Filistin-İsrail Çatışması Bir Din Çatışması mıdır?

Gazze’ye yardım götüren ve İsrail’in Gazze’deki ablukasını kırmayı amaçlayan gemilere İsrail askerlerinin saldırısı sonrasında kimi zaman açıkça ifade edilen kimi zaman da açıkça ifade edilmese de bir ön kabul olarak benimsenen bir argümanı tarihsel boyutları ile işlemek istiyorum.

Filistin-İsrail çatışması konuyu yakından bilenler tarafından son yüzyılda -özellikle de son 50-60 yıl içinde- ortaya çıkan bir çatışma olarak görülse de birçok tartışmada konunun dinsel boyutuna da vurgu yapılmakta olduğunu görüyoruz.


Bu çatışmanın arka planında gerçekten de 2000 yıllık bir Müslüman-Yahudi çatışması var mıdır? Her iki dini anlayışın da son derece kati ve saldırgan olabildiğini düşünürsek bu argümanı ciddiye almamak için bir neden görünmemekte. O halde bu iki din arasındaki ilişkiye daha yakından bakalım.

Saul adında bir kabile şefinin bazı diğer kabileleri birleştirerek ilk İsrail’i kurduğunu biliyoruz. Saul’dan sonra sırayla Davut ve Süleyman krallığın başına geçerler. Süleyman’ın ölümünden sonra ise ülke iç çatışmalardan dolayı ikiye bölünür (M.Ö. 935). Ancak kurulan İsrail ve Juda krallıkları da kısa süre içinde bölgenin büyük güçleri olan Mısır ve Asur tarafından yıkılır. En son İsrail krallığının M.Ö. 586’da Babil Kralı Nebukadnezar tarafından işgal edilip halkının Babil’e sürgüne gönderildiğini biliyoruz. Din tarihçileri Tevrat’ın bu sürgün dönüşünde yazılmış olabileceğini düşünüyorlar.

Roma İmparatorluğu’nun bölgeyi kontrol altına almasından sonra Yahudi isyanları görüyoruz. Resmi teze göre bu isyanlarda büyük sayılarda Yahudi öldürülür ve sonrasında büyük sürgün yaşanır. Yahudiler M.S. 2. yüzyılda İsrail’den sürülür ve Avrupa ve Pers ülkesine dağılırlar. Sonraki dönemlerde bölgeyi kontrolleri altında tutan Bizanslılar da Yahudilerin özellikle Kudüs’te belli bir nüfusun üstüne çıkmasına izin vermezler. Bizans’ın Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesinden sonra İsrail nüfusu da Hıristiyan ağırlıklı bir hale gelir. 600’lerde Bizans ile Persler (Sasaniler) arasında bölgeyi ele geçirmek için savaşlar yapıldığına tanık oluruz. Sasaniler’in Kudüs’ü ele geçirdiklerinde 100 bin Hıristiyanı öldürmüş olduğunu okuruz. Sonra bölge İslam halifesinin kontrolüne girer.

Birçok kaynakta İslam kontrolü altında Yahudilerin önceki dönemlere göre daha fazla ibadet özgürlüğüne sahip olduğu belirtilmektedir. Ancak Hıristiyanlığın Yahudilerin peşini bırakmaya pek niyeti yoktur. Kudüs, Fatımilerin kontrolünde iken 1096’da gerçekleşen Birinci Haçlı Seferi’nde büyük bir Müslüman ve Yahudi katliamı gerçekleşir. Hıristiyan ordularının bu katliamından 100 yıl sonra Eyyubilerin bölgeyi ele geçirdiğini görüyoruz. Selahattin Eyyubi, Kudüs’ten çıkarılan Yahudileri tekrar Kudüs’e kabul eder. Haçlıların katliamından sonra Eyyübilerin Yahudileri koruyan yaklaşımını bir Yahudi Şairi Yuğa Al-Harizi söyle anlatır: “...Tanrı, İsmailoğulları’nın prensi Selahaddin’in ruhunu uyardı; o da ordusu ile Yeruşalayim’i zapt etti ve tüm Efraimoğulları’nı kabul edeceğini bildirdi. Şimdi barışın huzurunda yaşıyoruz...” [1]

Görüldüğü gibi burada Müslümanlarla Yahudiler arasındaki din savaşından çok Hıristiyanlar ile Müslümanlar/Yahudiler arasındaki çatışma vurgulanıyor. Bu arada bir parantez açarak belirtelim: Yahudilerin İsrail’den sürülerek dünyanın değişik yerlerine yerleştikleri şeklindeki resmi Yahudi tezini kabul etmeyen tarihçiler de var. Buna göre Yahudilerin Romalılar tarafından İsrail’den sürülüp Avrupa’ya gittikleri iddiası uydurmadır; böyle bir sürgün olmamıştır. Roma devletinin politikası bölgeleri kontrol altına almak, gerekirse ezerek otoritesini kabul ettirmektir. Bu teze göre Avrupa’daki Yahudilerin kaynakları başkadır. Shlomo Sand “The Invention of the Jewish People” adlı kitabında Yahudi dininin Akdeniz ve çevresinde populer bir din olduğunu, Akdeniz ve Arabistan’da yaygın şekilde benimsenmiş olduğunu, Yemen’deki krallığının, Fas’ta yasayan Berberilerin ve kağanlığının da bu dini kabul etmiş olduğunu belirtir. Rusya, Doğu Avrupa ve Yemen’de yaşayan ve 1948’den sonra İsrailoğulları’nın torunları olduğu iddiası ile İsrail’e gelen bu insanların aslında etnik olarak İsrailliler ile hiçbir ilişkileri olmamış olduğunu, Yahudi dinini benimsemiş olan başka etnik kökenlerden insanlar olduğunu anlatır. İsrail’de yaşayan Yahudilerin ise önce Hıristiyanlaşıp sonra Müslümanlaştığını, bugünkü Filistinlilerin de İsrail’i kuran İsrailoğullarının torunları olduğunu iddia eder. [2]

Hangi tez doğru olursa olsun aslında o dönemin koşullarında bir tür Yahudi-Müslüman ittifakı doğmuş olduğunu düşünmek mümkün. Endülüs’ü gezmek için gittiğim zaman Cordoba’da küçük ve eski bir sinagogun önünde Maimonides’in heykelini gördüğümde şaşırmıştım. Arapların Musa ibn Meymun adını verdikleri Maimonides, ortaçağın en büyük düşünürlerinden ve Selahhatin Eyyubi’nin (ya da vezirinin) de özel doktoru… Şaşırmamın nedeni, Maimonides’in heykelinin adeta bir Arap Müslüman’a benzemesiydi. Meğer adam Berberi imiş. Yahudi kaynaklarında da Müslüman kaynaklarında da sürekli İslam ülkelerinde Yahudilerin korunmuş olduğu anlatılır. Bunun için 640 yılında Ömer-ül Faruk’un İskenderiye’yi ele geçirdiğinde Musevileri koruma altına alması, Abbasi halifeleri Mansur ve Resid’in Yahudilerin hizmetlerinden yararlanmaları gibi örnekler verilir. [3] Muhammed’in Medine döneminde Arap Yahudilerini sürgüne göndermesi veya kılıçtan geçirmesi şeklindeki rivayetlere dayanarak tarihte çok güçlü bir Yahudi-Müslüman düşmanlığı olduğunu düşünmek yukarıdaki somut bilgilerle açıkça uyuşmuyor.

Sonraki yüzyıllarda İslam dünyasının kontrolü Osmanlı devletinin eline geçer ve yine Yahudilerle çok sıkı bir ilişki görürüz. Osmanlı sultanları Orta Doğu devletlerinde uygulanan bir politikayı hayata geçirirler, ülkeyi zenginleştirmek için zengin tacirleri ülkelerine çekmeye çalışırlar. II. Mehmet zamanından beri özellikle 1492’de Yahudilerin İspanya’dan atılmasından sonra Avrupa’dan göç eden Yahudileri, Osmanlı sultanları kendi ülkelerine çağırırlar ve onları imparatorluğun belli başlı ticaret limanları olan İstanbul, Selanik, Avlona gibi kentlere yerleştirirler. 1550’lerde Marrano’lar (Marranolar, Portekiz Yahudileri olup zor altında Hıristiyan olmuşlar, fakat gizlice Yahudi dinine sadık kalmışlardır) engizisyon takibine uğrayınca Kanuni Süleyman onları ülkesine çağırır ve himayesine alır. Osmanlı döneminde devletin üst kademelerine kadar yükselmiş çok sayıda Yahudi görürüz. Yahudi, Türk ve Arap tacirler Avrupa’dan Arabistan’da kadar yaygın şekilde işbirliği içindedir. [4] Osmanlıların Yahudilere karşı baskı uyguladıklarına örnek olarak bazen “Sabetay Sevi” örneği verilir. Halbuki Sabetay Sevi olayı özgün bir durumdur. Sorun Osmanlıların Yahudiliği kabul etmemesi ve ezmeye çalışması değil Sevi’nin geleneksel Yahudi grupları tarafından tehlikeli addedilmesi idi. Sabetay Sevi için şikâyet üstüne şikâyet gönderen hahamlar, Sevi, saray tarafından zorla Müslüman yapılınca rahat bir nefes alırlar. Böylece Sevi’nin müritlerinin sayısı hızla azalır.

Bu arada yeri gelmişken Osmanlı’dan beri gizli Yahudi tarikatlarının Türkiye’yi kontrol ettiği, her yerde onların parmağı olduğu şeklindeki komplo teorilerine katılmadığımı hatta bu teorilerin düşman yaratma ihtiyacı duyan ideolojilerin ürünleri olduğunu düşündüğümü belirteyim. Osmanlı, yıkılma döneminde Ermeni ve Rumları Anadolu’dan sürüp en azından Anadolu’yu ‘Müslüman ulusal’ bir yapı halinde kurmaya çalışırken Yahudileri de sürgüne göndermedi ise bundan iktidarda parmakları olduğu sonucunu çıkarmak saçmadır. Bunun nedeni Yahudilerin Türk ağırlığını zayıflatacak bir güce sahip olmamaları idi. Kaldı ki Cumhuriyet döneminde Yahudiler de sürgüne gönderildi. Buna neden, dinsel bir çatışma/ düşmanlık falan değil sermayeyi ulusallaştırma çabası idi.

Anti-Semitizm

Yahudilikten bahsedildiğinde karşımıza sıklıkla “anti-semitizm” söylemi çıkar. Nedir anti-semitizm? Semit, “Sami soyu” anlamında, Arap ve İsrail soyundan gelenlere verilen ortak bir isim. Peki, neden “anti-Yahudilik” denmiyor da “anti-semitizm” deniyor. Bunun nedeni muhtemelen Ortaçağ’da Araplar ile Yahudilerin bir görülmeleriydi. Bugün 3. dünya ülkelerinde yaşayan biri, bir İrlandalı ile bir İngiliz’i ya da İzlandalı’yı nasıl ayırt edemezse -hatta bugün bile çok sayıda Avrupalı, Türkleri Arap sanıyorsa- Araplarla Yahudiler için de o dönemde böyle bir algı bulunuyordu.

Anti-semitizm Avrupa’da ortaya çıkan bir olgu… İslam uygarlığının yayıldığı yıllarda Araplar büyük bir hızla Kuzey Afrika’yı ele geçirdikten sonra Kuzey Akdeniz şehirlerine de saldırılar düzenlemeye başladı. İtalya’nın ve Fransa’nın güneyi, Akdeniz adaları Arap korsanların talan alanı haline geldi. İspanya’yı Emeviler ele geçirdi; Yahudiliği kabul etmiş Berberiler de Müslümanlarla birlikte hareket edip İspanya’ya yerleşti. Arap yayılmasını durdurmak çöküntü içindeki Avrupa için çok zordu ve büyük bir dehşet içinde bu yayılmayı seyrediyorlardı. Aynı şekilde ticaretin zayıfladığı Avrupa ülkelerinde Suriyeli Arap ve Yahudi tacirler fink atıyordu; en yoğun ticareti yapan gruplar bunlardı.

Anti-semitizm “Yahudi düşmanlığı” olarak tanımlansa da aslında Yahudi-İslam ortaklığına verilen genel bir tepkinin adı olmalı... Aslında kökeninde “Sami halklara karşı genel bir düşmanlık” düşüncesi var. Bunun bir kaynağı Hıristiyan din adamları ise muhtemel ki diğer kaynağı da sermaye gücünü Samilerden almaya çalışan Avrupalı tüccarlardır. İslam uygarlığı güçten düşüp gericileşince Avrupa’da yerleşik durumdaki Yahudiler hızla ve daha kolay şekilde hedef tahtasına yerleştirildi. Yahudiler İngiltere’den, Fransa'dan, İspanya’dan ve Avusturya'dan kovuldular. [5] Avrupa’daki bu güçlü anti-semitizm düşüncesi sonraki yıllarda ulusalcı akımlar geliştiğinde de kolaylıkla kullanılabilecek bir düşman yaratma aracı oldu. Hitler'in aslında dinsel inancı bile pek yokken anti-semitizmi bu kadar güçlü kullanması zaten var olan düşmanlık duygularını beslemesiyle gerçekleşti.

Kısacası 20. yüzyıla gelene kadar ortada bir Yahudilik-İslamiyet çatışması yoktu; tersine Hıristiyanlığa karsı bir tür işbirliği vardı. Bütün bunları söylerken Müslümanlar ile Yahudilerin arasındaki bu işbirliğinin etnik, dinsel ya da başka bir yakınlıktan dolayı olmadığını, tarihsel olarak çıkar ortaklıklarından kaynaklandığını da gözünüzde bulundurmamız lazım. Bu nedenle her iki dinin de bir tür egemenlik ideolojisi olduğunu düşünerek bu işbirliğine bir kayıt koymak gerekir. İşbirliği sadece ortak düşman karşısındaki bir ortaklıktır.

İsrail-Filistin çatışması ulusalcılığın yani 20. yüzyılın ürünüdür

Avrupa'da başlayan Siyonist hareketin etkisiyle Filistin'e Yahudi göçü 1800'lerin sonunda başlar; ancak ilk zamanlarda devlet kurma niyeti çok açık değildir. Siyonist hareketin kurucusu Theodor Herzl, Osmanlı yönetimi ile de görüşüp Filistin'i Yahudi ülkesi yapmak ister. Ancak bu isteği kabul edilmez. Bundan sonraki süreçte de Avrupa'daki devletlerden destek arama çabası baslar. Nihayet Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu niyet gerçekleşir.

Birinci Dünya Savaşında Osmanlı yenilip dağılınca Filistin toprakları da İngiltere’nin kontrolüne geçer. İngiltere 1917’de yayınladığı -dönemin dışişleri bakanının adıyla anılan- Balfour Deklarasyonu ile Siyonistlerin Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurma isteğini kabul ettiğini açıklar. Bu tarihten sonra bir ara geri adım atsa da yol açılmış olur ve dünyanın dört bir yanından Yahudiler buraya gelip yerleşmeye başlar. Özellikle Nazilerin Almanya’da iktidara gelmesinden itibaren göçler artar ve 1948’de İsrail devleti resmen kurulur.

Yahudilerin bu örgütlenme çabası Filistinli Araplardan hızla tepki alır. 1921-1948 Arasında Filistin Müftülüğü yapan Muhammed Emin El-Hüseyni aynı zamanda Filistin Ulusal Hareketi’nin de ilk lideri sayılıyor. El-Hüseyni’nin önce Yahudi yerleşimcilere karşı saldırılar organize ettiğini, sonra da Yahudileri Filistin topraklarından çıkarmak için Almanlara yöneldiğini hatta 1941’de Adolf Hitler’le görüşüp Yahudileri Filistin’den çıkarması için söz almaya çalıştığını görüyoruz.

Görüldüğü gibi Filistin-İsrail çatışması tarihsel olarak bir din çatışması değil ulusalcılığın yarattığı bir çatışmadır... Yahudilerin dinsel temelli ulusalcılığı olan Siyonizm’e karsı, Filistin ulusalcılığı gelişiyor. Ulusalcılık her zaman emperyalizme karşı olmak seklinde gelişmiyor. Hem Yahudilerin hem Filistinlilerin ulusalcılığının böyle bir özelliği yok. Görüldüğü gibi her iki ulusalcılık da emperyal güçlerden destek almaya çalışıyor.

Sonuç:

Yukarda açıklandığı gibi Filistin-İsrail çatışması bugün geldiği noktada arkasında binlerce yıllık dinsel bir öfkenin olduğu bir sorun gibi görünse de gerçekte tamamen 20. yüzyılda ortaya çıkmış ve ulusal temelli bir sorundur. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte Orta Doğu’da Arap milliyetçiliğinin gücünü kaybetmesi ve radikal İslamcı akımların güçlenmesi ile Orta Doğu’daki ulusal tepkiler de dinsel bir kanala akmaya başladı. Bunun etkisi ile Filistin-İsrail çatışmasının dinsel temelli bir sorun olduğunu vurgulamak her iki taraf için de tercih edilir bir şey oldu. Böylelikle dinsel akımlar çok derin tarihsel bir saf tutuyor olduklarını göstermiş olurken Avrupa ve ABD’deki laik kesimlerden destek almaya çalışan İsrail milliyetçileri de aslında dinsel gericilikle boğuştukları görüntüsü vermeye çalışıyorlar. Aynı şekilde bazı İslamcı kaynaklarda görülen “Yahudilerin kan içtikleri, çocukları yedikleri” gibi saçmalıklar da 20. yüzyılda ortaya çıkan kamplaşma yüzünden Hıristiyan kaynaklardan aşırılıp İslamcı kaynaklara konulmuş şeylerdir. Bu çifte taraflı çarpıtılmış görüntüye aldanmayan, içlerinde ateist ve hümanistlerin de olduğu birçok kuruluşun İsrail’in Gazze şeridine uyguladığı insanlık dışı ambargoya tepki vermesi, dünyaya temel insan hakları algısıyla yaklaşan bizler açısından bir gurur kaynağıdır.



[1] Yusuf BESALEL, YAHUDİLİKTE TEMEL KAVRAMLAR / İslâm ve Yahudiler {3} Şalom dergisi

[2] Shlomo Sand, The Invention of Jewish People

[3] Yusuf Belalel, agy

[4] Halil Inalcik, Devlet-i Aliyye - Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar 1

[5] http://www.sevivon.com/tarih/tbakis_no46.asp

Nevzat Altıntaş (sargon)

 

FORUMLARIMIZ

 

Facebook Sayfamız

facebook

Youtube Sayfamız

Youtube