çıkıp çıkmayacağını soruyoruz.
Bazen herhangi bir olgular, olaylar, durumlar kümesinden çıkarttığımız ve ilk bakışta gayet makûl, hattâ zorunlu gibi görünen sonucun, daha dikkatli ve derinlemesine bakıldığında, hiç de doğru olmadığını öğrenebiliyoruz.
Yıldızların ve gezegenlerin hareketini dikkatlice inceleyip, not alan, ilişkiler kuran, hesaplar yapan, hipotezler üreten, hipotezlerini test eden bilim insanları zümresinden olmayan biz sıradan Dünyalılar için, ilk bakışta, hatta ikinci, üçüncü ve sıradaki tüm bakışlarda, Dünya duruyor, Güneş de Dünya etrafında hareket ediyor gibi bir görüntü var işte. Dünya'nın döndüğünü doğrudan algılayamıyoruz, ama Güneş'in her gün doğduğunu, gözyüzündeki konumunu yavaşça değiştirerek battığını doğrudan gözlemliyoruz. Yine de bugün, o bilim insanları sayesinde artık biliyoruz ki, Güneş (Güneş sistemi içerisinde) ''duruyor'', fakat Dünya kendi ekseninde dönüyor. Ve işte bu artık bildiğimiz gerçeğin 'görüntüsü' tam da eski yanlış varsayımımızın görüntüsüyle örtüşüyor. Bununla da kalmıyor, 'görüntü'ye sadece Güneş'in değil, diğer tüm gözlemlenebilen gezegen ve yıldızların da hareketini dahil ettiğimizde, bu detaylı 'görüntüyü' izah edebilen tek doğru açıklama Dünya'nın kendi ekseninde dönmesi oluyor.
Keza kendi bünyemize, hayvanlara, bitkilere baktığımızda ilk bakışta, hatta sıradaki diğer tüm bakışlarda bu müthiş organizmaların ancak birer akıllı tasarımın eseri olabileceği görüntüsü var. Ama yaşayan ve nesli tükenmiş canlıların anatomisini, fizyolojisini, genetik yapısını dikkatlice inceleyen, kıyaslayan, ilişkiler kuran, hesaplar yapan, hipotozler üreten, hipotezlerini test eden bilim insanları sayesinde artık biliyoruz ki, varyasyon ve doğal seçilim mekanizmaları hiçbir bilinçli tasarım olmadan da, milyonlarca senelik uzun bir süreçte adetâ tasarım ürünüymüşçesine karmaşık ve işlevsel organik sistemler üretebiliyor. Yine bu artık bildiğimiz gerçeğin 'görüntüsü', eski yanlış varsayımımızın görüntüsüyle örtüşüyor. Bununla da kalmıyor, 'görüntü'ye sadece canlıların karmaşıklığını ve işlevselliğini değil, 'tasarım' varsayımına hiç de uymayan detayları eklediğimizde, bu detaylı 'görüntüyü' izah edebilen tek doğru açıklama evrim oluyor.(6)
Aynı şekilde diğer tüm alanlardaki görüşlerimiz için de, ''Bu görüşümü dayandırdığım olgular farklı alternatif görüşleri de desteklemez mi?'' sorusunu sormamız, zihnimizdeki dogmalaşmalara karşı panzehir işlevi görebilir. Herhangi bir olgular, olaylar, durumlar kümesinden -'görüntü'den- genelde tek bir sonuç çıkmaz. Kendi çıkarttığımız sonuçtan (şimdilik) vazgeçmesek bile, en azından alternatif sonuçların ne olabileceğini ve alternatif sonuçları değil de, (şimdilik) şu sonucu benimsememizin nedenlerini sayabiliyor olmamız gerekir.
Wittgenstein'ın yine iki cümlelik başka bir zarif ifadesiyle noktalayalım:
(2) Günümüz bilimi, insan türünün bilgi edinme eylemlerinde işleyen genel mekanizmaların ve düşünce kalıplarının ne denli genetik altyapı tarafından da belirlendiğini gittikçe daha iyi açıklayabiliyor artık. İki buçuk bin yıldır tartışılan birçok felsefî soruna, insanın biyolojik evrimi göz önüne alındığında yepyeni bir açıdan bakabiliyor, çok daha gerçekçi bir konuma oturtabiliyoruz. Oldukça yeni sayılabilecek, sürekli gelişen bu bilimsel ve felsefî disiplin için örn. bkz. Gerhard Vollmer, Evolutionäre Erkenntnistheorie (Evrimsel Bilgi Kuramı), 8. Baskı, Stuttgart 2002.
(3) 'Dogma Saptama Seti' ifadesi, Carl Sagan'ın meşhur 'Saçmalık Saptama Seti' (Baloney Detection Kit) ifadesinden mülhemdir.
bkz. Carl Sagan, The demon-haunted world. Science as a candle in the dark, S. 196.
(4) Bu "fenomen" için örn. bkz. Wolfgang Hund, "Gibt's das wirklich?" Okkultismus und Esoterik in Fragen und Antworten, Neuried 2004.
veya:
http://de.wikipedia.org/wiki/Carpenter-Effekt
(5) Elizabeth Anscombe, An Introduction to Wittgenstein's Tractatus, 1971, S. 151.
(6) ''Tasarım varsayımına hiç de uymayan detaylar'' olarak ifade ettiğim, aslında pek de detay sayılmaz. İlk bakışta tasarım ürünüymüş gibi görünen canlıların iyice incelendiğinde, bu canlıyı sıfırdan planlayarak yaratan akıllı bir tasarımcının kesinlikle yapmayacağı yapısal hatalar, işlevsiz fazlalıklar, uyumsuzluklar görüyoruz. Ve tüm bu uyumsuzluklar ancak o canlıyı meydana getiren evrim süreci dikkate alındığında anlaşılır hâle geliyor.
örn. bkz.
http://en.wikipedia.org/wiki/Argument_from_poor_design
Daha kapsamlı olarak:
Richard Dawkins, The Blind Watchmaker - Why the Evidence of Evolution Reveals a Universe Without Design
(Kör Saatçi - Evrim Delillerinin Neden Tasarımsız Bir Evren Ortaya Koyduğu)
Ayrıca aynı yazarın son kitabında bir bölüm, özel olarak bu gibi 'tasarım hataları'na ayrılmış.
bkz. Richard Dawkins, The Greatest Show on Earth 2009, S. 356-371.
(7) Ludwig Wittgenstein, On Certainty (Über Gewissheit), Oxford 1969-1975 (2003 baskısı), S. 2.